Bakalım iktidarın son tuzağına kimler düşecek?(Zülal Kalkandelen)
AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, Almanya dönüşü uçakta gazetecilere, cumhurbaşkanlığı seçiminde uygulanan 50+1 şartının değiştirilmesinin isabetli olacağını söyleyince CHP’li yetkililer ve birçok gazeteci, bunu “AKP, MHP’den kurtulmak istiyor” şeklinde yorumladı.
Oysa yerel seçim öncesinde AKP’nin böyle bir çabaya girişmesi mantık dışı. Nasıl ki Yargıtay’ın Anayasa Mahkemesi üyeleri hakkındaki suç duyurusundan iktidarın haberi olmadığını düşünmek, bugünkü koşullarda, akla yatkın değilse Erdoğan’ın yerel şeçim öncesinde Cumhur İttifakı’nı tehlikeye atacak bir düzenlemeyi Bahçeli ile görüşmeden ortaya atacağını düşünmek de öyle...
Yargıtay ile Anayasa Mahkemesi (AYM) arasında yaşanan kriz ve ardından Bahçeli’nin AYM Başkanı Zühtü Arslan’a “terörist” imasında bulunmasından sonra 17 Kasım Cuma günü bu köşedeki yazımda şu satırlar yer alıyordu:
“İktidar, yapmak istediği anayasa değişiklikleri öncesinde, Anayasa Mahkemesi’ni yeniden yapılandırarak bir engel olmaktan çıkarmak istiyor. Bu krizler bilinçli olarak yaratılarak AYM’nin sorun haline dönüştüğüne, var olan yasaların ve anayasanın yetersiz olduğuna ve bunların değiştirilmesi gerektiğine dair algı güçlendiriliyor. Planlanan anayasa değişiklikleri demek ki öylesine tepki çekecek ki Erdoğan, bütün bu operasyonu yapabilmek için ittifaklara ve dışarıdan destek aldığı güçlere daha çok ihtiyaç duyuyor.”
Tüm gücünü 50+1 sistemine borçlu olan Erdoğan, tasarlayarak büyük krizler yaratıyor ki anayasa değişiklikleri kaçınılmaz görülsün. Amaç, muhalefeti 50+1’i değiştirme vaadiyle anayasa pazarlığına oturtmaktır çünkü asıl hedef, Erdoğan’ı ömür boyu koltuğunda oturtacak bir düzenlemedir!
Tüm bunlar, hazırlanan tuzağın bir parçasıdır.
BAHÇELİ, BU PLANDAN HABERSİZ OLAMAZ
Nitekim Bahçeli, dün MHP grubunda yaptığı konuşmada, “Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi, Türkiye’nin istikbal haysiyetidir. Hiç kimse cumhurbaşkanımız ile aramıza giremeyecektir” diyerek 50+1 sistemini savunurken şu sözleri de ekledi:
“Cumhur İttifakı olarak yeni sistemin doğasını zedelemeyecek onarımın uzlaşmayla yapılacağı inancındayım.”
Ayrıca unutmayın, MHP 2021’de Cumhuriyetin 100. yılında 100 maddelik anayasa önerisi hazırladığını duyurmuş, teklifte AYM’nin “yüksek mahkeme” statüsünden çıkarılıp özel bir statüde düzenlendiği, Erdoğan’a üçüncü kez seçilme hakkı verdiği, cumhurbaşkanlığı yeminindeki “tarafsızlık” kelimesinin kaldırıldığı, Erdoğan’ın cumhurbaşkanı seçilmesi için ilk turda zorunlu olan yüzde 50+1 barajının yüzde 40’a düşürülebileceği de medyaya yansımıştı.
O teklif neden TBMM’ye gelmedi bilmiyoruz, belki de daha uygun bir zaman beklendi. Bahçeli’nin kastettiği “sistemin doğasını zedelemeyecek onarım” bu kapsamda değerlendirilebilir.
KARŞIDEVRİMCİLERLE ANAYASA YAPILMAZ!
Anayasaya göre Erdoğan’ın yeniden aday olması için, TBMM’nin erken seçim kararı alması gerektiğini de unutmayın. Belki de bu krizler öyle bir aşamaya getirilecek ki bu zorunlu görülecek...
Oysa anayasa değişikliği konusunda AKP’ye verilmesi gereken yanıtı 6 Eylül 2023 tarihli yazımda belirtmiştim:
Siz var olan anayasayı bile her gün çiğniyorsunuz. 21 yılda demokrasiyi ve hukuk devletini yerle bir ettiniz. Üstelik tüm kesimlerin üzerinde anlaştığı bir toplumsal sözleşme olan anayasayı, siyasi partiler ve demokratik toplum örgütü temsilcilerinin yer alacağı kurucu Meclis yapar. Anayasanın değiştirilmesi teklif bile edilemeyecek maddelerini hedefleyenleri, laik Cumhuriyet ve kadın düşmanı şeriatçı partileri de ittifak ortakları arasına alan, onları TBMM’ye sokan AKP bunu yapamaz. Dolayısıyla karşıdevrimcilerle anayasa yapma girişimine HAYIR!
Bakalım muhalefet iktidarın bu tuzağına da düşüp yine figüran mı olacak?
/././
Nerede kalmıştık (Barış Pehlivan)
Başkanım, dediğiniz koğuşta yerde de yatacak yer yok.”
Açık cezaevinden çıkış işlemlerim yapılırken duydum bu sözü. İçeri yeni giren bir mahkûm, görevli memura söyledi. Ben hiç yerde yatmadım ancak birçok koğuşta yere serilen yataklarda uyuyan insanları gördüm. Geceyi yemekhanede geçirmek zorunda kalanlara dahi tanık oldum. Duvarların arkası sıkıştırılmış insan konservesi gibiydi.
Nasılsın, diye soruyorlar. Sanki tam doğru yanıtı veremiyorum. Deneyimliyim, geçer, biliyorum. Lakin itinayla gözden kaçırılan büyük bir cerahatın içinde yüzdüm, nasıl unuturum... Farkındasınız değil mi, son 16 yıldır en çok konuştuğumuz konu yargı. Daha doğrusu, kelepçeyle sıkılmış hayatlarımız. Metafor değil derdim, gerçekten de adliye salonlarında verilen kararlar ile nefesimizi ne kadar kullanacağımızı öğreniyoruz. İktidar kurmayları ise ne zaman boğazımız düğümlense “İnfaz sistemi değişmeli” diyor. Doğru, büyük adaletsizlikler yaratıyor şu anki sistem. Ne eşitlik sağlıyor ne de vicdana sığıyor. Gelin görün ki meseleyi sadece suçlunun ne kadar hapis yatacağına indirmek, kanamaya bant ile çare bulmaktan bile daha başarısızlığa mahkûm oluyor.
Düşünsenize, cezaevindeki mahkûmlar çıktıktan sonra bir daha içeri girmemek için hangi yargı mensubuna ne kadar para vereceğinin planlamasını yapıyor. Ve isimler, biriktirilecek miktarlar havada uçuşuyor; kimse de “Sahi, biz neyin kafasını yaşıyoruz” diye sormuyor. Öyle ya, herkes her şeyi biliyor.
Halbuki fakirler de var hapiste. Kimsesizler, kimseyi tanımayanlar, kimsenin adamı olamayanlar... İnsan cezaevinden çıkacağına sevinmez mi? En çok onlar korkuyor. Zira, dışarıda ne yapacaklarını bilmiyorlar. Keza, kaç kez işittim şu sözü: “Abi ben eski mahalleme ve çevreme dönersem yine suça bulaşırım. Nasıl iş bulacağım, bilmiyorum!”
Açık cezaevinde Guantanamo’yu hatırlatır gibi turuncu giydirilip zorla çalışmaya götürülen mahkûmları düşünüyorum. Asgari ücretin beşte birinden daha az maaşla emek sömürüsünün nasıl yapıldığını görüyorum. Sorsan adına “ıslah yeri” diyorlar o ticarethaneye. Halbuki, kimse ıslah olmuyor; korkuları, zaafları ve yalnızlıkları onları yeniden suç üretmek için örgütlenmeye itiyor.
“Gardiyan” diye bilinen infaz koruma memurları ise çok yorgun. Zira, tek işyerleri cezaevi değil. Hayatta kalmak için ek iş yapmayanı yok neredeyse. Ve sahi, cezaevlerinin içindeki uyuşturucu trafiğinde bizzat o duvarların arkasındaki bazı yöneticilerin rolü yok mu? Bu gözler kimleri nasıl gördü...
Bu da geçti. Unutmayacağım. 89 yaşında mektup yazanı da Japonya’dan Silivri’ye kart atanı da annesi benim için gözyaşı döken mahkûmun sıcaklığını da... İçerideki ve dışarıdaki adaletsizliği anlattım diye girdim, çıktım yine en iyi bildiğimi yapacağım. Merhaba!
/././
Kılık kıyafet devrimi (Sinan Meydan)
“Medeniyim diyen Türkiye’nin hakikaten medeni olan halkı, başından aşağıya dış görünüşüyle dahi medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdurlar.” (Atatürk, 27 Ağustos 1925)
Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni “Muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkarmak” için Türk toplumunu “tepeden tırnağa kadar” çağdaşlaştırmak istiyordu. Çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bireylerinin giyiniş ve görünüşleriyle de çağdaş olması gerekiyordu. Bu amaçla 1925’te ve 1934’te kılık kıyafet düzenlemeleri yapıldı.
Türklerin ulusal kılık kıyafeti ne “sarık” ne de “fes”ti. Eski Türklerde erkekler başlarına deri başlıklar, kalpaklar giyerler, ayrıca “börk” denen keçe külahlar kullanırlardı. Türk kadınları da çeşitli süslü başlıklar takarlardı. Müslüman olduktan sonra Türklerin giyim kuşamları da değişmeye başladı. Bu dönemde Müslüman-Türk erkekleri Araplardan alarak “sarık” kullanmaya başlarken özellikle kentlerdeki Müslüman-Türk kadınları da zamanla başlarını örtmeye başladılar.
OSMANLI’DA FES VE ŞAPKA
Osmanlı’da II. Mahmut döneminde 1826’da Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasından sonra kurulan birliğe 1829’da “fes” giydirilmesine karar verildi. Friglerden başlayarak Yunan kolonilerinde ve Roma İmparatorluğu döneminde kullanılan fes, daha çok Kuzey Afrika’da öne çıkıp Yunan adalarına yayılmıştı. II. Mahmut, “fesin şeriata aykırı olduğunu” öne süren Şeyhülislam Mehmet Tahir Efendi’yi azlederek ilk aşamada Tunus’tan 50 bin fes getirtti. Yeni kurulan birliğin fes yanında pantolon, ceket ve potin giymesi zorunlu kılındı. Bir süre sonra ilmiye sınıfı dışındaki devlet memurlarının da fes, pantolon ve ceket giymeleri istendi. Böylece Osmanlı’da 19. yüzyıldan itibaren halkın ve din görevlilerinin dışında memurlar fes giymeye başladılar.
Osmanlı, şapkayı gayrimüslimler için “resmi başlık” yapmıştı. Osmanlı’da şapkayı daha çok gayrimüslimler kullanıyordu. 19. yüzyılda Avrupa’ya giden Jön Türklerin şapka giymeleri ve hatta bazılarının şapkalı olarak yurda dönmeleri sonrasında şapka Türkler arasında da ilgi görmeye başladı. Osmanlı İmparatorluğu dışındaki bazı Türk-İslam toplulukları da şapka giyiyordu. Mustafa Kemal’in (Atatürk) ifadesiyle, “Buhara’da, İran’da, Afgan’da Müslümanlar şapka giyerler ve şapka ile namaz kılarlar… Bizde her yerden fazla mutaassıp (tutucu) var gibi görünüyor…” Türkiye’de 1925’teki Şapka Kanunu öncesinde özellikle büyük kentlerin merkezlerinde okur yazar, aydın, eşraf, tüccar Türkler arasında şapka kullananların sayısı artmaya başladı. Böylece Türkiye’de halk, aslında kanuni bir zorlama olmadan kendiliğinden şapka kullanmaya başlamış oldu. 1925 Şapka Kanunu’nun gerekçesinde bu duruma vurgu yapılacaktı.
ATATÜRK HALKA TANITTIAtatürk, şapkayı tanıttığı Kastamonu, İnebolu ve Çankırı gezisinden Ankara’ya dönüyor. (1 Eylül 1925)
Cumhurbaşkanı Atatürk, Şapka Kanunu öncesinde, 24 Ağustos 1925’te elinde bir “panama şapka” ile Kastamonu’ya gitti. Orada yaptığı konuşmada şöyle dedi: “Biz her nokta-i nazardan medeni insan olmalıyız. Çok acılar gördük. Bunun sebebi dünyanın vaziyetini anlamadığımız içindir. Fikrimiz, zihniyetimiz medenî olacaktır. Şunun, bunun sözüne ehemmiyet vermeyeceğiz. Medeni olacağız. Bununla iftihar edeceğiz… Medeniyet öyle kuvvetli bir ateştir ki ona bigâne olanları yakar ve mahveder.”
Atatürk, 25 Ağustos 1925’te de İnebolu’ya geçerek 27 Ağustos’ta şu ünlü şapka konuşmasını yaptı:
“Efendiler, Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türk halkı medenidir. Tarihte medenidir, hakikatte medenidir. Fakat medeniyim diyen Türkiye Cumhuriyeti halkı; fikriyle, zihniyetiyle medeni olduğunu ispat etmek ve göstermek mecburiyetindedir... Kısacası medeniyim diyen, Türkiye’nin hakikaten medeni olan halkı, başından aşağıya dış görünüşüyle dahi medeni ve olgun insanlar olduğunu fiilen göstermeye mecburdurlar…
Arkadaşlar, Turan kıyafetini araştırıp ihya eylemeye mahal yoktur. Medeni ve beynelmilel kıyafet bizim için çok cevherli, milletimiz için layık bir kıyafettir. Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve bittabi bunların tamamlayıcısı olmak üzere başta siperi şemsli serpuş, bunu açık söylemek isterim. Bu serpuşun ismine şapka denir. Redingot gibi, bonjur, smokin gibi, işte şapkanız! Buna caiz değil, diyenler vardır. Onlara diyeyim ki çok gafilsiniz ve çok cahilsiniz ve onlara sormak isterim: Yunan serpuşu olan fesi giymek caiz olur da şapkayı giymek neden olmaz ve yine onlara ve bütün millete hatırlatmak isterim ki Bizans papazlarının ve Yahudi hahamlarının özel kisvesi olan cübbeyi ne vakit, ne için ve nasıl giydiler?”
Atatürk, 30 Ağustos 1925’te Kastamonu’da yaptığı konuşmada “Her millet gibi bizim de milli kılığımız varmış, fakat inkâr edilmez ki taşıdığımız kılık o değildir… Fen bakımından, sağlık bakımından pratik, her bakımdan denenmiş bir medeni kılık giyilecektir…” dedi. Atatürk daha sonra kadınlar ve kılık kıyafetleri hakkında bazı eleştiriler yaptı: “Bazı yerlerde kadınlar görüyorum ki başına bir bez ya da bir peştamal veya bunlar gibi şeyler atarak yüzünü gözünü gizler ve yanından geçen erkeklere ya arkasını çevirir ya da yere oturarak yumulur. Bu davranışın anlamı nedir? Medeni bir millet anası, millet kızı bu garip şekle girer mi?”
MEMURLAR VE VEKİLLER İÇİNDİ
Atatürk, Şapka Kanunu öncesindeki Kastamonu ve İnebolu konuşmalarında, çağdaş kılık kıyafetin ve bunun bir parçası olmak üzere şapkanın gerekliliğini anlatırken 31 Ağustos 1925 Çankırı konuşmasında Kılık Kıyafet Devrimi’nin yöntemini açıklayacaktı: “Kılığın medeni bir hale sokulması için yasa gerekli değildir. Millet karar verir yapar… Memurlar ve milletvekilleri bunu gereği gibi uygulayıp halka kılavuzluk etmelidirler.”
Atatürk, 1 Eylül 1925’te Ankara’ya döndükten sonra, 2 Eylül 1925’te yayımlanan 2431 Sayılı Bakanlar Kurulu Kararnamesi ile “Halkın kendiliğinden giymeye başladığı şapkayı devlet memurlarının da giymeleri zorunluluğu” getirildi.
Atatürk, bu karardan sonra halkın tepkisini görmek için bir yurt gezisine daha çıktı. 22 Eylül 1925’te başlayan gezide İzmit, Bursa, Balıkesir, Manisa, İzmir, Konya ve Afyon’u ziyaret etti. Bir ay devam eden gezide yine çağdaş kılık kıyafete vurgu yaptı. Bursa’da yaptığı konuşmada, bir zamanlar bu milletin başına fes giydirebilmek için şeyhülislam değiştirildiğini, fetvalar çıkarıldığını hatırlatarak “Bugün milletimiz böyle duygusuz, anlamsız, mantıksız araçların hiçbirini gerekli görmüyor” dedi.
Devlet memurlarının şapka giymesi kararına genelde uyulmakla birlikte yer yer şapka bahanesiyle gerici seslerin yükselmesi üzerine Bakanlar Kurulu bu kararı yasa ile güçlendirip memurlarla birlikte milletvekillerini de bu yasa kapsamına almak istedi. Böylece 16 Ekim 1925’te Konya Milletvekili Refik (Koraltan) ve arkadaşlarınca “Şapka İktisası (Giyilmesi) Hakkında Kanun” hazırlandı. 25 Ekim 1925’te Meclis’te görüşülmeye başlanan kanunun gerekçesi şöyleydi:
“Aslında hiçbir öneme sahip olmayan başlık sorunu, çağdaş uygar uluslar ailesi içine girmeye kararlı Türkiye için özel bir değere sahiptir. Şimdiye kadar Türklerle öteki çağdaş uluslar arasında bir marka niteliğinde sayılan şimdiki başlığın değiştirilmesi ve yerine çağdaş uygar ulusların tümünün ortak başlığı olan şapkanın giyilmesi gereği belirmiştir. Ulusumuz bu çağdaş ve uygar başlığı giymek suretiyle herkese örnek olduğundan ekli yasa önerisinin kabulünü teklif ederiz.”
Bursa Milletvekili Sakallı Nurettin Paşa’nın, bu yasanın anayasaya aykırı olduğunu ileri süren önergesi kabul edilmedi. Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt), Nurettin Paşa’ya verdiği yanıtta “Özgürlüğün nasibi gericiliğin elinde oyuncak olmak değildir” dedi. “Böyle kanunlar başka milletlerde de vardır. Mesela Japon Mebuslar Meclisi’ne silindir şapka ile girmek kanunla zorunludur” diye de ekledi.
TBMM, 25 Kasım 1925’te 671 Sayılı “Şapka İktisası (Giyilmesi) Hakkındaki Kanun”u kabul etti. Kanunun 1. maddesi şöyleydi: “Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri (milletvekilleri) ile genel, özel ve yerel yönetimlere ve bütün kuruluşlara bağlı memurlar ve hizmetliler, Türk milletinin giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup buna aykırı bir alışkanlığın sürdürülmesini hükümet yasaklar.”
Görüldüğü gibi “Şapka Kanunu” halk için değil, milletvekilleri ve memurlar içindi. Ayrıca kanunda kadın giyimine yönelik bir hüküm yoktu. Peçe ve çarşafı yasaklayan bir yasa da çıkarılmadı. Belediyelerin tavsiye kararlarıyla yetinildi. Kadınların modern giyinmesi teşvik edildi.
3 Aralık 1934’te 2596 sayılı kanunla da “Herhangi bir din ve mezhebe mensup olurlarsa olsunlar ruhanilerin mabet ve ayinler haricinde ruhani kisve taşımları” yasaklanacaktı.
‘ŞAPKA TAKMAYAN ASILDI’ YALANI
30 Kasım 1925’te de –tekke, zaviye ve türbelerin kapatılması sırasında- Ceza Kanunu’nun 131. maddesinde yapılan bir değişiklikle “yetkili olmadığı halde sarık ya da dinsel kıyafet taşıyanların” 3 aydan 1 yıla kadar hapsedilecekleri bildirildi. Sarık ve fes yasaktı. Ancak sıradan vatandaşların şapkasız dolaşması suç değildi.
1926 tarih ve 765 sayılı kanunla kabul edilen Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesine göre “kanuna itaatsizliğin cezası” 1 aya kadar hafif hapis ve 50 liraya kadar hafif para cezasıydı. 1939 yılında Türk Ceza Kanunu’nun 526. maddesinde yapılan değişiklikle şapka giymemenin cezası 3 aya kadar hapis oldu. Bu cezaların çoğu da affedildi. Yani İslamcıların iddia ettiği gibi, şapka takmamanın cezası “idam” değildi, şapka takmadığı için idam edilen kimse yoktur. İslamcıların “şapka mağduru” ilan ettikleri İskilipli Atıf da şapka karşıtı kitap yazmaktan veya şapka takmamaktan değil, şapka bahanesiyle çıkarılan gerici isyanların “en büyük etkeni” olduğu ve Kurtuluş Savaşı sırasındaki ihanet bildirileri nedeniyle TCK’nin 55. maddesi gereği “anayasayı tağyir” suçundan idam edildi. (Ergün Aybars, İstiklal Mahkemeleri, Ankara, 2009, s. 327) Prof. Dr. Ergün Aybars’ın deyişiyle, İstiklal Mahkemeleri’nde “Şapka Kanunu”na muhalefet nedeniyle “ağır cezalara mahkûm edilenler, şapka giymedikleri için değil, şapkayı bahane ederek gerici ayaklanma çıkarmak, kışkırtmak suretiyle dini politikaya alet edip vatana ihanet ettikleri için mahkûm edildiler… Suçu sadece şapkaya karşı koymak olan ferdi suçlar ise hafif şekilde cezalandırıldılar.” (Aybars, s. 328)
Şapka Kanunu’nun amacı herkese kanun zoruyla şapka giydirmek değil, ulusal ve uluslararası hiçbir değeri olmayan sarık ve fesi çıkarttırarak çağdaş kılık kıyafetin yaygınlaşmasını sağlamaktı. Şapka, çağdaş giyim kuşamın simgesi olarak öne çıkarıldı. Atatürk, bu konuda da ulusuna örnek oldu. Zannedilenin aksine “Şapka Kanunu” amacına ulaştı. Bugün bu kanunun üstünden 100 yıl geçmeden -küçük bir azınlık dışında- Türk halkının büyük çoğunluğunun çağdaş giyim kuşamı benimsemiş olması, Atatürk’ün Kılık Kıyafet Devrimi’nin çok başarılı olduğunun en açık kanıtıdır.
Enflasyon çıkmazı (Öztin Akgüç)
Enflasyonla mücadele söylemiyle, IMF’nin standart model enflasyonla mücadele programının sulandırılmış şekli uygulanmaktadır. IMF modeli, yurtiçi talebi kısarak, üretimi dış pazarlara yönlendirerek denge sağlamayı önerir. Programda; yüksek oranlı devalüasyon, kamusal ürünlere zam, yüksek faiz, vergi artışı, kamu harcamlarının azaltılması, özelleştirme, devletin küçülmesi ve yabancı sermaye teşviki kredilendirme için gerekli koşullar olarak belirlenir.
Enflasyonla mücadele, başlangıçta etkili, zorlayıcı önlemleri almayı gerektirir. Gecikme ile alınan önlemler, enflasyon beklentisini kıramadığı için enflasyon süreğenleşir, alınacak önlemlerin maliyetini de artırır.
Günümüzde dolar 30 TL’ye yakın, politika faizi yüzde 35, benzinin litresi 40 TL örnekleri çoğaltılabilir... Enflasyon başladığında devalüasyon yapılarak politika faizi bugünkü düzeyine yükseltilse, ürünlere yüzde oranlarında zam yapılsaydı enflasyon beklentisi kırılırdı. Böyle davranmayıp, politika faiz oranı sürekli düşürülerek, kuru korumak için rezerv satılarak, KKM gibi absürt, akıldışı işlemler, uygulamalar yapılarak enflasyon azdırıldı. Şimdi politika faizi artışına, zamlara, kur yükselmesine karşın enflasyon kontrol altına alınamıyor.
Resmi enflasyon yüzde 65 dolayında ancak çok farklı enflasyon hesaplamaları yapılıyor. Alınan endekse, endeksin kapsadığı ürün miktarına, verilen ağırlıklara, baz alınan yıla, bilgi alınan kaynaklara, sayısına göre farklı fiyat artış hızları hesaplanır ancak açıklanan enflasyon oranlarında bu denli farklar olması olağan değildir. TÜİK’in açıkladığı enflasyon rakamının gerçeği yansıtmadığı konusunda hemen hemen görüş birliği vardır. TÜİK’in düşük enflasyon hesabı, büyüme hızını da abartmaktadır. Gayri safi milli hasıla, cari piyasa fiyatıyla yapıldıktan sonra, deflatörle sabit fiyata indirgenerek büyüme hızı hesaplanır. Deflatör düşük hesaplanırsa oranın paydasının düşük oluşu, basit aritmetik kuralı oranın değeri yükselir. Ekonominin büyüme hızı yüksek hesaplanınca, “Tüketimle büyüdük” gibi trajikomik, akla aykırı, feci değerlemeler yapılıyor.
Enflasyon nasıl hesaplanırsa hesaplansın bir ortalamayı gösterir. Endüstrilerin, ürünlerin üretim faktörlerinin fiyat artış hızı farklıdır. Bazı ürünlerde, endüstrilerde fiyat artış hızı ortalamanın üstünde olurken bazılarındaysa altında kalır, fiyat artışı dahi olmayabilir. Enflasyonun sakıncası, nispi fiyatları ve gelir dağılımını bozmasıdır. Enflasyonun bedelini, kural olarak IMF modelinde emekçiler, dar ve sabit gelirliler öder. “Enflasyona ezdirmiyoruz” söylemine karşın, ücret artışının gerçek enflasyonun altında zaman aralığı ile yapılması, reel ücret, dar ve sabit gelirlilerin reel gelirlerini azaltır. Tüketim kalıplarının farklı olması nedeniyle tüketicilerin enflasyonu da farklıdır. Emekçilerin, dar ve sabit gelirlilerin bütçeleri içinde gıdanın payı daha yüksek olduğundan, bu kesim gıda enflasyonundan daha acılı etkilenir.
Alınan tedbirlerin etkisini hafifletmek, cari işlemler açığını finanse etmek, kuru korumak, TCMB’nin net rezervini artırmak için dış kaynak aranmaktadır. Ekonomik istikrarsızlık, dış borç yükünün yüksekliği, kredi değerliliğinin düşüklüğünün yanı sıra, uluslararası sıralamada, demokrasi endeksinde 103., basın özgürlüğünde 165., hukukun üstünlüğünde 148. sıralara gerilemiş olan ülkemizin ekonomik anlamda üretimi artıracak yabancı sermaye yatırımı çekmesi çok güç hatta olanaksızdır.
Yerel seçim yaklaşırken ücretlere ve maaşlara zam yapılması beklenir. Ancak bu palyatif önlemler sonucu değiştirmez. Seçim sonrası zorlayıcı uygulamaların şiddetleri kaçınılmaz. Yeterli dış kaynak sağlayamayan yönetimin IMF kapısını çalması da olasıdır. Her başarısız, basiretsiz yönetim sonunda IMF kapısına düşer.
/././
ABD'den kripto para borsası Binance'e 4,3 milyar dolarlık ceza (Cumhuriyet)
ABD hükümeti, dünyanın en büyük kripto para borsası Binance'in, kara para aklamayı önleme ve yaptırım yasalarını ihlal ettiği gerekçesiyle toplam 4,3 milyar dolar ceza ödeyeceğini bildirdi.
ABD Hazine Bakanlığından yapılan açıklamada, Binance'in Mali Suçlarla Mücadele Birimi (FinCEN) ile yapılan anlaşma kapsamında 3,4 milyar dolar ve Yabancı Varlıkları Kontrol Ofisi (OFAC) ile yapılan anlaşma kapsamında 968 milyon dolarlık ceza ödeyeceği kaydedildi.
Açıklamada, Binance'ın kara para aklamayı önleme ve yaptırım yasalarına uymayarak bir dizi yaşa dışı aktörün platformda serbestçe işlem yapmasına olanak tanıdığı aktarıldı.
FinCEN ile yapılan anlaşma kapsamında 5 yıllık gözetim ve Binance'in ABD'den tamamen çıkmasının sağlanması dahil, önemli taahhütlerin yer aldığı belirtilen açıklamada, anlaşma yükümlülüklerin yerine getirilmemesi halinde Binance'in FinCEN tarafından tahsil edilecek 150 milyon dolarlık ertelenmiş ceza da dahil olmak üzere, ek cezalarla karşı karşıya kalabileceği kaydedildi.
YAPTIRIMLARI İHLAL EDEN SANAL PARA TİCARETİ
ABD Hazine Bakanı Janet Yellen, ABD Adalet Bakanı Merrick Garland, ABD Başsavcı Yardımcısı Lisa Monaco ve Emtia Vadeli İşlemler Komisyonu (CFTC) Başkanı Rostin Behnam konuya ilişkin ortak basın toplantısı düzenledi.
ABD Hazine Bakanı Yellen, söz konusu basın toplantısında, FinCEN, OFAC ve IRS'in 3 yılı aşkın süre boyunca Binance'in faaliyetlerini incelediğini anlattı.
Binance'in yıllar önce ABD pazarından çıktığını iddia ettiğini, ancak gerçekte ABD'li kullanıcılar ve ülkeyle önemli bağlantılarını koruduğunun tespit edildiğini aktaran Yellen, şirketin şüpheli işlemleri de bildirmediğini kaydetti.
Yellen, platformun ABD yaptırımlarını ihlal eden 1,5 milyondan fazla sanal para ticaretine izin verdiğini bildirdi.
SUÇLAMALARI KABUL ETTİ
ABD Adalet Bakanı Merrick Garland da Binance'in söz konusu ihlalleri kasten gerçekleştirdiğini kabul ettiğini belirterek Binance'in ödeyeceği yaklaşık 4,3 milyar doların bugüne kadar verilen en büyük cezalardan biri olduğunu vurguladı.
Anlaşmanın bir parçası olarak Binance'e bir izleme ve raporlama zorunluluğu da getirildiğinin bilgisini veren Garland, şirketin geçmiş işlemleri incelemesi ve şüpheli faaliyetleri federal yetkililere bildirmesi gerektiğini kaydetti.
Garland, Binance Üst Yönetisi (CEO) Changpeng Zhao'ya ilgili yasayı kasten ihlal ettiği için suç duyurusunda bulunduklarını ifade ederek Zhao’nun, savunmasını bugün erken saatlerde Washington Batı Bölge Mahkemesine şahsen sunduğunu bildirdi.
YENİ CEO RİCHARD TENG OLDU
Öte yandan Çin'de doğup ve 12 yaşında Kanada’ya göçen Binance CEO'su Zhao, anlaşma kapsamında istifa etmeyi ve 50 milyon dolar para cezası ödemeyi kabul etti.
Zhao, X hesabından yaptığı paylaşımda, hatalar yaptığını ve sorumluluk alması gerektiğini belirterek Binance ve kendisi için en doğrusu olacak şekilde şirketin CEO'luğundan ayrıldığını duyurdu.
Binance’in artık bir "bebek" olmadığını, şirketin yürümesi ve koşmasına izin vermenin zamanı geldiğini vurgulayan Zhao, "Binance'in sahip olduğu derin altyapıyla büyümeye ve başarılı olmaya devam edeceğini biliyorum." değerlendirmesinde bulundu.
Zhao, şirketin üst yöneticilerinden Richard Teng'in artık Binance CEO'su olarak görev yapacağına işaret ederek Teng'in 30 yılı aşkın finansal hizmetler ve düzenleme tecrübesiyle şirketin bir sonraki büyüme döneminde yönünü belirleyeceğini ifade etti.
Şirketin tarihsel bilgisine sahip bir hissedar ve eski CEO olarak, ABD hükümetiyle yapılan anlaşmaya uygun şekilde, gerektiğinde danışmanlık yapmak üzere hazır olacağını bildiren Zhao, son 6,5 yıldır gerçek bir mola vermediğini, bu sebeple öncelikle bir süre çalışmalarına ara vereceğini kaydetti.
Zhao, bundan sonra muhtemelen bazı uzun dönemli yatırım yapacağını, kendini yeniden bir startup'ı yönetecek bir CEO olarak göremediğini, dinleyici olması durumunda, az sayıda yeni girişimciye özel olarak mentorluk yapmaya açık olabileceğini belirtti.
ABD ile varılan anlaşmaya işaret eden Zhao, Binance'in herhangi bir kullanıcı fonunu kötüye kullandığının veya herhangi bir piyasa manipülasyonuna karıştığının iddia edilmediğine dikkati çekti.
/././
Seçime doğru İstanbul (Arif Kızılyalın)
İstanbul son yılların en şiddetli fırtınasını yaşadı. Bundan 5-10 yıl önceki benzeri hava olaylarında kentte hayat felce uğrar, can kayıpları yaşanırdı. Bu kez dev kent hazırlıklıydı. Sadece Rumeli Feneri’ndeki mendirek yıkılınca Garipçe köyündeki deniz kenarı işletmeler zarar gördü, 3, bilemediniz 5 evi su bastı.
Öncelikle, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in grup toplantısında da altını çizdiği gibi İmamoğlu yönetimi altyapıya, yani gözle görülmeyen alanlara 40 milyar TL gibi büyük bir yatırım yaptı son 4.5 yılda. Pandemi döneminde kentin atık su hatlarında ciddi iyileştirmelere gidildi, sorunlu bölgelerdeki eğim sorunu çözüldü. Bunlara ek olarak, havanın bozacağı duyumuyla İSKİ başta olmak üzere tüm bakım onarım, park bahçe ve altyapı birimleri teyakkuza geçti, su birikmeye başlayan bölgelere motopomplar gönderildi, yağan yağmur bu kez denize değil, can suyu olarak kuruyan barajlara aktı. Can Akın Çağlar, Arif Gürkan Alpay, Buğra Gökce, Şafak Başa, Remzi Albayrak gibi İBB’nin üst yönetim kadrosunun AKOM’da sabahladığını da belirtmekte fayda var.
Bu sınav, yaklaşmakta olan seçimler öncesi başkan Ekrem İmamoğlu için de CHP için de artı puan. Demek ki 150 gün, 150 açılış projesinin altı boş değilmiş. Eğer, trafik, toplu taşıma konularında da iyileştirmelere gidilir, yurt ve ucuz ekmek adımları halka doğru anlatılırsa İmamoğlu başkan koltuğunda girdiği yarıştan seçilmiş başkan olarak çıkar. Elbette ilçeler de önemli. Kadıköy, Şişli, Beşiktaş, Bakırköy, Avcılar, Kartal, Beylikdüzü, Maltepe, Adalar’da sorun yaşanacağa benzemiyor. Keza CHP’li seçmen dışında özel oyu olan Hasan Akgün Büyükçekmece’de, Battal İlgezdi Ataşehir’de, Şükrü Genç Sarıyer’de, Kemal Deniz Bozkurt da Esenyurt’ta avantajlı. Çünkü tıpkı Antalya Muratpaşa’da Ümit Uysal, Ankara Çankaya’da Alper Taşdelen ve İzmir Buca’da Erhan Kılıç gibi sosyal projelerle halka dokunup sağ, muhafazakâr ve daha önemlisi Kürt seçmenin teveccühünü alıyorlar. Örneğin Buca’nın üzüm, Muratpaşa’nın turunç kart ve Ataşehir’in de Ataevi projeleri her seçimde oyların yönünü belirliyor. Doğru adayla Tuzla, Eyüp, Üsküdar, Sancaktepe, Çatalca ve Silivri de kazanılır. Keza Beykoz, Çekmeköy, Bahçelievler için benzeri şeyler söylenebilir. Eminiz ki CHP’nin yeni başkanı Özgür Özel ve ekibi bu tür hassasiyetleri göz önünde bulunduracaktır.
HAYDARPAŞA GARI’NA OPERA!
İlber Ortaylı, CRR’deki 10 Kasım konseri öncesi Atatürk’ün müzikalite anlayışı üzerine bir sohbet gerçekleştirdi. Ulu önderin ülke savaştayken orkestra ve çoksesli müzik üzerine yaptığı çalışmaları anlatırken, “Savaşı kazanacağını biliyordu, önemli olan uygar bir toplumun tohumlarını atmaktı” ifadesini kullandı. 29 Ekim haftasında da tarihçi rehber Saffet Emre Tonguç, bir grup konuğa Ankara’daki Anadolu Medeniyetleri Müzesi’ni gezdirirken benzer bir vurguda bulunmuştu: “Atatürk Cumhuriyetin ilanı öncesi, 1921’de Anadolu’da yaşayan medeniyetlerden kalan kültürel mirasa ve özellikle Türk izlerine sahip çıkmak için bu müzenin kurulmasını istedi. Çünkü geleceğin tarihsel dokuda saklı olduğunu biliyordu...” Atatürk, Türk dili konusunda da aynı hassasiyete sahipti ve güncel zaman dilcilerden on yıllar önce, “Türk dili abidelerle sınırlandırılamaz, binlerce yıllık bir geçmişe sahip en büyük dil ailesi” ifadesini kullanmış ve TDK’yi kurmuştu.
Yine Ortaylı’ya dönersek ünlü tarihçi konuşmasında İstanbul’un görkemli bir opera binasının bulunmadığına dikkat çekti. İsim vermeden AKM’nin, CRR’nin, Süreyya Operası’nın yetersizliğine vurgu yaparken ne olacağı meçhul Haydarpaşa Garı’na sözü getirdi: “Tarihi dokusu, büyüklüğü ve görkemiyle Haydarpaşa Garı, garip bir şeylere çevrileceğine hem İstanbul’un hem Türkiye’nin en büyük ‘opera binası’ olabilir, gayet de güzel olur...” İlber Hoca’dan önermesi, Kültür ve Turizm Bakanı M. Nuri Ersoy’dan ilk adımı atması... Elbette oradaki rant projelerine yenilmezse!
/././
Cumhuriyet yazarı Murat Ağırel 'Polatlar' yüzünden tehdit edildiğini açıkladı: 'Sizin önünüzde eğilmem' (Cumhuriyet)
Sosyal medya ünlüleri Dilan Polat ve Engin Polat çiftinin kara para akladığının ortaya çıkmasında büyük bir rol oynayan ve Engin Polat'ın "üzerimizden prim kasıyor" dediği gazeteci, Cumhuriyet yazarı Murat Ağırel, tehdit edildiğini açıkladı.
Sosyal medya hesabından paylaşım yapan gazeteci Ağırel, kara paranın sahibini sorguladığını ve bu yüzden harekete geçildiğini vurguladı.
"ATEŞE DOKUNUYORUM VE HEDEF OLUYORUM"
Ağırel, sosyal medya hesabından yaptığı paylaşımda şu ifadeleri kullandı:
"Ateşe yürüyorum, ateşe dokunuyorum ve hep hedef oluyorum. Uyuşturucu Baronlarını ve maşalarını yazıyorum tehdit ediyorlar,hırsızları yazıyorum davalarla yıldırmaya çalışıyorlar,sahte ilaç çetelerini ve iş takipçilerini yazıyorum kadını koruma kanunundan uzaklaştırma kararı aldırıyorlar."
"ELİNİZDEN GELENİ ARDINIZA KOYMAYIN"
Ağırel şöyle devam etti:
"Bu seferki sebep Dilan Polat dosyası. Kirli paranın sahibini sorguladıkça malum odaklar harekete geçti. Akılları sıra beni tehdit ve baskı ile yönlendirmeye çalışıyorlar.
Sosyal medyadaki tetikçileri ile kara paranın kaynaklarından biri olan Sanal Bahis işi yokmuş ve ismi geçen kişiler suçsuzmuş algısı yaratmaya çalışıyorlar. Tezgah kuruyorlar, tehdit ediyorlar. Hiç uzatmayalım, hodri meydan. Elinizden geleni ardınıza koymayın.
Asla vazgeçmeyeceğim. Memleketim için verecek bir canım, milletim için vereceğim son nefesim var. Sizin önünüzde eğilmem."
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder