(I) *
Din hocalarının bolluğu ile tanınan Konya’ya yapmış olduğu gezilerinden birinde Atatürk, yanında bazı yabancı elçiler bulunduğu halde kentin görülmeye değer yerlerini gezer. Bu arada sarıklı bazı hocalar kendisinden medreseleri de ziyaret etmesini isterler. Her ne kadar din adamlarından pek hoşlanmasa da nezaketsizlik olmaması için teklifi kabul eder. Kendisini, yanındakilerle birlikte, medrese olduğu söylenen bir yere götürürler. Burası kapısız, bacasız bir yerdir. “Hani kapı, nerede” diye sorar. Kapı yerine demir parmaklı bir yeri gösterirler ve “Medreseye köpek girmesin diye parmaklık yaptırdık” derler. Sanki köpeklerin girmesini önlemek için daha akıllıca yapılacak başka bir şey yokmuş gibi!
Demir parmaklığın üstünden atlayıp, yanındaki yabancı misafirlerle birlikte, içeriye girer. Bir de görür ki başı sarıklı bir tabur adam, başlarında müftü ve Konya’nın tekmil uleması olmak üzere sıraya dizilmiş, beklemekteler. Hepsine aynı şekilde nezaket gösterir. Onun bu nezaketini fırsat bilen müftü efendi, hocalar lehine bazı imtiyazlar koparmak maksadıyla konuşmaya girişir. Medrese öğrencilerinin askerlik hizmetinden affedilmelerini ister ve “Efendim, bizim öğrencileri askere alıyorlar ve askerde bulunan öğrencinin iadesine izin vermiyorlar. Birkaç defa hükümete yazdık. Cevap vermediler. Emir buyurunuz (da bu hallere bir son verilsin)...” der.
Böyle bir konunun yabancı elçiler önünde ele alınıp tartışılması halinde müftünün ve oradaki diğer din mensuplarının muhtemelen rencide olabileceklerini düşünen Atatürk: “Peki, icabına bakarım” diyerek konuşmayı kısa keser. Fakat müftü efendi direnir, “Hayır şimdi emir veriniz. Askerlik dairesi başkanı paşamız buradadır, valimiz buradadır” der.
Atatürk yine nezaketini muhafaza ederek “Nazarı dikkate alırız” der. Fakat müftü efendi, “Efendim şimdi karar veriniz” demekte ısrarlıdır. Müftünün bu küstah ve rahatsız edici tutumuna karşı Atatürk’ün tepkisini kendi ağzından dinleyelim: “O zaman vaziyyeti tetkik ettim. Müftü efendi, hocaların herkes üzerinde müessir olduğunu ispat için bana hükmediyordu. Gayet yüksek sesle hocalara dedim ki ‘Bir sürü asker firarisi toplanmışsınız. Bütün medreselerde sizin gibi insanların yekûnunu toplasak Karahisar’ı (şehrini) istirdat ederdik. Memleketi kurtarmak mı, yoksa sizlerin burada oturmanıza karar kılmak mı? Hangisi daha önemli?’” (Kurtuluş Savaşı dönemi)
Kuşkusuz ki olay Konya’da büyük tepkiler yaratır, zira din uleması hakarete uğramıştır. Ancak ne var ki Konya ahalisi, bu olaydan fevkalade mutlu olmuşçasına Atatürk’e bağlılığını bildirir. Bazıları yanına yaklaşarak “Efendim çok teşekkür ederiz, biz hocalara karşı çok itibar ediyorduk. Sebebi de buraya gelen her büyük adam, onların elini öpmüştür. Biz de zannediyorduk ki onların elini öpmek bir şereftir. Yoksa biz bunların ne kadar (kötü) adamlar olduklarını şimdi anladık” derler. Söylemeye gerek yoktur ki bu şekilde konuşurlarken anımsatmak istedikleri şey “Evi baca, köyü hoca yıkar” ya da “Ölü evinde yaş, imam evinde aş” ya da “Allah haziranda yılandan, ramazanda imamdan korusun” ya da “Oğlunu seven hocaya, kızını seven kocaya vermez” şeklinde olmak üzere halk dilinde yerleşmiş olan tekerlemelerdi.
Atatürk yukarıdaki olayı 1923 tarihli bir konuşmasında anlatmıştır ve anlatırken de kendi ifadesiyle “Din hocalarının bu memlekette ne kadar kıymetsiz olduklarını ve milletin hocalardan ne kadar nefret ettiğini” kanıtlamak istediğini açıklamıştır. Düşündüğü o olmuştur ki Türk halkı ve Türk köylüsü, din adamları sınıfından korkmuştur, yılmıştır; daha doğrusu korkutulmuş ve yüzyıllar boyunca hocalara önem verme zorunluluğunda tutulmuştur.
Bundan dolayıdır ki Atatürk, yeni “laik” Türkiye Cumhuriyeti’nin başkanı olarak her fırsatta halka “(Din hocalarına) önem verirseniz ve hele onlardan korktuğunuzu ihsas ederseniz, gerçekten sizi korkuturlar” diyerek uyarıda bulunmaya çalışmıştır. Din adamlarının gücünün, şeriatı hiç kimseye tartıştırmayıp din öğretimini kendi tekellerinde tutma ustalığında yattığını çok iyi bildiği içindir ki eğer bu hükümler açıkça eleştirilecek ve akıl süzgecinden geçirilecek olursa, onların sahte saltanatına son verilebileceğini hesap etmiştir. Bu nedenledir ki konunun gazete, kitap vesaire yollarla ele alınmasını ve tartışılmasını istemiştir.
* İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları, Kaynak Yayınları, s.1.
(II)*
Anımsamakta yarar vardır ki İslam tarihi içerisinde insan varlığının haysiyeti ve insanlık sevgisi adına din adamlarına karşı ilk gerçek savaşı açan ve halkı bu sınıfın pençesinden ve sömürüsünden kurtarmağa çalışan tek kişi Atatürk olmuştur. Nasıl ki Batı dünyası aydınları ve özellikle 1789 Fransız İhtilali liderleri ruhban sınıfını alaşağı ederek akıl çağını getirebilmiş iseler, Atatürk de bir başka yoldan, fakat tek başına aynı sonucu Türk toplumu için düşünmüştür. Laik Cumhuriyeti kurduğu andan itibaren din adamları sınıfını artık millete zarar veremez ve daha doğrusu Türk halkını etkileyemez hale sokmak istemiştir. Aslında din adamlarını o, her nerede olurlarsa olsunlar, dünya işlerine karıştıkları oranda, insanlığın felaket kaynağı olarak görmüştür. Bu yüzden din adamlarını sevmez ve sevmediğini açıkça söylemekten çekinmezdi. Hele halkta onlara karşı mevcut olduğunu bildiği korkuyu giderebilmek maksadıyla şöyle derdi: “Eğer (din adamlarına) karşı benim şahsımdan bir şey anlamak isterseniz, derim ki ben şahsen onların düşmanıyım. Onların menfi istikamette atacakları bir hatve (adım), yalnız benim şahsi imanıma değil, yalnız benim gayeme değil, o adım benim milletimin hayatı ile... o adım milletimin kalbine havale edilmiş zehirli bir hançerdir. Benim ve benimle hemfikir arkadaşlarımın yapacağı şey, mutlaka o adımı atanı tepelemektir. Sizlere bunun da fevkinde bir söz söyleyeyim: farzımuhal bunu temin edecek kanunlar olmasa, bunu temin edecek Meclis olmasa, öyle menfi adımlar atanlar karşısında herkes çekilse ve ben kendi başıma yalnız kalsam, yine tepelerim.”
Bu konuşmayı Atatürk, 1923 yılının şubatında yapmıştır. Bu tarihten az sonra, 16 Mart 1923 günü Adana’da şunu söyler:
“Tarihimizi okuyunuz, dinleyiniz... görürsünüz ki milleti mahveden, esir eden, harap eden fenalıklar, hep din kisvesi altındaki küfür ve melanetten gelmiştir. Onlar (din adamları) her türlü hareketi dinle karıştırırlar.”
Bu gayretlerinin sonucu olarak getirdiği laiklik sistemi, Türk insanını, sarıklı hocaların sahte “rehberliğinden” kurtarıp akıl rehberliğine ve böylece fikir ve düşünce özgürlüğüne yöneltmiştir. Yaşadığı dönem boyunca insan beyninin, din adamının değil fakat akıl adamının elinde ve şeriat eğitimiyle değil fakat laik usullerle yoğurulmasını sağlamıştır. Bu sayededir ki Türkiye’yi diğer bütün Müslüman ülkeler içerisinde en çağdaş, en ileri, en uygar duruma sokacak bir kuşak yaratmıştır. Ancak ne var ki kendini aydın sanan bizler, Atatürk’ün yerleştirdiği bu güzel ilkeyi bilmezlikten gelmiş ve din adamının karşısına akılcı usullerle dikilme geleneğini sürdürememişizdir. Sürdürmek şöyle dursun ve fakat onun ölümünden az sonra hortlamaya başlayan ve giderek yoğunlaşan şeriat saldırganlıklarına aldırmamış ve daha doğrusu bu saldırganlıklar karşısında susmuş, oturmuşuzdur. Bu susmuşluğumuz bugün artık Türkiye’yi Humeyni özlemindeki din adamlarının pençesine terk etmiştir. Oy peşinde koşan siyasetçilerimiz ise biz aydınların bu ihanetimizi, sırf kendi hasis çıkarları uğruna, biraz daha pekiştirircesine kendilerine rehber edinmişlerdir. Öylesine ki kişilerin günlük yaşamlarının düzenlenmesini din adamının çağdışı zihniyetine terk etmek bir yana ve fakat devlet çarkının işleyişini, örneğin halktan vergi toplanması ya da doğanın korunması ve çevre kirliliğinin önlenmesi işlerini bile camilerde vaaz verecek imamların ustalığına bırakmışlardır. Örneğin 1991 yılı mart ayında TC Maliye ve Gümrük Bakanlığı, vergi konusunda en iyi vaazda bulunacak olan imama 10 milyon liralık ödül verileceğini ilan etmiştir. 1994 yılının aralık ayında bir bakan Türkiye’nin her köşesine yayılan imamlardan çevre bilincinin oluşturulması için yararlanılacağını bildirmiştir.
Öte yandan seçim başarısı umutları da din adamlarının tarafgir davranışlarına dayatılmıştır. Örneğin 1991 yılı seçimlerinde “köktenci” bir partinin Kayseri’den yedi milletvekili çıkarmasını, imamların bu parti lehine propaganda yapması nedeninde arayan bir parti il başkanı şöyle diyor: “Valiliğe dilekçe verip şikâyette bulunduk. Devlet memurları, özellikle imamlar Refah Partisi için yoğun propaganda yaptı. Seçim günü bile, sandığa giden seçmenleri etkilediler.”
* İlhan Arsel, Toplumsal Geriliklerimizin Sorumluları Din Adamları, Kaynak Yayınları, s. 3.
Özdemir İnce / Cumhuriyet
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder