6 Haziran 2023 Salı

Mehmet Şimşek kabinede hangi amaçla ve neden ısrarla yer aldı? (İhsan Çaralan) + Dış politikada Hakan Fidan’ın şifreleri (Yusuf Karadaş) + Görmemişin oğlu ve hakkı…(Mustafa Yalçıner) - EVRENSEL

 Mehmet Şimşek kabinede hangi amaçla ve neden ısrarla yer aldı? (İhsan Çaralan)

14-28 Mayıs seçiminin muhalefet saflarında yarattığı artçı sarsıntılar devam ederken, Cumhurbaşkanı Erdoğan yeni kabinesini ilan etti.

Önceki kabinedeki 16 bakandan 14’ünü milletvekili yapan Erdoğan’ın kabinede bir yenileme yapacağını herkes kabul ediyordu. Ama eski 14 bakanın tümünü kabine dışında bırakacağı beklenmiyordu. Tersine Hulusi Akar, Bekir Bozdağ başta olmak üzere bazı eski bakanların yeniden bakan olarak atanacağı bekleniyordu. Ki, Soylu’nun bile eğer Bahçeli ısrar ederse görevde kalacağını söyleyenler az değildi. Dahası Erdoğan’ın milletvekili olmaları teklifini kabul etmeyen biri özel hastane zinciri diğeri otel zinciri sahibi iki patron bakan Koca ve Ersoy ile Nebati dışında tüm diğer bakanlar “bakan toto” oynayanlar tarafından oyunda tutuluyordu.

Beklentilerden birisi de Erdoğan’ın yerel seçimde parti içinde sevilen bazı “abileri” de bakan yaparak parti örgütlerini motive etmek isteyeceği doğrultusundaydı. Ama bu konuda da Erdoğan tam tersini yaptı. Koca ve Ersoy dışındaki tüm bakanları “eski bakan” yapan Erdoğan, “imar aflarının mimarı” olarak bilinen ve 4 yıl önce Ankara’da Mansur Yavaş karşısında seçimi kaybeden Mehmet Özhaseki’yi Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı yaparak bürokrat ve patronlardan oluşan listesini de bozmuş oldu!

KABİNEDE 15’TEN AYRILAN TEK BAKAN ŞİMŞEK!

“Tek adam rejiminde, hele de tek adam Erdoğan gibi ağzından çıkanın yasa olmasından pek hoşnut olan birisinin başında olduğu rejimde bakanların kimler olduğunun bir kıymetiharbiyesi yoktur” denebilir. Böyle diyenler çok haklı da olurlar.

Bu söylenenler 15 bakan için böyle olabilir ama Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek’in bu 15 bakandan farklı bir özelliği var.

Çünkü Erdoğan aylardan beri Şimşek’i ekonominin başına getirebilmek için girişimler yapıyordu. Seçimden hemen önce bile Şimşek’in Erdoğan’a “hayır” dediği biliniyordu. Bu yüzden de Mehmet Şimşek’in Erdoğan’dan kendisine müdahale etmeyeceği ve ekonomi bürokrasisinin de kendisi tarafından oluşturulmasına izin verilmesi konusunda bir uzlaşmaya varıldığı için görevi kabul ettiği belirtilmektedir.

Nitekim Şimşek, Nebati’den görevi devralırken şunları söyledi: “Önümüzdeki dönemde bu hedefe ulaşmada, şeffaflık, tutarlılık, öngörülebilirlik ve uluslararası normlara uygunluk temel ilkelerimiz olacaktır. Türkiye’nin rasyonel bir zemine dönme dışında bir seçeneği kalmamıştır. Kurala dayalı öngörülebilir bir Türkiye ekonomisi özlenen refaha ulaşmamızda anahtar olacaktır… Sürdürülebilir yüksek büyüme için mali disiplinin tesis edilmesi ve fiyat istikrarının sağlanması temel hedefimiz olacaktır.”

Böylece Şimşek daha görevi devralırken, Nebati’nin şahsında gibi görünen ama arkasında “Ekonomist Erdoğan”ın durduğu, “Faiz sebep enflasyon neticedir” diye formüle ettiği “milli ve yerli iktisat anlayışı”nı; “Şeffaflık, tutarlılık, öngörülebilir ve rasyonel bir zeminde olmayan” bir iktisat tutumu olarak ilan etmiş bulunmaktadır!

Şimşek’in bu söylediklerinin arkasında ne kadar duracağı, Erdoğan’ın Şimşek’in bu tutumuna ne kadar tahammül edeceği gibi önemli sorular vardır. Ama gelişmenin bu boyutunu yakın bir gelecekte göreceğiz.

ŞİMŞEK ULUSLARARASI SERMAYEYE GÜVEN VERMEK İÇİN BAKAN YAPILDI!

Şimşek konusunda işçi sınıfı ve emekçileri asıl ilgilendiren ise, emekçilerin Erdoğan’ın “irrasyonal”, “heteredoks” denilen anlayışıyla Şimşek’in “rasyonal”, “uluslararası nomlarla uyumlu” iktisat anlayışı arasına sıkışmamak, Şimşek’in iktidar tarafından açıkça sermaye muhalefeti tarafında da zımnen “kurtarıcı” olarak gösterilmesinde kafa karışıklığına uğramamalarıdır.

Çünkü Mehmet Şimşek halktan yana bir iktisat programının uygulanması için bakan yapılmadı. Tersine Şimşek, uluslararası ve yerli sermayenin desteğini yitirmiş olan tek adam rejimine bu desteği yeniden sağlamak üzere, uluslararası ve yerli büyük sermayenin çıkarlarının daha tam gerçekleştirilmesi için uygulamaya sokmak için en uygun kişi olarak bakan yapıldı. Yani Şimşek’in yapmak istediği, bir zamanlar Derviş’in yaptığı gibi IMF’siz bir IMF programını devreye sokmaktır. Böylece hem sermaye güçlerinin isteklerine uygun bir ekonomik program devreye sokulacak hem de Erdoğan ihtiyaç duyduğunda IMF’ye uluslararası sermayeye, hatta yerli büyük sermayeye verip veriştirebilecektir!

Yani Erdoğan Şimşek’e; halkın taleplerini karşıla, işsizliği ve yoksulluğu ortadan kaldırmak için gerekenleri yap dememiş, tersine uluslararası sermayenin Türkiye’ye gelmesi için onları daha kârlı yapacak, yerli büyük sermayeyi memnun edecek önlemleri al demiştir. Şimşek de Erdoğan’a “evet” demek için şartlarını sıralarken mallara yapılacak zamlara karşı çıkılmaması ile ücret ve maaş artışlarının kısıtlanması konusunda siyasal kaygılarıyla kendisine müdahale edilmemesini istemiştir. İkili arasında varılan uzlaşmanın özeti budur.

ŞİMŞEK SİSTEMİN YÜKÜNÜ HALKIN SIRTINA YIKMAK İÇİN GELDİ!

Prof. Dr. Aziz Çelik Twitter hesabından Erdoğan’la Şimşek’in vardıkları uzlaşma üstünden şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ücret ve maaşlarla ilgili konularda çalışma bakanı değil Mehmet Bey belirleyici olacak. Asgari ücrette eskisi gibi artışlar biraz zor. Memur asgari maaşının 22 bin liraya yükselmesi epeyce tartışmalı olacak. Diğer memurlara makul maaş artışları daha da zor. Emekli aylıklarında ciddi bir iyileştirme ve intibak düzenlemesi çok daha zor. Kademeli emeklilik meselesi bir başka bahara kalabilir.”

Kısacası Erdoğan’ın seçim sürecinde emekçilere yaptıkları vaatler ve azgınlaşan enflasyon karşısında yapılacak zamlar konusunda artık Hazine ve Maliye Bakanlığının bir bariyer oluşturacağı açıkça anlaşılmaktadır. Şimşek’in Erdoğan’la “ekonominin gereği” üstünden emekçilerin yaşama ve çalışma koşullarını daha da kötüleştirirken emekçilerin taleplerini elde etmeden yaşamlarını sürdürmeye düne göre daha da zorlanacağı bir döneme girileceğini söyleyebiliriz.

Burada sorumluluk her zaman olduğundan daha da fazla emekçilerin talepleri arkasında birleşerek mücadele etmesinden geçmektedir.

Burada “Her zaman olduğundan daha da fazla” ifadesi dil alışkanlığı değildir. Çünkü emekçiler, hak mücadelesi yürütenler, dün belki sadece Erdoğan’ı ikna etmek zorundayken bugün bir de Bakan Şimşek’i aşmak zorunda kalacaklardır!

Bu da önümüzdeki dönemde işçi sınıfı ve emekçilerin talepleri karışışında daha direnen bir tek adam rejimi bulacağı anlamına gelmektedir. Ve elbetteki işçiler ve emekçiler de önümüzdeki dönemde daha büyük bir güç ve dirençle mücadele etmek durumda kalacaklardır.

                                                            /././

Dış politikada Hakan Fidan’ın şifreleri (Yusuf Karadaş) 

Erdoğan’ın yeni Cumhurbaşkanlığı Kabinesinde en çok dikkat çeken hamlelerinden biri 2010’dan bu yana MİT Müsteşarlığı/Başkanlığı görevini yürüten Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanı görevine getirilmesi oldu. ‘Tek adam’ın bütün karar alma süreçlerinde böylesine belirleyici olduğu bir sistemde isimlerin fazla önemli olmadığı düşünülebilir. Ancak Fidan gibi Erdoğan’ın “sır küpüm” dediği ve MİT’in dış politikada “proaktif” bir rol almasının mimarlarından birinin Dışişleri Bakanlığına getirilmesinin yeni dönemde iktidarın dış politikadaki hedef ve yönelimlerinin anlaşılması bakımından önemli veriler sunduğuna da şüphe yok.

Neydi "proaktif" dış politika?

MİT’in 80. kuruluş yıl dönümünde (2007) ilan ettiği proaktif dış politikayı; Ortadoğu, Doğu Akdeniz, Karadeniz, Kafkasya gibi paylaşım mücadelesinin devam ettiği bölgelerde Türkiye egemen sınıflarının çıkarları temelinde yeni koşullar oluşturmak ya da koşulların seyrini değiştirmek için müdahalelerde bulunmak biçiminde tanımlayabiliriz. 2009’da MİT Müsteşar Yardımcılığı görevine atanan Fidan, 2010’da MİT Müsteşarı oldu ve o tarihten bu yana MİT’in proaktif dış politika bağlamında yaptığı müdahalelerin, gerçekleştirdiği operasyonların başında yer aldı.

Erdoğan, 2020’de MİT’in İstanbul hizmet binasının açılışında Suriye, Irak ve Libya başta olmak üzere “MİT’in pek çok yerde canla başla çalışması”ndan övgüyle söz etmiş “Çatışma bölgelerinde elde ettiğimiz kazanımlar, diplomatik alanda ülkemizin masaya daha güçlü oturmasını, milli menfaatlerimizi daha etkili savunabilmemizi sağlıyor” demişti.

Peki, neydi bu Erdoğan’ın övgüyle söz ettiği ve “milli menfaatlerimizi” savunduğunu iddia ettiği müdahaleler?

MİT’in dünyada ses uyandıran ilk müdahalesi, Gazze’ye “yardım filosu” gönderilmesi ve bu filoda yer alan Mavi Marmara vapurunun İsrail askerlerinin saldırısına uğramasıydı.

O dönem iktidarın ortağı olan Gülenciler (FETÖ) ABD ve İsrail’in tepkisini çeken bu eylemi MİT’e operasyon çekmek için bir fırsata çevirmeye çalışmış ve bunun için PKK ile Oslo’da yapılan görüşmeleri basına sızdırmıştı.

Bu gizli görüşmelerin sızdırılması, MİT’in bir başka başarısızlığı olmuştu.

Erdoğan iktidarının Irak’ta desteklediği Irak İslam Partisi lideri Tarık el Haşimi, ülkesinde birçok bombalı saldırı ve katliamdan suçlu bulunup idam cezasına çarptırılınca MİT tarafından kaçırılıp Türkiye’ye getirilmişti.

MİT, 10 yılı aşkın bir süredir Türkiye’yi ciddi problem ve tehditlerle yüz yüze bırakan Suriye rejimini devirmeye yönelik müdahalelerinin de en başında yer aldı ve almaya devam ediyor.

Erdoğan’ın 2013’te gerçekleştirdiği ABD ziyaretinde Obama, Fidan’a işaret edip “Biz sizin Suriye’deki radikallerle neler yaptığınızı biliyoruz” demişti. MİT’in Suriye’de iş birliği yapılan cihatçılara gönderdiği silah dolu tırlar ve SADAT’ın el Nusra’ya gönderdiği silahlar ifşa olunca Obama’nın bildiğini biz de öğrenmiştik.

Daha sonra proaktif dış politikanın araçlarından biri olarak kurulan “özel” bir savaş örgütü olan SADAT’ın Kurucusu Adnan Tanrıverdi Cumhurbaşkanı Başdanışmanı olmuş, 23 Ocak 2018’de Afrin operasyonu konusunda yapılan “güvenlik zirvesi”nde Tanrıverdi’nin Fidan ile verdiği poz, MİT-SADAT iş birliğinin fotoğrafı olarak tarihe geçmişti.

MİT’in “başarı” karnesinden söz ederken yeni kabinede Milli Savunma Bakanı olarak görevlendirilen Yaşar Güler’in de içinde yer aldığı toplantının ses kaydının yine FETÖ’cüler tarafından sızdırılmasını da unutmamak gerekiyor. Bu ses kaydında Fidan’a ait olduğu iddia edilen ses Suriye’ye 2 bine yakın tır gönderildiğinden söz ediyor ve müdahaleye gerekçe üretmek için “Öbür tarafa 4 adam gönderirim, 8 tane füze attırırım” diyordu.

Haziran 2014’te IŞİD’in Türkiye’nin Musul Başkonsolosluğunda görevli 49 kişiyi rehin almasına seyirci kalınması sonrasında yaşanan tartışmaların merkezinde yine MİT vardı.

Burada MİT’in Libya ve Dağlık Karabağ’daki rolüne ayrı bir parantez açmak gerekiyor. Çünkü MİT’in SADAT’ın da rol üstlendiği Libya müdahalesi, Trablus’un kapısına dayanan Halife Hafter güçlerinin (Rusya’nın SADAT’ı olan Wagner tarafından destekleniyordu) geriletilmesinde etkili oldu. Ancak bu müdahale Türkiye’nin “oyun kurucu güç” olduğu propagandasına dayanak yapılmaya çalışılsa da gerçekte bu müdahale Libya’da çatışma halindeki güçler arasında bir denge durumu yarattı ve ABD’nin başını çektiği Batılı emperyalistlerin devreye girmesi için uygun koşulları sağladı.

Dağlık Karabağ savaşında üstlenilen rol ise Ermenistan’ın yüzünü Batı’ya dönen Paşinyan yönetiminin sıkıştırılmasına yol açtı ve bu kez Rusya’nın işini kolaylaştırdı.

Bugünkü tek adam rejiminin kurulmasında dönüm noktası olan 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimiyle ilgili tartışmaların da odağında MİT yer almıştı. Çünkü o dönem orduda görevli bir binbaşı, MİT’e giderek darbe girişimini ihbar etmiş ama MİT, darbe girişimini engelleme yönünde herhangi bir adım atmamıştı.

MİT’in seyirci kaldığı ve ülke siyasetine yön veren tek gelişme darbe girişimi de değildi. MİT bu saldırıları engelleyecek istihbarat kaynaklarına sahip olduğu halde Diyarbakır, Suruç, Ankara (10 Ekim), Reina, Gaziantep gibi IŞİD’in göstere göstere yaptığı katliamlara da seyirci kalınmıştı. Bu dönemde yaratılan terör ve korku iklimi, 7 Haziran’da tek başına iktidar olma çoğunluğunu kaybeden AKP’nin 1 Kasım 2015 seçimlerinde yeniden tek başına iktidar olmasının yolunu açmıştı.

Görüldüğü gibi Erdoğan’ın “Milli menfaatleri savunmak” adına övgüyle söz ettiği müdahaleler aslında halka büyük bedeller ödettirmekle kalmadı, ülkeyi ciddi tehditlerle de yüz yüze bırakan sonuçlara yol açtı. Ancak Erdoğan ve kader birliği yaptığı tekelci burjuva gericilik “milli menfaatler”den bölgemizde emperyalistler arasında devam eden egemenlik mücadelelerinden kendilerinin pay kapmalarını anlıyorlar; bunun için de ülkeyi, halklarımızı yeni tehditlerle karşı karşıya bırakmakta sakınca görmüyorlar.

Hakan Fidan’ın MİT Müsteşarı olarak karnesi, onun bakanlığı döneminde Erdoğan rejiminin dış politikasındaki temel yönelimin ne olacağı sorusunun da yanıtını veriyor. Her ne kadar İsrail, Mısır, BAE, S. Arabistan ve en son Suriye’de gördüğümüz gibi her sıkıştığında yeni tavizler vermek zorunda kalsa da Erdoğan yönetimi Fidan döneminde de yayılmacı emelleri ve kader birliği yaptığı küçük bir azınlığın çıkarları doğrultusunda müdahale politikasını sürdüreceğinin işaretlerini veriyor.

İç ve dış politikanın böylesine iç içe geçtiği bir süreçte içerideki baskı rejimini dışarıda, ülke ve bölge için bir tehdit oluşturan cihatçı grupların da kullanıldığı müdahale politikaları tamamlıyor. Bu nedenle önümüzdeki yeni ve zorlu dönemde ülkedeki demokrasi mücadelesi kaçınılmaz bir biçimde bölgede barış mücadelesine bağlanıyor. Hakan Fidan’ın Dışişleri Bakanlığı, CHP başta olmak üzere bölgedeki savaşçı politikalar karşısında tutarsız bir tutum takınıp iktidarın işini kolaylaştıran burjuva muhalefet için de uyarıcı olmalıdır.

                                                            /././

Görmemişin oğlu ve hakkı…(Mustafa Yalçıner)

Sonunda yeminin ardından gelen tantanalı müthiş bir törenle başkanlığın yeni dönemine adım atıldı.

Beyefendinin az ünü yok! Herhalde 50 devlet ve hükümet başkanı ve bir o kadar uluslararası seçkinle onurlandırılmak her kula nasip olmaz. Hele antiemperyalist sayılmak! Maduro gibilerin teşrifi olağanüstüydü doğrusu! “Solcu” neoliberal Lula yoktu, ama o da beyefendinin “yoksulluğa karşı mücadelesine” müttefiklik ilan etmekteydi. Halkın yüzde 64’ünü açlık sınırı altında yaşama mahkum eden ne mücadele ama!.. Tekellerin bir dediğini iki etmeyen beyefendi, antiemperyalizminin yanında büyük bir yoksul dostu da aynı zamanda!

Yoksulluk demişken, yoksulluğu onca derinleştiren fırlayan dolarla ekonominin perişan haline rağmen kazandı beyefendi. Oysa CHP kurmaylarıyla Millet İttifakından ekonominin yerde sürünmekte olan durumunun otomatik olarak seçimi kazandıracağı beklentisi yayılmış ve bu beklenti anketlerle de desteklenmişti.

Bu indirgemeciliğin iş yapmadığı görüldü. Evet, yoksullaşma derindi, nüfusun büyük çoğunluğu ete çoktan veda etmiş, soğan-patates almakta zorlanıyordu. Ama otomasyonun önünü kesen iki temel etken görmezden gelindi. Dalga geçilen “düşük faiz politikası” aptallık ürünü değildi. Asgari ücretin artırılması türü önlemlerle desteklenmiş ve yine de yoksulluk üretmesine rağmen işsizliğin patlamasının önüne geçilmişti. Emekçiler, sürünerek de olsa, ama işsizlik belasıyla yüzleşmeden geçinmeye çalışmaktaydı. Ve ikincisi, muhalefet fazlasıyla seçkinci olmakla kalmayıp durumu düzelteceğine dair inandırıcı bir “hikaye” de anlatamamıştı. Anlatabildiği kadarını ise “mahallenin dışına” taşıyıp beyefendinin destekçilerinden hiç değilse bir bölümünü ikna etmeye uğraşmayarak otomatik etkiye güvenmiş; taraftarlarını bir araya topladığı büyük mitinglere, yandaşı TV kanallarına, Twitter mesajlarıyla yayımladığı videolara güvenmişti. Oysa bunların hiçbirinin menzili “mahalle dışı”nı kapsamıyor, dolayısıyla burjuva muhalefet kendi çalıyor kendi oynuyordu. Beyefendinin kendi mahallesinden destekçileri, “Tamam durum pek iç açıcı değil, ama düzeltirse yine reis düzeltir” diye düşünmeyi sürdürdüler. Bunda örneğin enflasyonun dünyanın başının derdi olmasının payı olduğu kadar, dinselliğin yanı sıra yerli-millilik propagandasıyla ulusal onuru da okşayan “gavur-batının kumpası” vurgusu da etkili oldu.

Sokaklar kötülenip sokağa çıkılması yasaklanarak sandığın işaret edilmesi ve burjuva fraksiyonlar açısından anlamlı olsa bile halk için bir çekiciliği olmayan “tek adama karşı parlamenter yönetim” temel talebinin ileri sürülmesiyle yetinilmesi yukarıda söylenenlerin tuzu biberi oldu. Sokakta, fabrika ve işyerinde, evinde, köyünde ayağına gidip “Hikayenizi anlatarak” yaşadığı dertler üzerinden ikna etmeye çalışmazsanız emek kitlelerinin eğilimlerini değiştiremezsiniz. Mitingler kalabalık olsa da, böyle oldu. Örneğin bir ANAP olmayan AKP, özellikle ekonominin olumsuzluklarıyla -kendiliğinden- sallansa ve bir miktar destek kaybetse de, ideolojik olarak kazanılmış asıl desteklerini korudu. Belki son kez, ama korudu. İdeolojik parti AKP, dinden ve körüklediği milliyetçilikten güç alıyor. Hele ikinci turda, çaresizlik ve faşistlerin dolduruşuyla “milli protokoller”den medet ummak ve asli sahipleriyle milliyetçilik yarışına girmek hem iğrenç hem de beyhudeydi! İkna edici hikayeniz olacak ve yarışmaya girmeyecek, ama, etkilerini kıracak tek yol olan emekçilerin emeklerinin hakkını savunarak tekellerle, dincilik ve milliyetçilikle mücadele edeceksiniz. Böyle yapmaksa, en baştan, sağa açılıp, AKP’den farkınızı belirsizleştiren eski başbakan ve bakanlar ve eski MHP’lilerle ittifak kurarak değil, halka giderek ve bunu kolaylaştıracak ittifaklarla mümkündü.

Üstüne, devlet olanaklarının dibine kadar kullanılacağı, çünkü devletle hesaplaşıldığı bilinmek yerine, sanki tarafsız hakem gözetiminde rakiplerle yarışılıyormuş gibi davranılması binince, sonuç baştan belliydi. Şimdi cılız sesle “adil olmayan seçim” deniyor. Oysa aradaki farktan daha çok el çabuklukları ve mükerrerlik türünden hile cabasıydı!

Şimdi hazır olunsun, M. Şimşek faiz artırıp sıkı para politikasıyla işsizliği patlatacak!

(EVRENSEL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder