14 Temmuz pavyonu, 15 Temmuz darbesi, 16 Temmuz devleti (Barış Terkoğlu)
Benim ben diyenler beni ortadan kaldırıyor. Yok olan aslında biziz.
Herkesin kafası seçimde. Bana sorarsanız, konuşmamız gerekeni, aday yapılmasa da AKP’nin İstanbul’daki tek aday adayı söyledi. Karar'a konuşan Metin Külünk, "15 Temmuz’dan sonra gücün çok daha ötelere taşmasından dolayı derebeylikler oluştu" dedi. Tespit, yaşadığımız sorunların omurgasını anlatıyor. Devletteki paralel yapı tasfiye edilirken; yerine klikler, mafyatik gruplar, tarikat bağlantıları yerleşti. Haliyle devletin ve hukukun yerine görünenler bunlar oldu.
Örnekle anlatayım…
Adı Metin Kolca. Hükümet medyasını okursanız, o 15 Temmuz kahramanı. Haberlerde o gece Nevşehir’de neler olduğunu anlatmış:
"15 Temmuz günü saat 21.30 gibi eve geldim. Normalde uyumam, yatsı namazı ezanı geç okunduğu için uyudum. Ben uykudayken eşim beni kaldırarak Genelkurmay Başkanının rehin alındığını ve Genelkurmay Başkanlığının önünde kalabalık olduğunu söyledi. (…) Cumhurbaşkanımız telefonla televizyona bağlanarak halkı sokağa çağırmıştı. (…) Eşimle vedalaşarak helalleştim. Kırşehir üzerinden Ankara'ya ulaştım. Saat 00.50 gibi Kızılay'a girdim."
Kolca’nın hikayesi eline taş alıp tankları durdurmasıyla sürüyordu. Anlattığı "kahramanlık" destanıydı. Kolca, üzerinden tankın geçtiği lüks aracını paylaşarak hikayesini inanılır hale getiriyordu.
Ancak çelişkilerle doluydu. Cumhurbaşkanı CNN’e 00.24’te bağlanmış, halkı sokağa çağırmıştı. Dinlemesi, eşiyle vedalaşması, yola çıkıp Nevşehir’den Ankara’ya gelmesi tam 26 dakikaydı ki, bu imkansızdı.
Sayısız tutarsızlık içinden bir tane daha söyleyeyim. Kolca, aracıyla Sıhhiye Köprüsü’nü kapatıp, köprüden düştüğünü söylüyordu. Gelgelelim, aracın fotoğraflardaki yeri, Atatürk Bulvarı üzerinde, daha çok Kızılay’daki gece kulüplerine yakın görünüyordu. Nitekim öyle de çıktı. Kolca, sosyal medya hesabından 14 Temmuz gecesi "Binbir Gece" isimli mekandan fotoğraf paylaşmıştı. Yani Kolca, 15 Temmuz gününe Ankara pavyonlarında girmişti!
104 YIL ALDI
Kolca’nın sosyal medya hesabıyla durum daha da anlaşılır hale geliyor. Pavyon meraklısı bu 15 Temmuz gazisi, Nevşehir’de kendince düzen kuruyor, ceza kesiyor. Örneğin elinin kırık olduğu bir fotoğrafı şöyle paylaşmış: "İyiyim arkadaşlar, itin birinin çenesini kırdık, el de kırıldı. Merak edilecek bir şey yok. Diğer taraf merak etsin, iki sene ekmek, su içemez."
Kendisini tanıyanlara göre Kolca 15 Temmuz gazisi filan değildi. Aslında mahkemelerde başka bir derdi var. 15 Temmuz’un "Ziyaaaaa" hikayesi tam da bunun içindi.
Şöyle anlatayım…
24 Mayıs 2018 tarihinde, AA’nın "Nevşehir’de Suç Örgütü Davasında Karar" başlıklı haberi gösteriyor. Nevşehir 1. Ağır Ceza Mahkemesi, "suç örgütü kurmak, yönetmek ve üye olmak, yağma, tefecilik, gasp, kumar oynanması için yer ve imkan sağlama, tehdit, uyuşturucu ticareti" gibi suçlamalarla yargılanan sanıklara ceza yağdırdı. Buna göre örgütün 1 numarası ağabey Deniz Kolca 201 yıl hapis cezası alırken, 2 numarası kardeş Metin Kolca 104 yıla hüküm giymişti.
Kısacası Metin Kolca, yargıya göre de bir mafya-çete yöneticisiydi. Tabiri caizse "çökme" işleri yaparken yakalanıyor, kendisini korumak için "15 Temmuz gaziliği" hikayesini uyduruyordu. Hükümet medyası da bize onu bu şekilde tanıtıyordu.
HAKİM İLE "DEVLETİM" POZU
Ama durun…
Hikaye burada bitmedi. Ufak suçlular bile hapisteyken Metin Kolca kısa bir süre tutukluluğun ardından nasıl olduysa dışarı çıktı. Kararın ardından elbette ki gözü yargının temyiz mercilerindeydi.
Sosyal medya hesabından "devlet benim", "kendimi devlete bayrağa feda ettim", "yakında göreceksiniz" gibi intikam paylaşımları yaparken daha garip bir şey oldu. Aksaray 2. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı ve Aksaray İli Adli Yargı Komisyonu Başkanı Hakim G.O. ile bir kafede buluşup poz verdi. Bunu da sosyal medya hesabından paylaştı. Bir hakim, kendi adliyesinde ağır suçlardan hüküm giyen, "ben devletim" diyen bir mafya mensubuyla kafede buluşuyor, yetmiyor poz veriyordu. Mafya lideri bunun ardından vatandaşa tehditlerine devam ediyordu.
Hakim G.O.’yu nereden hatırlıyorum diye baktım. Buldum. Siverek’te, 2019’da, İzol Ailesi’nden 4 kişinin öldürüldüğü katliam davası güvenlik nedeniyle Nevşehir’de görülüyordu. Geçen yıl karar çıktı. 3 sanığa dörder kez müebbet verildi. Ama ilginçtir, hakim, 4 kez müebbet verdiği sanıkları "kaçma şüphesi yok" diyerek tutuklamadı. Kurban yakınlarının "utanç verici" dediği, örneğini görmediğim bu kararı veren hakim de G.O.’dan başkası değildi! Ceza alanların da soyadı İzol’dü. AKP eski milletvekili Zülfikar İzol takipsizlik kararı alırken, kardeşleri cinayet işlese dahi dışarıda dolaşmaya devam etmişti.
SOYLU OLMADAN OLMAZ!
14 Temmuz pavyonunu 15 Temmuz darbesine bağlayan, 16 Temmuz günü "ben devletim" diye uyanan bu insanlar bana Ayhan Bora Kaplan davasını hatırlattı. Malum, Kaplan da Soylu’nun kuzeni tarafından 15 Temmuz gecesi aranarak çağrılmıştı. Acaba Kolcu da Soylu’yu tanıyor mudur diye merak ettim. Bir de ne göreyim. Adeta klasik! Kolcu da bir 15 Temmuz Etkinliği’nde "baba" dediği Soylu ile fotoğraf çektirmişti!
Devleti savunur görünen derebeylikler kendi devletlerini kurarken, hukuka dayanan devlet kaybolup gidiyor. Kaybolan da kaybeden de biziz, biz!
‘Kızıl Goncalar’: Yeni kupada eski zehir (Ergin Yıldızoğlu)
“Kızıl Goncalar”la ilgili yazımı, “eğer devam ederse” kaydıyla, kimi sorularla bitirmiştim. 3. bölüm bir “reyting patlaması” yapmış; izlemek, o sorulara cevap aramak farz oldu.
SORULAR VE CEVAPLAR
Dizinin biri gerçek sanata doğru, diğeri de sıradanlığa (kitch) doğru çeken iki dinamiği birden taşıdığını belirtmiştim. Dizi, tarikat dünyasıyla modern seküler dünya arasında, siyasal İslamın hegemonyası altında bir “orta yol” öneriyordu. Bu önerinin da Fethullah ve liberal entelijansiya ittifakının “Birbirimizi anlayalım, dinleyelim” fantezisinde olduğu gibi, siyasal İslamın hegemonya sürecini, iktidar ilişkilerini gizleyerek yeniden üretmekten başka bir işlevi yoktu. Dizinin tepki çeken yanı, onun, karanlıkta kalmak isteyen iktidarların üzerine ışık tutan dinamiğiydi. Bitirirken “Eğer dizi devam ederse yapımcılar, bu iki dinamik arasındaki diyalektiği acaba ne yönde ilerletecek?” diye sormuştum.
Yapımcılar o diyalektiği, çelişkinin taraflarını yumuşatarak ama Kemalist-laik “dünyayı” daha derinden mahkûm ederek, tarikatın gizemli padişah, filozof şehzade, politikacı vezir ve kullar dünyasını taklit eden yaşamını daha kabul edilebilir biçimde sunarak, yönetmeye çalışmışlar. Ancak bu “yumuşatma” da liberal-Fethullah ittifakının ürettiği fantezilere dayanıyor.
AYNANIN İÇİNDEKİLER
Bazen, bir yazar, ressam ya da yapımcı yapıtının içine bilerek ya da bilmeden, yapıtın hakikatini yansıtan bir “ayna” koyar.
3. bölümde, Kemalist doktorla Kemalist babası arasında geçen konuşma izleyiciye tam da böyle bir “ayna” sunuyor. Bir çocuğun evlendirilmesini yasal yolla önlemeye çalışan doktora babası, “Sen Jakobenlerin tam bir özetisin. (...), -Bunu ben söylersem bir anlamı olur. Biz bunlara neler yaptık hatırlamıyor musun? Ne değişti? Bunlar tek bir şeyden korkarlar; değişmekten. Anlamaları lazım. Anlamadan olmaz. (...) Anlatabilmen için dinlemeleri lazım. Hastan gibi düşüneceksin... Polisi karıştırmadan...” diyor.
Kısacası, sen, hukuku karıştırma, kişisel düzeyde örf âdet (tabii ki burada şeriat) alanında kal. Bu tavsiye, ister istemez biri sultan ve tebaasından diğeri hukuk devleti ve vatandaşlarından oluşan, tarihleri, dayandıkları “hakikat rejimleri” birbirini dışlayan dünyaların birlikteliğini onaylıyor. Bu onaylama, siyasal İslamın modern hukuk düzeninin dışında, kendi “dünyasının” yasaları içinde yaşama pratiğini kabulleniyor. Bir yasadışı durumu önlemek için devletin güvenlik güçlerinden yardım istemek ise Jakobenlik oluyor. Bu da Jakobenliğin, karşıdevrimci Anglosakson (kralcı) yorumunu ve liberal-Fetullah ittifakının, laik Cumhuriyete karşı mücadele ederken kullandığı söylemi yeniden üretiyor. O ittifakın en büyük hegemonyacı fantezisi de devrede: Kemalist profesör, 28 Şubat’ı kast ederek “Biz bunlara neler yaptık” diyor; belli ki nedamet getirmiş. Belki de ölmek üzere olduğu için...
Cumhuriyetin, Kemalist devlet sınıfları, entelijansiyası siyasal İslamın devlete erişmesini yasal yollardan önlemeye çalıştılar. Çünkü o gelenek, liberal salakların aksine, siyasal İslam devlete ulaştığında nelerin olacağını biliyordu. Peki, ya siyasal İslam? O neler yaptı, hem de o çok yakındığı “derin devletle” el ele? Kanlı Pazar, Maraş katliamı, Sivas Madımak katliamı, daha yakın zamanda devleti ele geçirdikçe yasadışı telefon dinlemeleri, kişi özeline tecavüzler, uydurma delillerle sözde yargılamalar...
Dizinin, 28 Şubatçı baba karakteri, “Tek bir şeyden korkarlar” diyor, “değişimden”. Bunu, 20 yılda köklü değişimler yaratmış karşıdevrimci bir hareketin temsilcileri için söylüyor. Böylece karşımıza “olayı yaşamış ama anlamını hâlâ kavrayamamış” iflah olmaz bir tip konuyor. Nedamet getirmiş Kemalist, “anlatmaktan” söz ediyor, adeta kampanya yapmaya başlamış Zaman gazetesi gibi: “Birbirimizi anlayalım, dinleyelim”. Adam, karşısındaki kültürün, geleneğin de ayırdında değil. Adam, karşısında, Cumhuriyete yabancı bir yaşam dünyasının, ilk bölümlerde gördüğümüz gibi Türkçeden farklı bir dil ile konuşan (3. bölümde değişti) bir tabakanın iktidar ilişkilerinin dahası “hakikat rejiminin” olduğunun ayırdında değil. Onları “akıl hastası” zannediyor: “Hastanla konuşur gibi, sinirlenmeden...” Bir anlasalar değişecekler... “Valla bunlar iflas olmaz!”
/././
NATO’körlük (Mehmet Ali Güller)
Halkın büyük çoğunluğu ABD’ye ve NATO’ya karşıyken nasıl oluyor da Amerikancı ve NATO’cu partiler en çok oyları alıp iktidar ve ana muhalefet partileri olabiliyorlar?
Önemli nedenlerden biri, bu partilerin propagandalarıyla uygulamalarının zıtlığıdır. Bunu “propaganda da ‘yerli ve milli’ ama uygulamada Atlantikçilik” diye özetleyebiliriz.
ERDOĞAN, BAHÇELİ, ÖZEL
Örneğin AKP Genel Başkanı Erdoğan, “Uluslararası Adalet Divanı’nın kararı dünya 5’ten büyüktür haykırışımızın adeta bir aksisedasıdır” diyor. Peki bunu diyen iktidar neden dava açan taraf olmuyor, neden ABD himayesindeki İsrail’e karşı tek bir somut adım atmıyor? Başkasının davasından propaganda üreterek mi Filistin’e destek olunacak?
Örneğin MHP Genel Başkanı Bahçeli, “ABD’nin komşu ülkelerdeki varlığı gayri ahlakidir, gayri hukukidir, gayri meşrudur” diyor (AA, 28.1.2024). Kesinlikle doğru ama ya emperyalist ABD’nin Türkiye’deki varlığı? Asıl sorun, Yunanistan’daki ABD üssüne itiraz edip Türkiye’deki ABD üssünden memnun olmakta, ABD askerlerinin Irak ve Suriye’deki varlığından şikâyetçi olup Türkiye’deki varlığına duacı olmaktadır.
Örneğin CHP Genel Başkanı Özel, daha 40 gün önce “Bizim yolumuz 6. Filo’yu denize dökenlerin yoludur” diyordu ama 40 gün sonra partisi TBMM’de NATO’nun genişleme programına onay verdi. Halbuki 6. Filo’yu deniz dökenler “Kahrolsun ABD, kahrolsun NATO” diyordu.
Bu üç örnek bile propaganda-uygulama zıtlığını resmetmeye yeterli sanırım.
NATO DEMOKRASİ KATİLİDİR
Türkiye’de köklü ve güçlü bir NATO’culuk var. Siyasetten orduya, diplomasiden ekonomiye uzanan çok derin bir NATO’cu ağ var. Ne zaman ABD/NATO’ya karşı kamuoyu oluşsa, bu ağ harekete geçer ve yatıştırmaya çalışır, NATO’nun Türkiye için ne kadar hayati olduğunu propaganda eder.
Örneğin NATO’yu “Türk demokrasisinin teminatı” ilan ederler. Oysa tersine NATO Türk demokrasisini (Atatürk halkçılığını) biçti, “sol”la mücadele üzerinden siyasal İslamcılığın önünü açtı, Türk-İslam sentezinin iktidar olmasının yollarını döşedi; NATO’ya bağlı Gladyo aydınlarımızı katletti.
Örneğin NATO’yu “anayasal düzenin teminatı” ilan ederler. Oysa NATO’cu darbeler, 12 Mart’lar, 12 Eylül’ler anayasal düzeni, 27 Mayıs Anayasası’nı hedef almıştır. 15 Temmuz darbe girişimi “anayasalı düzeni” ortadan kaldırmayı hedeflemiştir.
VETO KARTI MASALI
Örneğin bir de Türkiye’nin NATO’daki veto kartının ne derece değerli olduğunu pazarlarlar; sanırsınız o kart olmasa, Türkiye mahvolur! Oysa Türkiye o kartı 1) 1976’da Yunanistan’ın NATO’ya geri dönüşünde, 2) 2009’da Rasmussen’in genel sekreterliğinde, 3) 2012’de İsrail’in NATO’ya işbirliği ortaklığında, 4) 2013’ten sonra Mısır’ın NATO tatbikatlarına katılmasında, 5) 2017’de Avusturya’nın NATO ortaklığında, 6) 2019’da Baltık ve Polonya Savunma Planı’nda ve 7) 2022’de İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyeliğinde kullandı.
Peki kullandı da ne oldu? Yunanistan NATO’ya döndü, Rasmussen NATO genel sekreteri oldu, İsrail NATO’nun işbirliği ortağı oldu, NATO karargâhında odası oldu, Mısır tatbikatlara katılıyor, Avusturya ortaklığı sürdü, Baltık ve Polonya Savunma Planı hayata geçti, İsveç ve Finlandiya NATO üyesi oldu!
Bir de “Türkiye olmasa Güney Kıbrıs NATO’ya girer” propagandası var. Halbuki NATO’ya girse, ABD ve İngiltere Güney Kıbrıs’la en fazla bu kadar askeri işbirliği yapabilecek zaten!
Kısacası, NATO’culuk Türk demokrasisini, ekonomik gelişimini, ulusal savunma sanayisini, eğitimini, kültürünü mahvetti.
NATO’culukla mücadele mandacılıkla mücadeledir; NATO’culukla hesaplaşarak bağımsız olunur.
Neomandacılık: NATO’ya lazım olmak! (Mehmet Ali Güller)
ABD Dışişleri Bakanı Antony Blinken, 9 Haziran 2021’de ABD’nin Türkiye stratejisini iki maddede özetledi: 1) “Türkiye Batı’ya çapalanmış şekilde kalmalı.” 2) “Türkiye’nin, bazı kritik meselelerde ABD’yle aynı safta olması sağlanmalı.”
27 Ocak 2024 itibarıyla Washington’ın, Ankara’yı Batı’ya çapalanmış şekilde tuttuğunu ve bazı kritik meselelerde kendisiyle aynı safta olmasını sağladığını söyleyebiliriz. Oysa Türkiye ile ABD’nin “ulusal güvenlik” çıkarları taban tabana zıttı. Peki Washington bunu nasıl sağladı?
NATO GÖZBAĞI
Sorunun pek çok yanıtı var ama sonuca etkisi bakımından en önemlisi şu: NATO’culuk.
Türkiye’de öyle köklü bir NATO’culuk var ki iktidardan muhalefete, sistemin önde tuttuğu tüm kesimleri ele geçirmiş durumda. Dolayısıyla NATO’culukla içeride mücadele etmeden, NATO’culuğun siyaset üzerindeki hegemonyasını kırmadan Türkiye’yi “ABD’ye çapalanmaktan” kurtaramayız.
“NATO gözbağı” öyle etkili ki ABD’ye çapalanmanın ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Atlantik’in çıkarlarına göre şekillendirmenin, bağımsızlığımızı yok ettiğinin bile “farkında” değiller. Tırnak içine aldım, çünkü kritik görevdekiler gayet farkında.
Doğrudan belirtelim: Türkiye’nin çıkarlarını Atlantik’in çıkarlarına göre şekillendirmeyi kabullenmek, ulusal güvenliğimizi NATO konseptine göre biçimlendirmek, neomandacılıktır! Çünkü:
ABD’NİN YARARINA, TÜRKİYE’NİN ZARARINA
1) NATO’nun genişlemesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü NATO genişlerken Türkiye’yi komşularıyla ve bölgesiyle karşı karşıya getirmektedir.
2) NATO’nun Karadeniz’e girmesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü NATO’nun varlığı Karadeniz’i barış denizi olmaktan çıkarıp savaşın denizi haline getirir.
3) NATO’nun “Rusya’yı tehdit” ve “Çin’i baş rakip” ilan etmesi ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü Rusya ve Çin’le ilişkiler Türkiye’nin yararınadır, çünkü Asya’daki diğer Türk cumhuriyetleri Rusya ve Çin’in ortaklarıdır.
4) NATO’nun askeri standartları ABD’nin yararınadır, Türkiye’nin zararınadır. Çünkü ABD bu standartlarla kendisini (ve en yakın müttefiklerini) “tek satıcı” ilan etmiş ve hem Türkiye’nin silah envanterini çeşitlendirmesini önlemiş, hem de ulusal savunma sanayisini geliştirmesini yavaşlatmıştır.
AKAR’IN SÖZLERİ
Listeyi uzatmayı siz okurlara bırakıyorum. Çünkü “Peki bu tablo nasıl kabullenilebiliyor” sorusunu yanıtlamalıyım. Daha doğrusu yanıtlamayı doğrudan muhatabına bırakmalıyım:
Eski Genelkurmay başkanı, eski milli savunma bakanı, AKP Kayseri Milletvekili ve TBMM Milli Savunma Komisyonu Başkanı Hulusi Akar, ABD’nin neden Türkiye’ye F-16 satması gerektiğini şu sözlerle açıkladı: “İçinde bulunduğumuz ortama, çevremizdeki gelişmelere baktığımızda güçlü bir Türkiye NATO için her zamankinden daha lazım, daha gerekli” (AA, 26.1.2024).
NATO için lazım olmak, gerekli olmak... NATO için bugün “daha lazım” olmak...
Türkiye-ABD/NATO ilişkilerinin anahtarı işte bu kavramdır: Lazım olmak.
Türkiye daha önce SSCB’ye karşısında “oyalama piyonu” olarak NATO’ya lazımdı, şimdi de NATO’nun hedeflerine göre Rusya ve Çin’e karşı lazım. Nitekim Soros da “Türkiye’nin en iyi ihraç ürünü ordusudur” demiyor mu!
Bağımsızlıktan vazgeçebilmeyi, neomandacılığı kabullenebilmeyi, ulusal çıkarlar taban tabana zıt olmasına rağmen Türkiye’yi Atlantik’e çapalı tutmayı becerebilmeyi ve bunu kitlelere propaganda edebilmeyi, “lazım olma” kavramıyla açıklıyorlar.
Bu “lazım olma” halinden kurtulmak Türkiye’nin en temel sorunudur!
(Cumhuriyet)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder