5 Ağustos 2022 Cuma

109. Fransa Turu ve Netflix iftiharla sunar: Piyasa tanrıları içerik istiyor - BERK ÇETİN / SOL

 Fransa Turu'nda, hikâye bolluğuyla her şey yolundaymış, alan memnun satan memnunmuş gibi gözüküyor olabilir; fakat işin içinde önemsiz gibi gözüküp aslında dikkat çekmesi gereken bir bit yeniği mevcut

Bisiklet sporunun en çok izlenen yarışı olan Fransa Turu, her sene olduğu gibi Paris’teki meşhur “Şanzelize” etabıyla sona erdi.

Bu seneki tur, neredeyse tüm bisiklet severlerin mutabık olduğu üzere, sportif rekabet ve seyir zevki açısından son derece müstesna bir spor olayı yaşattı izleyenlere.

Öyle ki 109. edisyon, tarihte hız ortalaması en yüksek tur olarak, tüm büyük turlar1 içinde ise en hızlı 3. tur olarak kayda geçti.

Bunun yanı sıra yeşil mayo klasmanında puan rekoru, zorlu pek çok tırmanışta bireysel süre rekorları kırıldı.

Kayda geçen resmî rekorların yanı sıra, yarış boyunca ortaya çıkan pek çok “hikâye” de bu seneki Tur’u diğerlerine göre daha görkemli kıldı.

Bu hikâyelere detaylıca yer vermeden yazıyı tamamlamak istemedim, zira yazının maksadının okurlarca eksiksiz kavranması için bunların bilinmesi gerektiğini düşünüyorum; fakat detaya boğulup dağılmak istemeyen okurlar bu kısmı hızlıca geçebilir:

  • Danimarka topraklarında başlayan ve burada üç etap koşulan Tur’un genel klasmanını tarihte ilk defa Danimarkalı bir bisikletçinin (Jonas Vingegaard) kazanması;
  • Danimarkalı bisikletçilerin toplam dört etap galibiyeti elde ederek ülke rekorunu geliştirmeleri (daha önce ’94 ve ’96 yıllarında üçer etap galibiyeti almışlardı);
  • Hollandalı sprinter Fabio Jakobsen’in, 2020’de Polonya Turu’nda geçirdiği ölümcül kaza sonrası katıldığı ilk Fransa Bisiklet Turu’nda ikinci etabı kazanması;
  • Jakobsen’in yaşadığı kazaya sebep olduğu gerekçesiyle dokuz ay yarış yasağı alarak profesyonel bisikletten âdeta aforoz edilen Dylan Groenewegen’in hemen sonraki üçüncü etabı kazanması ve Jakobsen tarafından tebrik edilerek kefaretini ödemesi;
  • Daha önce profesyonel seviyede herhangi bir yol yarışı galibiyeti bulunmayan 32 yaşındaki Kanadalı Hugo Houle’un 16. etabı kazanıp zaferini on yıl önce bir koşu antrenmanı sırasında sarhoş bir şoför tarafından katledilen kardeşi Pierrik Houle’a adaması;
  • 11. etabın ortalarında, genel klasmanın en büyük favorileri arasında gösterilen Tadej Pogačar, Jonas Vingegaard, Primož Roglič ve Geraint Thomas’ın baş başa kalması ve aynı takımın sporcuları olan Vingegaard ile Roglič’in, o etapta sarı mayoyu (genel klasman liderliğini) taşıyan Pogačar’ı bire karşı iki ataklarla sürekli zorlamasıyla etabın son tırmanışında Pogačar’ın bu ataklara cevap vermekten dolayı yorgun düşüp genel klasman liderliğini Vingegaard’a kaybetmesi (bu taktiksel detayın Fransa Turu tarihinde uzun zamandır ilk defa görülüyor olması);
  • Daha çok sprinterlerin mücadele ettiği yeşil mayo klasmanında puan rekoru kıran ve üç etap galibiyetinin yanında üç de etap ikinciliği elde eden Wout van Aert’ın, bir yandan da takım lideri Vingegaard’a, sarı mayo mücadelesinde eşi benzeri görülmemiş bir domestik performansla dağ tırmanışlarında dahi yardım etmesi sonucu en savaşçı bisikletçi (super-combatif) ödülünü kazanması;
  • Sahnenin tamamen saf sprinterlere kaldığı “Şanzelize” etabında, finişe az bir mesafe kalmışken genel klasman ikincisiyle üçüncüsü Pogačar ve Thomas’ın atak yapması…

Bunlar, 109. Tur’u otoriteler ve seyirciler nezdinde özel kılan ikonik anlardan başlıcaları.

Bu hikâye bolluğuyla her şey yolundaymış, alan memnun satan memnunmuş gibi gözüküyor olabilir; fakat işin içinde önemsiz gibi gözüküp aslında dikkat çekmesi gereken bir bit yeniği mevcut: Netflix, organizatör şirket ASO ve profesyonel yol bisikletinin en yüksek bütçeli takımı olan İngiliz Ineos Grenadiers başta olmak üzere Tur’un pek çok paydaşıyla Mart 2022’de bir Fransa Turu belgeseli için anlaşmıştı.

Netflix’in spor belgeseli türündeki ilk iştiraki Fransa Turu belgeseli değil tabii ki.

SSCB ve Rusya’yı doping konusunda karalama kampanyasından başka bir halt olmayan Icarus ile bu türe bodoslama giriş yapan izleme platformu, 2019’dan beri Box to Box Films isimli yapım şirketine yaptırdığı Formula 1: Drive to Survive belgesel dizisiyle pistteki rekabetin arka planına da odaklanarak bu sporun yakın tarihli kaderini değiştirmiş, daha ilk sezonunda yarışların izlenme oranlarını bir önceki seneye göre yüzde 53 artırmıştı.

Eh, sorulması gereken soru, yani “odadaki fil” orta yerde duruyor: Bu sene en heyecanlı Fransa turlarından birini izlememiz ve yine bu sene, dokunduğunu daha fazla altın yumurtlayan tavuğa çeviren Netflix’in Fransa Turu belgeseli çekiyor olması, bir tesadüf müdür?

Hayır, bu bir tesadüf değildir. Çünkü piyasa tanrıları içerik istemektedir.

Krizleri fırsata çevirmenin ötesinde, fırsata çevrilecek suni kriz koşullarını yaratma konusunda da uçsuz bucaksız bir vizyona sahip olan piyasacı düzenden, dokunduğu her hikâyeyi içeriğe dönüştürmesi beklenebilir, beklenmelidir.

Yanlış anlaşılmasın; 109. Fransa Turu boyunca tanıklık ettiğimiz sıra dışı performansların, çarpıcı hikâyelerin hepsinin en baştan beri bir kurgu olduğunu, manipüle edildiğini iddia etmek değil bu yazının niyeti; ama olabileceğini düşünmekten hepten uzak durmanın, hakikatten uzaklaştırıcı bir etkisi olduğu rahatlıkla söylenebilir.

Ve şu da eklenebilir: Netflix’in başını çektiği bir yapım ve bu yapım ekibinin Tur boyunca tanıklık ettiği performans ve olayları âdeta bir content producer, yani içerik üreticisi gözüyle, hemen tüketime servis edilecek birer meta olarak görmesi, izlerken keyfine vardığımız hemen her şeyin üzerine gölge düşürüyor.

Düşürdüğünü düşünmemiz gerekiyor. Hatta üst düzey futbolculara veya basketbolculara göre “piyasası” çok daha düşük olan bisikletçilerin, bir Netflix belgeselinde sahne alacaklarını bilerek sportif rekabete girişip sıra dışı bireysel ve kolektif performanslarla bu seneki Tur’u emsalsiz kılmış olmaları üzerine de düşünmemiz gerekiyor.

Bir halkla ilişkiler ve pazarlama biçimi olarak gazetecilik

Bütün bu gölgeli, şaibeli kısımları nihai tüketici (kamuoyu demeye dilim varmıyor) nezdinde görünmez ve tartışılmaz kılan; işbu sportif etkinliği muhabiriyle, canlı yayındaki spiker ve yorumcusuyla asıl hizmet ettikleri şeyi bilerek veya bilmeyerek kültleştiren, destanlaştıran örgütlü bir gazetecilik, daha doğrusu halkla ilişkiler çalışmasına tanık olduğumuz su götürmez bir gerçek. Ve bu durumun 109. Fransa Turu ya da bisiklet sporuyla sınırlı olmadığı da malumunuz. Ama bu sene Netflix’le kurulan akçeli işbirliği, bu sorgulamayı iyi kötü bir yerden başlatmak için son derece iyi bir örnek.

Sözgelimi, Lance Armstrong’un günah keçisi ilan edilerek bir nebze üstü örtülmüş doping skandallarıyla itibarı derinden sarsılan ve içine girdiği buhrandan İngiliz bisikletinin yine şaibeli yükselişiyle çıkan Fransa Turu’nun, benzer doping veya yolsuzluk skandallarıyla karşı karşıya kalma ihtimali geçmişe göre daha düşüktür.

Bu ihtimalin düşük olmasının sebebi, skandalların gerçekleşme ihtimallerinin düşük olması, yani mevcut dünya haliyle ters düşecek şekilde organizasyonun temiz ve adil ellerce düzenlenmesi veya sporcuların daha ilkeli, ahlaklı olması değil, skandalların araştırmacı-gazetecilik işiyle ortaya çıkarılma olanaklarının düşürülmüş olmasıdır.

Piyasacı düzenin hakikati ve onu ortaya çıkarması beklenen gazetecilik kalibrasyonunu iyiden iyiye temellük etmiş olmasıdır.

Günümüzde bütün bileşenleriyle spor gazeteciliği, en muhalif ve ana akım dışı gözükenleri dâhil olmak üzere, hasıraltı edilenleri gün yüzüne çıkararak kamuoyunu aydınlatmaktan ziyade, piyasa dinamikleri içinde gün yüzüne çıkanın konturlarını sosyal medyanın kullan-at mantığına uygun şekilde belirginleştirip, allaya pullaya pazarlama işinden ibaret olmaya devam ediyor.

Sebepleri üzerine uzun uzun yazıp çizilebilir, fakat bu yazının da her yazı gibi bir sonu olmalı.

Yalnız, gazeteciliğin bir süredir hapsedildiği bu kötürüm halkla ilişkiler ve pazarlama konseptinin nedenlerine dair ufak bir ipucu verebiliriz belki... Ülkemizde bisiklet üzerine yazıp çizen ve konuşan halihazırda çok az sayıda isim var. Pek çoklarına göre bunlardan en parlağının, kerameti kendinden menkul Birikim dergisinin Ekim Devrimi’nin 100. yılına “ithafen” çıkardığı özel sayıdaki yazısından2 aktaralım:

[…] Uluslararası sahnede kurdukları sportif üstünlüğü ele alırken sadece bu katılımı teşvik eden, sporu her kesime yayan anlayışı aktarmak mümkün değildi. Sovyetler Birliği’nin yasaklı maddeleri çoğu zaman daha iyiydi ve bu da onları zirveye çıkaran nedenlerin en başında geliyordu. Aldıkları dopingin çokluğu nedeniyle vücut fizyolojileri değişen, bazıları cinsiyet değiştiren, bazıları da depresyona, alkole ve intihara sürüklenen sporcu hikâyeleriyle dolu olan Doğu Almanya’yla birlikte Sovyetler Birliği, geçen asrın en karanlık doping sicilini oluşturmuştu.3 En büyük rakipleri Amerika Birleşik Devletleri’nde ise şöyle bir fark vardı: Sovyetler ve Doğu Almanya’da doping programları tamamen devlet tarafından yaratılan, uygulanan ve kontrol edilen projelerdi. […] Öte yandan, Yeni Kıta’da ipler daha çok sporcu ve antrenörlerin elindeydi. Drug Games kitabının yazarı Thomas Hunt, iki dev rakibi karşısında geriye düşen ABD’de bu manada bir devlet destekli doping programı olmadığını vurguluyor.

Ekim Devrimi’nin 100. yılına özel bir dergide yer alan yazıda dahi böylesine bir antikomünist hezeyana ulaşma becerisi ile gazeteciliğin halkla ilişkiler projesine dönüştürülmesi arasında üzerine düşünülmesi ve mücadele edilmesi gereken bağlar var gibi, ne dersiniz?

BERK ÇETİN / SOL

  • 1.Yarış sezonunda 21 etaptan oluşan üç büyük tur; yani İtalya, Fransa ve İspanya bisiklet turları.
  • 2.İnan Özdemir, “Sovyetler Birliği’nde Spor: Dün Aslında Bugündü”, Birikim 342-343, s. 221
  • 3.Yazarımızın mutasyon ve hatta cinsiyet uyum ameliyatı etkili doping iddialarını dayandırdığı herhangi bir referans bulunmuyor, işkembesi dışında.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder