Aşırılığı besleyen Merkez " ALMANYA" (Gürsel Köksal)
Kimi anketlere göre oy oranı yüzde 21’i bulan AfD böylece merkez sağdaki Hıristiyan birlik partileri ittifakı hariç (CDU/CSU), başta iktidardaki üçlü koalisyon partileri SPD, Yeşiller ve FDP (liberaller) olmak üzere parlamentoya girebilecek durumdaki tüm partileri geride bırakıyor.
10 yıl önce kurulan ve büyük bir hızla Almanya’daki ırkçı, milliyetçi, yabancı düşmanı, İslam ve Yahudi düşmanı ve diğer ayrımcı güçlerin, neo – nazi eğilimli örgüt ve grupların çatı partisi konumunu kazanmayı başaran AfD’nin geçtiğimiz iki haftadaki yerel seçimlerde gösterdiği başarılar da bu eğilimi doğruluyor.
BİR HAFTADA İKİ SEÇİM
Son olarak ülkenin doğusundaki bir bölge (Thüringen eyaletindeki Sonneberg Kaymakamlığı) ve bir kentteki (Saksonya Anhalt eyaletindeki Raguhn-Jessnitz kasabası) seçimlerin ikinci turunda AfD’nin adayları, kendilerine karşı tüm partilerin desteklediği adayları geride bırakarak ülkenin ilk aşırı sağcı kaymakamı ve belediye başkanı unvanlarını kazandılar. Her iki seçimde de seçmen sayısı, katılım oranları ve kazananla kaybeden adaylar arasındaki oy farkı küçük olmasına rağmen, aşırı sağcıların bu başarısı, son kamuoyu yoklamalarıyla birlikte değerlendirildiğinde Almanya demokrasisin ağır bir krize doğru yuvarlandığını gösteriyor.
Danimarka, Avusturya, İtalya, Hollanda ve İsveç gibi Batı Avrupa ülkelerinde doğrudan hükümet koalisyonlarında yer alan aşırı sağcıların Almanya’da da benzeri siyasi gelişmelerin anahtar gücü halini alıp alamayacağını önümüzdeki aylarda (Hessen ve Bavyera) ve önümüzdeki yıl (Brandenburg, Saksonya ve Thüringen) gerçekleştirilecek eyalet seçimlerinde göreceğiz.
Başta Hristiyan demokratlar ve liberaller olmak üzere gelecekteki potansiyel ortakları olabilecek partilerin merkez yöneticileri AfD’yle her düzeyde işbirliğine karşı olduklarını açıklıyorlar, ancak son yıllardaki gelişmeler demokrasiden yana güçlerin bu alanda sürprizlere hazırlıklı olmaları gerektiğini gösteriyor. Özellikle CDU’dan alt düzeydeki politikacıların “en azından yerel düzeyde” de olsa AfD’yle işbirliğini doğal ya da gerekli gösteren açıklamaları, bu doğrultudaki pratikleri bunun kanıtı. 2020 yılında Thüringen’de liberal parti FDP’nin başkanının CDU ve AfD’li milletvekillerinin oylarıyla eyalet başbakanlığına seçilmesinin neden olduğu krizin etkileri halen sürüyor. Dönemin CDU’lu Federal Başbakanı Merkel’in müdahalesiyle demokratik partiler bu “arıza”yı bir ay içinde giderip, Sol Parti-SPD ve Yeşiller’in azınlık hükümeti kurdular, ancak bu durum başta Thüringen olmak üzere özellikle Almanya’nın doğusundaki eyaletlerde AfD’nin gücünü daha da artırdı. Thüringen’deki seçim taktiğiyle demokratik partileri şok eden AfD’nin bu eyaletteki örgütlenmesinin başında halen partinin en radikal liderlerinden Björn Höcke yer alıyor. Sosyal bilimciler, Almanya’daki iç istihbarat teşkilatı BfV’nin (Anayasa’yı Koruma Örgütü) resmen takibi altında olan Höcke’nin açıklamalarını faşist, ırkçı, tarih revizyonisti (Hitler dönemindeki insanlık suçlarını inkar eden), anti semitist olarak tanımlıyor, nasyonal sosyalizmin dili ve fikirlerini kullandığına işaret ediyorlar. Bir dönem parti üyeliğinden atılması bile gündeme gelen bu politikacı, artık AfD’nin en güçlü liderlerinden biri...
AfD’NİN YÜKSELİŞİ
İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya’daki çeşitli aşırı sağcı partiler zaman zaman eyaletler çapında kısmi başarılar kazanmış olsalar da 2013 yılında AfD’nin kuruluşuna kadar federal düzeyde marjinal siyasi güç olarak kalmışlardı. Ancak AfD’nin kuruluşunun, özellikle de 2017’de yüzde 12,6 oy oranıyla Federal Meclis’e girmesinin ardından bu durum büyük hızla değişti. Kendi içinde sürekli çalkantı içinde olan, bünyesindeki neo-nazi bağlantılı üyeleri nedeniyle kısmen de olsa istihbarat teşkilatının takibatı altında olan AfD’de çeşitli kanatlar arasındaki güç kavgası nedeniyle kurucularından birçoğu artık parti üyesi bile değil. Ancak kendi içindeki bu sorunlar AfD’nin aldığı kitle desteğinin istikrarlı bir biçimde artmasına engel olamadı.
AfD’nin güçlenmesinde pandemi ve Ukrayna savaşı nedeniyle daha da derinleşen ekonomik krizden etkilenen, gelecek korkusu yaşayan orta kesimlerin, işini kaybetme endişesi içindeki işçilerin ya da işsizlerin kulak verdiği demogojik propogandanın etkisi var elbette.
Pandemi dönemindeki sınırlandırıcı önlemlerin, zorunlu aşı uygulamasının ve son dönemlerde de konut sahiplerine gelecekte ağır yükümlülükler getirmesi sözkonusu olan çevreci politikalarla ilgili kafa karıştıran tartışmalar da AfD’ye hizmet ediyor.
Ancak siyasal gözlemciler son gelişmelerin özellikle gerek sosyal demokratlar, yeşiller ve liberallerden oluşan hükümet koalisyonunun, gerekse de merkez sağ ana muhalefetin ve ana akım medyanın yaşanan güncel gelişmelere ilişkin siyasi söylemlerinin ve politikalarının sağa kaymasından kaynaklandığına işaret ediyorlar.
SAĞ POPÜLİZM TUZAĞI
Almanya’nın saygın siyaset ve kültür dergilerinden “Konkret”in bu konudaki sorularını yanıtlayan Prof. Gideon Botsch, AfD’yle ilgili kamuoyu yoklamalarını değerlendirken “Burada öncelikle konuştuğumuz öncelikle anket sonuçları, gerçek bir başarı değil” hatırlatmasını yaptıktan sonra, “Demokratik partilerin sağ popülizm politikalarıyla seçmen kazanma umutları esas olarak aşırı sağcı partilerin güçlenmesine neden oluyor” diyor.
Postdam Üniversitesi’ne bağlı aşırı sağ ve anti semitizm araştırmalar bölümünü yöneten Botsch, Almanya’daki son durumun medyanın ve demokratik partilerin performansından kaynaklandığına işaret ediyor. Merkel hükümeti döneminde de bir ara AfD’yle ilgili anket sonuçlarının şimdikine yakın düzeye çıktığını hatırlatan Botsch’ın açıklaması önemli: “O dönemde hükümet koalisyonu içindeki partilerinden biri olan CSU, hükümete karşı sağdan muhalif tutumdaydı. Şimdi de benzer bir durumu FDP’yle yaşıyoruz. Bir koalisyon partisi hükümete sağdan muhalefet ediyor. Bunun yanısıra eş zamanlı olarak Hıristiyan birlik partileri de benzer şekilde sağ uçta muhalefeti sürdürüyor ve sosyal demokrasinin de bir bölümü buna katılma eğilimi gösteriyor. Tüm politikalarda değil ama iç güvenlikte, iklim aktivistlerinin eylemlerinin kriminalize edilmesinde ve her şeyden önce de göç politikasında.”
SAĞA AÇILMA AfD’NİN İŞİNE GELİYOR
AfD’nin önce anketlerde, sonra da seçim sandıklarındaki güçlenmesini demokratik partilerin sağ retoriğe yönelmesinden kaynaklandığını tespit eden başka ciddi araştırmalar da var. Bütün bunlardan çıkan sonuç, özellikle son zamanlar CDU ve CSU’nun genel başkanları Friedrich Merz ve Marcus Söder’in göç, göçmenler, sığınmacılar, çevreci aktivistlerle ilgili açıklamalarının AfD’nin ekmeğine yağ sürdüğü, bu partinin geniş kitleler nezdinde daha da “normalleşme”sine yol açtığına işaret ediyorlar. Ve de AfD’nin söylemini üstlenerek sağdan seçmen kazanmayı hedefleyen politikaların bunların orjinal savunucularını güçlendirerek, demokrasiye zarar vereceğine de...
AfD’nin nezdinde aşırı sağın güçlenmesinin bir diğer nedeni ise bu partinin Ukrayna savaşına ilişkin tutumu. Ukrayna’dan gelen yüzbinlerce mülteciye açıkça karşı olan AfD, Almanya’nın savaşta NATO ve Ukrayna’yı desteklemesine de muhalefet ediyor, biran önce ateşkes ve barış görüşmeleri çağrısında bulunuyor, Rusya’ya karşı ekonomik ambargolara karşı çıkıyor. Bütün bunları yaparken “Olanlar kötü. Ancak biz Almanya’nın kendi çıkarlarını gözetmeliyiz” tavrını savunarak, savaşın yaygınlaşmasından endişe duyan geniş kitleleri temsil etmeyi hedefliyor. Sol Parti’yi bile karıştıran, bölünmenin eşiğine getiren bu önemli konuda puan kazanıyor. Gelecekte kendisine en yakın partiler CSU, CSU ve FDP’yle işbirliği söz konusu olduğunda bu tutumunu sürdürmesi zor ama şimdilik “savaşa karşı, barıştan ve diplomasiden yana tek parti” görüntüsü veriyor.
/././
Küskünleri harekete geçiriyorlar "ALMANYA" (Kai BUDLER, Anti faşist yazar)
Aynı zamanda Doğu Almanya’daki kendilerini sözde "temel muhalefet" olarak gören yerel derneklerinin etkisi de arttı. Bu dernekler ile istenmeyen federal başkanları devirmeyi ve kendi güçlerini ve ağlarını daha da genişletmeyi başardılar. Partinin gerçek karakteri uzun zamandır bilinmesine rağmen, parti kamuoyunda hala çoğunlukla bir "protesto partisi" olarak depolitize ediliyordu. Bugün bile bu durum, NPD ve klasik neo-Naziler gibi aktörlerin içinde barındırdığı bir partiyi sadece “radikal sağcı” olarak tanımlamanın yetersizliğini ortaya koyuyor.
KÜSKÜN SEÇMENLERİ HAREKETE GEÇİRİYORLAR
Örneğin Thüringen Eyaleti için yapılan araştırmalar, AfD'nin özellikle NPD'nin daha önce en büyük başarılarının mevcut olduğu yerlerde güçlü olduğunu gösteriyor. AfD, özellikle daha önce oy kullanmayan seçmenleri (küskün seçmenler) “düzen karşıtı” söylemlerle harekete geçiriyor. Doğu Almanya'da kendisini Doğu Almanya'nın çıkarlarının gözetleyen bir parti olarak göstermeyi ve Doğu Almanya'dan ve 1989'daki olan gelişmeleri araçsallaştırmayı başarıyor. Almanya Federal Cumhuriyet´in eski SED (Almanya Sosyalist Birlik Partisi) rejimine benzer bir “diktatörlük” haline geleceğine dair propaganda yaparak, kendilerini "özgürlük savaşçıları" olarak göstermeye çalışıyorlar. Parti ülke çapında ayrıca geçmiş yılların ekonomik krizlerinden faydalanmakta ve bu dönemde ortaya çıkan aşırı sağ ve komplo teorisi ideolojisi geleneğinden gelen protesto ortamını kendisine bağlıyorlar.
2021 federal seçimlerinde AfD seçmenlerinin yaklaşık %50'si aşırı sağcı görüşlere sahip olsa da parti uzun zamandır toplumun tam ortasından erkeklerin ağırlıkta olduğu bir seçmen kitlesine yöneliyor. Ancak toplumun tam içinde AfD'nin seçilmesine yol açan ırkçı tutumlar uzun süredir zaten mevcuttu. 2021 federal seçimlerinden sonra yapılan bir ankette, katılımcıların dörtte birinin oy verme kararında en büyük rolü sosyal güvenlik oynamış. Bu durum AfD için farklılık gösteriyor. AfD seçmeninin %40'ı seçimlerde göç ve göçmenliği seçimlerde belirleyici bir konu olarak belirtmiş.
Çeviri: Ezgi GÜNEYTEPE
/././
Irkçılığın Fransız halleri "FRANSA" (Esmeray YOĞUN, Akademisyen)
Biraz daha derinden bakacak olursak, bu yoksul mahallelerde, ırkçılığın, polis şiddeti ile harmanlanan haksızlık ve ayrımcılık, mahalle sakinleri için adeta sıradanlaştığını söylemek yerinde olacak. Neoliberal kemer sıkma politikaları nedeniyle kamu hizmetlerinin, sosyal devletin ve eşitliğin yok edildiği bu mahallerde hayatta kalmak hiç de kolay değildir. Oralardan başka bir hayatı düşünmek ise sadece romantik bir düş.
DERİNLEŞEN EŞİTSİZLİK
Fransa’da, en zengin %10’luk kesim ulusal servetin yarısından fazlasını elinde bulundururken, en yoksul %50’lik kesim pastanın %10’undan azını paylaşmakta. Bu ne demek?
Bu demek oluyor ki kriz dönemlerinde daha da zenginlesen bir azınlık ve karşılığında da gittikçe daha da yoksullaşan bir başka azınlık ayni ülkede iki ayrı dünyayı yaşıyor. Özellikle Covid-19 sonrası rakamlar tüyler ürpertici bir hal aldı. Fransa’da, yardım kuruluşlarına göre, pandemi nedeniyle en az bir milyon insan daha yoksulluğa itildi. Secours Catholique’in paylaştığı rakamlara göre, 7 milyon kadar insan veya yani Fransız nüfusunun yaklaşık %10’u gıda yardımlarıyla geçinmektedir.
Sanırım bugün Fransa ve hatta tüm Avrupa sokaklarını saran ırkçılığın arka planını anlamak için neoliberal politikaların doymak bilmeyen arzularını ve sermayedarların köleleştiremedikleri ile kurduğu ilişkiyi derinlemesine analiz etmek gerekiyor.
2020’den bu yana, ilk 10 Fransız milyarder 189 milyar € kazandı.
Fransız milyarderlerin sayısı pandemi döneminde 95’ten 109’a yükseldi.
Fransa’da ne zaman bir ekonomik ya da politik kriz olsa, bir günah keçisi yaratılır, suçlanacak bir azınlık bulunur. Elbette bu azınlık başkent Paris’in lüks semtlerinden ve onun zengin olanaklarından uzak banliyölerde yaşıyor. Yaşıyor diyorum ancak bu insana yakışır bir yaşamdan çok uzak, Fransızca’ da HLM (habitation à loyer modéré) denilen işsiz ve yoksulluğun buram buram hüzün koktuğu zavallı konutlarda kendilerine verilenle yetinmek zorunda kalan ve başkaldırmasından hep korkulan genelde Müslüman ya da siyahi nüfustan oluşmakta. Kimdir banliyölerde yaşayan bu azınlıklar, aslında azınlık demek matematiksel olarak büyük bir mantıksızlığı kendi içinde barındırıyor zira azınlık dediklerimiz çoğunluğu oluşturmakta!
BANLİYÖLERDEKİ HAYATLAR
Banliyölerde yaşayanların büyük bir kesimi ayda ortalama 715 € ile yaşıyor. Dikkat; yoksulluk sınırı 1102 euro olan bir ülkeden bahsediyoruz. Yani banliyölerde gördüğünüz insanların çoğu yoksulluk sınırının altında hayat sürdürmektedir. İnternetten gördükleri o ihtişamlı yaşamların çok uzağında hayatlar ve çıkması mümkün olmayan bir girdap. 65 milyonluk Fransa’nın yaklaşık %11’i yani yoksulluk sınırının altında bir gelirle yaşamakta.
Polisin 17 yaşındaki Nahel’i vurması şans eseri oradan geçmekte olan bir vatandaşın videosuyla ortaya çıktı. Bu dehşet verici olayda hükûmetin ve ana akım medyanın ilk yaptığı şey olay red etmek ve kurbanı ötekileştirmek idi, ta ki video sosyal medyaya düşünceye kadar.
Halk adaleti aramak için sokağa döküldü vatandaş fena gergin. Katil polisin Nahel’i öldürmeye nasıl cesaret ettiğini ya da onun tetiği çekerkenki rahatlığının nereden geldiğini girişteki ekonomik durumla yeniden tartışalım.
Özellikle 2000’den beri gittikçe artan eşitsizlikler en zengin ve en fakir arasında bir uçurum yaratmakta. Bu uçuruma ve onun acımasız bekçisi polise karşı gelen herkes cezalandırılmakta. Bunu 2018 sarı yelekliler olaylarında ve her seferinde gittikçe artan polis şiddetiyle ünlenen emeklilik yasa tasarısı protestolarında açıkça görmek mümkün. Özellikle süregiden emeklilik yasa tasarısı manifestolarında yaklaşık 1000’e yakın göz altı ve bine yakın polis şiddeti yaşandı.
Polis şiddetini sadece polisle açıklamak ise oldukça nahif ve orantısız kalacak. Zira yaşanan her vakanın altında sermaye ile hükûmet anlaşması var. Bu anlaşmanın polise düşen kısmında sermayenin bekçiliğini yapması görevini yaparken öldürmek de dahil tüm yetkilerle donatıldığı görülüyor. Bu yetki 2017’de Cazeneuve yasası yani "öldürme lisansı" ile alenen yasalaştı. İçişleri Bakanlığı üzerinde büyük bir etkiye sahip polis sendikası Alliance’in, yani 3 ayrı polis sendikasının birleşmesinden meydana gelen yapının, halk düşmanlığı ise aslında politik bir görevlendirmedir. Bu görevlendirmeyi Holland hükûmeti, "öldürme lisansı" ve iş kanunu da dahil olmak üzere bir çok sosyal alanda yasalaştırmıştır. Gelinen nokta ise kendi içinde birbirinden uzak ve oldukça kutuplaşmış ülkeler barındıran bir Fransa’dır.
/././
Kral Charles’ın faşistleri "İNGİLTERE" (Levent ÖZÇAĞATAY, Araştırmacı-Yazar) Fotoğraf: AA
Birleşik Krallık’taki aşırı sağın Kıta Avrupası gibi geniş tabanı olan politik bir partiye dönüşmesi şimdilik olanaksız. Ancak aşırı sağın politikaları Muhafazakâr Parti'nin gündemine girmeyi beceriyor ve muhalefeti de sağa çekiyor.
Avrupa'da aşırı sağın ürkütücü yükselişi ve aşırı sağ popülist partilerin iktidara oynuyor olması Birleşik Krallık’taki demokrat kesim tarafından endişe ile izleniyor. İtalya seçimlerinde sandıktan birinci parti olarak çıkan aşırı sağcı İtalya’nın Kardeşleri Partisi'nin lideri Giorgia Meloni’nin diğer sağ partilerle koalisyon kurup Benito Mussolini döneminden bu yana İtalya'nın en sağcı hükümetine liderlik etmeye başlaması, bazı gazetelere “Faşizm İtalya’ya geri döndü” manşeti ile verildi ve Başbakan Rishi Sunak’ın Meloni’yi Londra’da ağırlarken Birleşik Krallık ve İtalya'nın bir takım değerler açısından "çok uyumlu" olduğunu açıklaması eleştirilere konu oldu.
Radikal sağ popülizm zaten, Fransa’daki Le Pen liderliğinde iktidara aday olmuş ve akabinde tüm demokratları ilgilendiren bir Avrupa sorununa dönüşmüştü. ‘Avrupa’nın en Kuzeyindeki İsveç ve en güneyindeki İtalya arasında ne tür ortak zemin ve ideolojik bağlar bulunabilir de her ikisinde de ayni dönem içinde radikal sağ partiler yükselişe geçebilir’ sorusunu da gündeme getirmişti. Dünyanın her tarafında demokrasilere musallat olmuş sağ popülizm, halkı kutuplaştırarak, gelenek/ilke/değer/kural tanımayarak kitleleri siyasal manipülasyonla sorumsuzca istismar edebileceğini, İktidara gelebileceğini ve iktidarını sürdürebileceğini öğreniyordu.
BİRLEŞİK KRALLIK'TAKİ FARK
Birleşik Krallık’taki (Büyük Britanya) aşırı sağın İtalya, İspanya, İsveç ve Fransa’da olduğu gibi geniş tabanı olan politik bir partiye dönüşmesi şimdilik olanaksız gözükse de aşırı sağın belirlediği politikalar ılımlı sağda yer alan ve on üç yıldır iktidarda olan Muhafazakar partinin gündemine girmeyi beceriyor ve politik yelpazenin solunda yer alan ana muhalefet İşçi partisini de sağa çekiyor. Özellikle covid ile ilgili yasaklamalar ve karantina uygulamaları dönemlerinde internette aktifleşen aşırı sağ gurupların komplo teorilerinin arkasına sığınarak evlerinden dışarı çıkamayan ve düzene şüphe ve öfke ile bakmaya başlayan gençlere ulaşması, aşırı sağ düşüncenin gençler arasında endişe verici seviyelere gelmesi ve radikalleşmesi güvenlik birimlerince hızla büyüyen bir tehdit olarak belirtiliyor.
İkinci dünya savaşında Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sına karşı savaş vermiş olan bu ülkede eski kuşaklar neo-faşist ve neo-nazi örgütlenmelere hep kuşkuyla bakmıştır. 1930’lı yıllarda Mussolini özentisi bir lideri olan, siyah Gömlekliler olarak da bilinen ‘British Union of Fascists’ isimli politik parti de ikinci dünya savaşının başladığı yıllarda komünist, yahudi ve sendikacıların liderlik ettiği toplumsal direniş nedeni ile tarihe gömülmüştü.
Aşırı sağ, savaşı takip eden yıllarda kolonilerden adaya göçün başlaması ile Hristiyan ve beyaz İngiliz toplumun bazı kesimlerinde fark edilen yabancı ve göçmen düşmanlığını pompalayarak yeniden örgütlenmeye ve partileşmeye başladı. Taraftar ve üye olarak seçtikleri guruplar pastadan pay alamayan, kendini dışlanmış hisseden ama sosyalist soldan uzaktaki beyaz isçiler ve işsizlerdi. Zaten örgütlü olan, ‘holigan’ olarak bilinen futbol kulüplerinin taraftar gruplarına ve sosyal yabancılaşmanın sonucu olarak bir alt kültür olarak beliren ve kendine politik yelpazede yer bulamayan ‘skinhead’ hareketine sızmayı başardılar. Bu partiler popülist bir yaklaşımla mevcut toplumsal normlara meydan okuduklarını ve ülkeyi kontrol etmekle suçladıkları varlıklı, liberal elitlere karşı sıradan insanları temsil ettiklerini iddia ediyorlar ama geneldeki hedefleri çoğunluğu Karayiplerden ve Hint alt kıtasından gelen göçmenler oluyordu. Bu arada İrlanda’da İngiliz egemenliğine karşı süregiden bağımsızlık mücadelesi nedeniyle İrlanda’lı göçmenler, LGBT toplumu, sosyalistler ve kaçınılmaz olarak her krizde günah keçisi olmaya mahkum Yahudiler de bu ırkçı ve bölücü saldırılardan paylarını alıyordu.
AŞIRI SAĞIN PARTİLERİ
Aşırı sağın savaş sonrasında Birleşik Krallık'ta etkin olan dört büyük örgütlenmesi oldu: Ulusal Cephe (NF), British Ulusal Partisi (BNP), İngiliz savunma ligi (EDL) ve Birleşik Krallık Bağımsızlık Partisi (UKIP).
1980’li yıllarda ortaya çıkan ilk üç örgütlenmenin ortak teması göçmenlerin ve etnik azınlıkların beyaz İngilizlerden farklı ve aşağı olması ve bir tehdit oluşturduğuydu. Asılsız rakamlar vererek göçmenlerin suça yönelip çeteler kuran, düşük ücret ile çalışmayı kabul ederek var olan iş fırsatlarını kapan, barınma ve sosyal güvenlik fonlarını beyaz İngilizlerin elinden alan bir tehdit olduğu iddia edilerek dar gelirli İngilizleri kadrolarına almayı başarıyorlardı. Yalnızca göçü engellemek değil aynı zamanda ırklar arası evlilikleri yasaklamak ve ülkeye yerleşmiş göçmenleri geri göndermek gibi akıl almaz öneriler getiriyorlardı. Kitleler ise ardı ardına gelen ekonomik krizlerin, gelir kaybının, artan eşitsizliklerin, terörizm ve istikrarsızlığın nedenleri ile ilgili olarak sosyalistlerin ileri sürdüğü karmaşık ve anlaşılması zor açıklamalar ve uzun dönemli örgütlenmiş direniş çağrıları yerine ‘ortak pazara hayır’, vatanımızı geri istiyoruz’ ‘IRA’ye teslim yok’, ‘siyahlar ve Yahudiler bizim yerimizi alamaz’ gibi basit sloganların peşine takılıyorlardı.
Seçimlerde az sayıda Belediye meclis üyelikleri ve Avrupa parlamentosunda iki sandalye almalarına rağmen bekledikleri büyümeyi gerçekleştiremeyerek sokak yürüyüşlerine, mitinglerine odaklandılar ve paramiliter örgütlenmelere yöneldiler. Geçtiğimiz yıllarda ise Karayip ve Hindistan kökenli politikacıların yalnızca azınlıkların haklarını her zaman savunmuş olan sol partilerde değil sağcı Muhafazakar Parti içinde bile politik kariyer yapma imkanları olduğunu ve hatta başbakanlık ve bakanlık gibi makamlara gelebildikleri gerçeği ortaya çıkınca eski model ırkçılığın artık geçerli olamayacağı kabul edip cihatçı terörü beslemekle suçladıkları Müslüman toplumu hedef olarak seçtiler. Özellikle New York ve Londra’daki radikal İslam ve cihatçı terör eylemlerine tepki göstermek için camilere ve giyiminden kuşamından Müslüman olduğu belli olan kişilere saldırılarını arttırdılar. 2016 yılında bir milletvekilin öldürülmesi ve 2017’de Londra’da bir camiden çıkan Müslümanlara minibüsle saldırı düzenlenmesi gibi olayların perde arkasında silah, patlayıcı maddeler ve kesici aletler ile askeri eğitimler veren Combat 13, Önce Britanya, EDL gibi aşırı sağcı terör gruplarının olduğu ortaya çıktı. Norveç’te iki terörist saldırı ile 77 kişiyi öldüren aşırı sağcı terörist Breivik’in soruşturmalarda EDL yönetimi ile temasta olduğu ve EDL ideolojisinden etkilendiği ortaya çıktı.
YABANCI KARŞITLIĞI
Aşırı sağın seçim sandığında büyümesi Avrupa Birliğine karşı giderek artan tepkinin UKIP içinde birleşmesi ile oldu. Parti, en büyük başarı seviyesine, iki parlamento üyesi kazandığı ve Birleşik Krallık’ı Avrupa Parlamentosu'nda temsil eden en büyük parti olduğu 2010'ların ortalarında ulaştı. AB’den çıkarak göçmenlerin ve sığınmacıların adaya göçünün ve Britanya'nın İslamlaştırılmasının engellenmesi, Brüksel’ in Londra üzerindeki egemenliğinin sona erdirilmesi, sınırların korunması partinin tek politikasıydı. UKIP Brexit’ten sonra misyonunu tamamlayarak gücünü kaybetti. Fakat onun mirası Muhafazakâr parti içindeki şahinlere kaldı. Boris Johnson’un akşam kararsız olarak yatıp sabah Brexit’ci olarak uyanmasının nedeni UKIP’in başarısını analiz edip Avrupa Birliğine düşmanlığı kendinin ve muhafazakar partinin politik geleceği için bir fırsat olarak görmesidir. Brexit’i uluslararası yardım bütçesinin kısıtlanması, kamu harcamalarının azaltılıp vergilerin düşürülmesi, grevleri ve özgürlükleri engelleyen ve polisiye yetkileri artıran yasaların çıkarılması, sığınmacıların Ruanda’ya gönderilmesi gibi aşırı sağı memnun edecek politikalar takip etti. Böylece daha önce aşırı sağı desteklemiş seçmenlerin Muhafazakar partiye yönelmesi sağlandı. En iyi örnek 2019 genel seçimlerinden sonraki haftalarda, liderleri 2018'de Müslümanlara karşı nefret suçları nedeniyle hapse atılan aşırı sağcı ‘Önce Britanya’ grubunun 5.000'den fazla destekçisinin Muhafazakarlar'a katılmasıdır. Örgütün sözcüsü, "Radikal İslam'a karşı sağlam bir duruş sergilemeye istekli olan Muhafazakârları destekleyeceğiz" diyordu.
Aşırı sağın Muhafazakar partiye sızması ve ılımlı kesimin gücünü yitirmesi partide bir kimlik bunalımı yarattı. Brexit’ten bu yana süregelen iç savaş, önce Boris Johnson’un başbakanlıktan sonra da milletvekillikten istifa etmesi ile ivme kazandı. Ülkenin politik yelpazesinde merkezin sağında yer alan ve geleneksel olarak kendi bünyesindeki sağ kanat, tek ulus, ve sol kanat ile barış içinde yasayan parti son yıllarda yeni beliren katı Brexit’ciler, yumuşak Brexit’ciler, Avrupa Birlikçiler, ılımlı ulusalcılar, ılımsız ulusalcılar, göçmen düşmanları, vergi düşmanları, kuzeyliler, yeni muhafazakarlar gibi yeni beliren guruplar nedeniyle gölgesi ile kavga eden parti konumuna girdi. Ilımlı kanat dağılırken Muhafazakarlar aşırı sağa çekildi.
Ana muhalefet İşçi Partisi ise Muhafazakarların boşalttığı yeri merkeze kayarak doldurmak amacı ile sosyalist kanadını dışlayan, sürmekte olan grev dalgalarına ve sendikalara sırtını dönen, sağcı başına şirin gözükmek için çevreci ve eşitlikçi planlarını erteleyen, gölgesinden korkan bir parti izlenenimi vermeye başladı.
Bu gelişmeler Birleşik Krallık’ın pek birleşik olmadığının yeni bir göstergesi. İngiltere ve Kuzey İrlanda’da aşırı sağ hatırı sayılır bir politik güç iken İskoçya ve Galler’de yerinde sayıyor.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder