Ağrı’dan Kahire’ye ucuz emek rekabeti (Bahadır Özgür)
14 Mayıs’tan bir gün sonra Yeşim Tekstil, Ağrı’daki fabrikasını kapattı. 28 Mayıs’tan bir gün önce ise Çinli Oppo, fabrikasını Mısır’a taşıdı. ‘Fabrika göçünün’ ardında politik gelişmeleri de içeren karmaşık bir süreç yatıyor.
Dönemin Sanayi ve Teknoloji Bakanı Mustafa Varank, Oppo fabrikasını ziyaret etmişti. (Fotoğraf: AA)
Gerilimli seçim günlerinin arasına sıkışmış iki önemli gelişme yaşandı. Türkiye kapitalizminin yönelimleri, siyasal temsil biçimleri, uluslararası iş bölümündeki yeri ve adım adım inşa edilen ucuz emek rejimi üzerine tartışmayı zenginleştirecek iki olaydı bunlar.
Oy kaygısının her şeye baskın geldiği dönemde üzerinde fazla duramadığımız bu gelişmeleri hatırlayalım önce.
14 Mayıs’taki seçimin ilk turundan bir gün sonra Yeşim Tekstil, Ağrı’daki fabrikasını kapattığını duyurdu. 28 Mayıs’taki ikinci turun bir gün öncesinde ise Çinli teknoloji devi Oppo, Tuzla’daki fabrikasını sessiz sedasız Mısır’a taşıdı. İlk bakışta sıradan görünen ‘fabrika göçünün’ ardında, kıyasıya ucuz emek rekabetinden başlayıp, bölgesel politik gelişmeleri, Erdoğan’ın ‘U’ dönüşlerini, küresel iş bölümündeki yeni eğilimleri de içeren karmaşık bir sermaye birikim süreci yatıyor aslında.
ÇİN MODELİ HAYALİ VE GERÇEKLER
Yeşim Tekstil, Bursalı köklü bir firma. Amerika, Rusya ve AB ülkeleri ihracat pazarları. Küresel markalara üretim yapıyor. Nike, Zara, Pull&Bear, Bershka, Tommy Hilfiger, Tommy Jeans, Polo Ralph Lauren başlıcaları. Ağrı’daki fabrikayı 2019 yerel seçiminin hemen öncesinde, belediye başkanlığına aday olan Savcı Sayan ve dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun katıldığı törenle açmıştı. Yerel seçim propagandasının merkezindeydi. Zira, en fakir kent Ağrı’da uzun süre sonra yapılmış ilk sanayi yatırımıydı. Yerel basında baş haberdi. AKP’ye oy da kazandırdı. Bursa’dan AB’ye, Moldova’dan Rusya’ya üretim yapan firma, Ağrı’yı, ABD ve Afrika için düşünmüştü. Geçen yıl sendikalaşma yüzünden resti çekmiş, “kapatıp giderim” demiş, oy kaygısıyla siyaset devreye girmiş, sendika ile patron arasındaki sürtüşme ertelenmişti.
Ama şirketin arzusu gerçekleşmedi. Peki neden?
Yeşim Tekstil’in yatırımı siyasal iktidarın ekonomi politikasıyla örtüşüyordu. TL’nin değer kaybı, kredi genişlemesi, orta gelirliler yoksullaştırılarak genişletilen emek havuzu üzerine inşa edilmeye çalışılan ‘Çin tipi kalkınma’, Recep Tayyip Erdoğan’ın mottosu olmuştu. ABD Başkanı Donald Trump ile ilişkiler hayalini besliyordu. Hali hazırdaki ABD-Çin ticari geriliminin pandemiyle birleşmesinin yarattığı ‘tedarik zinciri’ sorunlarını da not düşelim. ‘Çin modeli’ olarak formüle etse de Erdoğan esasında yeni oluşmakta olan uluslararası iş bölümünde Vietnamlılaşma (orta-orta üst teknoloji ülkesi) ile Bangladeşleşme (sudan ucuz emek ülkesi) arasında bir yere konumlandırmaya çalışıyordu Türkiye’yi. Çin’in, Batı’ya tedarikte ‘ara durak’ ihtiyacı da belirleyiciydi. Erdoğan’ın arzusu da tam gerçekleşmedi ama.
Peki neden?
Ağrı’daki Yeşim Tekstil Fabrikası da kapatıldı.RABİA’DAN DOSTUM SİSİ’YE: MISIR’LA REKABET
Erdoğan, iktidarı ile uluslararası iş bölümünün ihtiyaçları arasındaki dengeyi korumakta bocaladı. Siyaseten istihdam belirleyiciydi. Şirketlerin karlılığını ucuz emeğin yanında finansal araçlarla (Kur korumalı mevduat, kredi, rezervleri harcama, tavuk dönercinin dahi açıldığı borsa yoluyla fonlama) tahkim etti. İç pazarda fiyat artışı, enflasyonun üzerine çıktı. Menkul ve gayrimenkul fiyatları şişti. Böylece Forbes listesindeki ‘milli’ zenginlerin her birinin serveti ortalama 300 milyon dolar yükselirken, küçük mülk sahipleri de (kira, ev satışı, inşaat projeleri) bir nebze yararlanabildi. Emekçinin hesabına ise asgari ücret zamlarını, EYT’yi, sosyal yardımları yazalım.
Lakin ihracatın değeri kur ve enflasyonla muazzam düzeyde geriledi. Dış ticaret açığı patladı. Doğru düzgün yatırım da olmadı. Özel incelenmesi gereken askeri sanayinin kendine özgü dinamizmi, doğayı altüst eden madencilik dışında, ihracatın birinci kalemi otomotivde ne olduğu belirsiz TOGG, ikinci sıradaki tekstilde ise Çin’in ve Körfez’in ihracatçı sermayesine çuval, branda vs. üreten fabrikalar ile Çin hammaddesine dayalı iplik/iplik boyama dışında yeni yatırım görünmüyor. İstihdam yoğun biçimde son 10 yılda kredilerin etkisiyle sayısı 1 milyon artan mikro işletmelere tutunabildi. İstihdamın yüzde 35.8’ini barındırıyorlar. Büyük ölçekli işletmelerin payı yüzde 28. Böyle bir ekonomi politikasının sermayenin küresel rekabetinin gerçekleriyle uzun süre uyuşması zordu. Hele finansal bağımlılığı yoğun olan bir ülkede.
Ucuz emek tek başına yetmiyor yani. Onu, uluslararası iş bölümünün mecburiyetleriyle de desteklemek, finansal olanakları istikrarlı hale getirmek lazım. İşte asgari ücret zammı ve enerji maliyetinin üzerine bir de enflasyonun öz sermayeleri eritmesi eklenince, yeni yatırımla desteklenemeyen mevcut kapasite çareyi üretimi ‘bölgesel plana’ yaymakta buldu. İki seçim arasında gerçekleşen Erdoğan’ın zikzakları da bu ihtiyaca yanıt verme çabasıydı bir bakıma. ‘Rabia’dan ‘dostum Sisi’ye evrilen politik manevraları, Mavi Vatan’dan Akdeniz’deki doğalgaz arama savaşına, Libya’dan Suriye’deki sorunlara, Batı ile ilişkilerden Afrika pazarının anahtar rolüne uzanan karmaşık politik meselelerin yanında, Yeşim Tekstil’in göçüyle de beraber okumak anlamlı olur.
TEKSTİLCİ NİYE MISIR’A GÖÇÜYOR?
Nitekim Ağrı fabrikasını kapatmadan bir ay önce Yeşim Tekstil patronu, Ekonomim gazetesine verdiği demeçte, Mısır’a 80 milyon dolarlık yeni yatırım kararı aldıklarını söylüyordu. Maliyetler yüzünden Uzak Doğu ile rekabet edebilmelerinin yegane yolunun ‘bölgesel üretim üsleri’ olduğunu belirtiyordu. Haberde ayrıca Taypa, Realkom, FG Group gibi birçok şirketin sıfırdan yatırım yapacağı ifade ediliyordu. Mısır’da 35 büyük Türk tekstilci faaliyette. Yeşim Tekstil, üst üste iki yıldır Mısır’ın ihracat şampiyonu. İhracatın 3’te 1’i Türk şirketlerin elinde. Çinli tekstil devleri ve AB’li küresel markalar da Mısır’a kayıyor. Haliyle Çin tedariğinin rotası buraya kırıldı. Oppo gibi teknoloji şirketleri fabrikalarını taşıdılar. Bu arada Koç’un son yıllardaki en büyük yatırımlarından birisinin Afrika pazarı için Mısır’da kurduğu Arçelik fabrikası olduğunu hatırlatalım. ABD pazarına girişin yolu Mısır çünkü. 120 milyar dolarlık ABD hazır giyim ithalatından Türkiye geçen yıl 1 milyar dolar, Mısır 1.2 milyar dolar pay aldı. Bunun iki sebebi var: İlki; Mısır-İsrail-ABD arasında ‘Ortadoğu bölgesel barışı’ gerekçesiyle 1990’lı yıllarda kurulmaya başlanan Nitelikli Endüstri Bölgeleri. Kemal Kılıçdaroğlu’nun da vaadi olan bölgelerin sayısı 15’i aştı. Belli oranda İsrail tedariği kullanılan ürünlere ABD sıfır gümrük uyguluyor. Türkiye’ye yüzde 30’ları aşıyor. İkincisi; Sisi, kamuda uygulanan asgari ücret düzenini, Dünya Bankası’nın isteği ile 2021’de özel sektöre yaydı. Mısır Lirası’nı yüzde 25 devalüe etti. Toplam işçilik maliyeti Türkiye’de 600 doları bulurken, Mısır’da 150-175 dolar. Enerji maliyeti Türkiye’nin yarısı.
Seçim arasına sıkışmış fabrika göçünün arka planı kabaca böyle işte. 2008 krizi, pandemi, Çin-ABD rekabeti ve bölgesel savaşlarla yeni bir uluslararası işbölümü şekilleniyor. Tekstil üzerinden Mısır-Türkiye rekabeti bu bakımdan dikkat çekici. Elbette Türkiye kapitalizmi, 90’larda kurduğu otomotiv sanayi ve Batı finansal sistemine tam entegrasyonuyla Mısır’ı aşıyor. Ancak neoliberal yapılanma süreci paralellik arzeden iki ülkenin tekstil özelinde girdiği rekabet, yeni işbölümünü incelerken bir örmek.
Dolayısıyla ulusal sermayelerin küresel işbölümündeki rekabetinin getirdiği bölgesel ihtiyaçlara uygun olarak siyasal pozisyonların, temsil biçimlerinin, devlet yapısının da dönüşüm geçirdiğini gözden kaçırmamak, Erdoğan rejimine buralardan da bakmak önemli.
/././
Sosyal adaletin önemi (Hayri Kozanoğlu)
Fotoğraf: Depo Photos
Küresel çapta bir ankette insanların dörtte üçü yaşamlarının iyiye gitmediğini söylüyor. 244 milyon çocuk okula gidemiyor. Yoksul ülkelerde 10 yaşına gelen 10 çocuktan 7’si basit bir öyküyü okuyup anlama yetisinden uzakta.
Hafta sonu, memleketin içi karartıcı gündeminden biraz uzaklaşayım dedim ve bir uluslararası rapor okudum. Açıkçası, köşe yazımda da biraz Türkiye detoksu yapmayı, başka bir konuda kalem oynatmayı arzuladım. Eğer benzer bir ruh hali içerisinde iseniz buyurun… Yok, ülkenin bunca derdi tasası arasında böyle araştırma raporları neyimize diyorsanız, siz de haklısınız…
Bugün Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) Uluslararası Emek Konferansı’na sunduğu Sosyal Adaleti İlerletmek metnini konu alıyoruz:
Covid-19’dan artan yaşam pahalılığına, aşırı hava olaylarına, jeopolitik istikrarsızlığa ve ufukta beliren borç krizine, dünyada yaşanan olumsuzlukların sosyal adaleti sağlamaya yönelik çabaları eğer tersine çevirmiyorsa bile, en azından geciktirdiği hatırlatılıyor.
Küresel çapta yapılan bir ankette insanların dörtte üçü yaşamlarının iyiye gitmediğini dile getiriyor. Bu noktada ILO’nun kuruluş bildirgesinde, sosyal adaletin, “tüm insanlar ırkına, inancına, cinsiyetine bakılmaksızın, özgürlük, onur, ekonomik güvenlik ve fırsat eşitliği temelinde maddi koşullarını iyileştirmek ve tinsel gelişimini sağlamak hakkına sahiptir” şeklinde tanımladığına dikkat çekilerek, insan onurunun “emek bir meta değildir” ilkesine dayanması gereğinin altı çiziliyor.
SOSYAL ADALETİN DÖRT BOYUTU
Sosyal adaletin genelde dört boyutu bulunduğu söylenebilir. Birinci boyut, evrensel insan hakları ve kabiliyetleridir. Bu haklar yeterli bir yaşam standardına, eğitim, sağlık ve sosyal güvenlik hizmetlerine erişebilmeyi kapsar. Bu ayrıca örgütlenme özgürlüğünü de içerir. Uluslararası emek standartlarının yerleşmesi ve uygulanması da insan haklarının bir parçasıdır.
İkinci boyut, istihdam ve üretken faaliyetler için fırsatlara eşit erişimdir. Kişiye ekonomik faaliyetlere katılma olanağı tanınması ve gayreti ölçüsünde ödüllendirilmesi sonucu hem anlamlı bir işe sahip olma, hem de topluma katkı yapma fırsatı doğar.
Üçüncü boyut, adil bölüşümdür. Ekonomik büyümenin nimetlerinin adil bölüşümü ancak toplumdaki dezavantajlı ve kırılgan kesimlerin sorunlarına özenle eğilinmesiyle olanaklıdır.
Dördüncü boyut, adil dönüşümlerdir. Küreselleşme, teknolojik, demografik, çevresel ve diğer dönüşümlerin ve sıklaşan krizlerin insanların refahını en az olumsuz etkileyecek şekilde yönetilebilmesidir.
KÜRESEL ADALETSİZLİKLER DERİNLEŞİYOR
Ne yazık ki raporun bundan sonrasında somut bulgularla küresel sosyal adaletin ne kadar uzağında bulunduğumuz sergileniyor. 244 milyon çocuk ve genç okula gidemiyor. Yoksul ülkelerde 10 yaşına gelen her 10 çocuktan 7’si basit bir öyküyü okuyup anlama yetisinden uzakta.
2020’de 160 milyon çocuk çalıştırılıyordu. Bunların 50 milyon kadarı modern köle konumundaydı. Bu rakamların 2016’ya göre 8 milyon ve 2,7 milyon artışı işlerin kötüye gittiğini gösteriyordu.
Milyonlarca insan güvenli ve sağlıklı olmayan koşullarda çalışıyor. Her yıl iş kazaları ve meslek hastalıklarından 2 milyon dolayında işçinin hayatı kaybettiği tahmin ediliyor. İstihdam sahibi her beş kişinden birinin işyerinde fiziksel, psikolojik veya cinsel şiddet ve tacize uğradığı biliniyor.
Her beş gençten biri, ne eğitimde, ne istihdamda, ne de stajda. Dünya istihdamının yüzde 60’ı kayıtdışı ekonomide çalışıyor. Parça başı, geçici, kısmi zamanlı işler toplam istihdamda giderek yaygınlaşıyor.
İşgücü piyasasında toplumsal cinsiyet ayrımcılığı da çok yaygın. Eşit işlerde kadınlar erkeklerin yüzde 20 altında kazanıyor. Gelişmiş ülkelerde göçmen kadınlar ile ülkenin yurttaşı erkekler arasındaki ücret farkı ise yüzde 21’e ulaşıyor.
2022’de 205 milyonu işsiz, 268 milyonu ise işsiz sayılmasa da istediği tarzda bir işte çalışamayan, örneğin tam zamanlı çalışmak isteyip ancak kısmi zamanlı işlerle yetinen insanların toplamı 473 milyonu buluyordu.
Özetle, giderek derinleşen krizler, sosyal kalkınmaya yeterli yatırım yapılmaması, artan eşitsizlikler, küresel dayanışmanın yetersizliği ve görülmemiş düzeyde yüksek borçlar nedeniyle dünya, sosyal adalet hedefinin çok uzağında bulunuyor.
Dünyada 4 milyon kişi sosyal koruma ağlarının dışında kalıyor. Herkesin yaşamı boyunca kapsamlı, yeterli ve sürdürülebilir sosyal koruma olanağı altında bulunması ilkesinden giderek uzaklaşılıyor. Pandemide daha açık görüldüğü gibi birçok ülkede her yurttaşın sağlık hizmetine erişimi, hastalık ve işsizlik halinde devreye girecek programlar bulunmuyor.
ILO’nun tahminlerine göre, yaşlı yurttaşlara minimum bir sosyal koruma sağlanması çok önemli ekonomik ve demografik etkiler yaratacak. Düşük ve orta-düşük gelirli ülkelerde 10 yıl içerisinde kişi başına gelirde yüzde 14,8 artış gözlemlenecek. Bu dönüşüm yoksulluğu yüzde 6 azaltırken, toplumsal cinsiyet temelli ücret farklılıklarını da yüzde 3,6 daraltacak. Gelir dağılımı eşitsizlikleri de en alttaki yüzde 40’ın toplam gelirden yüzde 2,5 daha fazla pay almasıyla bir parça azalacak.
ILO’nun işçiler, işverenler ve hükümetler olmak üzere sosyal diyaloğu geliştirmek, sorunları çözmek üzere “üç taraflı” bir modeli var. ILO benzeri BM kuruluşları, yapıları gereği sorunlara parmak bassa da, bu sorunlarda kapitalizmin rolünü ifade etmekten, adını ağızlarına almaktan çekinirler. Burada da çözüm yolunda sermaye kesiminden lütuf beklemeleri fazlaca iyimser görünüyor.
Sorunların çözümü için yine aynı şekilde IMF, Dünya Bankası, DTÖ gibi uluslararası mali kuruluşlardan medet ummaları da yine dünyaya fazla pembe gözlükle bakmalarının sonucu.
Yine de sosyal adalet kavramının önemini hatırlattıkları, küresel çelişkileri somut olgular ve rakamlarla yansıttıkları için onlara teşekkür borçluyuz. Ulusal ve küresel sınıf mücadeleleri için bu tarz dokümanların yol gösterici işlevini aklımızdan çıkarmamamız gerekiyor. (ILO Advancing social, justice, International Labour Conference 111th Session, 2023)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder