Demokrat Parti’nin Amerikancı bayrağı elden ele ileri taşındı (Hazırlayan: Oğuzcan Ünlü-BİRGÜN)
Kore Savaşı ve NATO’ya girilmesi gibi tarihsel kararlarla Türkiye’yi ABD etkisine sokan Demokrat Parti’nin yol açtığı tahribat hâlâ devam ediyor. DP’nin iktidar yıllarını Siyaset Bilimci Cangül Örnek’le konuştuk. Örnek, “DP çizgisindeki sağ ile İslamcı ve ırkçı sapmalar, uğursuz Amerikancılık bayrağını ellerinden düşürmedi, sürekli daha ileriye taşıdı” diyor.
Türkiye’de siyasi yaşamın 1946’da çok partili olmasıyla birlikte büyük dönüşümler yaşandı. Demokrat Parti’nin 1950 seçimleriyle iktidara gelmesi sonrası bu dönüşümler hız kazanarak devam etti. Tüm bunların arkasında politik, ekonomik ve sosyal değişimler vardı. Sahip olduğu güçlü anti-komünist ideolojinin etkisiyle Demokrat Parti, ülkede solun gelişmesine izin vermedi. 2. Dünya savaşı sonrası faşizmi yenilgiye uğratmasıyla güç kazanan sosyalizme ve Sovyetler Birliği’ne karşı ABD emperyalizminin doğrudan politik-ekonomik desteğiyle solu olmayan bir ‘demokratikleşme süreci’ yaşandı.
Türkiye’nin 1952’de NATO’ya üye olmasıyla birlikte ülkede kontrgerilla ve Gladio örgütlenmelerinin temeli atıldı. Dış politikada Batı emperyalizmiyle girilen bu ortaklık, on yıllar boyunca Türkiye’nin iç politikasına etki etti. Tarikat ve cemaatler desteklendi. İslamcılık, emperyalizm ve yerli iktidar tarafından sola karşı kullanıldı.
12 Eylül 1980 Darbesi sonrası Türkiye’nin içine girdiği İslamcı-neoliberal dönemin etkisiyle Adnan Menderes ve arkadaşları ana akım tarafından koşulsuz biçimde ‘demokrasi kahramanları’ ilan edildi. 27 Mayıs 1960 Darbesi sonrası yaşanılanlar gerekçe gösterilerek Demokrat Parti’nin iktidarda kaldığı 10 yıllık dönemde izlediği siyaset aklanmaya çalışıldı. Ancak 1960’tan önce yaşananlar Türkiye’nin gerçekten demokratikleştiğini göstermemekteydi. Bu dönemde iktidarın fail olarak görülebileceği 6-7 Eylül gibi linç kültürünün baskın olduğu karanlık olaylar meydana geldi. Başta ‘Tahkikat Komisyonu’nun kurulması, üniversitelere baskı ve basına sansür uygulanması gibi anti-demokratik birçok gelişme yaşandı.
***
2. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte tek partili dönem son buldu ve Demokrat Parti kuruldu. 1950’de iktidarı alan Adnan Menderes’in liderliğindeki DP iktidarı, Türkiye tarihine geçecek pek çok uygulama gerçekleştirdi. DP iktidarının politik tarihini, 'Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı' kitabının yazarı Cangül Örnek’le masaya yatırdık.
1950 yılında “Yeter Söz Milletin!” diyerek iktidara gelen DP, henüz aynı yıl TBMM’ye sormadan Kore Savaşı’na asker gönderme kararı aldı? Bu çelişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?
“Yeter! Söz Milletin!” sloganı ya da başka bir deyişle ‘milli irade tekelciliği’ halkın karar süreçlerine gerçek anlamda katılımıyla ilgili değildir. Bu yüzden de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin en fazla güç ve itibar yitirdiği dönemlerden biri ‘milli irade’ lafının en fazla dile dolandırıldığı DP yıllarıdır.
Meclis bir tür ‘kuru gürültü’ alanına indirgenmiştir. Bununla şunu söylemek istiyorum: DP yönetimi, başta Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başbakan Adnan Menderes, DP’nin meclisteki büyük ağırlığını kullanarak hukuk, anayasa, hak dinlemeden yasama faaliyetlerini yürütmüştür.
DP-CHP arasındaki bol gerilimli, kavgalı, küfürlü Meclis mesaisi de adeta seyirlik bir oyun gibi izlenmiştir kamuoyunda. Dolayısıyla DP’nin iktidara gelir gelmez aldığı Kore’ye asker gönderme kararı sonraki yılların ne büyük hukuksuzlukla geçeceğinin ilk işaretidir. Bu ilk işaret güçlü bir karşı koyuşla karşılaşmamıştır. Bilindiği gibi, CHP’nin karara itirazı ise prosedür bir itirazdır. Kararın mecliste alınmamasına itiraz eden CHP, bu haklı itirazının arkasında bile tam anlamıyla durmamıştır.
Savaş kararına karşı çıkan Barış Derneği üyelerinin tutuklanması, 1951 yılında TKP’ye yapılan tevkifat, muhalefet alanını CHP’ye daraltacak, bu da Türkiye’de siyasal alanın gerçek anlamda bir halk katılımına kapalı kalmasına yol açacaktır.
TOPLUMUN HÜCRELERİNE AMERİKANCILIK NÜFUZ ETTİ
1950’li yıllar boyunca Türkiye’de siyasi, askeri ve kültürel/eğitim alanında yaşanan hangi gelişmeler ABD etkisi açısından açıklanabilir?
Tümü. Soğuk Savaş’ta gelişen ABD yanlılığının farkı zaten burada. Örneğin, 1930’larda, 1940’larda siyasal iktidarın siyasi, ekonomik ve askeri (daha çok silah ve mühimmat satın alma düzeyinde) alanlarda İngiltere ile ilişkilerini geliştirdiğini görüyoruz. Ancak bu ilişkiler, hiçbir zaman Soğuk Savaş Amerikancılığı ile boy ölçüşecek düzeyde olmuyor. Üstelik Soğuk Savaş yıllarında siyasi yelpazede liberaller, İslamcılar, milliyetçilere baktığınızda her birinin Amerikancılığı kendi renklerine göre içselleştirdiklerini ve toplumsal meşruiyetine katkı yaptıklarını görüyoruz. Askeri sahada Türkiye’nin NATO’ya üye olmasının ABD etkisini muazzam düzeye yükselttiğini biliyoruz. Bunu sadece üsler, silah envanteri, mühimmat, askeri eğitimler bağlamında düşünmemek lazım. Siyasi hayatta büyük rol oynayacak üst düzey ordu mensuplarının hepsinin ABD tedrisatından geçmesinin ne demek olduğunu yaşamış ve görmüş olduk.
Kültürel etki denince ben daha çok eğitime, özellikle yükseköğretime etkisini çok önemsememiz gerektiğini düşünüyorum. 1950’lerde başlayan bu eğilim 1980’lerde çok daha kötü meyveler verdi. Türkiye’de 1980’lerden itibaren entelektüel hayata ABD’nin şekillendirdiği bir akademi damgasını vurdu. Bunun sonuçlarını hala yaşıyoruz diye düşünüyorum.
Devletin ve toplumun hücrelerine nüfuz eden Amerikancılığın boy vermesinde DP’nin büyük rolü oldu. Sonraki yıllarda özellikle DP çizgisindeki sağ ile bu çizginin İslamcı ve ırkçı sapmaları, uğursuz Amerikancılık bayrağını ellerinden düşürmedi, sürekli daha ileriye taşıdı.
“Türkiye'nin Soğuk Savaş Düşünce Hayatı” adlı kitabınızda, “Antikomünizmin Türkiye fikir hayatındaki güçlü etkisi dikkate alınmadan ABD’yle kurulan koşulsuz dostluğun ve Batı’da üretilen Soğuk Savaş ideolojisinin nasıl kolayca benimsenebildiğinin açıklanabilmesine imkân yoktur.” cümlesi geçiyor. DP iktidarında bu antikomünizmin temelleri nasıl atıldı?
Anti-komünizmin temelleri DP öncesinde atıldı. Şunu belirteyim: Anti-komünizmin, kapitalist bir ülkede yapısal temelleri var. Ama bu, her kapitalist ülkede anti-komünizmin aynı biçimde üretildiği anlamına gelmiyor. Sınıf ilişkileri, tarihsel gelişmeler, sosyalist hareketin durumu vs., gibi faktörler önemli farklılaşmalara yol açıyor. Türkiye’nin birçok özgünlüğü var bu açıdan. Hepsini burada açmamız mümkün değil. Üzerine kitap yazılır. Türkiye’de anti-komünizmin etkili olmaya başladığı yani gündelik hayata sirayet ettiği, gündelik siyasi dilin bir parçası olmaya başladığı esas dönem 2. Dünya Savaşı yılları. Türkiye’de Alman yanlılığı ile anti-komünizm bir arada boy veriyor. Bu yeni ideolojik ortam egemen siyasi çevreleri bir bütün olarak kuşatıyor, onları şekillendiriyor. DP’nin, özellikle partinin liderleri ve önde gelen kadroları açısından düşünüldüğünde, kökü bu yıllara ve bu ideolojik ortama dayanıyor. Yine de savaş bittiğinde Türkiye’de kafalar biraz karışık. Çünkü dünyada Sovyetlerin ve anti-faşist direniş ideolojisinin büyük bir prestiji var, faşizmin ise büyük bir yenilgisi, Türkiye ise savaş yıllarındaki Nazi destekçiliği nedeniyle biraz paniklemiş durumda. Bu kafa karışıklığı fazla sürmüyor. Dolayısıyla 1950’lere gelene kadar anti-komünizm Türkiye’de egemen ideolojinin yapı taşlarından biri.
TARİKAT-SİYASET İLİŞKİSİ KURULDU
Bu dediklerinizden sonra DP’nin anti-komünist ideoloji ile bağını nasıl görmeliyiz?
DP iktidara geldiğinde bu mirası benimsiyor ve ileri taşıyor. Hatta bana kalırsa DP döneminde üç nedenle anti-komünizm bir histeri düzeyine yükseliyor. Birincisi, egemen sınıfların artan gücü ve etkisi, yani savaştan palazlanarak çıkmış olan ticaret sermayesi ve büyük toprak sahipleri artık çok daha özgüvenliler. Siyaset üzerindeki etkileri çok daha belirgin. İkincisi, din propagandası, bir tür kitlelere ulaşma taktiği olarak Türk siyasal hayatında yerleşik hale gelmiş durumda. Buna ek olarak DP döneminde siyasal İslam artık kendini daha rahat ifade edebiliyor, iktidar eliyle tarikatların hareket alanı genişletiliyor ve tarikat-siyaset ilişkisi yeniden güçlü biçimde kurulmaya başlanıyor. Üçüncüsü ise, Soğuk Savaş’ın Türkiye’nin dünyadaki ve bölgedeki politikalarına anlam veren, yön veren birincil çerçeve haline gelmiş olması. DP sadece içerde değil, örneğin Ortadoğu’da da anti-komünizmin liderliğini yapmaya soyunuyor. DP bu üç başlıkta daha önce boy vermeye başlayan eğilimleri en uca taşıyan parti.
***
TÜRKİYE’DE LİBERAL MUHAFAZAKÂRLAR ETNİK MİLLİYETÇİDİR
Bundan birkaç sene önce 6-7 Eylül olayları Türkiye’de epey gündem olmuştu yine. O zaman yazılanları hatırlıyorum da bu korkunç pogromda sorumluluğu DP’den kısmen uzaklaştırmaya yarayan bir tür ‘derin devlet’ söylemi özellikle liberal kanaat önderleri tarafından pompalanıyordu. Biliyorsunuz, bu kesimler nezdinde sağcılar suç işlediğinde asıl fail ya Kemalizm’dir ya da derin devlet. Halbuki iktidarlar ve bürokrasi arasında bu tür ikilikler varsaymak yanıltıcı ve yanlıştır.
6-7 Eylül 1955 pogromunu tetikleyen Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konulması provokasyonu, Menderes’in emriyle Milli Emniyet Hizmetleri’nin operasyonuyla gerçekleşmiştir. Bu konuda lafı dolandırmaya gerek yok: Türkiye’nin liberal muhafazakârları etnik milliyetçidir, hatta ırkçıdır ve anti-Semitist’tir. Bu ifadeleri başka dile çevirip dünyaya anlatmaya çalışsak nasıl anlatırız bilemiyorum. Ama böyledir.
ONLARCA GAZETECİ CEZAEVİNE GİRDİ
► DP iktidarının son yıllarında artan toplumsal muhalefetin temel itiraz noktaları nelerdi ve buna karşı Adnan Menderes ve Celal Bayar nasıl bir tutum aldı?
Öncelikle şuradan başlayalım: 1950’lerin ortasından itibaren kendini hissettiren bir ekonomik bozulma var. Tarımda verimliliğin ve fiyatların düşmüş olması, artan dış borçlar, ilerleyen süreçte ithalatın kısılmasıyla oluşmaya başlayan mal kıtlığı ve kuyruklar, devalüasyon ve enflasyon… Bozulan ekonomik dengelerden en fazla etkilenenler ücretli ve maaşlılar oldu. Kentlerde yaşayan işçilerin, memurların enflasyon koşullarında yaşamlarını sürdürme mücadelesi vermeye başladıklarını görüyoruz. Ancak bu kesimlerin örgütlenmemesi için tüm tedbirler alınmıştı. Komünistler tevkif edilmiş, çok partili hayata geçilmiş ama kurulan sosyalist partiler kapatılmış, onların öncülüğünde örgütlenen sendikaların kapısına kilit vurulmuştu. Ama tüm bunlara rağmen toplumun emekçi kesimlerinde bir gerilimin birikmekte olduğu hissedilmekteydi, henüz ifade kanalları bulamayan bir gerilim… O yüzden anti-komünizmin zirve yaptığı bu yıllarda ‘grev hakkı’ sürekli gündemdeydi, bir toplumsal talep olarak ağırlığını koruyordu.
Üniversitelerde de DP’nin hukuk tanımaz baskı yönetimine karşı muhalefet gittikçe yükseldi. Öğretim üyelerini susturmaya yönelik görevden almalar, üniversite özerkliğini çiğneyen müdahaleler sadece hükümete yönelik öfkeyi artırıyordu. Aydınların DP bir muhalefet partisiyken bu partiye verdikleri destek 1950’lerin ortasından itibaren iyiden iyiye eridi. Basında da durum farklı değildi. Muhalefetteyken basın özgürlüğü, ifade özgürlüğü konusunda verdiği tüm sözleri iktidara gelir gelmez bir tarafa bırakan DP, ünlü ‘ispat hakkı’ tartışmasının gösterdiği gibi büyük bir basın özgürlüğü sorunu yaratmıştı. Bu dönemde onlarca gazeteci yaptıkları haberler ve yorumlar nedeniyle cezaevlerinde yatırıldı.
TİCARET SERMAYESİ DESTEK VERDİ
► 1950-1960 arasında Türkiye’deki egemen sınıflar ve güçleriyle DP iktidarının arasındaki ilişkiyi özetler misiniz?
1950’lerde geçmişe göre çok daha güçlü ve örgütlenmiş bir egemen sınıf yapısı görülür. DP’nin tarıma öncelik tanıyan iktisat politikaları özellikle büyük toprak sahiplerinin bu partiye verdiği desteği artırmıştır. Bilindiği gibi DP lideri Adnan Menderes bir toprak ağasıdır.
DP’nin doğuşuna yol açan gelişme, Adnan Menderes, Celal Bayar, Fuat Köprülü ve Refik Koraltan’ın Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu’na karşı çıkarak CHP’nin dışına düşmeleridir. 1950’lerin ilk yarısında dünyada tarım fiyatlarının yüksek seyretmesi, Marshall Planı kapsamında Türkiye’ye gelen traktörler sayesinde ortaya çıkan verimlilik artışı, büyük toprak sahiplerinin DP’nin iktidar yıllarında daha da zenginleşmesine ve güçlenmesine yol açmıştır.
Ticaret sermayesi DP’ye yoğun destek veren bir diğer sermaye kesimidir. 2. Dünya Savaşı’nın ardından CHP iktidarı tarafından hayata geçirilen ve DP iktidarı tarafından da sürdürülen dış ticaret serbestisi özellikle dış ticaret alanında faaliyet gösteren şirketlerin büyük karlar elde etmesini sağlamıştır. Bu kesimler, yani toprak sahipleri ve tüccarlar, güçlenen ekonomik pozisyonlarını iktidarın politikalarını etkilemek için kullanmışlardır. Bu gruplara 1950’lerde büyümekte olan sanayi sermayesini ve yükselmekte holding sermayesini de eklemek gerekir. Özellikle ticaret, bankacılık, inşaat gibi alanlarda faaliyet gösteren aralarında Koç, Sabancı, Eczacıbaşı, Çukurova gibi holdinglerin olduğu kesimler, 1950’lerde hem iktidara hem de muhalefete müdahale edecek bir özgüven kazanmışlardır.(27/07/2020)
/././
Ekonomi ülke çıkarına değil ABD’ye göre belirlendi(Hazırlayan: Oğuzcan Ünlü-BİRGÜN)
Demokrat Parti döneminde Türkiye, Batılı emperyalistlere yalnızca politik değil ekonomik açıdan da bağlandı. Bu dönemde ekonomi emperyalistlerin amaçları uğruna şekillendirildi. Beykoz Üniversitesi Dr. Öğretim Üyesi Emre Ergüven, “Devletin önemli görevlerinde yer alan ABD’li uzmanlar Türkiye’nin izleyeceği ekonomi politikalarını içeren bir yol haritası çizdiler” diyor.
1950 yılında iktidara gelen Demokrat Parti (DP) bağımsızlıkçı ve halkçı ekonomi politikaları izlemedi. DP’nin ekonomi politikasını belirleyen en önemli nokta, başta ABD olmak üzere ittifak yaptığı Batılı emperyalistlerin çıkarlarıydı. Beykoz Üniversitesi öğretim üyesi Dr. Öğretim Üyesi Emre Ergüven ile birlikte DP’nin on yıl boyunca uyguladığı ekonomi politikalarını konuştuk.
► 1950 ve 1960 yılları arasındaki on yıllık dönemde DP’nin uyguladığı ekonomi politikalarını özetleyebilir misiniz?
Bu dönemdeki ekonomi politikalarını açıklamak için öncelikle 1946’daki dönüşüme bakmak gerekir. Çünkü Türkiye dünya ekonomisiyle entegrasyon çabalarına ve liberalleşmeye Demokrat Parti’nin 1950’de iktidara gelmesiyle değil, daha 1946’da CHP döneminde başlamıştı. Türkiye, İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kurulan yeni dünya düzeninde, ABD’nin öncülüğündeki Batı kampında yerini aldı. Bu kapsamda aldığı dış yardım ve krediler ile IMF, Dünya Bankası (o zamanki adıyla Uluslararası Yeniden İmar ve Kalkınma Bankası), NATO gibi üyesi olduğu kuruluşlar ileriki yıllarda izleyeceği iktisat politikalarının da çerçevesini oluşturdu.
1954’ten itibaren ihraç mallarına olan talep azaldı, dış kaynaklar yerinde saydı ve bunun sonucunda ithalata çeşitli kısıtlamalar getirildi ve ekonomiye devlet müdahalesi arttı. Tüketim mallarında ithal ikameci bir politika uygulandı. Açıkları kapatmak için gerekli olan dış yardım ve kredilerin serbest bırakılması için 1954’ten itibaren IMF kanalıyla çeşitli istikrar politikası önlemlerine gidilmesi şart koşuldu. Bu önlemler arasında devalüasyon, daraltıcı politikalar ve dış ticarette serbestleşme yer alıyordu. Bu önlemler birkaç yıl ertelense de 1958’de IMF’yle anlaşma yapıldı. Bunun sonucunda enflasyon dizginlense de, milli gelir artışı yavaş seyretti, ithalatın serbestleştirilmesiyle de dış ticaret açığı arttı. Savaş dönemindeki baz etkisinin de katkısıyla 1950-1954 arasında ortalama yüzde 10,2 olan büyüme 1954-1961 arasında yüzde 4,4’e geriledi.
Özel sektöre düşük faizli kredi sağlandı
Demokrat Parti’nin programına göre “devlet işletmelerinin özel sektöre devredilmesi” amaçlanıyordu ama bu hedef 1950’den sonra yerine getirilemediği gibi 1954’ten sonra devlet işletmelerinin sayısı daha da arttı. Toplam yatırımlar içinde özel sektörün payı azaldı, KİT’lerin payı arttı. Ama önceki dönemde olduğu gibi bir devletçi politika izlenmedi. Kamu harcamaları ve yatırımları, özel teşebbüsü, tarımı ve sanayiyi teşvik eden alanlara yöneldi; özel sektörün işine yarayacak fiziksel altyapı yatırımları öncelikliydi. Kamu bankaları da özel sektöre uzun vadeli, düşük faizli kredi sağladı. Yani devletin artan rolü, (daha yüksek bütçe açığı ve enflasyon pahasına) sermayeye daha fazla kaynak aktarılmasına hizmet etti.
► DP’nin temelleri CHP içerisinde toprak reformuna karşı çıkan dört milletvekiline dayanmakta. DP’nin iktidara geldikten sonra izlediği tarım politikaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
DP döneminde tarım öncelikli alanlardan biriydi. Cumhuriyetin kuruluşundan beri ticaret burjuvazisi ve toprak sahipleri çok güçlü bir konumda oldukları için yapılan reformlar ve düzenlemeler bu kesimlerin konumlarını değiştirmeyecek şekilde yapıldı. DP döneminde toprak sahiplerine verilen krediler hızla arttı. Ama bunların büyük bölümü traktör ve tarım makineleri almak üzere büyük toprak sahipleri tarafından kullanıldı. Artan makineleşme, yeni toprakların tarıma açılması ve olumlu hava koşullarının da etkisiyle 1950-1953 arasında tarımsal üretim yılda ortalama yüzde 12’nin üzerinde arttı.
Tarımdan sağlanan gelirlerden vergi alınmadığı için toprak sahipleri büyük servetler elde etti. Ayrıca Toprak Mahsulleri Ofisi tarım ürünlerini yüksek fiyatlardan satın alıyordu. Bu politika 1950’lerin ortasından itibaren artmaya başlamış olan enflasyonu daha da artırdı.
1947 ile 1962 arasında 360.000 civarında aileye yaklaşık 1,8 milyon hektar toprak dağıtıldı ama bu toprakların sadece 8600 hektarı özel mülktü. Geri kalanı devlete aitti ve mera olarak kullanılıyordu. Bundan da ortak meraları kullanan topraksız köylüler zarar gördü. Toprak alabilen köylüler de ağaların traktörünü kullanarak üretim yapabiliyordu.
Tarım öncelikli sektör olmasına rağmen, uygulanan serbest ticaret politikası tarımı da sekteye uğratıyordu. Çünkü ABD, tarımsal üretim fazlasını eritmek için ‘yiyecek yardımı’ adı altında ucuz tarım ürünü satıyordu ve buna karşı gümrük politikası uygulanmıyordu. Zamanla bu ucuz ithalata (özellikle de buğdaya) bağımlı hale gelindi. Bunun üreticiye zarar vermemesi için yüksek taban fiyatı politikası uygulandı; bu da para basarak ve borçlanarak finanse edildi.
KÖYLÜLER TOPRAKSIZLAŞTIRILDI
► DP iktidarının ilk yıllarında alınan ABD destekli Marshall Planı gibi ekonomik yardımların Türkiye ekonomisine etkileri neler oldu? DP nasıl bir kalkınma modeli izledi?
Truman Doktrini çerçevesindeki yardımlar askeri nitelikteyken, daha sonra Marshall Planı kapsamında alınan yardımlar ve dış borçlar ekonomik nitelikteydi. Ama ABD, Marshall Planı kapsamındaki yardım ve kredilerden yararlanılabilmesi için Sovyet karşıtı kampta yer alınmasını şart koşuyordu. Bunun sonucunda devletin önemli görevlerinde ABD’li uzmanlar yer aldı, bazı uzmanlar da yayınladıkları raporlarla Türkiye’nin izleyeceği ekonomi politikalarını içeren bir yol haritası çizdiler. Bu açıdan Hilts, Thornburg ve Barker raporları tayin edici oldu.
Marshall Planı kapsamında Türkiye’de öncelikle ele alınması gereken meseleler tarım, ulaştırma (özellikle karayolu) ve madencilik sektörleri (özellikle kömür, linyit, demir, krom, kurşun, antimuan, bakır) oldu. Türkiye 1946-1960 arasında ABD’den 586,4 milyon dolar borç, 995,6 milyon dolar bağış aldı (bağışların tamamı 1950 sonrası). Bunların büyük bölümü de tarım sektörüne gitti. Bu yardımlarla eski nesil traktörler satın alındı. Traktör sayısı 1948’de 2000’ken, 1958’de 42.000 oldu. Traktör sahibi olan büyük toprak sahipleri küçük köylülüğü topraksızlaştırdı, kentlere göç arttı ama sanayileşme olmadığı için kentlerde iş bulabilenler inşaat işçisi oldu.
***
FARKLI MODEL ABD’DEN KOPARAK OLURDU
► Türkiye’nin o dönemde farklı bir ekonomik model izleme imkânı olabilir miydi?
Olabilirdi elbette ama DP’nin veya CHP’nin anlayışıyla ve politikalarıyla değil. DP temel olarak CHP’nin başlattığı programı sürdürdü (Ne kadar da tanıdık!). Bir yandan, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türk mallarına olan talep düşmüştü ve Türk mallarının uluslararası pazarlarda rekabet gücü zayıflamıştı. Ayrıca Türkiye en önemli ticaret ortağını (Almanya) kaybetmişti ve çok yönlü ticari ilişkiler kurmak durumundaydı. Ama diğer yandan da bu kadar telaşla bir dış yardım ve kredi arayışına da ihtiyaç yoktu çünkü 1946’ya gelindiğinde yüksek bir döviz rezervi ve dış ticaret fazlası vardı. Ama savaş sonrasında tercih ABD kampından yana kullanılınca çok da seçenek kalmıyordu; farklı bir model ancak bu zincirden koparak mümkün olabilirdi.
***
BÜROKRASİYİ AYRI SINIF GÖRMEK HATALI
► 1954 yılında “Yabancı Sanayiyi Teşvik Kanunu” mecliste tartışılırken dönemin ekonomi bakanı Fethi Çelikbaş, “Yabancı sermayenin memleketimize gelmesi ana davamız olduğu için sermayeye en geniş imkânlar bahşedilmiştir.” demişti. Bu bağlamda, DP’nin yabancı ve yerli ticaret sermayesiyle olan ilişkisini açıklar mısınız?
Yabancı sermayenin önündeki engeller de CHP döneminde, Mayıs 1947 ve Mart 1950’de gevşetildi; DP de bunu 1951’de Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu, 1954’te Yabancı Sermaye Kanunu ve Petrol Kanunu’nu çıkararak ilerletti. Buna rağmen yabancı sermayenin Türkiye’ye gelmesi konusunda başarılı olunamadı; ülkeye gelen sermayenin çok büyük bölümü Marshall Planı kapsamındaki yardımlardan ve yabancı hükümetlerin verdiği kredilerden oluşuyordu. Türkiye’ye yeterli yabancı sermaye gelmemesine rağmen, yabancı girişimlerle yerel girişimler arasındaki ortaklıklar büyük ölçüde bu dönemde başladı.
Bu kolaylıklara rağmen neden yabancı sermayenin Türkiye’ye akmadığı bir tartışma konusu olmuştur. Bunun sebebi olarak serbest piyasa mekanizmasına karşı bürokrat kesimin ağırlığını gösteren Çağlar Keyder veya devlet ile sermaye arasındaki ilişkilerde bir güvensizlik olduğunu ve yabancı sermayenin gelmemesini bu güvensizlik ortamına bağlayan Ayşe Buğra gibi sosyal bilimcilerin yaklaşımları bana pek makul gelmiyor. Bürokrasiyi ayrı bir sınıf/zümre olarak görmek de Türkiye’de devlet ile sermaye arasındaki kaynak aktarım mekanizmalarını gözden kaçırmak da hatalı. Bu durum o dönemde daha çok, yabancı sermayenin gidecek daha kârlı alanları olmasından kaynaklanıyordu (özellikle Marshall Planı’ndan aslan payını Avrupa’nın kaptığı ve Avrupa’nın yoğun bir yeniden yapılanmaya girdiği 1945 sonrasında).(28/07/2020)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder