Gazeteci Yazar Deniz Kavukçuoğlu hayatını kaybetti
Gazeteci Yazar Deniz Kavukçuoğlu, bu sabah tedavi gördüğü hastanede hayatını kaybetti..
80 yaşındaki Kavukçuoğlu'nun vefatını, Yazar Metin Celal, "Çok değerli ağabeyimiz Deniz Kavukçuoğlu Vefat etti. Deniz Kavukçuoğlu uzun süredir tedavi görüyordu. Ailesine, dostlarına, okurlarına, yazar ve yayıncı dostlarına başsağlığı diliyorum" diyerek duyurdu.
PEN: SOSYALİZM DÜŞÜNÜ HEP YAŞADI VE YAŞATTI
PEN Türkiye, Kavukçuoğlu’nun yaşamını yitirmesinin ardından yazlı açıklama yaptı.
“Deniz Ağabey sonsuzluğa göçtü” başlıklı açıklamada “Deniz Kavukçuoğlu da gitti. TÜYAP Kitap Fuarları onunla zenginleşti. PEN Yazarlar Derneği, yönetim kurulumuzda görev aldığı dönemlerde onun katkılarıyla güçlendi. Güler yüzle, çelebi haliyle ve her daim keyifle yaptığı hizmetler sonsuzdu. Yıllarca Türkiye için kafa yordu, emek verdi, yazı yazdı, kitaplar yayımladı. Bu ülkenin ona verdiğini kat kat ödeyen ‘eski kafalı’ bir aydın, çağdaş, özgürlükçü bir yazardı. Cumhuriyetin daha demokratik ve devrimci olması için yazan bir kalemdi. Sosyalizm düşünü hep yaşadı ve yaşattı, gençlere, gençlik hareketlerine yakın durdu. Genç yazarların ‘Deniz Ağabey’i, birçok yazarın yoldaşı, omuzdaşıydı. Hoşgörülü, hayatı seven, insanı seven, doğayı seven dostumuzdu” denildi.
DENİZ KAVUKÇUOĞLU KİMDİR?
30 Ekim 1943 yılında İstanbul'da doğan Deniz Kavukçuoğlu Almanya Tübingen kentinde felsefe eğitimi aldı. Aynı zamanda Heidelberg'de sosyoloji ve Avrupa İşçi Hareketleri tarihi üzerine eğitim aldı. Gazeteci yazar Almanya'da okurken vatandaşlıktan çıkarıldı. Hamburg'da 3 yıl öğretim görevlisi olarak çalıştı.
1993 yılından itibaren Tüyap Tüm Fuarcılık Yapım AŞ'de Kültür Fuarları Genel Koordinatörü olarak çalışıyordu. 1996 yılından beri Cumhuriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Kavukçuoğlu'nun 10 üzerinde kitabı yayımlandı.
/././
Erdoğan neden Almanya’da bu kadar fazla oy alıyor? (Yücel Özdemir-Köln)
Özal döneminde kurulan DİTİB ve ona bağlı camiler Türkiye devletinin yurt dışındaki en büyük enstrümanı. AKP’nin bu alanı, öncüllerinden daha verimli kullandığını söylemek çok mümkün.
Duisburg-Essen Üniversitesi Öğretim Üyesi Dr. İnci Öykü Yener-Roderburg ile Türkiye seçimleri, göçmenlerin oy tercihleri ve tercihlerdeki etkileri konuştuk.
AKP ve Erdoğan’ın genel olarak yurt dışında Türkiye ortalamasının üzerinde oy almasının başlıca nedenleri nedir sizce?
Genel olarak yurt dışındaki ülkelere baktığımızda Millet İttfakı ya da Kılıçdaroğlu’nun daha fazla ülkede yüksek oy aldığı görülüyor. Ancak oy sayısı ve oranlar açısından Erdoğan’ın en fazla oy aldığı Almanya, Fransa, Hollanda, Avusturya, Belçika gibi ülkeler aynı zamanda en fazla seçmenin bulunduğu ülkeler. Sadece Almanya ve Fransa’da kullanılan oylar toplam oyların yüzde 60’ına denk geliyor. Yüzde 50 Almanya’da, yüzde 11 de Fransa’da. Belçika, Avusturya ve Hollanda’yı da eklediğimizde bu oran yüzde 85’e kadar ulaşıyor.
Batı Avrupa ülkelerinde yaşayan Türkiyelilerin çoğunluğu 1960’lı yıllardan itibaren göç ettiler. 1970’li yıllarda başlayan aile birleşimiyle nüfus hızla arttı. Batı Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenliler arasında her ne kadar politik göçmenler diğer ülkelere göre sayıca fazla olsa da, sayıca 1960’lı yıllarda “misafir işçiler” ve onların bugüne kadar genişlemiş ailelerini geçebilecek düzeyde değil. Literatürden bildiğimiz bir şey var, o da kalifiye olmayan göçmenlerin gittikleri ülkelerde daha muhafazakar olmaya meyilli olması. 1987’den beri Türkiye sınır kapılarında kullanılan sınırlı sayılı oyda da sağ muhafazakar partilerin öne çıktığını gördük. 2014 itibarıyla yurt dışında oy kullanabilen yurt dışı seçmenleri içerisinde, diasporadaki Türkiyeliler içinde özellikle 1960’larda işçi olarak gelen bu grup hâlâ asıl belirleyici etken olduğu için AKP’nin yurt dışında Türkiye ortalamasının üzerinde oy aldığını görüyoruz.
Fotoğraf: İnci Öykü Yener-Roderburg'un kişisel arşivi"DİTİB DEVLETİN YURTDIŞINDAKİ EN BÜYÜK ENSTRÜMANI"
Yüksek oy almasında camiler ve cemaatler üzerinden daha fazla örgütlü olmasının rolü de var mı?
Olmaz olur mu. AKP’nin en fazla oy aldığı ülkelere baktığımızda, 1980’li yıllarda kurulan Diyanet İşleri Türk İslam Birliği'nin (DİTİB) rolü çok büyük. Özal döneminde kurulan DİTİB ve ona bağlı camiler Türkiye devletinin yurt dışındaki en büyük enstrümanı. Diyanet uzantılı Almanya’da 1000, Fransa’da 250, Belçika’da 70 cami ve dernek var. Her cami ve derneğin başında Türkiye’de Diyanet İşleri Başkanlığının memuru olan imamlar bulunuyor. DİTİB genellikle gücü elinde bulunduranlara göre hareket ediyor. Yani devlet söylemlerini direkt bu camilerde bulmak mümkün. Bunu AKP öncesi hükümetlerde de görebiliriz, ancak, AKP’nin bu alanı öncüllerinden daha verimli kullandığını söylemek çok mümkün.
Camilerin cemaatleri asıl olarak Türkiye’deki Sünni cemaatlerle de bağlantılı. DİTİB sadece Almanya’da 800 bin kişiye ulaştığını ileri sürüyor, ki bu rakam Almanya’daki Türkiye kökenli Sünni grupların yaklaşık üçte birine tekabül ediyor.
Ayrıca şunu da söylemek gerekiyor: DİTİB sadece bir inanç kurumu değil. Yıllar içinde kendisini öyle konumlandırdı ki, Almanca kurslarından aile planlamasına kadar çok geniş konulara ve alanlara el attı. Almanya’nın doğru yapamadığı göçmen politikası da buna yol açtı. Kurumsal ve günlük ırkçılığın hâlâ kol gezdiği Almanya’da kendine alan açmakta zorlanan bu dışlanmış kesim için sosyal ortam eksikliğini gideren tek kurum DİTİB oldu.
DİTİB’e angaje olmayan Kürtler, Aleviler kendilerini Sünni Turk gruplardan zaten ayırmışlardı, ki onların da kendi dernek/vakıfları bulunuyor. DİTİB de Sünni kesimleri tek başına kontrol altına alan kurumsallaşmış, köklenmiş bir kurum/kurumlar ağı haline geldi. Bu üç grubun dışında kalanların küçük bir bölümü DİDF (Demokratik İşçi Dernekleri Federasyonu) ve benzer sol fraksiyonlarda örgütlenirken, geri kalan özellikle muhalif grupların örgütlenememiş, örgütlenmek istememiş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Zaten katılım oranının yüzde 50’lerde seyretmesi, seçime katılım arttıkça muhalif oylarının artması da bunun göstergesi çünkü bu örgütsüz kitlenin büyük bir kısmı sandığa gitmiyor.
"CAMİLER SEÇİM KOORDİNASYON MERKEZİ OLARAK KULLANILDI"
Almanya’da kentlere ve bölgelere göre bakıldığında Erdoğan ve AKP’nin oyu bazı yerlerde ortalamanın çok üzerinde. Özellikle Essen ve Düsseldorf bu konuda dikkat çekici. Bu kentlerde AKP ve Erdoğan’ın ortalamanın çok üzerinde oy almasının nedenleri nelerdir sizce?
Essen Türkiye dışında sadece en yüksek oyun değil aynı zamanda en fazla oyun da bulunduğu bölge. Ayrıca Düsseldorf, Köln, Münster de önemli. Bu bölgede yaşayanların büyük kısmı madenlerde çalışmak üzere gelenler, onların çocukları ve torunları.
Essen’de seçim kampanyasını bizzat her iki turu da yakından izledim. DİTİB camileri seçim koordinasyon merkezi olarak kullanıldı. Örneğin önlerinden iki katlı otobüsler ve minibüsler kaldırıldı seçim alanlarına. Yine Hagen, Herne, Gelsenkirchen, Recklinghausen gibi kentlerde gettolaşmış bölgelerde seçmen taşımak için özel çaba harcandığını sık sık duyduk. Diğer taraftan CHP’nin yurt dışındaki örgütlenmesinin çok zayıf olduğunu söylememiz gerekiyor. Hatta CHP’nin yurt dışında Almanya ve Fransa özelinde bildiğimiz anlamda bir örgütlenmesinin olduğunu söylemek ise mümkün değil.
Nesil değişimiyle siyasi görüşlerin değişebileceği konusunda biraz temkinli olmak istiyorum. Çünkü bu bölgede diaspora sürekli kendisini yeniliyor, güncelliyor. Konuyu şu şekilde örneklendireyim; buradaki muhafazakar gruplarda Türkiye’den eş bulma daha çok rastlanan bir durum. Yani Türkiye ile devam eden yakın ilişkiler siyasi olarak etkileşimi nesillere aktarıyor. Üçüncü nesil dediğiniz kişinin babası daha birinci nesil göçmen oluyor. Yeni nesillerde sürekli güncellenen bir bilgi aktarımı da var. Bu ve benzeri nedenlerle muhafazakar yapıya sahip gruplar için nesillere göre tercihlerin değişeceğini söylemek yerine temkinli olmak gerekiyor. İlk kez oy kullanan seçmen gruplarını izlediğimde, muhafazakar ve AKP’ye oy verenlerin fazla olduğunu bizzat gördüm sahada.
"MİLLİYETÇİ-MUHAFAZAKARLAR DAHA İÇE KAPANIK YAŞIYOR"
Erdoğan ve AKP’yi seçmede yaşadıkları ülkelerde karşı karşıya kaldıkları sorunlar rol oynuyor mu? Yetişkinler bir yana gençlerin Erdoğan ve AKP’ye oy vermesi nasıl açıklanabilir?
Çok önemli bir noktaya değindiniz. DİTİB birçok açığı dolduruyor. Sözünü ettiğiniz gençler bu grubun içinde doğuyor, büyüyor, arkadaşlıklar kuruyor, birisiyle evleniyor. Dolayısıyla gençler grubun dışına çıkamıyor ya da çıkmakta zorlanıyorlar. Üniversitedeki Türkiye kökenli öğrencilerimle konuştuğumda, çoğunluğu kendisini Türkiyeli görüyor. Bu sadece AKP’ye destek verenlerin değil, bütün diasporanın problemi. Hepsinin yaşadığı ülkede karşı karşıya olduğu ayrımcılık birbirinden farklı değil. Tek sorun, Kürtler ve Aleviler Almanya’daki sistem içinde daha fazla yer alırken, daha fazla ayak uydururken, milliyetçi-muhafazakarlar daha içe kapanık yaşıyor. Bunun bir sebebi de Kürtler ve Alevilerin hâlâ hak mücadelesinde olması ve bulundukları ülkelerdeki demokratik ortamdan faydalanarak seslerini duyurmak için alan açmış olmaları. Almanya vatandaşlığına geçişte Kürtler ve Aleviler özellikle aidiyet ile ilgili bir çelişkiye düşmezken, diğer kesimler de bunun bir problem olabildiğini, bu grupların daha temkinli yaklaşabildiğini söyleyebiliriz.
/././
Leviathan’a karşı seçim kampanyası yapmak (Ayşe Uysal)
On yedinci yüzyılda yaşayan Felsefeci Thomas Hobbes modern devleti bir Leviathan olarak tasavvur ediyordu. Devletin gücünü ve mutlak egemenliğini anlatmak için bu metaforu kullanmıştı. Leviathan Tevrat’ta adı geçen bir canavarın adıydı.
Geride bıraktığımız cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, muhalefetin seçim kampanyası tam da böyle bir Leviathan’a karşı yürütülen bir mücadeleydi. Zira, Adalet ve Kalkınma Partisi parti-devlet biçimini aldığından beri, seçimlerde muhalefetin karşısında bir parti ya da aday değil, devletin ta kendisi yer alıyor. Tüm muhalefet bir Parti-Leviathan’a karşı savaşıyor. Kolları ile muhalefeti kuşatan ve yok etmeye çalışan bir canavar bu. Diğer bir anlatımla, tüm kurumları ve kaynakları ile muhalefetin karşısına dikilen bir aygıt ve onun adayı/“ölümlü tanrısı” söz konusu. Böyle bir durumda, seçimler vesilesiyle gerçekleşen de bir yarış değil, demokratik bir yarış hiç değil, sadece hayatta kalma mücadelesi. Hiçbir kural tanımayan bu savaşta ne güç dengesi ne de adalet var. Tüm koşullar Leviathan’ın lehine.
Leviathan’a karşı hayatta kalma ancak kolektif bir mücadele ile mümkün olur. Zira, tek kişinin kazanabileceği bir savaş değildir bu. Koordinasyon işidir. Herkes üzerine düşeni eksiksiz yaptığı takdirde Leviathan etkisiz hale getirilebilir, yoksa birini sahaya sürmekle olacak iş değil. Hatta, saha gerisinde, sahaya sürülenin canavara kurban gitmesini beklemekle olacak iş hiç değil. Eğer bugün şapkamızı önümüze koyup durum tespitinin ardından öz eleştiri yapacaksak, bence işe parti örgütlerini ve örgütlenme anlayışını masaya yatırmakla başlamamız gerekiyor. Aday merkezli kampanya, marka aday, seçilecek aday, vs. -gereksiz- tartışmalarını bir kenara bırakıp örgütleri ve örgütlerin toplumsal ağlarını güçlendirmek gerek. Hani o yıllar yılı güçsüzleştirmek için her yola başvurulan parti örgütlerinden söz ediyorum.
Partilerde gücü olanların “Benim işaret ettiğim kişi” listelerde yer alsın yarışı ile de olmaz bu iş. Bir yandan devlette liyakatsizliği ve kadrolaşmayı eleştirirken, diğer yanda sadık adaylar aramak inandırıcılığı zedeleyen önemli faktörlerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Hem Millet İttifakının hem de Emek ve Özgürlük İttifakının milletvekili aday listeleri bu açıdan çok eleştiri götürecek nitelikte. İşe tam da buradan, nasıl olsa Meclise girmem garanti deyip kampanyaya emeğini koymayan vekillerden hesap sormakla başlansa, Kemal Kılıçdaroğlu doğru aday mıydı tartışmalarından daha faydalı olabilir. Benzer biçimde, atıl kalan il ve ilçe örgütleri için de böyle bir süreç işletilmeli. Ancak asıl önemli olan örgütleri canlandırmak için gerekli adımların samimiyetle atılması. Şimdi göstermelik iş değil, içtenlikle gerçekleştirilecek dönüşüm zamanı.
Sonuçta hiçbir seçim sadece sonucuna, rakamlara ve yüzdelere bakılarak analiz edilmez. En azından hiçbir siyaset bilimci ve sosyolog, şayet bilime ve işine ihanet içinde değilse, sonuç odaklı bir değerlendirmeye soyunmaz. Bağlamdan ve mevcut koşullardan yalıtılmış bir analiz, zaten analiz değildir. Bu seçimleri ancak siyasal rejimin ve devletin dönüşümünü merkezine alan değerlendirmelerle anlayabiliriz. Anladıktan sonra da asıl dönüşümü kendimizde yapmamız elzem. Görünüşte değil, özde dönüşüm.
Hobbes’un mutlak egemen “Ölümlü Tanrısının” bir an önce “ölümlü fani”ye dönüştürülmesi ve “mezara kadar” başımızda olmaması için aklımızı başımıza devşirme zamanı geldi de geçiyor bile…