"Herkesin sanata ulaşmaya hakkı vardır. Dünya üzerindeki tüm örneklerinde görüldüğü üzere toplumcu bir sanat ve kültür anlayışı sosyalist devletin vazgeçilmezidir."
Bu yazı Dayanışma Forumu'nun Eylül 2022 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
“Neo Liberalizm” ve “Yeni Muhafazakârlık” için kardeş kavramlar diyebiliriz. Bu yazıda AKP dönemi sanat ortamının AKP’nin neo-liberal politikalarından nasıl etkilendiğini anlatmaya çalışacağım. Özellikle sermayenin AKP döneminde manevi kültür endüstrisini neredeyse tamamen ele geçirmesi ve yönlendirmesi de bir tesadüf değil elbette. Neredeyse tüm iletişim kanallarının, tüm gösteri alanlarının, festivallerin, etkinliklerin kontrolünün sermayenin elinde olduğunu düşününce sanatçının elinin kolunun ne kadar bağlı olduğunu görmek mümkün. Sermayenin ve AKP iktidarının kontrolünde olmayan alanlar ise başka bir iktidara, muhalefet belediyecilerine ait.
Bu çalışmaya başladığım günlerde önce iki yeni festival ve bir konser yasağı, sonra da şarkıcı Gülşen’in gözaltı ve tutuklanma kararı haberleri gündeme düştü. AKP bu yasaklamalarla neyi amaçlıyor olabilir diye düşündüm. Kamuoyunda genel kanı, AKP’nin muhafazakâr ve İslami kesimdeki oylarını konsolide etmek için bu yolu seçtiğiydi. İktidarın niyeti büyük toplulukların, konser amaçlı bile olsa, yan yana gelmeleriyle ülkenin siyasi ve ekonomik bakımdan kötü gidişatını protesto amaçlı bir görüntünün kamuya yansımasını önlemekti. Bu yaşananlar da dahil AKP döneminin sanatla olan ilişkisini detaylı bir şekilde analiz etmek için AKP’yi iktidara getiren AKP öncesi dönemin de analizini yapmak gerektiğini düşünüyorum. Bu çalışmada literatürden örneklerle yeni muhafazakârlık, muhafazakâr sanat ve sermaye – iktidar - sanat ilişkisini anlatmaya çalışacağım.
Bu arada, Dayanışma Meclisi Kültür Komisyonu çalışmalarımıza istinaden dil ve kavramlar açısından birkaç ekleme yapmam gerekiyor. “Kültür” kavramı bizde genellikle sanat ve bunların kolları kastedilerek kullanılıyor. Tek başına kültür kavramının kullanılması bilimsel anlamda karışıklıklara neden olabiliyor. Çünkü kültür, doğanın yarattıklarına karşılık insanın yarattığı, keşfettiği, icat ettiği her şeydir. Böyle olunca kültürün iki biçimde dile getirilmesi gerekiyor. Maddi kültür ve manevi kültür… Endüstriden teknolojiye ve siyasetten hukuka ve sanata her şey kültürdür ve bunlar kültürel birer ögedir. Bir kültür bakanlığı olabilir ve bu kurum kültürel – maddi, manevi her şeyle ilgilenebilir ancak biz kültür komisyonu olarak metinlerde böyle kullanılmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bakanlık, manevi kültür kastedilerek kurulmuştur ve böylece devam ettirilmektedir. Ne var ki bilimsel çalışmalarda bu kavramın yerli yersiz kullanımı sakıncalı sonuçlar doğurabilir. Bu bağlamda Türk bilim – düşünce yazınında da aynı alışkanlık sürdürülmektedir. Çevirilerde bile bu konuya yaklaşırken bazen özensizlik, belki de üstünkörü bir bakış açısı ve bilgi eksikliği sürüp gitmektedir. Bu metnin içindeki alıntılarda da bu durumla çokça karşılaşabilirsiniz. Değiştirme şansımız olmadığı için aynen vermek zorundayız elbette… Bu çalışmada ele aldığımız temel unsur manevi kültürdür ve onun sanat alanıdır. Kavramlar yerli yerine oturana kadar bizler bunu dile getirmeye devam edeceğiz. Örneğin “kültür sanat” dendiğinde sanatın içini doldurabiliriz ancak kültürden ne kast ettiğimiz somut olarak açıklanamayabilir, havada kalabilir. Sanat edebiyat denildiğinde de aynı sorun yaşanabilir. Sanat dendiğinde edebiyat da buna dâhildir ama “edebiyat sanat değildir” diye bir sav ortaya atılıyorsa bu söyleyiş bazı açılardan doğru olabilir, doğru kabul edilebilir. Kültür komisyonunun bu yaklaşımının bu çalışmanın değerlendirilmesi noktasında dikkate alınmalıdır.
Bu çalışmayı hazırlarken bana yol gösteren Erdem Ünal Demirci’nin “İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası)” adlı doktora tez çalışmasının bu alanda çalışmak isteyenler için iyi bir kaynak niteliğinde olduğunu düşünüyorum. Bu çalışmanın çatısını oluştururken ben de bu tez çalışmasından ve dile getirdiği kaynaklardan oldukça yararlandım.
AKP’nin iktidara geldiğinden bu yana sanatla olan ilişkisini Recep Tayyip Erdoğan, 2017 yılında III. Millî Kültür Şûrasında yaptığı konuşmada şöyle dile getiriyor: “Unutmayınız, siyasi iktidar seçimle, oyla, sandıkla olunabilir; ama kültür iktidarı için daha farklı bir birikime, emeğe, çalışmaya, dirsek çürütmeye, alın teri dökmeye ihtiyaç vardır. Bugün ülkemizdeki manzaraya baktığımızda, milletimizin hâkim rengini oluşturan kesimlerin kültürel iktidardan epeyce uzakta olduğunu görüyoruz. Bir avuç marjinalin, hatta terör örgütü yanlısı kesimlerin çok daha etkin olduğu bu alana, mutlaka asli sahibinin, yani milletimizin rengini vurmalıyız.”
AKP iktidarının sanat alanındaki varlığına bakıldığında, bu alanda yetkin ve üstün olmadığını, ancak yıllardır bu açığı kapatmak için sermaye gücüne başvurduğunu ve Özal döneminden miras kalan muhafazakâr orta sınıfı güçlendirip kültürel sermayeye hâkim olmak istediğini de görüyoruz.
Peki AKP, sanat alanında hegemonyasını nasıl kurmak istiyor? Öncelikle kendi muhafazakâr kitlesi ve muhafazakâr sanat anlayışını yaratmaya ve “popüler kültür” alanında olabildiğince etkin ve yönlendirici olmaya çalışarak hegemonyasını kurmak istiyor. Sonrasında, Cumhuriyet döneminin en büyük kazanımları olan Opera, Bale, Tiyatro ve Klasik Müzik gibi devlet tarafından desteklenmesi ve yaşatılması gereken alanlarda kendi muhafazakâr sanat anlayışının örneklerini ön plana çıkartarak ve bunların desteklenmesi gereken projelerden ekonomik olarak çekilerek, bu alanlarda yaratamadığı iktidarı sermayeye devrederek kurmaya çalıştığı hegemonyayı güçlendirmek istiyor.
Ayşegül Yaraman, hegemonyayı Toplumsal Değişme ve Kişilik Özellikleri Prometheus’tan Narkissos’a1 eserinde şöyle tanımlıyor: “Hegemonya, temel sınıfın ideolojisinin yönetilen sınıflar tarafından içselleştirilmesini sağlar; dolayısıyla temel sınıfın iktidar ilişkisinin sürekliliği için kültürel iktidarın da ele geçirilip bireyin buna göre biçimlenmesi gerekmektedir.”
Ekonomik ve siyasal alanda kurulan bir hegemonyanın yarattığı sınıfsal baskı, yeni bir sanat hegemonyasına geçişi mümkün kılabilir. Bir başka deyişle, Özal döneminden Erdoğan dönemine uzanan süreçte, yaratılan daha İslami, muhafazakâr veya mütedeyyin bir orta sınıf, giderek sanatsal alanda da söz sahibi olmak isteyecektir. İktidarın sermaye gücü sayesinde de piyasa bu yeni sınıfın hizmetine yönelik sanatın yeniden üretimi için çalışacaktır.
Bu yeniden üretim süreci popüler sanatın piyasa kapitalizmiyle bütünleşmesi sayesinde teknolojiye hapsolmuş geleneğin yeniden inşa edilmesini sanatsal olarak mümkün kılmasa da ideolojik olarak yeniden icat edilmesine olanak sağlamıştır.
Taggart “Popülizm”2 adlı eserinde popülizmi siyasal bir olgu olarak tanımlarken sanatsal popülizm kavramını ayrıştırır. Nuray Mert’in “Merkez Sağın Kısa Tarihi”3 adlı eserinde dile getirdiği gibi “Türkiye’de muhafazakâr sağ söylemin, Cumhuriyete karşı aristokratik bir tepki olarak değil, başından itibaren, popülist bir halk muhalefeti olarak gelişmiştir”. Taggart’ın da altını çizdiği gibi “kültürel popülizmi, seçkinlerin tükettiği “yüksek” kültüre karşıt olarak, sıradan insanlarca tüketilen kültürü yücelten bir konum olarak tanımlayabiliriz. Esasında iktidarlar sıradan insanların tükettiği popüler sanat alanına hükmederek yüksek sanat karşısında hegemonya kurmaya çalışıyorlar diyebiliriz.
Douglas Kellner “Kültürel Marksizm ve Kültürel Çalışmalar”4 adlı makalesinde McGuigan’ın Kültürel Popülizm adlı eserine atıfla medyayı kültürel popülizmi ilişkisini şöyle tanımlar “post modern bir dönüşüm süreci sonrası “kültürel popülizm” sürecinde medya; kültürü, kimlik, zevk ve otoriteryanlık malzemelerini üretir, böylece kültürel ürünleri tüketen kitleler de “popüler”in bir parçası olur (bir temsiline dönüşür).” Bu durum neo-liberal sistemde iktidarın en önemli araçlarından birisinin de medya aygıtı ve onun halk yığınlarını kontrolündeki rolü olduğuna işaret eder.
Demirci doktara tezinde AKP döneminin medyada popüler kültür uygulamalarını Osmanlı’nın yeniden keşfedilmesine bağlar: “AKP döneminde fetih kutlamalarından kutlu doğum haftası etkinliklerine, Malazgirt zaferini anma törenlerinden Osmanlı modasına dönük ürünlerin arzına varan yoğun bir tarihsel kuşatma iklimi yaratılmıştır. Osmanlı popülerleştikçe görünürlüğü daha da artmıştır. Tarihsel kitaplara ilginin inanılmaz seviyelere çıktığı bu dönemde, televizyon izlemenin zaman kullanım endeksinde bir numaradaki yerinin olduğu da dikkate alındığında ekranların tarih dizileriyle dolup taşması beklenen bir durumdur.”5
AKP döneminde popüler yaratıların özellikle televizyon aracılığıyla kitlelerle buluştuğu, yapılan araştırmalarla ortaya çıkmıştır. Türkiye’de Zaman Kullanım Araştırması (TÜİK 2014- 2015) sonucuna göre, fertlerin en fazla yaptıkları faaliyet %94,6 ile televizyon izlemek olarak belirlenmiştir. İPSOS’un 2016’da Türkiye çapında gerçekleştirdiği araştırma sonuçlarını içeren Türkiye’yi Anlama Kılavuzu’na göre de %85 ile en sık yapılan etkinliğin televizyon izlemek olduğu ortaya konmuştur. İstanbul Kültür Sanat Vakfı’nın ‘2017 Kültür-Sanatta Katılımcı Yaklaşımlar Raporu’na göre, Haziran-Eylül 2016 tarihlerinde yapılan ankette “kültür-sanata katılımın kısıtlı” olduğu ve hatta “hiçbir etkinliğe katılmadım” diyenlerin yaklaşık %70 gibi bir oranla ezici çoğunluğu oluşturduğu hesaplanmıştır. Görüldüğü üzere yüksek oranda televizyon bağımlılığı ve diğer etkinliklere katılımın azlığı televizyon yayınlarına dönük önemli bir sektörü ortaya çıkarmıştır.
Medyayı ve popüler sanatı hegemonyanın kurulması yolunda önemli bir güç olarak gören iktidar, muhafazakâr manevi kültürün yayıcıları olarak gördüğü tarihsel diziler için desteğini esirgememiştir. İktidarın bu konuya müdahalesini anlamak için 2017’de toplanan III. Millî Kültür Şûrası Açılış Konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın dedikleri önem kazanmaktadır: “Ülkemizin kültür harcamalarına baktığımızda, 2014 yılındaki 33 milyar liralık meblağın yarısına yakını, televizyon ve televizyon yayınları kategorisinin oluşturduğunu görüyoruz. Kitap, gazete, dergi harcaması %13’le; sinema, tiyatro, konser harcaması da %5,7 ile kültür ekonomisinde yer alıyor”.
AKP’li yıllarda, özellikle de 2010 sonrasında bir Osmanlı dizi furyası ortaya çıkmıştır. Muhteşem Yüzyıl (2011) dizisiyle başlayan süreçte sırasıyla, Bir Zamanlar Osmanlı (2012), Osmanlıda Derin Devlet (2012), Osmanlı Tokadı (2013), Fatih (Fetih Bir Başlangıç̧ (2013), Diriliş̧ Ertuğrul (2014), Filinta (Bir Osmanlı Polisiyesi (2014), Muhteşem Yüzyıl: Kösem (2015), Payitaht: Abdülhamid (2017), Mehmetçik Kut’ül-Amare (2018), Mehmed: Bir Cihan Fatihi (2018), Uyanış: Büyük Selçuklu (2020), Barbaroslar: Akdeniz’in Kılıcı (2021) gibi diziler ekranlara düşmüştür.
Bu diziler ile AKP medyayı ve popüler sanatı kendi hegemonyasını kurmak için kullanmış ve muhafazakâr sanatı bu yolla topluma yaymaya çalışmıştır. AKP döneminde yeniden üretilen veya yüceltilen manevi kültürel formlar oluşmuştur. İktidarlar tarafından icat veya ihya edilen bu formlar, toplumsal yapıdaki “rızanın inşası” ile mümkün hâle gelir. David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi6 adlı eserinde “rıza” kavramını şöyle tanımlıyor: “Rızanın temelini genellikle, Gramsci’nin ‘sağduyu’ dediği şey (ortaklaşa sahip olunan anlayış) oluşturur. Sağduyu, bölgesel ya da ulusal geleneklerde genellikle derinlere kök salmış eski kültürel sosyalleşme pratiklerinden inşa edilir. Dolayısıyla sağduyu, gerçek sorunları kültürel önyargılar altında saklayan ya da bulanıklaştıran son derece yanıltıcı bir şey olabilmektedir. Başka gerçeklikleri maskelemek için kültürel ve geleneksel değerler (örneğin Tanrı inancı, ülkeye duyulan inanç ya da kadının toplumdaki yeriyle ilgili görüşler) ve (komünist, göçmen, yabancı ya da ‘ötekiler’e dair) korkular seferber edilebilir.”
Yüksel Taşkın Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya7 adlı eserinde şöyle der: “Kültüralizm, kültürü şimdiki toplumdan soyutlar ve onu halkların tarih-üstü bir doğal özelliği yapar. Bu nedenle, soyutlama, hegemonik bir proje olarak kültüralizmin epistemolojik başlangıç noktasıdır.” AKP’nin yaratmaya çalıştığı muhafazakâr sanat yaklaşımının, “muhafazakârlığın da bir kültüralist proje olduğu” hesaba katıldığında, zamanla siyasal ve ekonomik bir güç kazandığı unutulmamalıdır.
Ali Yaşar Sarıbay, Modernitenin İronisi Olarak Globalleşme8 adlı kitabında 1980’ler sonrası ivme kazanan neoliberal süreçte, tüketim odaklı bir kültüralizmin devreye sokulduğunu, bir başka deyişle, “tüketimde malların değişim değerinden çok, gösterim değeri diyebileceğimiz bir durumun belirleyicilik kazandığını, insanları yeni kapitalist ekonomide tüketime yönelten faktörün, ekonomik değil, kültürel olduğunu anlatır. Ona göre “Neyin değerli olduğu ekonomik değil, kültürel olarak belirlenmektedir.” Türkiye’de Özal’la başlayan neo-liberal sürecin aynı dönemde popüler sanatı ortaya güçlü bir şekilde çıkarması tesadüf değildir.
Bu noktada biraz muhafazakârlık (neo-muhafazakârlık), neo liberalizm üzerine anlatılanlara bakalım ve muhafazakârlıkla sanat ilişkisini görmeye çalışalım.
Neoliberalizm: Yeni Muhafazakârlık
Fırat Mollaer’in Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu9 adlı eserinde de belirttiği gibi Türkiye, 24 Ocak 1980 ekonomik kararları sonrasında, yeni muhafazakâr ideolojiyle örgütlenmiş olan dünya sistemiyle bütünleşmiş ve dünyadaki yeni muhafazakârlığın Türkiye’deki karşılığı sayılan bir iktidar paradigması Türkiye siyasetine yerleşmiştir: “Özalizm.” Milli Selamet Partisi kökeninden gelen Özal’ın neo-liberalizmin Türkiye’ye yerleşmesinde katkısı çok önemlidir.
Zeynep Gambetti “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neo-liberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”10 adlı makalesinde neo-liberalizmin neo-muhafazakârlıktan ayrı düşünülebilecek bir olgu olmadığını şu şekilde ifade ediyor: “Bu ikisini birbirinden ayırmak demek, neo-liberalizmin otoriter refleks olmaksızın kurulamayacağını görmemek demektir. “Özel mülkiyeti ve bunun temelinde hızla gelişmekte olan kapitalist sermaye birikim sürecini 1789, 1830 ve 1848 devrimlerinin yayılmasından koruyabilmek için liberalizmin muhafazakârlık ile ittifak kurması gerekmiştir.”
Alpman, “Harikalar Diyarında Muhafazakâr Masallar”11 adlı eserinde 12 Eylül dönemini şu şekilde tanımlıyor: “Muhafazakâr sıfatının bağımsız bir gösterene dönüşmesi ise 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonrasına denk gelir. 12 Eylül cuntası ve devamında Özal hükümeti, Türk-İslam sentezi olarak ifade edilen muhafazakâr ideolojinin toplumsallaşmasını amaçlamaktadır. Böylelikle toplumda yükselen sol hareketin ve taleplerin milliyetçilik ve din üzerinden oluşturulacak bir kültürel hegemonya marifetiyle ortadan kaldırmayı hedeflemişlerdi.”
Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar12 adlı eserinde Kapitalizm ile Sosyalizm arasındaki küresel mücadelenin son etabını ve doruk noktasını oluşturan 20. Yüzyıl sonlarına doğru (1980’ler) Batı’da muhafazakârlığın yeniden yükselişe geçtiğine ve dünyanın birçok ülkesinde iktidara gelmeye başladığına tanık olduğumuzu söyler. Bu yükselişin ABD’de Ronald Reagan, İngiltere’de Margaret Thatcher, Almanya’da Helmut Kohl’un isimlerinde simgeleştiğini anlatır. Yeni Muhafazakârlık hareketi Türkiye’de ise Turgut Özal’ın kimliğinde hayat bulmuş ve güçlenmiş, muhafazakârlığı ideolojik bir formasyona dönüştürerek, yeni piyasacı modelle, geleneği harmanlayan bir denklem ortaya çıkartmıştır. Böylece, Yeni Sağ’ın uygulama sahasında ele aldığı fikirler, Türkiye’nin 1980 sonrası dönüşümünde tartışmaya açılan kavramların özünü oluşturmuştur. Eğitim alanında İmam Hatip Liseleri üzerinden başlayan tartışmanın, “evrim”in müfredat kitaplarından çıkartılmasına; sosyal medya ve televizyonlarda yaşanan yoğun sansür ve sıkıdenetimden, kültürel kodların piyasa diliyle popüler hâle getirilerek manevi kültür endüstrisine dâhil edilmesine fırsat vermesi bu tartışmalara örnek olarak gösterilebilir.
Elbette Muhafazakârlık Türkiye’de Özal dönemiyle başlamamıştır. Muhafazakârlık kavramı nasıl ve nerede ortaya çıkmıştır? Batı dillerinde kullanılış şekliyle Muhafazakârlık “muhafaza etme” ya da “bir şeyi bozulmadan koruma” anlamında conserve [Latince, conservare] kökünden geliyor.
Philippe Beneton, “Muhafazakârlık”13 adlı eserinde Muhafazakârlığın doğuşunu Fransız Devrimine duyulan tepkiye bağlı olduğunu söyler: “Muhafazakârlığın ilk yazıları, koşulların ürünüdür, geçmişte kesintisiz bir geleneğin gücünden yararlanırken, devrimci fırtınanın süpürüp attığı şeylerin lehine yazılan mücadele metinleridir. Dolayısıyla muhafazakâr doktrin, karşı-devrimci doğdu. Devrimin ortaya attığı ilkeleri ta başından reddediyordu.”
A. Çağlar Deniz, “Taktikten Stratejiye: Muhafazakâr Öfkenin Muktedir Hâli”14 adlı makalesinde Edmund Burke’nin muhafazakâr düşüncesini altı temel özellikle tanımlamaya çalışmıştır. Muhafazakârlıkta “Din” önemlidir. Muhafazakâr düşünce “Reform adına kişilere haksızlık yapılması tehlikesini” dile getirir. Muhafazakâr düşünce için “Rütbe ve görev ayrımlarının gerçekliği ve arzu edilirliği” önemlidir. Ve en temel özelliği “Özel mülkiyetin dokunulmazlığının” savunulmasıdır. Muhafazakâr düşünce “Toplumun bir organizma olduğunu” ve “Geçmişle kurulan sürekliliğin değerini” vurgulamaktadır.
Mehmet Vural “Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık”15 adlı eserinde Russell Kirk’ün de Edmund Burke gibi muhafazakârlığı temel ilkelerle ele aldığını anlatır. Buna göre muhafazakârlar süregelen bir ahlaki düzen olduğuna inanırlar ve geleneğe, uzlaşmaya ve devamlılığa inanırlar. İnsanlar sadece adalet karşısında eşittir ve bunun dışında toplumda eşitsizlik olmalıdır. Özgürlük ile mülkiyet birbirlerine yakından bağlıdır. Gücün ve insanın hırslarının sağduyu ile kısıtlanması gerekir. Güçlü bir toplumda kalıcılık ve değişim uzlaştırılmalıdır. Sağduyu prensibi muhafazakârlara yol gösterir.
Muhafazakâr düşünce, toplumsal mühendislik kararlarının tarih boyunca hep felaketler yarattığına inanmış ve muhafazakârlar bu felaketlerin aydınlanma felsefesiyle ortalığa saçıldığına inanmışlardır. Kirk ve Burke ise ortaya çıkan karşıtlıkları sistematik olarak ele alıp üç temel sürece yayarlar. Bu hususta, özetle, muhafazakârlığın modernliğe, aydınlanma felsefesine ve sanayi devrimine karşı tepkilerle gelişip olgunlaştığı söylenebilir.
Alpman, “Harikalar Diyarında Muhafazakâr Masallar”16 adlı eserinde Türkiye’de muhafazakârlığın ne zaman geliştiğini şu cümlelerle anlatır: “Muhafazakârlığın Türkiye’deki serencamı, Osmanlı’nın çöküş dönemine girmesiyle, devletin kurtuluşunu mazide arayan yakınmaların ortaya çıkmasıyla birlikte başlamıştır. Muhafazakârlığı belli bir siyasal yönelim olarak değerlendirmeyi mümkün kılan gelişmeler ise Cumhuriyet’in ilanıyla birlikte başlar. Osmanlı’da sarayın siyasal temsil kudretini yitirmesinden geleneksel örüntülerin tümüyle işlevsizleşmesine kadar ortaya çıkan kriz, aynı zamanda bir hegemonya krizine neden olmuştu. Dolayısıyla organik krizler ortaya çıktıktan kısa süre sonra toplumda siyasal olarak kamplaşmaların oluşması kaçınılmazdı.”
Günümüzün popüler simalarından Nureddin Nebati Millî Görüşten Muhafazakâr Demokrasiye17 adlı eserinde muhafazakâr ve İslami dönemleri şu şekilde tanımlar: “1870 ile 1924 yılları arasındaki dönem Türkiye İslamcılığının ilk dönemidir. Hem politik hem de yeni bir İslam yorumu olarak İttihad-ı İslam, Panislamizm dönemi. İkinci dönem 1924-1965 arasındaki dönemdir. İslamcılık muhafazakâr-milliyetçi şemsiyenin altında kalmıştır. Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi isimler bu dönemde çıkmıştır. Üçüncü dönem 1965 sonrası İslamcılığı ise, Ali Şeraiti, Seyid Kutup, Mevdudi gibi isimlerin çevrilen eserleriyle harekete dönüşerek, aktivistleşmiştir.”
Yani muhafazakâr düşünce Tanzimat döneminden bu yana kendisini aydınlanmanın, modernizmin, Cumhuriyet kazanımlarının, devrimlerin karşısında konumlamış ve farklı düşüncelerle birleşerek bir gerici, tutucu blok oluşturmuştur.
Cumhuriyet döneminde, güzel sanatlarda baş döndürücü bir hızla düzenlemeler yapılmıştır. Darülelhan’da Türk Musiki bölümünün kapatılması, radyolardan Türk Musikisinin yasaklanması, tekke müziğinin saf dışı edilmesi, modern Batılı tiyatro formuna karşılık, Karagöz perdesinin ve diğer geleneksel tiyatro türlerinin geri plana atılması, konservatuvarın kurulması, Batı tarzı mimariye öncelik verilmesi ve tüm bu dönüşümler için yurt dışından uzmanlar getirtilmesi Cumhuriyet’in yöneldiği hedefi daha net ortaya koymaktadır… Bu dönemde Osmanlı kültürel yapısından uzaklaşma süreci etkin hâle gelmiştir.
Tanzimat devriyle birlikte yok olmaya başlayan, Cumhuriyet döneminde neredeyse tamamen ortadan kalkan Osmanlı kültürü ve imgelem dünyası muhafazakâr düşüncede bir nevi altın dönem olarak kabul edilip modernleşme dinamiklerine karşı bir kalkan vazifesi görmüştür. İrfanın kültüre; münevverin aydına dönüştüğü Tanzimat, Tanpınar’a göre bir “zevk hezimeti” evresidir. Türk Muhafazakârları, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e geçişte, Kemalist iktidarın radikal kültür politikalarına karşı benzer eleştiriler getirmişlerdir. Özellikle, Tek Parti iktidarından sonra muhalif söylemler giderek güç kazanmıştır.
Erdem Ünal Demirci’nin İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası)18 adlı eserinde muhafazakârlığın karşıtlığını şu şekilde tanımlıyor: “Cumhuriyet döneminde muhafazakârlık ilk aşamada Kemalizm’in gücüne karşı çıkamayacağını bildiğinden, kültürel alanda sıkışıp milliyetçiliğe sarılmıştır. Çok partili hayata geçtikten sonra, özellikle, komünizme karşı giderek ideolojik bir tavır takındı. Aynı dönemde, Cumhuriyet’in kültürel radikalizmine karşı ideolojik mevziler de kazanmıştır. MNP’den RP’ye; ANAP’tan AKP’ye uzanan süreçte, siyasal partilerin ortaya ve zamanla iktidara gelmesi muhafazakârlığın ideolojik gücünü pekiştirmiştir. AKP, kurulduğu ilk yıllarda muhafazakâr demokrat parti kimliği çerçevesinde, 2010 sonrasında muhafazakâr sanat inşasıyla kültürel iktidarı ele geçirmek istemiştir.”
Ahmet Çiğdem, “Muhafazakârlık Üzerine”19 makalesinde şöyle tanımlar Türk tipi muhafazakârlığı: “Türk muhafazakârlığı, oluşum dönemindeki politik iktidarsızlığının açtığı boşluğu, daha sonraki dönemlerinde kültürel bir saldırganlıkla doldurmaya çalışmıştır. Buna mukabil, Stern’in “muhafazakârlık politik hâkimiyetinin bedelini, kültürel sefaletle öder” belirlemesini hatırlatan bir biçimde, politik iktidarsızlık döneminde muhafazakâr düşüncenin sahip olduğu derinlik, yerini, katı bir sağcılık ve anti-komünizme terk edecektir.”
Peki AKP muhafazakâr bir sanat formu yaratmaya yönelik bir zemin oluşturabilir mi? Muhafazakâr sanat diye bir şey olabilir mi?
“1980’li yıllar, Türkiye’nin serbest piyasa modeline göre bütün kurumlarını yapısal olarak restore ettiği post-modern dönemin yansımasıdır. Kültür-piyasa ilişkisinin hiç olmadığı kadar birbiriyle örtüştüğü bu dönem, Özal’ın Anavatan Partisi ile muhafazakâr-milliyetçi-İslamcı ve liberal refleksleri uygun ölçüde bir arada idare ettiği ortamı yansıtır. AKP, 1980’lerde sermaye-devlet-iktidar-kültür formlarındaki yapısal değişimin nihayete erdiği bir dönemde iktidar oldu. Hâliyle, kültür ve sanat politikalarını bu birikimden beslenerek kurmaya çabaladı.”20 diyor Erdem Ünal Demirci ve AKP’nin kültür ve sanat politikalarına bakışı şöyle özetliyor: “AKP, uzun yıllardır iktidar olmanın gücüyle, yeni bir orta sınıf yaratmakla kalmadı organik aydınını da yetiştirdi. Bugün, politikadan hukuka, sağlıktan eğitime, spordan ulaşıma ve benzeri her alanda AKP’nin politik izlerini görmek mümkündür. Özellikle, 2010 sonrası uzun süreli iktidar olmanın özgüveniyle kültür-sanat alanına el atarak hegemonya kurmak isteyen AKP, bu süreçte bir yandan muhafazakâr sanat formlarını oluşturmaya çalışırken, diğer yandan kuşatma ve sansürün yanında ödenekli sanat kurumlarını kapatma kararı almıştır.”
23 Mart 2012 yılında zamanın Cumhurbaşkanı Genel Sekreteri Prof. Dr. Mustafa İsen ‘21. yüzyıl Türkiye’sinde Kültür Sanat Anlayışı’ başlıklı konuşmasında şunları söyler: “Muhafazakâr kesimin nasıl bir demokrasi anlayışı varsa, muhafazakâr demokrasi diye bir şeyden bahsedebiliyorsak, o zaman ‘muhafazakâr estetik’ ve ‘muhafazakâr sanat’ diye bir şeyden de bahsetmek, bunun normlarını ve yapısını oluşturmak gibi bir yükümlülük içinde olunmalıdır. Sivil inisiyatif ağırlıklı, yerel yaklaşımları, kültürün öz dinamiklerini dikkate alan kurumsal yeniden yapılanmaya ihtiyaç var.”
Mustafa İsen’in muhafazakâr kitleye, ‘yeni bir sanat, yeni bir norm bulmalıyız’ çağrısı İskender Pala tarafından karşılık görür ve Pala “Muhafazakârın Sanat Manifestosu”nu yazar.
Muhafazakâr bireyi ‘millî, manevi değerlere, eserlere, adet ve geleneklere bağlı olan, onları korumak, yaşatmak, devam ettirmek isteyen kişi’ olarak gören İskender Pala, ‘muhafazakâr sanat’ kavramını sınırlı ve kısıtlayıcı bulduğu için bir muhafazakâr olarak sanatı nasıl gördüğünü ona hangi anlamlar yüklediğini yirmi maddelik bir Muhafazakâr Sanat Manifestosuyla açıklar. Bu manifestoda en dikkat çeken maddeler şunlardır: “Muhafazakâr Sanat geçmişiyle bağları travmatik biçimde koparılmış bir toplumun öz benliğiyle barışma çabasının estetik boyutudur. Toplumun kendi kimliğinden kaynaklanıp bağrında görünür kılınan sanattır. Irmağın tabii seyrini bulmasına engel olanlara ve yapay surette değiştirmek isteyenlere ürettikleriyle karşı çıkar. Sivildir; devlet eliyle kontrole karşı çıkar, devletin patron değil sponsor olarak katkı sağlamasından yanadır. Din eksenli bir sanat değildir, ama dini duyarlıkları mutlaka dikkate alır. Batı'yı reddetmez, metodoloji ve üretimlerini kabul eder, ama ruhuna mesafeli yaklaşır. Mehmet Akif veya Necip Fazıl'a kapılıp kalmadan Nâzım Hikmet veya Orhan Kemal'i, Karacaoğlan veya Şeyh Galib'i, Dostoyevski veya Dante'yi vb. harmanlayarak üretim yapma idealini taşır. Klasik olanın her daim yoruma açık oluşu ilkesinden hareketle, klasik anlayış, sanat ve kültürü aynen tekrar veya taklit yerine, yeniden yorumlayıp üretme azmindedir. Kendi dinamiklerini tükettiği için bizim coğrafyamızın ürünlerini keşfetmeye çabalayan Batı sanatçısından evvel davranıp kendisine ait olanı aynı kalitede üretmekten yanadır. Kendisi muhafazakâr olmayan sanat platformlarında hep yok sayılsa ve dışlansa da muhafazakâr olmayan sanat ürünlerini eleştiren ama asla dışlamayan sanattır. Bir medeniyet bakış açısıdır ve zengin tarih/kültür mirasından dengeli bir madde-mana medeniyetini en gelişmiş biçimiyle üretme çabası taşır. Geleneği sorgular ve yorumlayarak çağdaş birikime katar. Medeniyetin ve modern çağın bütün imkân ve tekniklerini, bilgi ve enstrümanlarını kullanarak eser üretir ama o esere ruh üflerken kendi geçmişinden ilham alır. (Yediden yetmiş yediye Barış Manço'yu hatırlayınız. Onu bu yüzden sevmiştik.) Her fırsatta dile dolanan "Muhafazakârların doğru dürüst bir sanat anlayışı ve gelişmiş bir estetik seviyeleri yoktur" yavesinin, bir şeyleri yok saymak adına uydurulmuş ucuz ve haksız bir kasıt eseri olduğunu bilir.”
Bu manifestoya Dücane Cündioğlu Sanat ve Felsefe21 adlı eserinden şu şekilde yanıt verir; “Sanatın varlık nedeni tahayyüldür. Çünkü insan hayal edebildiği için sanat var. Ne garip değil mi, akıl edebildiği için değil. Tıpkı gerçeklik gibi, aklın da sınırları var. Bilimin de. Oysa tahayyülün sınırları yok. İster istemez sanatın da. Muhafazakâr Sanat olmaz bu yüzden! Başka bir nedenden dolayı değil, sanatın özü gereği olmaz. Sanatın değil sadece, sanatçının da muhafazakârı olmaz. Çünkü tahayyülün korunması zorunlu sınırları olmaz.”
AKP Dönemi’nde sermayenin sanatla olan ilişkisi nasıl şekillenmiştir?
1980’li yıllarda özelleştirmelerin hızlanması sonucunda aşırı kârlar elde edip büyüyen büyük patronlar, 1990’lı yıllarda imajlarını yeniden düzeltme uğraşına girmiştir. İş adamları, aç gözlü, kan emici, sömürücü ve benzeri kavramlar yerine “toplumda bırakacağı sanatsal ve entelektüel izle de anılmak istiyorlardı. Sonuçta, müzelerin, üniversitelerin, kültür vakıflarının sahibi olan büyük iş adamları sadece para hırsıyla yaşamayıp, ekonomik sermayelerini sanatsal sermayeye kaydırabilen ve böylece sanatın hamileri olarak, entelektüel imajlarıyla da görünür olmuşlardır.
Uraz Aydın, “Lanetli Süreklilik Neoliberal Militarizmden Otoriter Muhafazakârlığa Türk Medyasının Otuz Yılı”22 makalesinde bu konudan şöyle bahseder; “Türkiye’de neoliberal değerlerin içselleştirilmesi bakımından medyanın en önemli işlevlerinden biri de zenginliğin, lüksün, seçkin yaşam tarzının kutsanışıdır. Bunun ilk adımlarından biri, işçi mücadelelerinin ve radikal bir sosyalist hareketin damgasını vurduğu yetmişli yıllarda ‘patron’ imajının aldığı hasarı tadil etme çabasıdır. Böylece tek kaygısı para kazanmak olan ve kârını katlamak için her yolu mübah gören patron imajının yerine adım adım entelektüel, sanatsever, rafine zevklere ve ‘çağdaş kent kültürü sahipliği’, ‘sosyal demokrat’, ‘toplumsal sorumluluğunun bilincinde olan işveren’ imajı kurulur.” Sanatın şirketleri estetikleştirmesi yanında, patronların imajını tazelemek için kullandıkları araçlardan birisine dönüşmesi şaşırtıcı değil. Türkiye’de, özellikle, medya gücünün bu alanda ciddi desteği olduğunu görebiliyoruz.
“Yapı Kredi Private Banking ilanında ‘Sanatla iç içe bankacınız olsun istemez misiniz’ sorusunu sorar, şehrin caz hâline atıf yapan Akbank ise ‘şehrin vapur seslerine piyano seslerini karıştır’ sloganıyla caz festivalini şehrin normal akışına yedirmeye çalışır. Philip Morris’in meşhur sloganındaki gibi, ‘Bir şirketi büyük yapan, sanattır.’ söylemi, dünyanın en büyük tütün tekelinin sanat aşkından mı kaynaklanmaktadır?”23
Stallabaras “Sanat A.Ş. Çağdaş Sanat ve Bienaller” adlı eserinde şöyle der: “Şirketlerin sanat söylemi, onlara yaratıcılık imajı kazandırır, sanatın hamisi, taciri ya da en azından koleksiyoncusu olarak meşruiyet kazanmalarını sağlar ve şirketleri, sanatın seslenmesi gereken cemaatin, yani sanat izleyici kitlesinin ayrılmaz bir parçası haline getirir.”24
Can Kozanoğlu Cilalı İmaj Devri25 adlı eserinde 1980’lerin sonunda genç iş insanları Bülent Eczacıbaşı, Cem Boyner, Cem Hakko, Leyla Alaton, Güler Sabancı, Cefi Kamhi, zamanla Mustafa Koç, Sinan Tara ve diğer arkadaşları için şöyle diyor: “Piyasa onların elindeydi. En büyük servetler de öyle. Sanat eserleri ve antika piyasasının en pahalı parçaları onlarındı, köşe yazılarındaki ‘bu ne ince zevktir’ övgüleri de öyle. Sporcuydular, dansçıydılar, gençtiler, dinamiktiler, akıllıydılar, şıktılar, “gusto” sahibiydiler. 80’lerin sonu 90’ların başı döneminde, yuppie burcunun yükselen yıldızı patron çocuklarının üzerine vurmuştu.”
Chin-tao Wu “Kültürün Özelleştirilmesi”26 adlı eserinde, Amerika ve İngiltere’de özel sektör sanat sponsorluğu ve devletin vergi indirim teşvikiyle sanat-siyaset-piyasa ilişkisinin nasıl kurulduğunu detaylarıyla anlatır. Yazarın, şirketlerin özünde kendi çıkarları için sanatı nasıl kullandığına, özel galerilerin, müzelerin, koleksiyonların şirketin marka değerine nasıl katkı sunduğuna ve toplumda saygınlığın nasıl kazanıldığına dair önemli saptamaları vardır. Bourdieu’nün “kültürel sermaye” kavramı yukarıda tartışılan konulara açıklık getiren önemli bir kavramdır. Bourdieu, “kültürel sermaye ekonomik zenginlikle serbestçe değiştirilebilir; ayrıca kültürel sermaye birikimi, özellikle hâkim sınıfın konumunun yeniden üretilmesine ve güçlendirilmesine hizmet eder tespitinde bulunmaktadır.
Sibel Yardımcı “Kentsel Değişim ve Festivalizm: Küreselleşen İstanbul’da Bienal”27 adlı eserinde Türkiye’de, “güçlü sermaye sahiplerinin, önde gelen müzeler ve festivaller (Koç, Sabancı, Eczacıbaşı), yayınevleri (Yapı Kredi), sanat galerileri (Akbank, Garanti), hatta üniversiteler (Koç, Sabancı, Bilgi) üzerinde, sponsorluklar veya mütevelli heyetleri aracılığıyla bu derece etkili olmaya başlamaları ekonomik ve kültürel sermaye biçimlerinin nasıl birbirlerine dönüştüklerini gösteriyor.”demiştir. Bu dönüşümde devletin yasal düzenlemelerinin katkısı büyüktür. “14 Temmuz 2004 tarihinde kabul edilen ve 21 Temmuz 2004 tarihli Resmî Gazete’de yayımlanan 5225 sayılı Kültür Yatırımları ve Girişimlerini Teşvik Kanunu sponsorluğu yaygınlaştırarak kültürün özelleşmesi sürecini hızlandırmıştır. Ayrıca, Kültür ve Turizm Bakanlığı’nın, Devlet Tiyatroları (DT), Devlet Opera ve Balesi (DOB) Güzel Sanatlar Müdürlüğü gibi Cumhuriyet’in önemli sanat kurumlarını lağvetmeyi öngören Türkiye Sanat Kurulu (TÜSAK) Yasa Tasarısını hazırlaması da özelleştirme mantığına uygun düşen bir hamledir.
2021 Ağustos ayında yapılan seçimlerle değişen, Türkiye’nin bu alanda öncü kurumlarının başında gelen, IKSV’nin Bülent Eczacıbaşı başkanlığındaki Yönetim Kurulu şu isimlerden oluşuyor: Prof. Dr. Teoman Akünal, Garanti BBVA’dan Ebru Dildar Edin, Palo Alto Networks Zeynep İnanoğlu Özdemir, Google Türkiye’den Mehmet Keteloğlu, McKinsey&Company’den Özgür Tanrıkulu, Borusan Holding’den Ahmet Kocabıyık, Koç Holding’den Oya Ünlü Kızıl ve İstanbul Modern Yönetim Kurulu Başkanı Oya Eczacıbaşı... Ayrıca Nuri Çolakoğlu, Tayfun İndirkaş, Prof. Dr. Yekta Kara, Tuncay Özilhan, Ethem Sancak, Prof. Dr. Münir Ekonomi İKSV’nin Vakfın Mütevellileri olarak vakfa desteklerini sürdürmektedirler. Oluşan “yeni” yönetim kurulu sermayenin sanatı nasıl yönlendirdiğinin, nasıl yönettiğinin aynasıdır aslında.
Özetle
Türkiye’nin Tanzimat’tan bu yana süren serüveninde muhafazakârlar her dönem Batı kaynaklı aydınlanma fikrinin karşısında yer almışlar, farklı dönemlerde farklı sağ siyaset akımlarıyla yan yana gelmişler ve kol kola girmişlerdir. AKP dönemini kendisinden önceki dönemlerden ayıran temel fark, 1980 sonrası İslami sermaye ile İslami orta sınıfın bu dönemde, artık yeterli güce ulaşmasından kaynaklıdır. Neo liberal dönemde sermaye el değiştirmiş olsa bile büyük oyuncular sermayenin önemli bir bölümünü hâlâ ellerinde tutmaktadırlar. Bu oyuncular kültür ve sanat etkinliklerini yönlendirmeye devam etmektedirler.
AKP iktidarı, döneminde muhafazakâr sanat kavramını yaratmaya ve geliştirmeye çalışmış, bunu yaparken popüler sanatın neredeyse tüm araçlarını kullanmıştır. AKP bir avuç aydın ve sanatçı sayesinde her ne kadar kültürel hegemonyayı tam anlamıyla ele geçirememiş olsa da Cumhuriyet’in sanat kurumlarına zarar verilmesine, içinin boşaltılmasına, sanatın neredeyse tüm alanlarının, sayılı etkinlikler dışında, sermayenin eline geçmesine, büyük halk kitlelerinden ve emekçilerden uzak ve hayatın dışında tutulmasına sebep olmuştur.
Bugün festival ve konser yasakları nedeniyle AKP iktidarı “karşısında duran” popüler sanatın önemli aktörlerinin büyük çoğunluğu ve “sanat dünyası”nın önemli isimleri, varoluşlarını bu sermaye ve medya düzenine borçludurlar. Bu düzen el birliğiyle yaratılmış, desteklenmiş, alkışlanmıştır. Genelleştirirsek manevi kültür alanı dün olduğu gibi bugün de iktidarla kol kola yürüyen sermayenin kontrolündedir. Ayakta kalmaya çalışan sanatçılar iktidarla sermaye arasında sıkışıp kalmaktadırlar. Sanatçılar alternatif alanlar olarak gözüken muhalif belediye etkinliklerinde bile yer almak, salon kiralamak, sanatsal etkinlikler düzenlemek için başka bir güç ve ilişkiler ağının bir parçası olmak zorundadırlar. Kamunun sanata ayırabildiği kaynaklar sınırlıdır ve belirli grupların kontrolü altındadır. Sanatın her alanında “Özgür ve özgün yaratım” neredeyse yok denecek kadar azdır. Büyük ve tanınmış festivallerin repertuvarları bile “tanınmış, bilindik” eserlerden oluşturulmaya çalışılarak pazarlanmaktadır.
Bu düzen değişir mi? Elbette Cumhuriyet’in ilk yıllarından daha da özenli, gelişkin ve planlı bir sanat hamlesi gerçekleştirerek zarar görmüş, yok edilmeye çalışılmış olan kurumlar yeniden yapılandırılıp onarılabilir ve bu düzen değişir. Bu hamlenin gerçekleşmesi ise yeniden bir Cumhuriyet kurmakla mümkündür.
İnsan Hakları Bildirgesi’nin 27. maddesi ‘herkes toplumun kültürel yaşamına özgürce katılma, güzel sanatlardan yararlanma, bilimsel gelişmeye katılma ve bundan yararlanma hakkına sahiptir’ diyor. Bu hak, seçkinlerin, varlıklı bir azınlığın ya da kültür uzmanlarının tekelinde bir lüks aracı değildir.
Manevi kültür alanı sermayeye bırakılmayacak kadar ciddi bir kamu alanıdır. Herkesin sanata ulaşmaya hakkı vardır. Dünya üzerindeki tüm örneklerinde görüldüğü üzere toplumcu bir sanat ve kültür anlayışı sosyalist devletin vazgeçilmezidir. Her mahalleye, her köye evrensel sanat birikiminin aktarılabileceği ve paylaşılabileceği alanlar oluşturulması öncelikli bir politika olmalıdır. Sosyalizm gelene kadar sanat kurumlarını ayakta tutmak sosyalistlerin görevi olmalıdır diye düşünüyorum.
HALUK POLAT / SOL
Notlar:
1-Ayşegül Yaraman, Toplumsal Değişme ve Kişilik Özellikleri Prometheus’tan Narkissos’a, İstanbul: Bağlam Yayıncılık, 2003, s.44.
2- Paul Taggart, Popülizm, Barış Yıldırım (çev.), İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2004, s. 6
3- Nuray Mert, Merkez Sağın Kısa Tarihi, İstanbul: Selis Kitaplar, 2007, s. 41
4- Douglas Kellner, Kültürel Marksizm ve Kültürel Çalışmalar, Fatih Tezcan (çev.), 2016, s. 144.
5- Erdem Ünal Demirci “İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktara Tezi 2018; s.246
6- David Harvey, Neoliberalizmin Kısa Tarihi, Aylin Onacak (çev) İstanbul, Sel Yayıncılık 2015
7- Yüksel Taşkın, Milliyetçi Muhafazakâr Entelijansiya, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013
8- Ali Yaşar Sarıbay, Modernitenin İronisi Olarak Globalleşme, İstanbul: Everest Yayınları, 2004, s.4
9- Mollaer, Fırat. Türkiye’de Liberal Muhafazakârlık ve Nurettin Topçu, İstanbul: Dergâh Yayınları, 2008. s.14
10- Zeynep Gambetti, “İktidarın Dönüşen Çehresi: Neoliberalizm, Şiddet ve Kurumsal Siyasetin Tasfiyesi”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No: 40 (Mart 2009), s.152.
11- Polat S. Alpman, “Harikalar Diyarında Muhafazakâr Masallar”, A. Çağlar Deniz (Ed.), Öteki Muhafazakârlık içinde (113-155), Ankara: Phoenix Yayınları, 2016, . s.127
12- Merdan Yanardağ, Yeni Muhafazakârlar (Neo-Cons), İstanbul: Chiviyazıları Yayınevi, 2004, s. 30.
13- Philippe Beneton, Muhafazakârlık, Cüneyt Akalın (çev.), İstanbul: İletişim Yayınları, 2011, s. 11.
14- A. Çağlar Deniz, “Taktikten Stratejiye: Muhafazakâr Öfkenin Muktedir Hali”, A. Çağlar Deniz (Ed.), Öteki Muhafazakârlık içinde (205-227), s. 206.
15- 29 Mehmet Vural, Siyaset Felsefesi Açısından Muhafazakârlık, 4. Baskı, Ankara: Elis Yayınları, 2017, s. 61
16- Polat S. Alpman, “Harikalar Diyarında Muhafazakâr Masallar”, A. Çağlar Deniz (Ed.), Öteki Muhafazakârlık içinde (113-155), Ankara: Phoenix Yayınları, 2016, . s.116
17- Nureddin Nebati, Millî Görüşten Muhafazakâr Demokrasiye, İstanbul: Alfa Araştırma, 2014, s. 138.
18- Erdem Ünal Demirci “İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktara Tezi 2018; s.111
19- Ahmet Çiğdem, “Muhafazakârlık Üzerine”, Toplum ve Bilim, Sayı:74 (Güz 1997), s. 47.
20- Erdem Ünal Demirci “İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktara Tezi 2018; s.221
21- Dücane Cündioğlu, Sanat ve Felsefe, 2. Baskı, İstanbul: Kapı Yayınları, 2013, s. 3.
22- U. Uraz Aydın, “Lanetli Süreklilik Neoliberal Militarizmden Otoriter Muhafazakârlığa Türk Medyasının Otuz Yılı”, Neoliberal Muhafazakâr Medya içinde (31-65), U. Uraz Aydın (drl.), İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2015, s. 38.
23- Erdem Ünal Demirci “İktidar ve Kültür Politikaları (AKP Döneminde Muhafazakâr Sanat İnşası), Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Doktara Tezi 2018; s.249
24- Julian Stallabrass, Sanat A.Ş. Çağdaş Sanat ve Bienaller, Esin Soğancılar (çev.), 4. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2016, s. 123
25-Can Kozanoğlu, Cilalı İmaj Devri (1980’lerden 90’lara Türkiye ve Starları), 9. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2000. S.94
26- Chin-tao Wu, Kültürün Özelleştirilmesi (1980’ler Sonrasında Şirketlerin Sanata Müdahalesi), Esin Soğancılar (çev.), 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014, s. 380.
27- Sibel Yardımcı, Kentsel Değişim ve Festivalizm: Küreselleşen İstanbul’da Bienal, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 2014.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder