20 Ağustos 2023 Pazar

'Küçük Adam Ne Oldu Sana?' + Bozkıra umut bulaştıran öyküler (soL- Kültür)

 'Küçük Adam Ne Oldu Sana?' (Selçuk Işık)

'Küçük adam bir gün öfkelenip sövüp saymayla da yetinmeyecek ve bu dünyada çok şeyi değiştirecek. Tarih bize bu gerçeği fısıldıyor.'

Hayatı tuhaflıklarla dolu, keşfedilmeye değer bir yazar Fallada. Burjuva bir ailenin çocuğu olmasına rağmen, yaşamı hapishanelerde ve akıl hastanelerinde, bağımlılık ve yoksullukla mücadeleyle geçer. Genç yaşlardan itibaren zihinsel ve fiziksel hastalıklar yaşar, morfin bağımlılığı geliştirir. Bu yüzden yapıtlarında hep küçük insan portreleri üzerinden çağa damgasını vuran sorunları işler. 1931 yılında nispeten istikrarlı ve ayık bir döneminde “Küçük Adam Ne Oldu Sana?” adlı kitabı yazar. Tıpkı kitabın başkahramanı Pinneberg gibi, o da bir kadın işçiyle evlenmiştir; küçük bir çocuğu vardır, borçlarla ve düşük ücretlerle mücadele etmektedir. Dolayısıyla diğer bir çok romanında olduğu gibi bu romanı da otobiyografik bir yan taşır.

"Küçük Adam Ne Oldu Sana?" kitabı Weimar Cumhuriyeti'nin ekonomik çalkantılarla dolu son günlerini anlatan, alaycılığı toplumsal gerçekçilikle harmanlayarak çöküşün eşiğindeki bir toplumda hayatta kalmaya çalışan sıradan bir ailenin yürek burkan portresini başarıyla yaratmış bir başyapıt.

Romanın konusu oldukça basit. Genç bir çift, Johannes Pinneberg ve kız arkadaşı Emma Morschel, bir bebek beklediklerini anlayınca evlenmeye karar verirler. Bebek sahibi olma fikri sevinçli bir olay olarak değil, çözülmesi gereken can sıkıcı bir finansal sorun olarak tasvir edilir. Evlenerek başka bir yere yerleşen çift, çocuklarının dünyaya gelmesiyle birlikte ekonomik olarak sıkıntılı günler geçirmeye başlar.

Almanya'da o dönem milyonlarca işsiz vardır. Ekmek aslanın ağzındadır ve çift kendilerini giderek daha fakirleşirken bulurlar. Baş kahramanımız Johannes Pinneberg düşük ücretler, enflasyon, sömürü ve işsizlikle cebelleşmektedir. Bu zorluğu göğüslemek için yaşam standartlarını sürekli olarak düşürerek, izbe, hatta tehlikeli denebilecek evlerde yaşarlar. Durum o kadar kötü hale gelir ve geçim sıkıntısının ağır yükü altında o kadar ezilirler ki bu küçük insanlar hayatın nasıl devam edeceğini bilemez hale gelirler. İronik bir şekilde, kitabın üçüncü bölümü "Hayat Devam Ediyor" olarak adlandırılır ve anlatıcı “elbette” hayatın devam ettiğini söyler. Fakat çok daha kötü koşullarda devam etmektedir hayat. Belki de can alıcı soru şudur: Hayat ne kadar süre böyle devam edebilir ya da insanlık onuru daha ne kadar ayaklar altına alınabilir? 

"Küçük Adam Ne Oldu Sana?" eserinin bana göre iki önemli özelliği var. İlki edebi parlaklığı. Fallada oldukça akıcı bir dille yazmış ve yazıları adeta sayfada dans edercesine ilerliyor. Okumak kesinlikle keyifli. Roman ayrıca Dickensvari alaycılık ile dolu ve bu sahneler ustaca ele alınmış. Fallada aile ilişkileri, akıl almaz iş yeri politikaları ve Weimar Cumhuriyeti dönemindeki birçok acı gerçeklik üzerine büyük bir komedi yapar. Oğlunu açıkça satan sahtekar Bayan Mia Pinneberg karikatürü bir grotesk harikası gibidir. Fallada'nın komik ve etkili diyalogları, Gogol, Dickens ve Dostoyevski gibi ustaları hatırlatır. Komik sahneleri aynı zamanda sinematik bir etkiye sahiptir. 

İkinci önemli özelliğiyse romanın o meşhur realizmi denebilir. Weimar Cumhuriyeti dönemi Almanya'sının kanlı canlı bir resmini bulursunuz önünüzde; çaresizliği, yoksulluğu, ahlaki çöküntüyü içinizde hissedersiniz. Bazen bu temalar birbirine karışır, örneğin Heilbutt karakterinde olduğu gibi. Satış temsilcisiyken işinden olan Heilbutt, nudizm hobisini çıplak fotoğraf satışı işine dönüştürür. Weimar Cumhuriyeti döneminde, dürüst ve sıradan bir adam olan Pinneberg ve kuzucuğu gibiler dışında herkes yasayı çiğnemeye yatkın gibi görünür, çünkü Pinneberg’ler sadece hayatta kalmaya çalışmaktadır.
Roman, ikinci sınıf bir vatandaş olarak yaşamanın zorluğunu, çaresizliği ve yoksulluğu tüm gerçekliğiyle hissettirir. Bu açıdan kitabı okuduğunuzda dünya sıklıkla yabancı bir yer gibi görünebilir. Ancak kapitalizmin derin bir ekonomik krize yuvarlandığı, neofaşist hareketlerin durmadan güç kazandığı, derin bir barınma krizi ve yoksulluk içinde debelendiğimiz şu günlerde o dünyanın hepimiz için bir o kadar da tanıdık geleceğine emin olabilirsiniz. 
Kitaptan bir alıntıyla bitirelim: “İşyerimde birçok arkadaş da böyle düşünüyor,” dedi Pinneberg. “Fakat ‘Bizi kimin yönettiği umurumuzda değil,’ diyenler de var. Onlara göre başa kim geçerse geçsin bizi aldatıyor.” “Peki, seçim sandığına gitmeleri gerektiğinde ne yapacaklar?” dedi kuzucuk. “Kime verecekler oylarını?” “Bilmiyorum,” dedi Pinneberg. “Belki şimdikilere... Bazıları sosyalistleri seçebilir. Sanırım birçoğu da Nazileri.” “Hayır, hayır,” diye atıldı kuzucuk. “Biliyor musun, ben olsam oyumu kime verirdim?” “Kime mi? Komünistlere mi?” “Tabii.” “Bunu biraz düşünmemiz gerek,” dedi eşi. “Benim de arada sırada kafamdan geçiyor, ancak kesin bir karar veremiyorum. Onlar bize ne verebilir ki! Bütün işleri güçleri burjuvayla dik yakalı proleterlere küfür edip durmak.” “Bırak küfür etsinler,” dedi kuzucuk. “Ben yine de KPD’ye vereceğim oyumu! Utandığımız için öfkelenip sövüp saymazsak bu dünyada hiçbir şey değişmez.”

Ne kadar tanıdık değil mi? Küçük adam bir gün öfkelenip sövüp saymayla da yetinmeyecek ve bu dünyada çok şeyi değiştirecek. Tarih bize bu gerçeği fısıldıyor. 

                                                             /././

Bozkıra umut bulaştıran öyküler (Erdem Yalçın)

'Ayyıldız’ın öykü dünyasını keşfetmeye başlayan biri, o dünyanın gri, puslu, bozkırı andıran atmosferine kapılıveriyor. Süslü püslü, şımarık, yılışık bir dünya değil içine düştüğünüz.'

Kentleşme oranının hala yüksek olduğu, nüfusun önemli bir kısmının kentlerde yaşadığı bir ülkemiz var. Kentler hayatımızın iyi ve kötü pek çok hikayesine kaynaklık ediyor. Ama son dönem sinemamıza ve edebiyatımıza baktığımızda hep bozkır görüyoruz. Uçsuz bucaksız bir kuruluğun, tekdüzeliğin, kavruk bir kötülüğün yatağı bozkır acaba kentin sorunlarından ve gerçeklerden kaçan yaratıcı aklın yeni sığınağı mı diye düşünmeden edemiyor insan. 

Bozkırı ele alan, bozkırda geçen pek çok kötü eser izledik ve okuduk. Bu yazıda bozkır meselesini ele alan iyi sayılabilecek eserlere, Türker Ayyıldız’ın öykülerine yer vereceğiz.

Geçtiğimiz Mayıs ayında ilk romanı "Sin" yayımlanan Türker Ayyıldız 1972 Yozgat doğumlu. şiir ve öykülerinin yanı sıra artık romanıyla da tanışma şansımız var.

Şiirleri, Kese Kağıdına Sarılı Şeyler adıyla 2009'da kitaplaştı. İlk öykü kitabı Vapurlara Küsmek ise  2011'de yayımlandı ve Orhan Kemal Öykü Ödülü'nü aldı. Şikeste, yazarın 2015'te yayımlanan ikinci öykü kitabıydı.

Ayyıldız’ın öykü dünyasını keşfetmeye başlayan biri, o dünyanın gri, puslu, bozkırı andıran atmosferine kapılıveriyor. Süslü püslü, şımarık, yılışık bir dünya değil içine düştüğünüz. Karakterlerin acısına, umuduna, yalnızlığına, neşesine sinen bir duygu var bu atmosferde: Ağırbaşlılık.

Çocuklar bile, etrafındaki dünyadan ağırbaşlılıklarıyla ayrışıyor. Minyatür Kale'de, Güz Değil Sonbahar'da, Kuşçu Akif'in Kanatları'nda, Sağ Sol'da, Sır'da karşımıza çıkan çocuklar sert bir dünyada yaşıyorlar. Bu sertlik, acımasızlık, çocuklara yakışmayacak bu hayatlar da nerden çıktı diye soruyoruz kendi kendimize? Üstelik o çocuklardan biri büyüyor, yine gelip orta yere düşüveriyor Son Öykü'de.Yalnızca çocuklar değil, bütün karakterler zor hayatlar yaşıyor.

Bütün karakterleri kuşatan bu grilik tesadüf olamaz, bunu hissediyoruz. Aynı zamanda, bu kuşatmanın, her bir karaktere nasıl yansıdığını, karakterle nasıl hemhal olduğunu da okuyoruz.

İnsanların zorlu hayatlarını arabesk bir anlatıya düşmeden serimliyor Türker Ayyıldız. Oysa hayatın zorluğu bu kolaycı, yenik anlatım biçimini davet ediyor. Dört Kız Bir Oğlan'da, Bir Garip Düş'te, Burgaz'da Pazar öyküsünde karşımıza çıkan kadın katili Ramazan bu sebeple bir kader mahkumu değil. Ramazan vesilesiyle ailenin, devletin, toplumsal ilişkilerin dahil olduğu bir şebekeyi suç üstünde, bir arada görüyoruz. 

Yine Vapurlara Küsmek’te vapur gişesinin halden anlamaz sarı badem bıyıklı görevlisinde ve bir başka öyküde  çocuğun elindeki pastaya bile düşman sarkık bıyıklı cezaevi görevlisinde gericiliğin temsilini, Yeşil Cip'te, adeta “yeni Türkiye”nin habercisi  arabesk ve porno düşkünü, işkenceci, darbe yandaşı bir subayı karşımızda buluyoruz. Bu açıdan baktığımızda farklılıklarıyla kendisini gösteren karakterleri birbirini tamamlayan bir bütünlük oluşturduğunu söyleyebiliriz.

Bu karakterlerin yılışık bakışlarındaki çirkinlik, ikiyüzlülük, çıkarcılık bir hayli tanıdık . Karakterlerin yakamızdan düşmeyen, gelip gelip bizi rahatsız eden varlığı etkili bir süreklilik hissi yaratıyor. Bu da Ayyıldız’ın öyküsündeki güçlü bir başka taraf. Öykü bitince kötülüğün yok olmayacağından eminiz.

Diğer yandan bir direnç duygusu ince ince kendini hissettiriyor. Karakterler, boyun eğip, kaderlerine rıza gösterip, yapacak bir şey yok diyerek kenara çekilmiyorlar hemen. Minyatür Kale'nin Mesut'unda, Yeşil Cip'in amcasında, Vapurlara Küsmek'in Payidar'ında gördüğümüz tam olarak bu. Hiçbir şeyleri yoksa, bozkırda sertleşmiş haklı yumrukları var. Zaman zaman kaybolup yeniden ortaya çıkan bu baş eğmez karakterler de Türker Ayyıldız’ın içinden bozkır geçen öykülerine bir farklılık katıyor doğrusu.

Öykülerde bozkırı, belirlediği atmosferi, insan ilişkilerindeki izdüşümüyle tanıyoruz. Ama onu bütün kötülüklerin kaynağı, bitimsiz bir kuraklık olarak okumuyoruz. Bozkırı tanımayan, kuraklıktan ibaret görenlere şaşırtıcı sürprizler var öyküler boyunca. O sürprizlerden bir kısmı Iskarpela'da, Salak Ahmet Tesisleri'nde, Köstebek Sancısı'nda okuru selamlıyor.

Vapurlara Küsmek ile Şikeste arasındaki dört yılda Türker Ayyıldız’ın dilindeki sade etkinin güçlendiğini, tercih ettiği ayrıntıların öyküleri boyutlandırıp, belli bir derinliğe kavuşturduğunu söyleyebiliriz. 

Ayyıldız’ın öyküleri bir çığır açıp, öykücülüğümüze yeni bir soluk katmıyor. Zaten bize kalırsa bu şart da değil. Fakat Ayyıldız, okura kötülüğün, kuruluğun, tekdüzeliğin yatağı olarak sürekli karşımıza çıkan bozkır anlatısının içine, zenginleşen bir dille, umut bulaştırıyor. Bunu açıkçası oldukça kayda değer gördüğümüzü de not edelim ve Türker Ayyıldız’ın yeni öykülerinin daha çok okura ulaşmasını dileyelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder