Bir gecede cahil mi kaldık? 'Ya bilimi ya Türkçeyi ya da ikisini birden bilmiyor olmak...' - SOL / Söyleşi

 


'Türkiye’de devrimden önceki 30 yılda okuma-yazma oranı %0,2 artmıştır sadece. Devrimden sonraki 7 yıl içinde sadece  %19,25 oranında bir artış gözlemliyoruz. Sonrasını biliyorsunuz.'

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dilbilim Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Özgür Aydın, Harf Devrimi'nin yıldönümü dolayısıyla soL'un sorularını yanıtladı.

Aydın, şehir efsanesine dönen iddiaların aslını açıklarken, "Dil Devrimi iki değişkeli bir durumdan kurtulup halkın kullandığı dili bilim dili, eğitim dili yapma çabasıdır. Bunda da başarılı olmuştur. “Türkçe ile bilim yapılamıyor” demek ya bilimi ya Türkçeyi ya da ikisini birden bilmiyor olmak demektir" ifadesini kullandı.

'Ya bilimi ya Türkçeyi ya da ikisini birden bilmiyor olmak demek...'

Bir süre önce Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 49. TÜBİTAK Bilim, Özel ve Teşvik Ödülleri töreninde “Son derece zengin, bilim yapmaya, üretmeye son derece  müsait bir dilimiz varken bir gece yattık sabah kalktık, baktık ki o dil yok” sözleriyle Dil Devrimini eleştirmişti. Gerçekten devrim öncesindeki dil, yani Osmanlıca, bilim yapmaya uygun bir dil miydi?

Öncelikle Osmanlıca nedir onu anlatmaya çalışalım. Osmanlıca, Türkçenin tarihsel bir dönemini, hatta o dönemdeki bir dil değişkesini ifade ediyor. “Diglossia” olarak adlandırılan ikideğişkeli durum, genel olarak bir toplumda iki farklı kodun bulunma durumunu ifade ediyor. Bazı durumlarda bu iki kod birbirinden farklı diller olabiliyor ama Osmanlı döneminde olduğu gibi, aynı dilin farklı değişkeleri de olabiliyor. Söz gelimi, Arap ülkelerinde “Fasih Arapça” ya da “Klasik Arapça” olarak adlandırılan üst değişke karşısında alt değişke olarak çeşitli bölgesel değişkeler ikideğişkeli duruma örnek olarak verilebilir. XVI. yüzyıldan sonra, Türkçede ikideğişkeli bir durum ortaya çıkmış, alt ve üst değişkeler birbirinden ayrılmaya başlamıştı. İşte günümüzde “Osmanlıca” olarak adlandırdığımız, “Lisân-ı Osmânî” ya da “Lisân-ı Türkî” olarak da adlandırılan dil değişkesi, bu dönemlerde üst değişkeyken, alt değişke bugün kullandığımız dile çok benzeyen bir dildi. Söz gelimi, XVI. yüzyılda Fuzulî’den şu örnek üst değişkeye örnek verilebilir:

Dost bî-pervâ felek bî-rahm ü devran bî-sükûn
Derd çoh hem-derd yoh düşmen kavî tâli' zebûn

Ama aynı dönemde Pir Sultan Abdal’ın aşağıdaki dizeleri bugün kullandığımız dile çok daha fazla benziyor:

Karşıdan görünen ne güzel yayla
Bir dem süremedin giderim böyle
Ala gözlü pirim sen himmet eyle
Ben de bu yayladan şaha giderim

İşte aslında Dil Devrimi ikideğişkeli bir durumdan kurtulup halkın kullandığı dili bilim dili, eğitim dili yapma çabasıdır. Bunda da başarılı olmuştur. “Türkçe ile bilim yapılamıyor” demek ya bilimi ya Türkçeyi ya da ikisini birden bilmiyor olmak demektir.

'Arap harfleriyle yazılışına ilişkin sorunlar Cumhuriyet döneminde fark edilmiş değildi'

Biliyorsunuz, bugün Harf Devrimi. 1 Kasım 1928 tarihinde 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun’un kabul edilmesiyle Latin harflerine geçildi. Arap harfleri bir sorun muydu da bundan vazgeçildi?

Aslında Türkçenin Arap harfleriyle yazılışına ilişkin sorunlar Cumhuriyet döneminde fark edilmiş değildi. XVII. yüzyılda Kâtip Çelebi, “ömrü boyunca doğru yazılmış bir kitap göremediğini” belirterek Arap yazısının yetersizliğinden söz etmiştir. Tanzimat dönemiyle birlikte sorunlar daha çok dile getirilir olmuştur. 12 Mayıs 1862 tarihinde Münif Efendi Cemiyet-i İlmiye Osmaniye’de verdiği konferansta Arap harfleriyle oluşturulan yazı sisteminin değiştirilerek okumayı ve yazmayı kolaylaştırıcı biçime dönüştürülmesi gerektiğini belirtmiştir. 1869 yılında Namık Kemal’le İranlı aydın Melkum Han arasında başlayan tartışma, ilerleyen zamanlarda Terakki ve Ruzname-i Ceride-i Havadis gazetelerine taşınmıştır. II. Meşrutiyet’in ilanından sonra tartışmalar hızlanmış, bu dönemlerde Hüseyin Cahit (Yalçın), Celal Nuri (İleri), Abdullah Cevdet gibi aydınların açıkça Latin yazı sistemine geçmek gerektiğini dile getirdikleri görülmektedir. Bu dönemlerde, Arap yazı sisteminin yol açtığı sorunları çözmek adına ilk akla gelen çözüm Arap yazı sisteminin yeniden düzenlenebileceği olmuştur. “Hurûf-ı munfasıla” ya da “hatt-ı cedid” olarak adlandırılan, harflerin ayrı yazılması konusu böyle bir çabanın sonucudur. İlk olarak 1863 yılında ortaya atılan bu öneri, sonraları Enver Paşa’nın isteğiyle “Ordu Elifbâsı” adıyla Balkan Savaşı sırasında kullanılmaya başlanmıştı. Arap yazısının yeniden düzenlenmesi yönünde bir başka öneri de yazıda ünlüleri gösteren imlerin eklenmesine yönelik “hareke-i harfiye” önerisiydi. Ancak Arap yazı sisteminin Türkçe için yeniden düzenlenmesine yönelik tüm öneriler başarısız olmuştur. Bu başarısızlıklar da yazı sistemini tartışılmakta olan Latin yazı sistemine yönlendirmiştir. Ancak elbette bu tercihte Batılılaşma çabalarının rolü daha belirleyicidir.

'Devrim, bu sorunu Arap harfleri içinde çözmek yerine Latin harfleriyle çözmüştür'

Osmanlı döneminde bile bu kadar uzun süredir Arap yazı sisteminin tartışılır olması Arap harflerinin Türkçeye uymamasından mı kaynaklanıyor?

Yazı sistemleri “saydam” ve “opak” olarak gruplandırılır, elbette derecelendirmeli bir sınıflamadır bu. Söz gelimi Fince, Macarca, İtalyanca, Sırpça-Hırvatça, Türkçe gibi dillerde görülen yazı sistemi “saydam” olarak nitelenirken seslerin harflerle düzenli biçimde örtüşmediği Arapça, İngilizce, Fransızca gibi dillerin yazı sistemleri “opak” olarak adlandırılır. Eğer Türkçenin Arap harfleriyle yazıldığı dönemde yazı sisteminin saydamlığını değerlendirecek olursak,  bu yazı sisteminin opak olduğunu söylememiz gerekir. Ancak bu durum yazı sisteminin değiştirilmesinin zorunlu olduğu bir duruma işaret etmemektedir. Yani Arap yazı sisteminden kopma çabası bu yazı sisteminin opak olmasıyla doğrudan ilgili değildir. Elbette etkisi vardır. Ama tek neden olarak bunu göstermek doğru değildir. Biraz önce de söylediğim gibi, Arap yazı sistemiyle ilgili sorunlar çok önceleri tartışılmaya başlanmıştır. Devrim, bu sorunu Arap harfleri içinde çözmek yerine, Batılılaşma çabalarının bir sonucu olarak Latin harfleriyle çözmüştür.

'Türkiye’de devrimden önceki 30 yılda okuma-yazma oranı %0,2 artmıştır sadece'

Gerçekten saydam bir yazı sistemi oluşturuldu mu? Yani Harf Devriminde bazı harflerin, örneğin Arapçadaki kaf ve kef harflerinin çıkarılması durumu eleştiriliyor. Ne dersiniz?

İlkece seslerle harflerin tümüyle örtüştüğü bir yazı sisteminden söz etmek olanaksızdır. Söz gelimi, Türkçede kapı ve kedi sözcüklerinde görüldüğü gibi, <k> harfi iki sesle etkileşime girse bile bu iki birim anlam ayırt edici bir özelliğe sahip olmadığı için, diğer bir deyişle birer sesbirim olmadıkları için yazı sisteminin saydamlığını etkilemez. Kısacası, yazı sistemlerinin saydamlığı, harf-ses etkileşimlerine göre değil, anlam ayırt edici birimlere dayalı olarak, yani yazıbirim-sesbirim ya da harf-sesbirim etkileşimlerine göre değerlendirilir.

Son olarak, yazı sisteminin değiştirilmesiyle birlikte ülkede okur yazarlık oranında düşüş olduğu yönünde bir iddia da var biliyorsunuz. Bu konuda ne düşünüyorsunuz?

Türkiye’de devrimden önceki 30 yılda okuma-yazma oranı %0,2 artmıştır sadece. Devrimden sonraki 7 yıl içinde sadece  %19,25 oranında bir artış gözlemliyoruz. Sonrasını biliyorsunuz, oran çok daha fazla artıyor. Ancak bunu doğrudan Harf Devrimine bağlamak da yanlış olur. Elbette kolaylaştırıcı olmuştur, ancak asıl etki devrimin kendisidir. İnsanlık tarihinde ileri adımlar atan devrimlerin sonucu böyledir. Küba’da devrimden sonraki 5 yıl içinde okuma-yazma oranı %20 artmış, 1959’da şehirlerde %80’e, 1962’de %96’ya ulaşarak dünya rekoru kırmıştır. Sovyetler Birliğinde de devrim öncesi %24’lerde olan okuma yazma oranı, 1939’da %81.2’ye yükselmiştir. Türkiye’de de olan budur, aydınlanma devriminin bir sonucudur.

SOL / Söyleşi


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Öne Çıkan Yayın

T-24 "Köşebaşı + Gündem" -16 Mayıs 2025-

İmamoğlu için hukuki mütalaa veren Prof. Adem Sözüer’in kardeşi Kamu Hastaneleri Hizmetleri Başkanlığı görevinden alındı -Asuman Aranca- Tut...