31 Mayıs 2023 Çarşamba

soL - 31 MAYIS 2023 -

 'Batı Erdoğan’dan, Erdoğan Batı’dan razıdır' (İREM YILDIRIM)

Seçim, sadece Türkiye'nin değil dünyanın da gündemindeydi. Seçim sonuçlarına ilişkin dünyanın tavrını ve dış politikada olasılıkları emekli diplomat ve soL yazarı Engin Solakoğlu değerlendirdi.

Cumhurbaşkanlığı seçiminin ikinci turu için Türkiye sandık başına gitti. Sandıktan bir kez daha Tayyip Erdoğan çıktı. Rakibi olan Millet İttifakı adayı Kemal Kılıçdaroğlu yüzde 47,92, Cumhur İttifakı'nın adayı Tayyip Erdoğan ise yüzde 52,08 oy aldı. Türkiye'nin kilitlenerek takip ettiği, çok uzun süren bu seçim gündemi sadece Türkiye'nin değil, dünyanın da gündemindeydi.

Yurtdışından liderlerden bazıları sandıkların hepsi açılmadan bazısı ise resmi olmayan sonuçlar netleştikten sonra Erdoğan'ı adet üzere kutlamaya başladı. Kutlayanların yelpazesi ise epey geniş oldu. 21 yıllık iktidarını sürdürecek Erdoğan'ın dış politika ve Batı ile ilişkilerde yeni bir yönelime kayıp kaymayacağı konuşulanlar arasında. Avrupa medyası seçim öncesinde değişken tutum takınmakla birlikte seçimleri dönüm noktası olarak da nitelemişti.

Tüm bunların ışığında, hem Erdoğan'ın ilerideki günlerde dış politikada yönelim değişikliğine gidip gitmeyeceğini hem de Avrupa'nın seçim sonuçlarına yaklaşımını emekli diplomat ve soL yazarı Engin Solakoğlu ile konuştuk.

Seçimden hemen sonra yabancı liderlerden adet olduğu üzere tebrikler geldi Erdoğan'a. Erken yorumlar yapılmaya başlandı, ancak siz dış politikada ve özellikle Batı ile ilişkilerde yeni bir yönelim bekliyor musunuz?

İktidarda 21 yılı devirmiş ve bu süre içerisinde dış politika alanında neredeyse her türlü yaklaşımı denemiş olan AKP Genel Başkanı’nın “yeni bir yönelim”i nasıl bir şey olabilir diye düşünüyor insan ister istemez. Çok kabaca söylersek Batı’nın Erdoğan’dan, Erdoğan’ın Batı’dan razı olduğu çok açık. Bu Erdoğan gitseydi arkasından ağlayacakları anlamına gelmiyor elbette. Yedekteki aday da en az Erdoğan kadar kullanışlı olacaktı Batı için. Üstelik bir ihtimal kullanım süresi de daha uzun olacaktı.

Önümüzdeki dönemde Erdoğan-Batı ilişkilerini etkileyecek dinamiklerden bir ekonomi olacaktır. Yalnız buradan 'ekonomi öldü bitti, para için Erdoğan eğilip bükülecektir' sonucu çıkartmakta acele etmeyelim. Ekonominin kötü olduğuna, özellikle ödemeler dengesinin kaygı verici bir sarmala girdiğine kuşku yok. Yıl sonuna kadar ödenmesi/çevrilmesi gereken dış borçlar kimi uzmanlara göre 200 milyar doların üzerinde. Ancak fıkrada olduğu gibi borç belirli bir büyüklüğün üstüne çıktığında borçlu kadar hatta daha da fazla alacaklının sorunu haline gelir. Türkiye’nin uluslararası finans bakımından durumu tam da budur. O borç çevrilir. Büyür ama çevrilir. Bir taraftan da Türkiye’yi Avrupa’nın yanı başında ucuz üretim üssü olarak koruma planı yürüyecektir. Somutlaştırırsak, Türkiye ithalat için ihtiyaç duyduğu dövizi bulamaz hale gelirse Avrupa sermayesi için yapılan üretim de durur. O halde o döviz bulunacaktır bir şekilde. Elde kalan varlıkların devredilmesi karşılığında da olsa bulunacaktır. Bunun Türkiye emekçisi için anlamı ise daha yoğun ve sistematik bir sömürüdür. 

'İsveç'in NATO üyeliği konusunda pazarlık zamana yayılacak'

Erdoğan bütün bunları bilecek kadar deneyim sahibi bir siyasetçi. Yine söylem düzeyinde kimi alanlarda Batı’ya rest çekecektir ama hep masada kalacaktır. Ya da daha önce olduğu gibi rest çekme işini kimi “elemanlarına” ihale ederek kendisini anti-emperyalist olarak pazarlamayı sürdürecektir. Bunu en somut örneğini bana kalırsa İsveç’in NATO üyeliği konusunda göreceğiz. Temmuz ayındaki zirveye kadar bu meselenin çözüleceği ve Erdoğan’ın seçim kazanmış olma rahatlığıyla üyeliğe süratle onay vereceği kanısında değilim. Pazarlık zamana yayılacak, o süreçte mümkünse ABD ile olan F-16 gibi kimi meseleler üzerinden çözüm yolları aranacaktır. 

Rusya-Ukrayna tutumu ne olacak?

Rusya-Ukrayna bağlamında da ciddi bir rota değişikliği beklemiyorum. Batı’nın da Erdoğan’a çok ciddi bir baskı uygulayacağı kanısında değilim. Erdoğan o alanda vermediğini başka bir alanda telafi edecektir zira. Özellikle göçmenler meselesindeki duruşu şu an için Avrupa bakımından yeri doldurulmaz bir nitelik taşıyor. Hem işgücü ucuzluğunun korunması hem de Avrupa’nın göçmenlerden “korunması” bakımından.

Özetlemek gerekirse ben kısa dönemde Batı’yla ilişkilerde geçmişte gördüklerimizden daha kapsamlı değişiklikler beklemiyorum.

Seçim öncesi İngiltere, Fransa ve Almanya medyasından Erdoğan ve AKP iktidarına ilişkin sert yorumlar gelmişti. Bu yayınlar seçimleri bir dönüm noktası olarak değerlendirmiş ve ‘Türkiye'nin dünyada liberal düzen veya karşıtları arasına katılıp katılmayacağı da oylanacak’ denmişti. Bu değerlendirmelere nasıl yaklaşıyorsunuz?

Birçok yoldaşımın aksine ben bunlarda belirli bir “samimiyet” payı bulunabileceğini düşünüyorum. Olağan atmosfer koşullarında böyle düşünen kesimlerin Batı’da mevcut olabileceğini, orada her kalem oynatanın Türkiye’yi kandırma saikiyle hareket etmediğini kabul etmemiz gerekir. Aslında bu haftaki yazımda ağırlıkla Fransa’yı ele alarak da olsa bu konuya değinmiştim. Çok taze de olduğu için kusura bakmazsanız oradan alıntı yapacağım:

“İlk tur öncesinde Fransız televizyonlarında, radyolarında uzun uzun tartışıldı Türkiye... Fransa’da Türkiye’yi takip eden aydın, uzman ve gazetecilerin yanı sıra bir de Türkiye kökenli akademisyenler ve yazarlar var. Bunlar uzun uzun konuştular tartıştılar. Belli başlı bütün gazetelerde, hatta normalde uluslararası konulara çok bulaşmayan bölgesel gazetelerde bile Türkiye’deki seçimler ele alındı, doğru-yanlış analizler yayınlandı.

O sıradaki hâkim söylem ... “Putin dostu Erdoğan’ın ilk kez seçimleri kaybetmeye bu kadar yakın olduğu, Türklerin otokratik yönetimden bıktığı, Kürtlerin de muhalefeti destekleyeceği” şeklindeydi. Fransa’nın entelektüel atmosferine egemen olan solumtrak liberal düşünce tarzı, seçimleri muhalefetin kazanmasının “Liberal demokrasi’nin illiberal sisteme küresel çapta atacağı bir gol” olacağı perspektifinden bakıyordu seçimlere... 

İlk tur tamamlandıktan sonra manzara birden değişti. “Adam kazanıyor” duygusu öne çıktı. Örnek olsun, Jean-Dominique Merchet gibi, jeopolitik konusunda saygın kabul edilen, özellikle de askeri konulara hâkim sayılan bir gazeteci şöyle özetleyebileceğim bir yazı kaleme aldı: “Erdoğan çok güçlü bir siyasetçi, seçim kazanmayı biliyor, bizim de bu gerçek tahtında onu Putin’e/Doğu’ya kaptırmamak için çaba göstermemiz gerekir.” Merchet’nin satırlarının Fransa’daki karar vericilerin düşünce yapısını yansıttığını söylemek hatalı bir değerlendirme olmaz...Le Monde gibi bir gazetede Erdoğan’ın “aldığı” oyların ülkenin zenginleşmesinin sonucu olduğundan dem vuran O. Bouquet imzalı bir makale dahi yayınlandı...Türkiye’yi takip ederken ülkenin kuruluşunun ve yüz yıl yaşamasının aslında tarihsel bir anomali olduğunu düşünen, bu çerçevede “Ermeni” veya “Kürt” sözcüğü kullanmadan Türkiye cümlesi kurmamayı tercih eden uzman ya da gazeteciler ile bunlardan etkilenen daha deneyimsiz uzmanların bu kez Millet İttifakı’nın ikinci tur öncesinde ırkçı faşistlerin desteğini almaya yönelik manevralarına odaklandıklarını gördük... Seçimin hangi koşullarda gerçekleştiği, hile-hurda bir kenara bırakıldı.”

'Batı Erdoğan'dan, Erdoğan Batı'dan razıdır'

Bu somut örneklerden de görebileceğimiz gibi, yazının devamında da değindiğim çok istisnai örnekler dışında sorunuzda öne çıkan söylem iki tur arasında buharlaştı ve yerini daha “gerçekçi” bir “Erdoğan da fena adam değil” söylemine bıraktı. Bugün devlet destekli France24 haber kanalında yapılan bir yorumda “Erdoğan aslında kişiliğinde tam anlamıyla Türkiye’ye barındırıyor/temsil ediyor” bile denildi. Daha açık bir deyişle “Türkiye’nin, Türkiye halkının hak ettiği budur, başka ne olacaktı?” denilmiş oldu.

Sanki Türkiye’de olağan bir seçim düzenlenmiş de Erdoğan bunu daha fazla seçmenin oyuyla  kazanmış gibi yapılan yorumlar daha önceki tereddütleri, itirazları süratle bastırdı. Buradan bizim değil ama Türkiye’de aydın geçinen kimi kesimlerin çıkartacağı dersler olmalı. Batı’nın karar vericileri Türkiye halkının hangi koşullarda yaşadığını, çalıştığını, ülkede adaletin, demokrasinin olup olmadığını filan umursamıyor. Öyle bir kaygı mevcut olsaydı AİHM kararlarını ısrarla uygulamayan AKP Türkiyesi’nin şimdiye kadar çoktan Avrupa Konseyi’nden çıkarılmış olması gerekirdi. 

En başta söylediğimi yineleyerek bitireyim: Batı Erdoğan’dan, Erdoğan Batı’dan razıdır.

                                                                           /././

Vaktinde bir değerlendirme: TİP’in 'yeni' kulvarı (BERKAY KEMAL ÖNOĞLU)

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor.

Türkiye’de her seçimden sonra özellikle medyada görülen birer başarı ve başarısızlık kümesi oluşturmak ve siyasi aktörleri bu kümeler içinde değerlendirmek gibi yaygın bir alışkanlıktan söz edebiliriz. Söz konusu 14 Mayıs olduğunda geniş muhalefet cephesi içinde kısmi de olsa başarılı addedilen az sayıdaki politik aktörden biri oldu TİP. Epeyce bir süredir sahada belirgin hale gelen ve farklı değerlendirmelere konu olan bu hareket büyük oranda Gelenek-TKP çizgisinden ayrılanlardan oluşması sebebiyle olsa gerek kimi mecralarda TKP ile hiçbir sonuca götürmeyecek karşılaştırmalara tabi tutuluyor. 

Devrimci mücadele içinde kuşkusuz kaynaklarınızın verimliliğinden siyasal öngörü kabiliyetinize, kullandığınız araçlardan örgütsel kabiliyetinize, geliştirdiğiniz taktiksel açılımlara kadar pek çok başlığın yeniden ve yeniden masaya yatırılıp değerlendirilmesi gerekebilir. Bütün bu başlıklarda alacağınız kararlar sizi bazı mevzilere taşıyabilir ya da başarısızlığa götürebilir. Ancak başarı kıstaslarının farklı hareketler ve dolayısıyla farklı stratejik yaklaşımlara göre değişkenlik arz edeceği unutulmamalıdır. Stratejik farklılıklar siyasal hareketleri farklı kulvarlara taşır. Bu durumda ortak olduğu varsayılan nihai hedefe ulaşmadan önce tanımlanacak her türden “başarı” kulvar farklılığından ötürü mantıken özgünleşmiştir. Farklı stratejik yaklaşımları benimsemiş hareketlerin aynı kulvarda oldukları varsayılarak mukayese edilmesi bu yüzden sonuçsuzdur. Girilen farklı kulvarlarda elde edilen kısmi başarıların değil hangi kulvarın bizi ortak olduğu varsayılan nihai hedefe götüreceğinin değerlendirilmesinde fayda vardır. 

TİP’in girdiği kulvarın kamuoyu önünde devrimci bir değerlendirmeye tabi tutulması solda yaygın bir dejenerasyona mahal vermemek adına kaçınılmaz hale geliyor. Türkiye siyasetinin bugününe damga vuran temel meselelerden biri olan “ideolojisizleşme” olgusunun ne yazık ki TİP aracılığıyla sola da sirayet edebilecek yeni kanallar bulmuş olması ve düzen siyasetine yaklaşımda beliren arızaların fütursuzca normalleştirilmesi kabul ve göz ardı edilemez. Bunlar elbet yeni tespit olunduğu için değil ancak seçimle birlikte ortaya çıkacak olan tablonun hayal kırıklığı da bayram havası da yaratsa kısa süre sonra faydalı sorgulama süreçlerine kapı aralayacağına dönük bir inanç taşındığı için bu zamana bırakılmış değerlendirmelerdir. Kimi dönüm noktaları herkes için bir an durup geniş perspektiften bakabilmenin mümkün olduğu aralıklar sunuyor.

Duvarı yıkmak mı duvar boyamak mı?

TİP ve TKP ayrımının çeşitli çevrelerde doğru olmayan bir mukayeseye konu edildiğini ifade etmiştik. Kulvarlar farklılaşmıştır. Bununla beraber bu iki yaklaşımdan birinin çok da eski olmayan bir tarihte diğerinin içinde ancak bir eğilim olarak varlık gösterdiğini ve aynı kulvarda yürüdüğünü de unutmamak gerekiyor. O kulvar Gelenek Hareketi’nin yola çıkışı esnasında Türkiye’de henüz hiç sahibi olmamış bir kulvardır. Ve tabiatıyla geride bıraktığımız yıllarda Gelenek’le özdeşleşmiş, dinamizm kazanmış, vücut bulmuştur.

Önce adıyla müsemma bir çizgi çekmiştir Gelenek. Bu çizgi, hatasıyla sevabıyla yüzyılı aşkın tarihe sahip geleneksel sol ile ona karşı düzensizce isyan bayrağı çekegelmiş, reel sosyalizmden nedamet getiren “yenilgici” yeni sol arasındadır. “Yenilgici” diyoruz ama aynı zamanda yenildiğini yola çıkış için gerekçe gören bir yaklaşımın doğal olarak “yenme” arayışı içinde olacağının da altını çizmek gerekiyor. Taraflardan biri güçlenmenin, her ne olursa olsun iktidara gelmenin bir koşulu olarak tavizler ve geri çekilişlerin teorisini sahipleniyor diğeri ise zamanla ve pek anlaşılır biçimde iktidar fikrinden uzaklaşıyor ancak değerlerine bağlı, dürüst bir kültürel, sosyal örgütlenme biçimini alıyordu. Geleneksel solun iktidar fikrinden uzaklaşma serüvenini anlayan ancak kabul etmeyen, iktidar perspektifinin değerlerden verilen tavizler olmaksızın canlı tutulabileceğine dönük bir iddia ile oluştu bu kulvar.

Türkiye’de işçi sınıfı hareketinin bir ön koşulu olarak Türkiye sosyalist hareketinin bağımsız bir politik güç haline gelmesi mutlak zorunluluktur. Sol ancak temel ilkelerinden taviz vermeden taşıyacağı özgül ağırlıkla Türkiye devriminin yolunda misyon üstlenebilir. Bağımsızlık ön şartını taşımaksızın düzen içi unsurların oluşturduğu dengelerde yer edinmek ise sol için teorik planda verilen tavizlerden bile öngörülemeyecek kadar feci politik sonuçlar doğuracaktır. Örneğin, sosyalizmi ve solun namusunu dert edinip “yetmez ama evet” çizgisiyle hesaplaşma iddiası taşıyanların güncel hesaplarda seçime girmedikleri şehirlerde “yetmez ama evetçi”lere oy istemesi feci bir sonuçtur. Çelişkili bir pozisyona sürükleneceği gerçeğini göz ardı edecek kadar büyük bir fayda beklentisi ile “yetmez ama evetçi”nin söz ve müziğiyle seçim sürecini başlatma kararı ise içine düşülen sarmalda ne kadar etken ya da edilgen olunabildiğinin vahim bir göstergesidir. İşte o sarmalın dengelerinin izin verdiği derecede “sol” olabilmek bu demektir.

TİP’in tutum ve eylemlerinde kendisini gösteren bu kulvar değişikliğinin elbette pek çok gerekçesi olabilir. Takip edilen yolun devrime uzandığını bildiğimiz kadar yolun engellerle, duvarlarla örülü olduğunu da bilerek o yola çıkıyoruz. Gelenek’in yürüdüğü yolda engeller, duvarlar boy gösteriyorsa yolun devrime uzandığına inanmış devrimci için yola çekilmiş duvarları yıkmak görevdir. Duvar yıkanların yolundan çıkıp duvar boyayanların yoluna girmek olumlu anlamda iktidar arayışıyla gerçekleştirilmiş bir eylem de olabilir. Ancak yazık ki o iktidar “sosyalist” olma niteliğini yitirmiştir. Erken bir değerlendirme olduğunu düşünmeyin. Çünkü hem ülkemiz hem de dünya sosyalist hareketi içinde mahkûm ettiğimiz bu yol asla yeni değildir. Gerçekliğin değiştirilmesi iddiasından vazgeçiş “gerçekçi politikalar” masalının ardına gizlenir. Maalesef bu “gerçekçi politikalar” da bugün kirli siyaset atmosferinin kabulü ve ideolojisizleşme trendine uyum sağlanması ile sonuçlanıyor. TİP kendini ne pahasına olursa olsun “oy verilecekler” kategorisine almak üzere ideolojisizleşiyor. Nasıl olduğuna bakalım.

'Oy Verilecek Partiler' kategorisi

Bir işçi aynı anda hem bireysel hak ve özgürlüklerin garanti altına alınmasını hem Amerikan emperyalizmine karşı olunmasını istiyor. Hem laik bir toplumsal yaşamın tesis edilmesini hem uluslararası tekellerin egemenliğinden çıkmış bir ekonomik yapıyı önemsiyor. Hem geçim derdinden kurtulmayı, pazar arabasını gönlünce doldurabilmeyi hem de güvencesiz çalışma koşullarından, yoğun emek sömürüsünden kurtulmayı hayal ediyor.

Bütün bu taleplerin ideolojik olmadığı iddia olunabilir mi? Ama tamamı ideolojik bütünlük arz eden bu siyasal duruş örnekleri bilinçli ve sistematik biçimde önemsizleştirip siyaset dışı ilan ediliyor. Siyaset bizzat düzen partileri ve bu gerçekliğe gözünü kapamış diğerleri tarafından mezata dönüştürülüyor. Parti liderleri de bu mezatta pazarlamacı rolünü üstleniyor. Bir partinin “ideolojik” olarak tanımlanması, bu özelliğin ayırt edici olarak işaretlenmesi ve genellikle dışlayıcı bir dille kullanılması o partiyi seçimlerde oyun dışı görmek için bile geçerli bir sebep olarak sunulabiliyor. Çünkü siyaset kurumu ideolojisizleşmeyle eş zamanlı yalnızca sandığa endekslenerek kötürümleştiriliyor. Bu durumda ideolojilerden arındırılmış bir siyasetin ne işe yaradığı bilinmeden başvurulan tek aracı olarak geriye seçimler kalıyor. Tıpkı çaresiz hastalığa yakalanmışların üfürükçülerden medet umduğu gibi…

Seç birini! Laiklikten yana isen CHP’ye, uluslararası tekellere karşı isen AKP’ye oy vereceksin. Peki CHP’nin ağzından laikliğe, AKP’nin ağzından uluslararası tekellerin egemenliğine ilişkin tek bir sözcük bile duydun mu? Duymasan da vereceksin… Ya da bireysel hak ve özgürlüklere önem veriyorsan, tutuklu gazetecilere özgürlük istiyorsan, medya sansürüne karşı isen aynı anda emperyalizme karşı olamaz mısın? Sen olursun belki ama senin oyunu isteyenler emperyalizmin bölgesel planlarında kendilerine rol kapmaktan, şeytanla işbirliğinde fayda aramaktan geri durmayacak…

TİP’in bu ideolojisizleşme akımında kendine edindiği misyon “gerçekçi” ve ideolojik olmamakla malul, “oy verilecekler” kategorisine kendisini atabilmiş partilerin “seç birini” politikasının siyasal alanda yarattığı dejenerasyonun en açık örneklerinde karakterize oluyor.

İdeolojik bütünlük arz eden taleplerin siyasal alanı domine eden “dükkan” partileri tarafından bütünlükten yoksun bırakıldığına şahit oluyoruz. Boşluk doğuyor. AKP karşıtı geniş muhalefet cephesi içindeki boşluk iktidar cephesinde tespit edilebilenden daha büyük ve göze batar oluyor. Ana belirleyen AKP karşıtlığı olunca bambaşka ideolojik yaklaşımlara sahip geniş seçmen kitlesinin tümünün içini rahat ettirebilecek geniş bir tedarik zincirine ihtiyaç duyuluyor. En belirgin boşluk sofistike orta sınıf hassasiyetlerine Türkiyelileşme sancıları dinmemiş HDP’de yanıt bulmakta zorlanan toplumsal kesimler için hissediliyor. “Bölücü” diye tek kalemde mahkûm edilebilmenin ağırlığını hassas kalplerinde daha fazla taşıyamayacak ve sahada şiddetle savunabileceği belirgin, bütünlüklü siyasal fikirlere sahip olmaktan uzak orta sınıfımız CHP’nin yakın dönemde izlediği “banal” stratejiyi benimsememekte ısrar ediyor. Ve böylece CHP ve HDP kitleleri arasında oluşan bu belirgin boşluğun olduğu gibi kabulü ve basit bir sözcülük işlevi ile burjuvazi adına önemli bir misyon başarılmış oluyor. O zaman gelsin boğazda lüfer ziyafeti…

Şimdi söyleyin TKP’nin “oy verilecek partiler” algısını yıkması mı gerekir yoksa “oy verilecek partiler” arasına girmek için ilkelerini bir kenara bırakması mı? Bu koşullar altında ikincisini bekleyenlerin TKP’den artık devrimciliği bırakmasını istediği açıktır.

Öncülükle mi sözcülükle mi?

Açık ki ideolojiler toplumdan silinip atılmadı. Ancak ideolojisizleşme olgusu bir işçinin bir siyasi partiye oy vereceğini tüm kaygılarından arınmış olarak, göğsünü gere gere ilan edememesi sonucunu doğurdu. İdeolojisizleşme bizi kuşatmıştır ve kuşatmayı delmeden düzen içi dengelerde oluşan boşlukları doldurmak bizi kuşatan duvarı boyamak anlamına gelir. Sosyalizmin yolunu açmak için duvarı yıkıp, doldurulacak boşluğu önce yaratmak icap eder. Boyacılık Türkiye’nin çok da uzak olmayan geleceğini belirleyecek esas kırılmada öncülük iddiası taşıyan bir aktör olmaktan uzaklaşma anlamını taşır. Çünkü bu kırılmanın eksenini belirleyecek ve temel paradigmayı değiştirecek güç çemberin içinden devşirerek değil çemberin dışında yaratarak oluşur. Başka bir deyişle, şeklini alarak değil şekil vererek, dışarıya çekip yeni ufuklar kazandırarak…

Devrimci siyasetin yol haritasına ilişkin, devrimcilerden muhalefete muhalefet etmeme tutumunu benimsemeleri ve o geniş bulaşığın içinden şekilsiz bir parsel koparma çabası içine girmeleri beklenmediğinde ancak verimli bir tartışma mümkün olacaktır. Çünkü sosyalizm iddiası ile yola çıktığınızda gerçekliğin bir yüzüne gözlerinizi tamamen kapamanın yani muhalefete muhalefet etmemenin etik dışı olduğu kadar sosyalizme hizmet etmeyeceği de açıktır. Üstelik hem şirin görünüp hem tırmalamanın yani “hem karnım doysun hem pastam dursun” tutumunun o dünyadaki ortaklıklar içinde değerlendirildiğinde bile oldukça antipatik bulunduğu ortadadır.

Son çıkışa çağrı

Yaygın olarak birbirinin yerine kullanılsa da “savrulma” ve “dönme” eylemleri etkenlik-edilgenlik bağlamında birbirinden tamamen ayrı anlamlara sahiptirler. TİP’in eylemlerinde çeşitli açılardan kendisini yoğun şekilde hissettiren özellik edilgenlik olarak karşımıza çıkıyor. Siyasal varlığını devam ettirebilme güdüsüyle, taviz vermeksizin dahil olunamayacak boşluklara dolduğunu nasıl görüyorsak, TİP’in uzunca bir süredir gündeminin varlık-yokluk olmadığını ve içine girdiği dünyanın ihmal edilemeyecek bir aktörüne dönüştüğünü de görüyoruz. Bu yazıya konu olma sebebi de budur. Söz konusu hareket tepeden tırnağa dönme eylemine bulaşmış bir topluluktan değil süratle savrulmakta olan bir topluluktan oluşuyor. Bu durumda devrimcilik iddiasına sahip olanlar için görülmesi hiç de zor olmayan tehlikelerin altını çizmek ve devrimci iddialarından vazgeçmemiş olanları duvarları yıkmaya çağırmak görevimiz oluyor. 

İşçi sınıfı siyaseti bazılarının iddia ettiği gibi yerinde saymıyor. Aksine pek çok olanağı barındıran yeni bir döneme giriyor. Düzen cephesindeki onca çabaya rağmen ortaya çıkan kısır meclis yapısı ve bu siyaset atmosferi, toplumda seçimler söz konusu olduğunda vazgeçilmeye zorlanan ideolojik bütünlük beklentisini daha şiddetli hale getirecektir. Görülüyor ki ortaya çıkan kısır meclis yapısı burjuvazinin hesaplarını dahi boşa düşürecek denli önemli bir temsil problemini beraberinde getirmiştir. Ortaya çıkan denklemin dışında kalan bütün kesimlerle geniş bir toplumsal ittifak yaratılabilmesinin koşulları oluşmuştur. 

Türkiye’de kamu kaynaklarının yağmalanması karşısında “devletleştirme” politikasının arkasında duracaklar yalnızca komünistler değildir. Dinsel tahakküm araçları karşısında tarikat ve cemaatlerin dağıtılması gerekliliğini savunanlar da öyle. Laik bir toplumsal sistemin inşa edilmesi için mücadele edecek olan herkes henüz “komünist” olmasalar da bu yolda komünistlerle beraber yürüyecekler. Türkiye dış politikasının emperyal eğilimler taşıdığını görenler Amerikan emperyalizminin saldırganlığına, kirli planlarına da gözlerini kapatmadıkları ölçüde komünistlerle yan yana duracaklar.

Bu koşullar altında sözünü ettiğimiz kuşatmayı yarmak üzere, daha geniş toplumsal kesimlerle komünistlerin güç birliğinde oluşturulacak bir cephenin öncüsü olma iddiasını en gerçek şekilde taşıyan TKP’ye Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde aldığı tutumdan yola çıkarak yöneltilen apolitik eleştirileri ise “soldan” eleştiri olarak görmek mümkün görünmüyor. Bunlar “ideolojisi olanlar siyaset dışıdır” tezinin başka bir açıdan yeniden üretilmesidir. Bir dünyada "ideolojik parti" ancak bir “demokratik” unsur, idealist fikirler taşıyan, saygıyı hak eden ancak küçük kalmaya mahkûm parti olarak görülürken başka bir dünyada siyasetsizlik ideolojik olarak steril kalmanın tek yolu olarak benimseniyor. 

Bu ikincilere, çok temel bir doktrinden hareketle TKP’nin ne çocuk ne de hasta olduğunu, dimdik yola devam ettiğini hatırlatmak gerekiyor. Ancak bu hatırlatma da yeri gelirse başka bir yazının konusu olacak.

                                                                    /././

TKP: Seçim stratejistlerini boş verin, Gezi'yi hatırlayın…(soL)

Gezi Direnişi'nin 10. yıl dönümüne ilişkin açıklamada bulunan TKP, 'Seçim stratejistlerini, oy analistlerini, anket sevdalılarını boş verin; Gezi’yi hatırlayın…' çağrısında bulundu.

Türkiye Komünist Partisi (TKP), Gezi Direnişi'nin 10. yıl dönümüne ilişkin açıklamada bulundu.

TKP tarafından yapılan açıklamada, "AKP’nin sandıkta yenileceğini söyleyerek halkın siyaset yapma hakkını sandığa sıkıştıran tüm siyasi partiler, AKP’nin iktidarda kalışının sorumlusudur" ifadelerine yer verildi.

TKP'nin sosyal medya üzerinden yayımladığı açıklama şöyle:

"10 yıl önce milyonlarcamız haklarımıza, yaşamımıza, ülkemize ve geleceğimize sahip çıkmak için meydanları doldurduk; AKP Türkiyesi’ne boyun eğmeyeceğimizi gösterdik.

Aradan geçen 10 yılda yapılan hiçbir seçim Erdoğan’ı Haziran günlerindeki kadar korkutmadı, kurulan hiçbir sandık AKP’yi Haziran günlerindeki kadar sarsmadı. AKP’nin sandıkta yenileceğini söyleyerek halkın siyaset yapma hakkını sandığa sıkıştıran tüm siyasi partiler, AKP’nin iktidarda kalışının sorumlusudur.

Seçim stratejistlerini, oy analistlerini, anket sevdalılarını boş verin; Gezi’yi hatırlayın… AKP’den kurtulmanın anahtarı orada… Boyun eğmeyeceğiz, ayağa kalkacağız ve AKP’yi hep birlikte yollayacağız."

                                                                /././

Seçim sonuçları: 'Millet' kazandı, 'halk' kaybetti (Fatih Yaşlı)

'Yazının başlığını 'millet kazandı, halk kaybetti' koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak 'millet'in kazandığı yerde halk kaybeder.'

İktidarın seçim tarihi olarak 14 Mayıs’ı belirlemesi elbette ki nedensiz değildi. 14 Mayıs 1950 seçimlerinde “yeter söz milletindir” denilerek 27 yıllık CHP iktidarına son verilmişti ve şimdi 14 Mayıs 2023’te “Cehape zihniyeti”nin yeniden iktidarı ele geçirmesine fırsat verilmemeli, “millet” bu bilinçle sandığa gitmeliydi.

Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin ikinci tura kalmasıyla birlikte Türkiye 28 Mayıs’ta bir kez daha sandığa gitti. 28 Mayıs tarihinin Türk sağı açısından sembolik bir önemi yoktu ama bir gün öncesinin, yani 27 Mayıs’ın vardı. 14 Mayıs 1950’de “yeter söz milletindir” diyerek iktidar olanlar 27 Mayıs 1960’ta “ordu-millet el ele” sloganıyla devrilmişti.

Tam da bu nedenle Erdoğan 27 Mayıs günü yaptığı konuşmalarda “yarın itibariyle darbeler dönemini kesin olarak kapatıyoruz” mesajı verdi ama bununla da yetinmedi. Menderes’in, Özal’ın ve Erbakan’ın mezarlarını ziyaret etti. Menderes için “bu milletin adamıydı” tabirini kullandı. Tabir elbette ki boşuna kullanılmamıştı; geçtiğimiz yıllarda hazırlanan kimi propaganda afişlerinde bu üçlü “milletin adamları” olarak anılmış, Menderes’ten Erdoğan’a uzanan bir siyasal hat çizilmişti.

Peki Türk sağının kutsalı olan, “yeter söz milletindir” diyerek iktidara gelmesini sağlayan, “milli irade” fetişizminin temelini oluşturan bu kolektif özne, yani “millet” kimdir? Türk sağı, “millet” adına konuşma yetkisini nereden almaktadır ve onun adına ne söylemektedir?

Demokrat Parti’nin “yeter söz milletindir” sloganı boş, temelsiz bir slogan değildi, bir tarih okumasına dayanıyordu. Buna göre Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecinde elitlerin “millet”e uzaklığı değişmemiş, Cumhuriyet’i kuran kadrolar “millet”in değerlerine yabancılaşmış oldukları için o değerlere aykırı bir modernleşme programı izlemişlerdi.

Peki bu kadroların yabancılaştığı iddia edilen “millet”in değerleri neydi? Burada açık bir şekilde dine işaret ediliyordu elbette; yabancılaşma ile kastedilen ise laikleşmeye/sekülerleşmeye yönelik adımlardı. DP, yoksul halkın sınıfsal öfkesini aldı, zenginlikle seküler hayatı özdeşleştirdi, balolar, smokin, tuvalet, içki sofraları, kadınların kamusal alanda görünür hale gelmesi vs. üzerinden dinselleşmeye ve laiklik düşmanlığına tahvil etti.

Yani halkın sınıfsal öfkesi sağcı manipülasyonla Osmanlı-Türkiye modernleşme sürecine yönlendirildi, gericilik buradan palazlandırıldı ama bununla da yetinilmedi; buna eşlik edecek bir şekilde Türk sağı milletin değerlerinin temsilciliğini de üstlendi ve “yeter söz milletindir” diyen bu formül 1950 seçimlerinden beri hep işe yaradı, kimi istisnai durumlar dışında Türkiye’yi hep sağ yönetti.

Aslında elitlerle mücadele ettiklerini söyleyenlerin hepsi başka bir elitizmin temsilcisiydi. Örneğin Bayar-Menderes ikilisi kendilerinin de dâhil oldukları toprak ağalarının sınıfsal temsilciliğini üstlenmişlerdi ve iktidarlarında bunu ticaret ve sanayi sermayesine doğru genişlettiler. Demirel 1960’lar ve 70’ler boyunca Türkiye sermaye sınıfının çıkarlarını temsil etti. Özal 24 Ocak Kararları’nın mimarı ve 12 Eylül’ün başbakanı olarak Türkiye’yi neoliberalizme açtı. Ve Erdoğan son 20 senedir Türkiye’nin sermaye düzeninin ihtiyaçları ve çıkarları doğrultusunda hareket etti.

Dünyada da böyledir ama Türkiye’de sağın işlevi budur. Sermayenin ajandasını uygularken ve programını hayata geçirirken esas çelişkinin, yani emek-sermaye çelişkisinin üzerini örtmek, esas meseleyi, yani sömürüyü görünmez kılmak, bunun için de toplumu dinle ve milliyetçilikle afyonlamak, “ezan susmaz, bayrak inmez” hamasetiyle ahmaklaştırmak, “vatan, millet, Sakarya” edebiyatıyla sürüleştirmek ve böylelikle sömürü düzeninin meşruiyetini ve bekasını tesis etmek… Evet, sağın işlevi tam olarak budur.

Dolayısıyla Türkiye toplumunun “özü itibariyle” sağcı olduğu iddiası bir zırvadan ibarettir; Türkiye toplumu özü itibariyle sağcı değildir, bu ülke çok büyük, çok organize, çok bilinçli bir sağcılaştırma operasyonuna maruz bırakılmıştır ve özellikle 12 Eylül darbesiyle derinleşen, süreklilik kazanan bu operasyon on yıllardır devam etmektedir.

Bugün AKP’nin oyu deposu olarak görülen toplumsal kesimler, yani alt sınıflar, kent ve taşra yoksulları, enformel sektörde çalışanlar, onlarca gazeteyle, radyoyla, internet sitesiyle, tarikatlarla, cemaatlerle, vakıflarla, imam-hatiplerle, Kuran kurslarıyla kuşatılmış durumdadır. Ortalama bir yoksul Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı bu devasa şebekenin, böylesine derin bir kuşatılmışlığın içine doğmakta, bu kuşatılmışlığın içerisinde büyümekte, sosyalleşmekte ve politik bilincini bu sosyolojik- politik iklimin içerisinde edinmektedir.

Yani “vatan, millet, Sakarya” hamaseti boşlukta oluşmamakta, sağın ideolojik aygıtları ve hegemonya mekanizmaları bireyi sarıp sarmalamakta, kopkoyu bir karanlıkla onu kuşatmakta ve “millet”in bir ferdi, yani Türk sağının tabanı, kadrosu, militanı haline getirmektedir. Bu kuşatma halinden bir sağcı olarak çıkmamak ise çok esaslı, çok büyük bir mucizedir.

Düzen muhalefetinin seçimlerde aldığı yenilginin temel nedenlerinden biri bu şebekeyi çözündürecek, bu toplumsallığa müdahale edecek araçları geliştirmekten yoksun oluşu ya da daha doğrusu geliştirmek istemeyişidir. Yani Türk sağının yarattığı kolektif kimliğin karşısına başka bir kimlik konulamamış, bilakis o kimlik veri kabul edilerek, oradan oy alınacağı ve iktidar olunacağı hesabı yapılmıştır.

CHP’nin kurduğu ittifakın adının “millet” olması tesadüf değildir; CHP’nin geleneksel terminolojisinde geçmişten bugüne hep ulustan, halktan, yurttaştan söz edilmiştir ama partiyi sağa çekme sürecinin bir parçası olarak Türk sağının inşa ettiği kimlik, yani “millet”, sorgusuz sualsiz kabul edilmiş ve AKP’yle sağcılık yarıştırarak, sağın diliyle konuşularak seçim kazanılacağı varsayılmıştır. Sonuç ise ortadadır; aslı varken suretini kimse bir kez daha tercih etmemiştir ve bu da hiç şaşırtıcı değildir.

Yazının başlığını “millet kazandı, halk kaybetti” koymuştuk. Bir kolektif kimlik olarak “millet”in kazandığı yerde halk kaybeder. Çünkü tarihsel olarak “millet” dincilik ve milliyetçilik hamasetiyle inşa edilmiştir, lidere tapar, biat eder, hakkının, hukukunun peşinde koşmaz. Onun kazanması ise halk adlı kolektif kimliğin kaybetmesi demektir; çünkü hamaset büyüdükçe halkın ekmeği küçülmektedir. Ama mesele sadece bu değildir; “millet”in kazandığı yerde örgütlü, hakkını, hukukunu savunan, politik bir bilince sahip, ortak akılla hareket eden ve bunlar üzerinden kendini inşa eden bir kolektif özne, yani halk yoktur. Halkın olmadığı yerde ise sömürü düzeni yoluna dizginsiz bir şekilde devam eder, zengin daha da zenginleşirken yoksul daha da yoksullaşır.

O halde mesele “millet”i inşa eden ve onu oy deposu haline getiren sağ siyasetle nasıl mücadele edileceği meselesidir. Dinciliğin, milliyetçiliğin ve piyasacılığın karşısına bunların farklı versiyonlarıyla çıkmak, bunlarla yarışmaya kalkışmak kimseye bir şey kazandırmamaktadır. Dolayısıyla ihtiyacımız olan şey halk adlı kolektif öznenin inşa edilmesidir. Bu ise ancak halkla birlikte hareket eden, halkın taleplerini siyasallaştıran, halkı doğrudan siyasal alana taşıyan bir siyasetle mümkün olabilir.

Türkiye’de sol bugün gelinen noktada, seçimlerin ve sandığın ötesine uzanan, CHP ve HDP’nin gölgesinin düşmeyeceği, “ekmeği nasıl bölüşeceğiz” sorusunun merkeze yerleştiği, yeni kanallar ve araçlar geliştirmiş, yeni örgütlenme modelleri oluşturmuş, iktidar stratejisi belli bir şekilde halka gitmeli ve tüm bunlar üzerinden bir kolektif özne olarak halkı inşa etmenin yollarını aramalıdır.

Bu yapılmadığı sürece “millet” hep kazanmaya, halk ise hep kaybetmeye devam edecektir.

                                                                   /././

Seçimin gölgesinde kalanlar (Kadir Sev)

'Ülkenin, insana değen ne kadar sorunu varsa seçimin gölgesinde kaldı. Çoğu gündeme bile giremedi. Bu kargaşada atı alan Üsküdar’ı geçti: kamu malları hızla el değiştiriyor.'

Bu memlekette aylardır, Cumhurbaşkanı ve Parlamento seçimleri tartıştırıldı. Ne tür bağdaşıklıklar kurulursa kazanma şansının artacağı üzerine çeşitlemeler yapıldı, kafalar yoruldu. Bu arada ülkenin, insana değen ne kadar sorunu varsa seçimin gölgesinde kaldı. Çoğu gündeme bile giremedi.

Bu kargaşada atı alan Üsküdar’ı geçti: kamu malları hızla el değiştiriyor.

Ülkede, maden, enerji, ticaret ve konut alanı terörü estiriliyor. Kaz dağları, İkizdere maden arama ve işletme avcılarına; Doğu Akdeniz, nükleer santral yapımcılarına teslim edildi. Karadeniz sırada bekletiliyor. Jeotermal Enerji üretmek adına tarım toprakları verimsizleştiriliyor. Ellerine bir biçimde HES ruhsatı geçirenler, derelerin başına çöküyor.

Turizm alanlarının bütüncül planlanması adına Kapadokya ve Uludağ Alan Başkanlıkları kuruldu. Kamu kurumu özelliği bile tartışmalı bu örgütler, çevre koruma yasalarına uymaksızın İmar planı ve uygulama yetkileriyle donatıldı. Yetkilerini doğayı ve tarihsel dokuyu bozacak bir anlayışla kullanmaktan çekinmiyorlar.

Bu arada deprem de fırsat bilindi: afet bölgesi ilan edilen yerlerde yapılaşma için alınması gereken izinlerden vazgeçilmesinin öngörüldüğü bir Cumhurbaşkanı Kararı yayımlandı. Depremzedelerin, kendilerine sorulmadan haklarında alınan kararlara itiraz etme olanakları ya kısıtlandı ya da bütünüyle ellerinden alındı.

Depremin yaralarını sarmak adına Afet Yeniden İmar Fonu adlı bir örgüt kurularak yurt içinde / yurt dışında dilediği tutarlarda borçlanma yetkisi verildi. Yasada yetkinin ölçüsü, sınırları çizilmedi; alabilecekleri borcun üst sınırı da öngörülmedi. Bakanlardan oluşan Fon yöneticileri, yasal engellere takılmadan dayatılacak koşullarla diledikleri kadar borç alabilecekler. Böylelikle hesap sorulabilme yolu da kapatılmış oldu. Sorumluluktan kurtulabilmeleri için daha uygun koşullarda borç bulamadıklarını söylemeleri yetecek.

Kamu taşınmazları hızla el değiştiriyor. Üstelik seçimin gölgesinde ivme kazandı. Kamu İdarelerinin 27- 30 Mayıs günleri arasındaki son dört gün içinde Resmi Gazetede yayımlanan ihale ilanlarına bakıldığında 857 milyon lira beklenen gelir üzerinden çok sayıda taşınmazını satmaya giriştiği görülüyor.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Antalya, Milas ve Kocaeli il Başkanlıkları Milli Emlak Mülkiyetindeki taşınmazlarını yaklaşık 115 milyon lira; İstanbul Büyükşehir Belediyesi ile Bakırköy ve Üsküdar Belediye Başkanlıkları, 755 milyon lira; İzmir/Dikili Belediye Başkanlığı, yaklaşık 7,8 milyon lira beklenen gelir üzerinden satışa çıkardı.

Milli Emlak ve Belediyeler, taşınmazlarını sattıkça kentlerin planlanması üzerindeki güç ve etkilerini yitiriyorlar. Kentleri, sermayenin kâr güdüsü biçimlendiriyor.

Muhalefet olarak kodlanan partiler/ittifaklar aylardır, iktidar olurlarsa yapacaklarını sıraladılar. Ne hikmettir bilinmez; yukarıdaki sorunları gündemine alan olmadı.

Sermayenin kâr güdüsü yüzünden, zehirleniyoruz; kentler nüfusa boğuldu; doğal, kültürel, tarihsel varlıklarımızı hızla yitiriyoruz; tarıma elverişli topraklarımızı verimsizleştiriyoruz; kentler gökyüzüne ulaşmaya çalışan konutlarla dolduruldu.

Meclis muhalefeti seçimde beklediği başarıyı yakalayamadı. Üstelik, CHP’nin parlamentodaki üye sayısı daha da azaldı. Yasa teklifleri ile denetim raporlarının görüşmelerinde hiç sözü geçmiyordu. Sayılarının yetersizliği gerekçesine sığınıyorlardı. Olanakları daha da kısıtlandı.

Parlamentoya tutsak edilmiş muhalefetin çıkar yol olmadığını öğrenmiş olmalıyız. Hele bir üye sayıları artsın, iktidar olsunlar bakalım ne yapacaklar diye 5 yıl daha bekleyemeyiz; beklememeliyiz.

Meclis muhalefeti de toplumun yaşam alanlarına kılcal damarlarına değin işleyecek yöntemler geliştiremezlerse siyasette sözlerinin geçmeyeceğini öğrenmiş olmalıdır. İkizdere’deki; Kaz dağlarındaki; Yatağan’daki; Aydın ve Manisa’daki yıkımlarını önleyebilecek güçte yerel direniş odakları örgütlenir ve ve yerel örgütlerine yeterli destek verilirse Parlamentodan çok daha etkili sonuçlar alınması işten bile değildir.

Parlamento, siyasi mücadeleden kaçma organı olarak kullanılmamalıdır.










Hiç yorum yok:

Yorum Gönder