25 Ağustos 2023 Cuma

İktidarsız solun siyaset ayakları (I+II) - Serdal Bahçe / soL

 (I) Kimlik sorunu – Boris Kagarlitsky ve kitabının anlattıkları

'Çözüm 'yeni' solun önerdiği çözüm olamaz. Çözüm ne midir? Marx’ın en güzel ve en estetik eserlerinden biridir Yahudi Sorunu.'

Yıllar önce ODTÜ’de asistanken bir toplantı için çağrılmıştı Boris Kagarlitsky, yalnız da değildi. Yanılmıyorsam 2020 yılında vefat eden ve köylülük çalışmalarıyla öncü bir rol üstlenmiş olan Theodore Shanin ve İngiliz Marksist iktisatçı Alan Freeman da eşlik etmişlerdi ona. Çok keyifli bir toplantı olmuştu; her üçüne de hayran kaldığımı hatırlıyorum. Sonra Kagarlitsky’nin Türkçeye çevrilmiş eserlerini okumaya başladım.
Osman Akınhay’ın çevirdiği 
Düşünen Sazlık çok etkileyici bir şekilde Sovyetler Birliği’ndeki rejime muhalif “Sosyalist” aydınların dramını anlatıyordu.  Sovyetik bir bakış açısına sahip olan bu satırların yazarı kitabın anti-Sovyetizmine yönelik bir rahatsızlık duysa da keyifle okumuştu o kitabı.

Önemli bir aydın olduğu kesindir.1 Anlaşılan Sovyet sosyalizminden pek hoşnut değildi, Sovyet aleyhtarı samizdatlarda yazılar yazıyordu. Bunun için tutuklandı ve içeride yattı. Çıkınca siyasetten uzaklaştığına dair emareler vardır. Gorbaçov sosyalizme ihanete dönüşecek Perestroika ve Glasnost’u başlattığında pek heyecanlandı, bu adımları destekleyen pek çok yazı kaleme aldı. Ancak bu adımlar sistemi kurtarmak bir yana intihara sürükledi. Kagarlitsky tüm muhalifliğine rağmen Sovyetler Birliği’nin çöküşünden hiç de mutlu olmadı. En azından insanlık için bu büyük kaybın ardından başkaları gibi sevinç çığlıkları atmadı, “üstümüzdeki yük ve tahakküm” kalktı demedi. “Varlığı bir dert, yokluğu bir yara” mı, yoksa “yokluğu bir dert varlığı bir yara” mı diye tartışmadı. Onurlu davrandı. Kaybedilen davanın insanlık için çok büyük bir dava olduğunu biliyordu herhalde.

Bir ara verelim. Bu satırların yazarı o yıllarda, Gorbaçov’un Perestroika ve Glasnost adımlarına başladığı yıllarda üniversite öğrencisiydi. Hem memleketinin hem de dünyanın pek çok önde gelen sosyalistinin süreçlerden pek mutlu olduklarını hatırlıyor şimdi.  Kimisi ağırlaşmış ve monotonlaşmış bir sisteme yeni kan gözüyle bakıyordu kimi ise aşılamaz olduğuna inandığı sorunların mucizevi çözümü gibi görüyordu atılan adımları. Kimi üstümüzden kalkan yükten mutluydu kimi ise artık tek merkezli bir baskının olmayacağı ve sosyalizmin “özgürleşerek” gelişeceği günlerin hayalini kuruyordu. Kimi “daha demokratik” bir sosyalizmin başlangıcını muştuluyordu kimi de donuk Sovyet Marksizminden kurtulduğuna seviniyordu. 32 yıl geçti. O zamanlar sevinenler geriye dönük bir muhasebe yapıp beklentileri gerçekleşti mi diye baktılar mı bilemem. Ama biz söyleyelim; hiçbiri gerçekleşmedi.

Sovyetler Birliği’nin yıkılması sadece Rusya için değil tüm dünya için karanlık bir çağın başlangıcı oldu. “Yeni ve özgür solun” ortaya çıkacağı beklentisine sahip olanlar iktidarsız ve eriyen bir “sol”un ortaya çıktığına şahit olmak zorunda kaldılar. Emekçilerin, yoksulların, azgelişmiş ülkelerin toplumsal ve ekonomik dertleri katlanarak arttı. Sovyetler Birliği’nin varlığının kapitalizmin ve emperyalizmin dizginlenebilmesi için önemli bir denge unsuru olduğu acı içinde fark edildi nitekim. Onun olmadığı bir dünya Rosa Luxemburg’un kehanetine uygun bir barbarlığın hakim olduğu bir dünya oldu. Eşitsizlik, hakkaniyetsizlik, zenginlerin ve güç sahiplerinin pervasızlığı ve kabalığı, yoksulların çaresizliği ve moral/fiziksel sefilleşmesi, insanoğlunun tüm erdemlerinin kırıma uğratılması, yükselen ırkçılık ve aşırı sağcılık….Daha sayalım mı? O gün sevinenlere sormak lazım; üstümüzden yük kalktı mı?

Aydın mı? Birileri aydını yalnız, ancak boyun eğmeyen diye tanımlamıştı; Kagarlitsky direngen, inatçı ve sağlam durdu. Rusya kapitalizmin talanına ve yağmasına açıldı; o sağlam bir aydın gibi bu sürecin sorumlularını, sürecin yaratacağı insani ve toplumsal çöküntüyü teşhir ederek eleştirdi. Ayyaş Yeltsin döneminde eleştiri dozunu yükseltti ve önce uyarıldı; sonra içeri atıldı. 1999’da görevi devralan Putin ile de pek anlaşamadı. Kırım’ın işgalini savunması bile onun Putin döneminde de içeri atılmasına engel olamadı. Kısacası her devirde içeri atılmış oldu. Ukrayna’daki savaş ile ilgili muhalif tutumu ve çıkışları onu hedefe oturttu. Ancak en son Kerç köprüsünün havaya uçurulmasının Rus askeri stratejisi için büyük bir yenilgi olduğunu ima edince tutuklandı ve içeri atıldı. Şimdi 7 yıl hapis istemiyle yargılanıyor.

Kagarlitsky son zamanlarda hem Rusya ve onun küresel kapitalizmdeki yeri ile ilgili hem de özelde Batı solu, genelde ise dünya solunun ahval ve şeraitiyle ilgili çok yazıyordu. Bu yazıda ilk bölümündeki temel tezlerden bahsedeceğim kitap, Sınıf ve Söylem Arasında: Kapitalizmin Savunusunda Sol Entelektüeller (Between Class and Discourse: Left Intellectuals in Defence of Capitalism) özellikle Avrupalı “yeni” solun temel siyasi yönelimleri ve söylemlerini analiz ediyor. Sonda söyleyeceğimizi başta söyleyelim, Kagarlitsky bir tür iktidarsızlık yaşayan bu solun, sol olmaktan çıktığını apaçık bir şekilde gösteriyor.

Önce genel tezini vurgulayalım: Ona göre yeni liberal sermaye birikimi modeli içinden çıkamadığı bir kriz içinde debelenip durmaktadır. Hata bu debelenip durma hali (eğer olsa idi) devrimci özneler için kullanılabilecek devrimci durumlar bile yaratabilmektedir (örneğin 2016 ona göre böyle bir durum yaratmıştı). Bu rejime eşlik eden temsili burjuva demokrasisi de üstünde yükseldiği toplumsal ve ekonomik sistem kadar bunalımdadır. Ancak şansına “sol” bu bunalımı devrimci bir duruma veya kitlesel bir dönüşüme çevirme kapasitesine sahip olmayan,  ve hatta giderek liberal cenaha savrulan, ve bizim jargonumuzla düzen-içi hale gelen bir sola dönüşmüştür. “Yeni sol”, sol değildir bu anlamda. Yeni solun bu çaresizliği aslında artık bir tarafıyla dahil olduğu ve hatta savunduğu burjuva siyaset dünyasının da çaresizliğidir. Bu dünyada siyaset kitlesel ve organizasyonel tüm içeriğini kaybetmiş ve bir tür gösteriye dönüşmüştür (Kagarlitsky tam da bu noktada Guy Debord’u ve ünlü eseri Gösteri Toplumu’nu hatırlatır). “Yeni” solun çaresizliği ve düzen içiliğidir ki onu sınıfsal güçten ya da kendi örgütlenmesinden medet ummak yerine medyatik yeni liderlerden (Corbyn, Sanders gibi) medet umar duruma sürüklemiştir. Ancak kapitalizmin aşağıdan gelecek muhalefetin isteklerinin siyasal taleplere evrilmesini engelleyen zamane üstyapısı bu yönelimin de çıkmaz sokakta son bulmasına yol açmıştır (nitekim bu yeni ve medyatik yeni sol liderlerin hemen hemen hiçbiri iktidar olamadı). Bu ortamda “yeni” solun protesto ve gösterilerinin kendileri de içeriksiz gösterilere dönüştü, birikmiş enerjinin boşaltıldığı amaçsız ritüeller haline geldiler (son yıllarda katılabildiğim 1 Mayıs eylemlerinde niyeyse ben de aynı duyguya kapılıyordum).

Kagarlitsky “yeni” solun sol olmaktan çıkışını iki şeye bağlıyor. Birincisi 19. ve 20. Yüzyıl’ın büyük ve devrimci (ve hatta reformist) sol hareketlerinin aksine kitleden ve kitle ile iletişim kurma amacına da hizmet eden günlük siyasi çalışmadan uzaklaşma. İkincisi ise öncü parti modelinin reddiyesi ancak yerine başkaca bir örgütlenme modelinin geliştirilemeyişi (böylece elde kalan tek modele, yani burjuva siyasi örgütlerinin yekpare modeline dönülmesi). Birincisinin en azından Türkiye için çok geçerli olduğunu belirtelim; çok uzunca bir süredir her rengiyle Türkiye solu sınıf ve kitleyle iletişim kuracak iletişim kanallarını kaybetmiştir.2

Daha özel belirlemelere geçebiliriz. Kagarlitsky şöyle diyor: “Yeni liberalizm muzaffer burjuvazi için talep edildi; post-modernizm ise demoralize olmuş sol aydınlar için”. Çok yerinde bir belirleme. Bir garip solcu kuşağı çıktı ortaya; bu kuşağa göre post-modernist söylem Marksizmin aşırı kaba yönlerini budayabilirdi (hangi yönleriydi bunlar acaba?). Bu yönelimden kimlik, çevre, toplumsal cinsiyet gibi bir sürü müdahale alanı devşirebileceklerini sandılar. Ortaya çıkan iktidarsız bir sol oldu. Kimlik diye diye kimliksizleşen, çevre diye diye çevresini ve çerçevesini yitiren bir garip sol ortaya çıktı. Grand-büyük anlatıların hükmedici baskısını ortadan kaldıracağız diye diye yaslanacak bir kuramsal ve siyasal temel bırakmadılar. Liberalleştiler, Kagarlitsky haklı. Bir garip entelektüelizm egemen oldu bu yeni sola; öyle ya, çok kültürlü, çok derin olduğu için kültürsüz geniş kitleleri dışladı (kültürsüzlükle suçlayarak dinci ve milliyetçi sağın kucağına bıraktıkları kitle ekseriyetle emekçileri ve yoksulları kapıyordu oysa). Ancak bu dışlama iktidarsızlığı perçinledi; elitist, akademinin koridorlarına, dergi sayfalarının puntolarına sıkışmış, umarsız, hissiyatsız ve iletişimsiz bir hiçlik çıktı ortaya. Hiçlikten iktidar çıkamazdı, çıkmadı neticede.

Devam edelim; Kagarlitsky Latin Amerika’daki sola dönüşün de derinliği ve menzili konusunda şüphelere sahip (haklı şüpheler). Genel gidişatı değiştirmek bir yana, bu dönüşün bir tür sarkacın hareketlerine benzediğini de ima etmiş; sola dönülüyor, ekonomik kriz geliyor, sonra sağa dönülüyor, yeni bir ekonomik çöküntü sonrasında tekrar sola dönülüyor, tekrar bir ekonomik çöküntü olunca tekrar sağa kırılıyor ibre...Kısacası kimilerinin sol popülizm diye adlandırdığı Latin Amerikalı “pembe” dalga da Kagaralitsky’nin kuşkuculuğundan nasibini almış.

Kitleden kopmuş bu “yeni” sol için mücadele sınıfsal olmaktan çıktı, söylemsel oldu. Ancak söylem moda demektir hattı zatında. En son moda söylemleri ezberleyen ve terennüm eden, ne moda ise ona yönelen bir garip sol türedi. Türkiye için bu durum daha trajikomik sonuçlara yol açtı. Batının düşünce dünyasının tartışıp bitirdiği ve kapattığı modaları on veya on beş yıl faz farkıyla Türkiye’ye getiren ve yükleniciliğini üstlenen bir garip akım türedi.

Şimdi kimlik meselesi. Kagarlitsky haklı olarak şu belirlemede bulunuyor. Azınlıkta olan ve baskıya uğrayan kimlikler haklar etrafında bir mücadele örgütlerler, çünkü ortak ekonomik çıkarlar kimlikler söz konusu olduğunda geçerli değildir. Dolayısı ile verilecek mücadele haklar etrafındaki yasal-siyasal mücadeleye dönüşür. İşte mücadeleyi bu mıntıkaya sıkıştırmak aslında kapitalizmin kadim kökenlerinden bu yana sistemin bekasını, sürekliliğini isteyenlerin tam da istedikleri şeydir; ekonomik alan ile siyasal alanın bir birinden ayrılması önemlidir. Kendini kimlik siyasetinin çıkışı olmayan labirentine kaptırmış bu “yeni” sol aslında geleneksel burjuva siyasal düşüncesinin sürekli açık duran tuzağına düşmüş ve ekonomik alan ile siyasal alanı birbirinden ayırmıştır. Saflıktır. İktidarsızlığın daniskasıdır.

Dahası Kagarlitsky şimdilerde yaygın hale gelen siyasi doğruculuk (political correctness) manyaklığının kültürel kimlik sorunlarını siyasi sorunların yerine geçirdiğinden dem vurmaktadır. Bu konuda da haklı gibidir. Yazılı ve sözlü iletişimde kullanılan isimlendirmelerin ya da terimlerin iletişimin içeriğinden daha değerli olduğu değersiz bir çağda yaşıyoruz. Siyasi doğruculuk, özellikle sol siyasal hattın tarihsel olarak kendini en güçlü şekilde yeniden ürettiği alanlardan biri olan polemiğin ölümüne katkıda bulunan en önemli unsurlardan biridir. Pek tabi ki “bilim adamı” yerine “bilim insanı” terimini kullanmak daha doğrudur -ve hatta siyasi olarak da doğrudur- ancak artık iletişemez ve tartışamaz duruma geldik.

Ne yazık ki solun tarihinden gelen bazı arazlar da solda “sağcı” kimlik politikalarının yerleşmesine yol açmıştır. Çok bilindik bir arazı vurgulayalım. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkına yönelik açılım tarihsel olarak bu arazlardan birini yarattı. Lenin (ve sonrasında Stalin) bu açılıma niye başladılar? Çok açıktı, batının daha gelişkin kapitalist ülkelerinden beklenen proleter devrimler gelmedi ve Sovyet rejimi koca kapitalist dünya ve içerideki karşı-devrimcilerle baş başa kaldı. Bunalan Bolşevik devrimciler SSCB sınırlarında, burjuva da olsa, kendilerine dost ve İngiliz emperyalizmine uzak rejimleri ister oldular. Ehven-i şer bir seçimdi. Dahası Çarlık topraklarındaki azınlıkların ve üye ulusların da karşı-devrimci kampa savrulmalarını istemediler.3 Böylece ulusların kendi kaderini tayin hakkı politikasına yöneldiler. O zaman için doğruydu. Ancak sonra bu açılım nerdeyse kanun seviyesine yükseltildi. Konjontürel bir açılımın bir kanun seviyesine yükseltilmesinin sonucu olarak her ulusal hareket kayıtsız şartsız desteklenmelidir gibi saçma sapan bir politika çıktı ortaya çıktı. Bu kimliğe dayalı politikanın sağ saptırıcı etkisinin solun ilkelerinin arasına sinsi bir şekilde sızmasına yol açtı. Solun son 40 yıllık travması bu sızmanın gücünü arttırdı ne yazık ki.

Yanlış anlaşılmasın, ne biz, ne de Kagarlitsky kimlikler ve hakları sorunun önemsiz olduğunu düşünmüyoruz. Hem düşünsek ne olur ki, hayat bunları bir sorun olarak karşınıza dikiyor zaten. Ancak çözüm “yeni” solun önerdiği çözüm olamaz. Çözüm ne midir? Marx’ın en güzel ve en estetik eserlerinden biridir Yahudi Sorunu. Burada Marx, Yahudilerin ancak Yahudiliklerinden vazgeçerek kurtulabileceklerini savunan Bruno Bauer’e cevap verir. Marx’a göre Yahudi’nin Yahudiliğinden doğan sorunlardan kurtulmasının tek yolu onun toplumsal olarak özgürleşmesidir, böylece Yahudilikten de kurtulacaktır. Sadece Yahudilikten değil, insanlığı bölen ve böldüğü ölçüde ona azap veren her türlü kimlikten kurtulmanın yolu da toplumsal olarak özgürleşmedir. Eksiksiz bir cevap mıdır? Değildir, ancak unutulmuş olsa da en doğru başlangıç noktasıdır.

  • 1.Kagarlitsky’nin hayat hikayesi ve mücadelesinin güzel bir dökümü için Yunus Emre Erdölen’in Serbestiyet’te yayınlanan Rusya hapishanelerinde Marksist bir sosyolog: Her devrin siyasi mahkumu Boris Kagarlitsky başlıklı yazısını herkes öneririm, bkz. Rusya hapishanelerinde Marksist bir sosyolog: Her devrin siyasi mahkumu Boris Kagarlitsky - Serbestiyet
  • 2.Bu anlamda TKP’nin semt evleri projesi çok önemlidir
  • 3.Tarihin ironilerinden biriydi herhalde. Rosa Luxemburg ile Lenin’in üzerinde uzlaşamadıkları konulardan birisi de ulusların kendi kaderlerini tayin ilkesiydi. Polonyalı Luxemburg Polonyalıların geleceğinin Ruslarınkinden ayrılamayacağını iddia ederken Rus Lenin Polonyalıların özgürce ayrılabilmelerini öneriyordu. Dönemsel olarak Lenin, genelde ise Rosa haklıydı.
(II) Yoksullukla Mücadele – 'Yoksul'un kurtuluşu

'Yeni sol sadaka dilenen iktidarsız bir oluşumdur. Yeni sol, 'Yoksul'u yoksulluktan 'Yoksul' gibi kurtarmaya çalışmaktadır.'
1986 yılı yapımı bir Zeki Ökten filmidir Yoksul. Başrollerinde Kemal Sunal ve Yaman Okay oynar; ışıklar içinde yatsın Yaman Okay çok müthiş bir oyunculuk çıkarır. Senaryo Umur Bugay’a aittir. Dönem Özalist karşı-devrim dönemidir; zenginleşmek, “malı götürmek”, her şeyden bir kâr elde etmek döneme damgasını vurmaya başlamıştır. 12 Eylül faşizmi yeni bir toplumu yaratmaktadır; dayanışması olmayan, örgütlenmesi olmayan, sadakati olmayan, acıması olmayan, empatisi olmayan bir toplumdur yaratılmak istenen. Hemen yaratamadılar ama tohumları ektiler; o tohumları hasat etmek AKP iktidarına kaldı. Bugün ortaya çıkan orman kıvamında toplumun kökleri o günlere dayanır.

Filmi ilk seyrettiğimde şaşırmıştım, Yoksul diye isim mi olurdu ama. Zeki Ökten ve Umur Bugay farkında değildiler ama 2000li yıllarda hakim olacak, özünde sağcı ancak görünüşte solcu yoksullukla mücadele politikalarının sıkı bir teşhirini üstlenmişlerdi. Neyse, film bir iş hanında geçer. Aslında han küçük, merdiven altı üretimin merkezidir. Pek çok atölyede ve işyerinde emekçiler ucuza çalıştırılmakta ve gırla sömürülmektedirler.  Hanın çaycısı, Yoksul da başta gerçekten yoksuldur hani. Çay ocağında işçidir, çay ocağı sahibinin sürekli istismarına ve hırpalamasına maruz kalmaktadır. Çay ocağının sahibi (yanılmıyorsam Yaman Okay) ondan sürekli daha fazla hasılat istemekte, malzemeyi az kullanmaya zorlamakta ve aralıksız bir çalışma talep etmektedir. Anlayacağınız esaslı bir küçük kapitalisttir. Yoksul bir yandan patronunu diğer yandan da handaki çalışanları ve işletme sahiplerini idare etmektedir. İdare etmenin anlamı hem patronunu dolandırmaktadır hem de kendisi gibi emekçi olan han sakinlerini söğüşlemektedir. Yoksul mu, yoksuldur gerçekten. Tek başınadır, bir de sevdiği kız vardır. O da handaki atölyelerden birinde sigortasız, mesai ücretsiz çalışan bir emekçidir. Ancak o da ansının gözüdür. Emekçilere kabul ettirilmek istenen bu ahlak biçimi filmde oldukça estetik bir şekilde anlatılmıştır. Anasının gözü yavuklu Yoksul’dan sürekli bir şeyler tırtıklar. Sonunda da en esaslı kazığı atar, büyük miktarda parasını alarak kayıplara karışır. Yoksul’un gözleri açılır, sebat eder. Hem çalıştığı çay ocağını alır hem de hana ortak olur; böylece sermayedar olarak yoksulluğu yener. Yoksul zengin olur.

Bu son aslında müthiş bir öngörüdür. Çünkü yaklaşık 20 yıl sonra IMF ve Dünya Bankası destekli yoksullukla mücadele programları yoksullara tam da böyle bir kurtuluşu öğütleyeceklerdir. İşin acı tarafı bu strateji özellikle Batı solunun, ve hatta dünya solunun büyük bir bölümünde de, küçük itirazlarla birlikte kabul görecektir.

Önce biraz tarihçe. Adına yeni liberalizm1 denilen sermayenin karşı devriminin tam olarak hangi ülkede ne zaman başladığı konusunda açık bir görüş birliği yoktur. Bazıları hemen ABD’de Reagan iktidarıyla, İngiltere’de ise Thatcher iktidarıyla sökün ettiğini söyleyecektir. Aslında karşı-devrimin küreselleşmesi açısından bu tespit doğu kabul edilebilir; bu ikisi, Reagan ve Thatcher, sermayenin karşı-devriminin tarihinde gerçekten başkalarına nasip olmayan müstesna yerlere sahiptirler. Ancak bu tespit tarihsel olarak yanlıştır.

Bu politikaların hayata geçirildiği ilk deney Şili’de faşist Pinochet’nin 1973’deki darbesinin hemen sonrasına tarihlenmelidir. Pinochet, darbeden sonra, iktisadi politikaların yönetimini Türkçeye adları Şikago Oğlanları olarak çevrilebilecek “Chicago Boys” olarak adlandırılan ABD’nin tutucu üniversitelerinin iktisat bölümlerinden mezun bir grup genç iktisatçıya bıraktı. Şikago Oğlanları Şili ekonomisinde kamusal, ortakçı, emekçiyi koruyan ne var ise tarumar ettiler. Tüm kamu işletmeleri özelleştirildi. Faşist Pinochet’nin devirdiği sosyalist Allende’nin ulusallaştırdığı tüm işletmeler sahiplerine iade edildi. İlk başlayan örnek olarak Şili o kadar ileri gitti ki kamusal sosyal güvenlik sistemi bir bütün olarak özelleştirildi ve tasfiye edildi (hakkını teslim etmek gerekir, başka hiçbir ülke karşı-devrimde bu kadar ileriye gidemedi). Sonuçta yoksul, güvencesiz ve çaresiz bir halk ortaya çıktı. Şili’yi 1976’daki başka bir faşizan darbeye maruz kalan Arjantin, ve arayı pek uzatmadan yine bir askeri darbe sonrasında Uruguay takip etti.

Bunları neden mi anlatıyorum? Anlatıyorum çünkü sermayenin kaşı-devrimi şiddetle iktidara geldi her yerde. Ama Reagan ve Thatcher seçimle geldi diye bir itiraz gelebilir? Bu safiyane demokratist sığlığa ise tarihsel gerçekleri hatırlatmak yeterlidir. ABD’de Reagancı karşı-devrim ancak Reagan’ın hava kontrolörlerinin grevini bastırmasıyla gerçek anlamda hayata geçirilmeye başlandı. Keza İngiltere’de üçüncü sınıf bir taşra politikacısı olarak Thatcher’ı unutulmaz kılan ise madenci grevini ezmesi oldu; Thatcher’in muhafazakâr devrimi ancak ve ancak bundan sonra başladı. Sermayenin iktidarı şiddet demektir, bu açık olsa gerek.

Böylece küreselleşen bu karşı devrimci dalga borçları nedeniyle direnemeyen tüm azgelişmiş kapitalist ülkeleri yuttu, onlara Sovyet Sosyalizminin çöküşünden sonra ortaya çıkan post-sosyalist ülkeler de eklendiler. Sermayenin standardize olmuş programı hunharca, ayrım gözetmeden tüm dünyaya dayatıldı. Sermaye bir tür efori yaşıyordu; hayatın her boyutunun sermayeleştirilmesinin insanlığın her türden sorununu çözeceği utanmazca, başka her türden sesi bastıracak kadar yüksek sesle sürekli ilan edildi. Ancak bir terslik vardı. Toplumsal ve insani sonuçlar vahimdi.

Malum, sermayenin karşı-devrimi sermaye birikiminin birikmiş yapısal sorunlarını çözmek için atılmış radikal bir adımdı. Temel amacı sermaye birikiminin tıkanıklıklarını aşmak ve onu daha yüksek bir tempoda ve giderek genişleyen bir satıhta işler hale getirmekti. Oysa bir yerlerde birileri kalın ve büyük harflerle belirtmişti; bir tarafta sermaye birikirken diğer tarafta sefalet birikir. Karşı-devrim de şaşırtıcı olmayacak bir şekilde özellikle en azgelişmiş Afrikalı ve Güney Asyalı kapitalist ülkelerde muazzam, gözlerin kör olmadıkça görmekten kaçınamayacağı, ayyuka çıkmış bir yoksulluk üretti. Üstelik bir süre sonra diğerlerinin, yani daha gelişmiş olanların da yoksullaşamadan ve sefilleşmeden bağışık olmadıkları ortaya çıktı. Böylece sermayenin küresel kurumları (özellikle de Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP)) sermayenin kaba programını biraz yumuşatmayı denediler. Ona biraz sahte gözyaşı, biraz vicdan kırıntısı, biraz da gönülden kopup gelmiş gibi lanse edilen hayırseverlik eklediler ve böylece yoksullukla mücadele programlarının kutlu doğumu gerçekleşmiş oldu.

Bir ara belirleme; yoksullukla mücadele programları sağcı programlardır. İktidarsızlaşan yeni solun bu programlara sarılması ve taşeronluğunu üstlenmesi kuşkusuz iktidarsızlığının başka bir semptomudur. Yeni sol, sol olmaktan çıkmıştır; liberal sağın uzantısı olmuştur (bir kere daha vurgulayalım dedik). İktidarsız sol bu programlara kendisine aitmiş gibi sahip çıkmaktadır; akıl ve fikir ihsan etsin birileri.

Peki bu programlar neden sağcıdır? Öncelikle hikayeye geri dönelim. 1980’lerin sonu ile 1990’ların ilk yarısı arasında sermaye lehine programın doğal sonucu olarak muazzam ve kahredici yoksulluk ve sefalet görüntüleri ortalığa saçılınca sermayenin küresel örgütleri bir tür yoksullukla mücadele seferberliği başlattılar. Bu seferberlik belirli ön kabullerle başlatıldı. Öncelikle yoksullaşma yoksulun yetersizliğinden, onun piyasa dinamiklerine dahil olamamasından kaynaklanıyordu. Tıpkı işsizliğin de işsizin niteliksizliğinden kaynaklanması gibi. İnsanın inanası gelmiyor ama yeni sol bu ön kabullere tamam dedi. Sermayenin yeni söylemi yoksulluğundan dolayı yoksulu, işsizliğinden dolayı ise işsizi suçluyordu ve kendilerine solcu diyenler de bunu onaylıyordu.

Bu kabulden sonra çözüm de kendiliğinden ortaya çıkıyordu; yoksulun piyasa ve üretimle buluşmasına el verecek desteklerde bulunmak ve onu işleyen, çalışan bir birey olarak yoksulluktan kurtarmak. Kısacası onu kapitalist üretim ilişkilerinin içine savurmak; işte mucizevi çözüm de buydu. Yeni solun da savunduğu budur.

Burada solun stratejisi açısından başka bir tehlike de ortaya çıktı. Malum yeni sola göre proletarya tarihsel olarak kendisine biçilmiş tarihsel misyonu yerine getirme konusunda sınıfta kalmıştı; dolayısıyla başka pek çok kavram sınıf kavramının yerini almalıydı. “Halk”, “kimlik”, “yeni toplumsal hareketler” ve diğerleri yeni bir toplumsal özne arayan yeni, yepyeni solun sarıldığı tanımlamalar oldular; “yoksullar” da bu kümeye eklendi. Sanki sınıfları ve diğer toplumsal bölünmeleri aşan bir genel yoksul kimliği varmış gibi politika üretilemeye başlandı. Sanki yoksullaşma sınıfsal bir kökeni olmayan, sınıfları aşan bir sorunmuş gibi algılandı.

Oysa Vehbi’nin kerrakesi pek de öyle değildi. Yoksullukla mücadele programları ve yoksulluğa karşı düzenlenen haçlı seferi ortaya çıkalı beri yapılan ciddi çalışmalar yoksul diye adlandırılan kitlenin aslında işçi sınıfından, küçük üreticilerden, köylülerden oluştuğunu, kısacası yoksulun bir sınıfsal kimliğinin olduğunu göstermektedir. Hattı zatında nevi şahsına münhasır yoksul diye bir kitle yoktur; sermayenin karşı saldırısı nedeniyle hızla yoksullaşan ve yoksunlaşan emekçilerdir onlar. Yeni sol bunu görmez ne yazık ki.

Üstelik bu tespit daha da vahim bir şeyi gözler önüne serer. Sermayenin hayırsever ve vicdan rahatlatıcı programları olarak yoksullukla mücadele programları yoksulları çalışmadıkları için yoksul kalmakla itham ededursunlar, emekçiler çalıştıkça yoksullaşmaktadırlar. Hatta kapitalist üretim altında çalıştıkları için yoksullaşmaktadırlar. Hani çalışmak yoksulluk tehlikesinden özgürleştiriyordu?

Sermayenin gözü yaşlı yoksulluk programlarının yazılı ve sözlü olarak verdiği mesajların yanında bir de yoksul olarak damgalanan emekçilerin bilinçaltına yönelik gizil mesajları vardır: “Gözünü aç da yoksulluktan kurtul” “İşini bil, iş öğren yoksulluktan kurtul” “Yoksulsun çünkü risk almıyorsun”…Yazık; yeni solun yeni kuramcıları bu mesajları algılama kapasitesinde bile değiller. Oysa Zeki Ökten’in filmindeki Yoksul tam da bu gizil mesajları vermektedir. Bu nedenle oldukça öngörülü bir filmdir neticede.

Gelelim yoksulluk ile mücadele programının unsurlarına; çoğul konuştuk ancak aslında yoksullara devlet bütçesinden doğrudan ya da dolaylı aktarımlardan başka bir şey yok bu programların şemsiyesi altında. Açıkçası bir garip sadaka ve hayırseverlik tiradıdır bu programlar. Bu programlar özünde yoksulluğu yok etmeyi değil (çünkü yok edilemeyeceğini biliyorlar), onu idare etmeyi hedeflerler. Kısacası yoksulları yaşayabilir halde tutarak onları çalışır durumda, sermaye için üretebilir durumda tutmaktır asıl amaç. Hatta daha sınıfsal konuşursak yoksullukla mücadele programı işçi sınıfını sefil ve tahakküm altında tutma programıdır. Yeni sol insani şeylermiş gibi üzerlerine atlamaktadır, oysa insanlığa karşı yöneltilmiş en büyük hakkaniyetsizliğin ebedi kılınmasına hizmet etmektedir bu programlar.

Tüm bu programın başka bir alçakça tarafı daha vardır. Kapitalizmde yoksullaşma hikayesi aynı zamanda zenginleşme hikayesidir. Başka bir ifadeyle emekçiler yoksullaşır ve yoksunlaşır, sermaye ve mülk sahipleri zenginleşir. Dolaysıyla elimizde iki ayrı hikaye yoktur, tek bir hikaye vardır. Oysa bu programlara göre yoksulun yoksullaşması sadece kendisiyle ilgilidir. Peki yeni sol bu alçaklığın bilincinde midir? Olduğuna dair bir emare yoktur.

Yoksullukla mücadelenin sınıfsal kimlikleri sulandıran, bulandıran niteliğinden bahsettik. “Yoksul” bireysel bir kimliğe dönüştüğü ölçüde sınıfsal örgütlenmenin tabanını oymakta ve yoksullukla itham edileni bireysel kurtuluşu armaya itmektedir. Filmdeki, gözleri sonunda açılan, Yoksul çıkmaktadır ortaya. Çünkü yoksulluktan toplumsal kurtuluş yoktur; devam edelim, çünkü olanaklar sınırlıdır ve bu anlamda yoksullar birbirlerinin rakipleridir. Bireysel rekabeti idealize eden ve bir tür kurtlar sofrası imajı yaratan bu söyleme inanan solcuların olduğuna da biz inanamıyoruz.

Daha da kötüsü moral aşağılanmadır; yoksul kimliği sabitlenen ve teşhis edilen birey eninde sonunda bazı yardımlara hak kazanmaktadır. Bu yardımlar sayesinde, ve aslında görmediği bir elin hayırsever dokunuşu ve vicdanı sayesinde ayakta kaldığına inanan bireylerden oluşan bir sürü ortaya çıkmaktadır. Sürüler ise sürülür. Yeni solun bu konudaki tek derdi bu yardımlara anayasal garantiler ve yasal dayanaklar kazandırmaktır. “Vatandaşlık ücreti” tartışmaları da tam olarak buradan çıkmaktadır. İktidarsızlıktır. Tarihi değiştirecek sınıf vizyonundan tarihin sürüklediği sürülere mahkum bir siyasete gerilemek iktidarsızlık değilse nedir?

Şimdi şu sorulabilir: Peki öyleyse yoksulluk yardımlarına, emekçi olduğu teşhis edilmiş yoksul kitlelere yapılan yardımlara karşı mısınız? Bunlar için hiç mi uğraşılmamalıdır? Bu yardımlara, emekçilerin bütçeden ve sermayeden daha çoğunu almasına karşı çıkacak bir tane komünist yoktur; aklımızı peynir ekmekle yemedik. Tam tersine emekçiler ne kadar çok alırlarsa o kadar iyidir. Ne alırlarsa alsınlar analarının ak sütü gibi helaldir. Buradaki sorun bunların emekçileri bir tür moral ve fiziksel bağımlılığa iten “yardım” hayırseverlik” ve sadaka kisvesi altında verilmesidir. Dolaysıyla emekçilerin sermayeden ve devletin bütçesinden daha fazlasını, ve daha da fazlasını alması için pek tabi ki mücadele edilecektir. Ancak emekçilere aldıklarının sadaka değil, kendilerinden sermayeye aktarılan zenginlikten bir parça olduğu anlatılmalıdır; hatta sürekli anlatılmalıdır. Yeni sol sadaka dilenen iktidarsız bir oluşumdur. Yeni sol, “Yoksul”u yoksulluktan “Yoksul” gibi kurtarmaya çalışmaktadır.

  • 1.“Yeni liberalizm” kavramına karşı ciddi itirazlarımız var. Başka bir yazıda anlatılacak
Serdal Bahçe / soL

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder