Vahşi madenciliğin “Kırmızı Pazartesi”si (İlhan Cihaner)
Çevrecilerin, hukukçuların, gazetecilerin yıllardır dikkat çektikleri felaket 4 gün önce İliç’te gerçekleşti. Hem de 9 işçinin milyonlarca metreküp zehirli toprağın altında kalmasına yol açtı. Yazımı yazdığım sıralarda henüz işçilere ulaşılamamıştı. Konteyner ve araç içerisinde oldukları tahmin edilen işçiler için her geçen dakika umutları azaltıyor.
“Kimliği tespit edilebilen” işçilerin isimleri: Şaban Yılmaz, Kenan Öz, İbrahim Keklik, Adnan Keklik, Hüseyin Kaya ve Ramazan Çimen. Daha bu cümle bile yaşanan vahşi sömürüyü göstermeye yetiyor. Henüz kimliği tespit edilemeyen işçiler kayıp. İlk 2 gün isim bile söyleyemediler, 3. Gün 6 işçinin kimliğini açıklayabildiler. Kaçak işçi mi var? Sığınmacı mı çalıştırılıyor? Bu değilse daha çalışanlarını “sayamayan” bir sisteminin, tehlike içeren süreçleri doğru yönetmesi zaten beklenemez. Tek amacı en kısa sürede en az maliyetle en yüksek kârı sağlayıp yeni yağma alanlarına gitmek olan sermayenin böyle bir derdi de olamaz zaten.
Bu noktaya nasıl gelindi?
Yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindi?
Cumhuriyet ve ekonomik bağımsızlık girişimleriyle birlikte 1925 tarihli “Maadin Nizamnamesinin Bazı Maddeleri ile Taşocakları Nizamnamesinin Tadiline Dair Kanun”, 1926 tarihli “Petrol ve Benzin İnhisarı Hakkında Kanun” ve 1933 tarihli “Altın ve Petrol Arama ve İşletme İdareleri Teşkiline Dair Kanun” gibi düzenlemeler ülkemizdeki yabancıların ve yurt içindeki özel sektörün imtiyazlarına da son vermeyi ve madenlerin devlet tarafından aranması ve işletilmesini hedefliyordu.
Ancak Demokrat Parti iktidarı ile bir yandan içeride özel sektöre alan açılmaya öte yandan yabancı sermayenin gelmesi için Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarıldı ve diğer kanunlarda değişiklikler yapılmaya başlanıldı. O kadar ki 1954 tarihli petrol kanunun doğrudan bir Amerikalı uzmana hazırlatılıp, Elmer E. Batzell ve Douglas Ball adlı Amerikalı uzmanlar için özel kararname çıkarıldı, muhtelif firmalara “imtiyazlar” tanınmaya başlanmıştı. Daha çok Petrol üzerinde yürüyen bu politikalar 12 Eylül Darbesi sonrasında neoliberalleşmeye paralel olarak maden politikalarını da etkilemeye başladı. Özal’ın Morgan Guarantee’ye hazırlattığı “Özelleştirme Ana Planı”ve 3213 sayılı “Maden Yasası” Etibank gibi kurumların tasfiyesine giden süreci başladı. AKP iktidarı ile birlikte yasalardaki koruyucu/önleyici düzenlemeler itina ile ayıklanıp maden aramalarında “ÇED raporu gerekli değildir” denilecek kadar vahşileşildi. Hem de yerlilik ve millilik nutukları ve “ırmağının akışına ölürüm” türküleri eşliğinde…
Tüm bunlar iş cinayetlerinde artma, sendikasızlaşma/sarı-sendikalaşma, yoksullaşmaya paralel yaşandı.
Özetlemeye çalıştığım bu süreç Altın madenlerinde “vahşi madencilik/sömürge madenciliği” diye tanımlanan pratiği ortaya çıkardı. Çok basit bir şablonları var: önce ilgili kamu kurumları çalışmaz, hantal, zarar eden ve düzeltilemez olarak gösteriliyor. İtiraz eden meslek kuruluşları hain ilan ediliyor. Bunun için medya ve “popüler uzmanlar” kullanılıp raporlar yazılıp sempozyumlar düzenleniyor. Sermaye ve özel sektör kutsallaştırılıyor. Mevzuat değişiklikleri yapılıyor. Sonra aynı mekanizmalar falanca yerde “100 milyarlarca dolarlık altının” atıl vaziyette beklediğini, çıkarılırsa nasıl zenginleşeceğimizi propaganda ediyorlar. Yöre halkının istihdam edileceğini, çevreye zerre zararının olmayacağı anlatılıyor. Yörenin gazetecileri, bürokratları ödül gezilere götürülüyor. Güçlü siyasi figürler ortak ediliyor. Daha fizibilite aşamasında yeni konutlar inşa edilip, camilere, spor kulüplerine bağışlar yapılıyor. Böylece yerel itirazlar minimize ediliyor. İtiraz edenler davalarla yıldırılıyor, yok sayılıp meczuplaştırılıyor. Gerekirse rüşvetler veriliyor. Yetersiz kalınan yerde “güvenlik kuvvetleri” ve yargı devreye giriyor, tabiiki sermayenin yanında!
İliç emekçi ve eko-kırımına da aynen bu şablon hatta “suç yolu” (İnter Crimis) getirdi bizi. Bir avuç çevrecinin, yurtsever hukukçu ve mühendisin, gazetecinin görüp uyardığını, bu felakete engel olmak için örgütlenmiş bürokrasinin ve yargının görmemiş olması kabul edilemez. Kaldık ki 2022’deki siyanür sızması sonrası TMMOB, TBB, TTB gibi meslek örgütleri bu tehlikeye dikkat çekiyordu. O nedenle yaşanan bir “kaza değildir”, bir “toprak kayması” değildir. Vahşi madenciliğin “kırmızı pazartesidir.”
Tabii ki bir yazıya sığmayacak çok şey var. Ama yargının özellikle idari yargının bu vahşi madenciliğe karşı “sağlıklı bir çevrede yaşama” ve “yaşam hakkı” yerine iktidarın ajandasına göre hareket etmesi, cezasızlık gibi hususlar üzerinde ayrıca durulması gerek. Yıllardır bu tehlikeye dikkat çekmeye çalışan Sedat Cezayirlioğlu’nun gözaltına alınması VeryansınTv gazetecilerinin sahaya sokulmaması bu tutumun göstergesi. Oysa Cezayirlioğlu, Av. İsmail Hakkı Atal, Yüksek Mühendis Cemalettin Küçük, ve Nihat Genç yıllardır bu tehlikeye dikkat çekip davalar açıyorlar, farkındalık yaratmaya çalışıyorlardı.
Devam etmeyi düşünüyorum.
/././
Seçmen listeleri şaibe iddialarıyla kesinleşti (Nurcan Gökdemir) Şırnak’ta DEM Partililer seçmen kaydırmaya karşı halkı bilgilendirdi. (Fotoğraf: Depo Photos)
LİSTELER KESİNLEŞTİ
Siyasi partilerde özellikle de ana muhalefet partisinde kıran kırana adaylık tartışmaları sürerken Yüksek Seçim Kurulu’nda önemli bir süreç tamamlandı. Yüksek Seçim Kurulu geçen hafta seçmen kütüklerini kesinleştirdi. Aralarında seçmen taşıma, seçmen kaydırma, sahte seçmen suçlamalarının bir numaralı sanığı durumundaki iktidar partisi AKP’nin de bulunduğu hemen hemen tüm siyasi partiler sandık seçmen listelerine itiraz etti. Yüksek Seçim Kurulu’na tüm seçim çevrelerinden itirazlar yağdı. Diğer tüm siyasi partilerin yanı sıra AKP de bu hakkını kullanarak sürenin dolmasına 15 dakika kala itirazlarını YSK’ye ulaştırdı.
YSK, il ve ilçe seçim kurullarının kararlarına yapılan tüm itirazları görüştü ve tümünü bir kalemde reddetti. Yani sandık seçmen listeleri tüm partilerin “Listeler sıkıntılı, seçmen kaydırma, taşıma yapıldı, özellikle Doğu ve Güneydoğu’da polis ve askerler seçmen listelerine yazıldı” iddialarına karşın listeler kesinleşti.
MİLİMETRİK HESAPLAR
CHP 453 seçim çevresindeki 49 bin seçmene itiraz etti. DEM Parti Doğu ve Güneydoğu’daki seçmen listelerine çok sayıda itiraz başvurusu yaptı. DEM Parti eş Genel Başkanı Tuncer Bakırhan, üç gün önce yaptığı açıklamada, seçmen kaydırmaların “Milimetrik hesaplarla” yapıldığını söyledi. 32 yerleşim yerinde seçmen taşındığını tespit ettiklerini anlatan Bakırhan şunları iddia etti:
“Milletvekili olduğum Siirt'te bin 500 oyla yerel yönetimleri kazanmıştık 7 bin kaçak seçmen getirmişler. Siirtli olmayan, Bolu'dan bir tugayı getirmiş seçmen yapmışlar. Sadece seçim günü 7 bin kişi gelip oy kullanacak, aynı saatte geri gidecek. Şemdinli’de oy kullanan seçmen sayısı 2 bin 800. Oradan tek bir oy alamıyorlar, ne yapmışlar? 3 bin 200 yani ilçenin seçmeninden fazla kolluk kuvveti kaydırmışlar. Her seçmene 1,5 kolluk kuvveti gönderilmiş Şırnak dahil olmak üzere.”
ASKER VE POLİS KAYDIRILDI
Bunların dışında kamuoyuna da yansıyan şu iddialarla ilgili itirazlar da YSK’ya taşındı ve tümü reddedildi:
• Şanlıurfa’nın Halfeti ilçesinde, 4 bine yakın seçmen kaydırıldı. 4 seçmenin adresi mezarlık içinde bulunan morg çıktı. Metruk bir evde 39 taşıma seçmen kaydı tespit edildi. Halfeti’nin yeri değiştirilirken yıkılan kaymakamlık, adliye gibi kamuya ait lojmanların numaraları kullanılarak seçmen kaydı yapıldı.
• Iğdır merkeze çoğu asker ve polis olan 4 bin 361 “taşımalı seçmen” getirildi. Iğdırlı olmayan 932 kişi, Aralık ilçesi mahallelerine kaydırıldı.
• Ağrı’da kolluk kuvvetleri tarafından kullanılan bir haneye bin 923 kişi, misafirhane olan bir başka binaya da bin 221 kişi kaydedildi. Ağrı kent merkezine bin 318’i Doğubayazıt, diğerleri farklı kentlerden 7 bin 104 kişi “taşımalı seçmen” getirildi.
• Erzurum’da seçmen sayısı altı ayda 218 bin 451’den 220 bin 276’a yükseldi.
• Hakkari'de 186 bin 492 olan seçmen sayısı, 197 bin 324’ye yükseldi. Çukurca ilçesinde üç haneye 3 bin 602 kişi “seçmen” olarak kaydedildi.
• AKP’nin 2019’da 154 oy farkıyla kazandığı Şemdinli’deki askeri alana tamamı erkek 2 bin 207 seçmen getirildi.
• HDP’nin 2019’da bin 238 oy farkla kazandığı Kars'ta Orduevi olan adreste son seçimde 13 olan seçmen sayısı 3 bin 5 oldu.
• AKP’nin son yerel seçimlerinde 3 oyla kazandığı Muş’un Malazgirt ilçesine, 569 asker ve polis kaydedildi.
Bu örnekler Doğu ve Güneydoğu illerinde yoğunlaşmakla birlikte hemen hemen tüm yerleşim yerlerinde görülüyor.
Seçim kurulları, bölgede görev yapan kamu görevlilerinin seçme hakkını kullanması için seçmen kaydının yapılması gerektiğini savunuyor ancak, boş alanlar, metruk evler, en fazla beş kişinin yaşayabileceği hanelerdeki onlarca seçmenin hiçbir gerekçe ile açıklanması da mümkün görünmüyor.
AKP DÜZENLEME YAPTIRDI
AKP’nin 2022 yılı Mart ayında yürürlüğe giren Seçimlerin Temel Hükümleri ve Seçmen Kütükleri Hakkındaki Kanun’da yaptığı değişiklikler de seçmen taşımayı kolaylaştırdı. AKP, 2019 yerel seçimleri öncesi özellikle muhtar seçimlerini kazanmak için sistematik olarak yapılan ancak tüm seçim sonuçlarını etkileyen seçmen kaydırma girişimlerini önleme gerekçesiyle yasada bir değişiklik yaptı. Son dakika müdahalelerini önlemeyi amaçladığı iddia edilen bu yasa değişikliği ile geçmişte bir iki hafta ile sınırlı olan kütüklerin kesinleşmesi süresi bu yerel seçim için 3.5 aya kadar uzadı.
2024 yerel seçimlerinde kullanılacak seçmen kütüğü 1 Ekim tarihinde Merkezi Nüfus İdaresi Sistemi’nde yer alan verilerle hazırlandı. Muhalefet, iktidarın 1 Ekim sonrası müdahale edilmesi mümkün olmayacak şekilde, henüz ülkenin gündeminde yerel seçim yokken kütükleri istediği gibi düzenlediğini iddia ediyor.
Sonuçta her seçim öncesi dillendirilen ancak küçük değişikliklerin bile sonuçları etkileyebildiği yerel seçimler öncesi dillendirilen şaibe iddiaları ortada duruyor. İktidarın genel seçimlerde ortaya çıkan tabloya bakarak seçmen kaydırdığı ve bunu muhalefetin seçim bozgunu nedeniyle içine dönmesi nedeniyle kolaylıkla yaptığı iddia ediliyor.
İtirazlarından da sonuç alamayan muhalefet partilerinin baştan kayıpla başladıkları seçimlerden başarı ile çıkabilmesi için sandıklara sahip çıkılması çok daha yakıcı bir zorunluluk olarak ortada duruyor.
/././
Yeni rejimin altın sevdası (Ozan Gündoğdu)
Türkiye, kendi tarihinde gördüğü en büyük çevre felaketlerinden biriyle karşı karşıya. Altın Madencileri Derneği’nin verilerine göre dünyanın en büyük 21’inci altın madeni olan Anagold’un Çöpler Madeni’nde yaşanan heyelan sonucu başta siyanür ve sülfirik asit olmak üzere yüzbinlerce ton kimyasal atık toprağa karıştı. İktidar, içi zehirli atıklarla dolu 66 milyon tonluk toprak kütlesinin Fırat’a karışmadığını iddia etse de siyanür ve sülfirik asit şimdiden havaya ve toprağa karıştı bile. Uzmanlara göre bu çevre katliamının etkileri yıllarca sürecek, kanser vakaları tetiklenecek, bölgede üretilen gıdanın içerdiği toksiklerin oranı artacak. Ortaya çıkan zararın maddi boyutunu hesaplamak bile yıllar alacak. Fakat düzen tüm bu yaşananları sümen altı edecek. İktidar sözcülerine göre abartacak bir şey yok.
İliç Çevre Felaketi’nin bir altın madeninden patlak vermesi tesadüf değil. Bu felaketin, iktidarın uyguladığı para politikasıyla da doğrudan ilgisi var. Bunun anlaşılması için son 5 yılda, yeni rejimin altınla kurduğu ilişkiye daha yakından bakalım;
Türkiye, Haziran 2018 Seçimleri’yle birlikte bir tek adam rejimine geçti. Fakat değişenin yalnızca, yönetim rejimi olmadığı yıllar içinde daha net anlaşıldı. Ekonomiyi yöneten kurumlar zaman içinde politikleşti, bağımsız kurumlar, BDDK, Rekabet Kurumu, SPK ve TCMB iktidarın politik endişelerine göre organize edilmeye başlandı.
Tüm bu organizasyon para politikasında iplerin tümüyle Erdoğan’da olmasına, Erdoğan’ın politik endişelerine göre para politikasına yön verilmesine neden olacaktı. Seçim olasılıkları artınca faizlerin düşürüldüğü, seçim bittikten sonra faizlerin yeniden artırıldığı, bu esnada Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinin eritildiği yılları hep beraber yaşadık.
Haziran 2018 itibariyle, Merkez Bankası’nın 75,5 milyar dolarlık brüt döviz rezervine karşılık 23,3 milyar dolarlık altın rezervi bulunuyordu. Faiz politikasının seçime endeksli hale getirilmesiyle yıllar içinde döviz rezervleri erirken, altın rezervlerinde artış meydana geldi. O kadar ki, dolar kurunun 6,85 TL’de tutulmaya çalışıldığı 2020 yazında brüt döviz rezervleri 42 milyar dolara gerilerken, altın rezervi 43 milyar dolara çıkmıştı.
Yeni rejimin rezerv olarak biriktirdiği değer, döviz değil altındı. Zira döviz bulmakta zorlanılıyor, yabancı yatırımcı kaçıyor, dış ticaret de açık vermeye devam ediyordu. Döviz bulmakta zorlanan TCMB için altın bulmak daha kolay hale geliyordu. Bunun temelde 2 nedeni var;
1- Altın dövizden farklı olarak “üretilebiliyor”.
2- Altın dövizden farklı olarak “fiziki olarak” ticarete konu olabiliyor.
Yani döviz üretemiyor veya fiziki döviz ticareti yapamıyorsunuz ama altın öyle değil. Döviz kurlarını tutmak için nakde ihtiyaç duyan TCMB, bu nakit ihtiyacını karşılamak için biriktirdiği altınları teminat olarak göstererek borç alıyor.
Fiziki altın ihtiyacı için 2018’in sonunda Venezuela’nın kapısı çalınıyor. Şimdilerde reddedilse de Maduro’nun yardımcısının 2018 Seçimleri’nden hemen sonra Çorum’a geldiği, burada Ahlatçı Rafineri’yi gezdiği, ardından Ahlatçı’nın patronu Ahmet Ahlatçı’nın Erdoğan’la birlikte Venezuela’ya gittiği arşivlerde duruyor. Venezuela ile Türkiye arasındaki altın ticaretinin 2019’da yani seçimin sonraki yılında 9 katına çıktığını da TÜİK söylüyor.
Altın, sadece Venezüela gibi fiziki altın ticaretiyle edinilmiyor. Bu esnada, biriktirilen altınların da büyük kısmı, altın madenlerinde üretiliyor. Altın Madencileri Derneği’nin verilerine göre 2017’de, yani parlamenter sistemin son yılında yıllık altın üretimi 22,5 ton olarak gerçekleşiyor. Fakat 2018’den itibaren, altına hücum başlatılıyor ve altın üretimi 2018’de 27,1 tona, 2019’da 38 tona ve 2020’de 42 tona çıkarak cumhuriyet tarihinin rekorunu kırıyor.
Böylece TCMB nezdinde 2018 sonunda 253 ton olan altın rezervi büyüklüğü, 2022 sonunda 562 tonu buluyor. TCMB’nin sadece 2022’de net altın alımı 102 tona ulaşıyor.
Tüm bu altın birikimi, Türkiye’nin daha güçlü ulusal rezervleri olması için de yapılmıyor. Çünkü tonlarca altın tek bir seçim için harcanabiliyor. Geliyoruz seçim yılı olan 2023’e… Dünya Altın Konseyi verilerine göre TCMB, Nisan-Mayıs ve Haziran 2023’te, tam 130 ton altın satıyor ve biriktirdiği rezervleri 3 ayda eritiyor.
Yani TCMB, düşük faizle piyasaya para pompalamaya çalışırken, bu şekilde eritilen kaynaklar, altın ile doldurulmaya çalışılıyor. Zira döviz bulunamıyor ama altın fiili yollarla Türkiye’ye getirilebiliyor ve Erzincan İliç’te olduğu gibi üretilebiliyor. Bu esnada, sadece vahşi madenciliğin önü açılmıyor. Aynı zamanda altın ithalatı da patlıyor. Borsa İstanbul Kıymetli Madenler Piyasası verilerine göre 2023’te Türkiye 319 tonluk toplam altın ithalatıyla yine cumhuriyet tarihinin rekorunu kırıyor.
Tüm bunların tek bir kişinin koltuğunu koruyabilmesi adına yaşanması ise tabloyu daha dramatik hale getiriyor.
/././
Altın bir ihtiyaç mı? (Özgür Gürbüz)
2023 yılı dünya altın talebi 4448 ton. Altın talebinin yarısına yakını (yüzde 48,73) mücevherat sektörü kaynaklı. Merkez bankaları altın talebinin yüzde 23,32’sinden, yatırım amaçlı altın kullanımı ise yüzde 21,24’ünden sorumlu. 2023 yılında küresel altın talebinin sadece yüzde 6,71’i teknoloji alanında kullanıldı; 300 tondan azı. Dünya Altın Konseyi verileri, altının bir spekülasyon aracı ve mücevher olarak kullanıldığını net bir şekilde ortaya koyuyor.
∗∗∗
Teknoloji alanında gereken altının tamamının insanlık için gerçekten gerekli alanlarda kullanıldığını varsaysak bile sadece 300 tondan ya da yıllık altın talebinin yüzde 6,71’inden bahsediyoruz. Yaşadığımız endüstriyel hayata devam etmekte ısrarcıysak bize her yıl gereken altın bu kadar. 2023 yılında geri dönüştürülen altın miktarı ise tam 1237,3 ton. Teknoloji alanında kullanılan altın miktarının dört katından fazla. Özetle söylersek, dünya altın madenlerinin hepsini kapatsa ve artık altın çıkarmamaya karar verse, teknoloji alanında altın sıkıntısı diye bir şey olmaz. Hurda altınlar, geri dönüştürülenler yeter de artar bile.
∗∗∗
İçinde her yıl azalan bir paya sahip olan diş hekimliğinin de olduğu teknoloji sektörünün altın ihtiyacı yıllardır bu oranda (son 10 yılda yüzde 8 civarı) seyrediyor. Hem elektronik hem de diş hekimliğinde altın talebi düşmeye devam ediyor. 2023’te yüzde 7’inin altına düşmesi bu eğilimin bir sonucu. Dünya Altın Konseyi, insanların şu ana kadar 187 bin 200 ton altın çıkardığını söylüyor. Mevcut altın rezervlerinin hepsini, teknoloji alanında kullansak 624 yıllık ihtiyacı karşılıyor. Sadece mücevhere dönüştürülmüş altını teknoloji alanında kullansak 324 yıl altına ihtiyaç duymayabilirsiniz. Teknoloji alanında kullanılan altının da bir süre sonra geri kazanılıp tekrar kullanılacağını düşünürseniz, altın madenciliğinden bugün vazgeçmek istesek, bu kararın önünde teknik bir engel olmadığını görürüz.
Gıda üretiminin yapıldığı topraklar ve diğer ekonomik aktivitelerin gerçekleştiği ekosistemleri kirletme pahasına yürütülen altın madenciliğine ihtiyaç duyanların şirketler olduğu ortada. Çoğu zaman bu şirketler, Türkiye’nin altın ithalatı verilerini göstererek, madenleri meşrulaştırmaya çalışıyor. Elbette bu doğru değil. Yukarıda da görüldüğü gibi altın ithalatının temelini oluşturan gerçek bir ihtiyaç değil, bedeli yaşamla ödenen bir lüks.
∗∗∗
Erzincan’daki Anagold madeninde göçük altında kalanları düşünürken, “güzel görünmek” veya “yatırım” amacıyla aldığımız altınları da düşünmemiz gerek. Altın madenciliği gibi elmas ve pırlanta madencilikleri de doğaya büyük zarar verir. Pırlanta yüzükle yapılan evlilik teklifleri, gelin ve damada takılan altınlar aslında bu korkunç sektörlerin ayakta kalmasını sağlayan, şirketlerin ellerini ovuşturarak izlediği ritüeller. Altın madenciliği kadar, bu gereksiz ritüellerin terk edilmesi de doğaya ve bu ekonomik tuzaklara düşürülen insana nefes aldıracak.
Bir hediye çekiyle verebileceğiniz hediyeyi, altına ya da başka bir değerli madene dönüştürmeden önce lütfen bu uğurda can veren insanları ve yok edilen yaşamları gözlerinizin önüne getirin. Bir altın alyans için 20 ton maden atığı ortaya çıktığını unutmayın. Bileğinize sevgilinizin doladığı bir ip, kalpten verilmiş bir söz sizi dünyanın en güzel insanı yapar. Dünyanın en büyük elması, pırlantası değil.
Unutmayalım.
/././
Kredi kartları olmasa enflasyon düşermiş (Yalçın Karatepe)
Enflasyon büyük sorun olmaya devam ediyor. Yakın zamanda düşeceğine dair emareler de bulunmuyor. Geçen hafta Merkez Bankasının enflasyon raporu sunumunda en fazla merak edilen konunun enflasyonu düşürmek için nasıl bir yol haritası izleyecekleriydi. Bir yığın şeyden bahsedildi. Fakat bahsettikleri şeylerin ortak noktası vatandaşın eline geçen ya da kredi mekanizmalarını üzerinden erişebileceği para miktarını sınırlamaya yönelik olduğu çok açıktı. Çünkü ekonomi yönetimi hala enflasyona talebin yol açtığını düşünüyor. Bu nedenle eğer “talebi dengelemeyi” başarırlarsa enflasyonun düşeceğini iddia ediyorlar.
Enflasyon raporu sunumu sırasında MB Başkanının “kredi kartlarına yönelik bir düzenleme üzerinde çalıştıkları” yönündeki açıklaması dikkate değer. Çünkü bu kanal “kredi mekanizması” üzerinden vatandaşın paraya erişmesine imkân veriyor.
Düzenleme nasıl olacak bilmiyoruz. Henüz kamuoyu ile paylaşılan bir bilgi yok. Ama sanırım kredi kartı limitlerini düşürülmesi, asgari ödeme tutarının artırılması, taksitli işlemlerin sınırlandırılması ya da tamamen kaldırılması gibi konular üzerinde çalışıyorlardır.
Enflasyon beklentisinin yüksek olması nedeniyle talebin öne çekildiği ve buna bağlı olarak da fiyatlar üzerinde yukarı yönlü baskının güçlü olduğu şeklindeki yorumlara rastlıyorum. “Öne çekilen talebin” de sanırım kredi kartları ile finanse edildiği varsayılıyor. Bu nedenle kredi kartı kullanımına bir sınırlama getirilirse bunun talebi de düşüreceği ve böylelikle enflasyonun da düşeceği varsayılıyor.
Kredi kartı harcamalarına ve orada biriken borç miktarına baktığımızda hiç de öyle sanıldığı gibi öne çekilen talep filan yok. Veriler, kartla yapılan harcamaların ağırlıklı olarak zorunlu harcama kapsamına giren mal ve hizmetlere yönelik olduğunu gösteriyor.
Bankacılık Denetleme ve Düzenleme Kurulunun (BDDK) verilerine göre toplam kredi kartı borcunda artış olduğu doğru. Faiz artırımlarının başladığı Haziran ayından en son verinin olduğu 9 Şubat tarihine kadar olan 7 aylık dönemde kredi kartı borç tutarı yüzde 69 artmış. Bu artış aynı dönemde ortaya çıkan yüzde 47’lik enflasyonda yüksek. Bu doğru. Fakat bu borcun hangi harcamalar üzerinden biriktiğinin detayına baktığımızda hiç de öyle öne çekilen talebe filan işaret etmiyor.
Mesela fiyatlar artacak endişesiyle ne tür mallara olan talep öne çekilebilir? Dayanıklı mallar ya da tekstil, ayakkabı gibi uzun kullanımı olan ürünler. Bu tür ürünlerin kredi kartı kullanılarak alınması durumunda taksit imkânı sunulduğunu biliyoruz. Eğer talebin öne çekilmesi söz konusu ise ödemelerin taksitlendirilmesi tercih edilir. Bu nedenle “taksitli” kredi kartı borç miktarındaki artışa bakmak gerekir. Buradaki artış oranı yüzde 42. Enflasyon oranının bile altında bir artışın olduğunu görüyoruz. Peki, ya şu market, akaryakıt vs yerlerde yaptığımız ve taksitlendirme imkanı olmayan harcamalardan kaynaklanan borç nasıl artmış bir de ona bakalım. Son yedi aylık dönemde bu borç miktarındaki artış oranı yüzde 98,4. İnanılmaz derecede yüksek, hatta enflasyonun iki katından fazla. Sanırım ekonomi yönetimi buraya bakıp “endişe duyarak” kredi kartı kullanımını sınırlandırmak istiyor.
Biz biliyoruz ki taksitsiz kredi kartı harcamalarında bu yüksek artışın nedeni, gelir yetersiz olduğu için temel ihtiyaçların karşılanabilmesi için kredi kartı kullanmak zorunluluğundan kaynaklanıyor. Yoksa “aman domatesin fiyatı daha fazla yükselmeden ben onlarca kilo alıp stoklayayım” düşüncesinden değil. Ya da arabanızın deposunu doldurduktan sonra bidonlara da benzin doldurup eve götürmüyorsunuz.
Üstelik kredi kartına borçlanmanın faiz ve vergi maliyetinin bu kadar yükseldiği bir dönemde kim borç biriktirmek ister ki? Kimse istemez. Siz bakmayın Bakan Şimşek’in “vatandaşa finansal okuryazarlık öğretme” planlarına. Vatandaş neyin ne olduğunu çok iyi biliyor. Evet, bilmesine biliyor da çaresizlik karşısında yapabileceği fazla bir şey yok.
Demem o ki, kimse keyfinden kredi kartında borç biriktirmiyor, zorunluluktan yapıyor.
Kredi kartı kullanımına sınırlama getirerek enflasyonun düşeceği hayalinizden vaz geçin.
Enflasyona neyin yol açtığını doğru tespit edip ona yönelik adımlar atın.
/././
"The Perfect Storm" (Zafer Arapkirli)
“Mükemmel Fırtına”
2000 yılı tarihli, çok ses getiren bir Hollywood yapımıdır.
Başrollerinde George Clooney, Mark Wahlberg ve Diane Lane’in oynadığı, Wolfgang Petersen’in yönettiği, gerçek bir olaydan aktarılmış 1997’de yazılmış bir kitabın sinemaya uyarlandığı bir felaket filmi. Bir balıkçı teknesinin açık denizde yakalandığı muazzam bir fırtınayı anlatır.
Filmin adı, hem bir meteorolojik olay olarak “tüm özellikleriyle tam teşekküllü, yani kitaba göre tüm unsurları biraraya gelmiş kusursuz bir fırtınayı” tanımlayan bilimsel bir tabir.
Bu da, İngiliz dilindeki “The Perfect Storm” diye bir sıfat tamlamasından geliyor.
Başka durumlara da uygulanabilen “yararlı” bir kalıp.
Salı günü, Erzincan - İliç’ten gelen ve hem görünür haliyle, hem geçmişiyle hem de potansiyel gelecek riskleriyle muazzam boyuttaki çevre (ve insan) felaketini düşündüğümde, aklıma ilk gelen lâf bu oldu:
“Mükemmel (kusursuz) bir felaket”
Tabii ki “mükemmel” sıfatını, olumlu anlamda değil, “tekmili birden tüm unsurları biraraya gelmiş, kusursuz bir bileşim” anlamında kullanıyorum.
Olayın en başlangıcına gidersek, Türkiye’nin tam anlamıyla “rahat ve engelsiz iş yapılabilecek, ballı bir zemin” olduğunu keşfeden yabancı şirketler, yerli bir ortak da bulup altın arayışı ve üretimine girişiyor.
Bu amaçla, yerelde “mühim zevatla” çok yakın ilişkiler içine girerek, ortaklıkları nokta atışı bir roman veya bir film senaryosu yazsanız, bu kadar “mükemmelini” düşünemeyeceğiniz başka durumlar da mevcut. İlişkiye girdiğiniz mühim zevatın en başındaki en önemli kişinin damadı, doğrudan iş yapabileceğiniz en önemli makamda “Enerji Bakanı” koltuğunda oturuyor. Sonra da Hazine ve Maliye Bakanı koltuğunda. ÇED raporları aynı “çok mühim zevat”ın Çevre ve Şehircilik Bakanı’nın imzasını taşıyor.
∗∗∗
Ülkenin yaşadığı en büyük ve ayıplı kâbuslardan biri olan bir yargı skandalı, bir kumpas davası sürecinde “makamında derdest edilmek suretiyle” içeri alınan bir onurlu başsavcı, yerelde bu konuda “kayırılan şirkete kıyak geçtiğini” fark ettiği bir tarikat - cemaat bağlantılı savcıyı soruştururken başını belaya sokuyorlar.
İlerleyen yıllarda bu “ballı işi” daha da ballı hale getirebilmek için, devlet desteğini mümkün olan en üst boyutlarda almayı sürdüren şirket, alanında ülkenin en büyük 2’nci tesisinde, kendisine yapılan “peşpeşe kıyaklarla” hayatına devam ediyor.
Faaliyet alanından, üretim kapasitesine kadar her alanda iktidarın bir dizi “fevkalade kayırmalarına” mazhar oluyor.
Yaşanan çok ciddi aksaklıklar çevreye olağanüstü zarar veren arızalara rağmen, kendilerine pek dokunulmuyor.
Adeta “yürü ya kulum” anlayışıyla, her türlü teşviki esirgemeyen iktidar, şirketin önünü açtıkça açıyor.
Hatta bir aşamada 7.2 milyon dolar vergi indirimine bile mazhar oluyor.
Yani daha yalın bir anlatımla, hükümet bu şirkete “Sen zahmet edip verme, biz nasıl olsa bu ülkenin yolunacak kazlarından seve seve alırız o vergiyi” diyor. Nasıl olsa “kazlara her gün yeni bir vergi salsak, hatta aldığımız vergiyi bir kez daha alsak, günaşırı dolaylı vergi kaynaklarının gaz pedalına abansak, bunların gıkı” bile çıkmaz deniliyor.
Eh bu kadar “kusursuz destek” ve “kusursuz kayırma süreci içinde gelen kusursuz semirtilmenin” de bir karşılığı olmalı değil mi?
Onlar da, kendilerini besleyen “el”e, yani bu ülkeye “kusursuz - mükemmel” bir armağan vermeleri gerektiğini düşünmüş olsalar gerek ki, 13 şubat günü belki de geri dönülemeyecek kadar ağır bir potansiyel hasara neden olabilecek bir çevre felaketinin düğmesine basıyorlar.
Siyanüre boğulmuş milyonlarca metreküp toprağın adeta bir nehir gibi akıp yarattığı heyelan, ülkenin yüreğini ağzına getiriyor.
∗∗∗
Yeraltı sularına ulaştığına şüphe olmayan bu devasa ve zehirli toprak akıntısının, Fırat Nehri’ne varması durumunda, sadece kentin ve bölgenin değil, bu ülkenin ve hattâ komşu ülkelerin tarım alanlarına, yaşam alanlarına ve potansiyel olarak milyonlarca insana verebileceği zarar, “Çernobil” benzetmesini bile hakediyor.
Al sana “Kusursuz Fırtına - The Perfect Storm”
Aslında, ülkenin başına bundan 22 sene önce gelmiş bir başka felaketle, yani benzer ölçülerde büyük bir tarihi boyutlardaki “siyasi - sosyal - insani” felaketle ne kadar da benziyorlar birbirlerine, değil mi?
Yabancı eller var, konjonktürden olabildiğine yararlanma var, kayırılma, göz yumulma. aymazlık, vurdumduymazlık, ilginç tesadüfler, sermaye gücü, rant hırsı, işbirlikçiler...
Her şey birarada.
Hani eskilerin ünlü tabiriyle, “Otuz iki kısım, tekmili birden” dediklerinden.
Fırtınalar tabii ki sürelidir.
Gelir ve geçerler.
Ama bazılarının geride bıraktıkları hasar, özellikle de “kusursuz fırtınalar”ın hasarı, hem maddi hem de manevi derin yaralar bırakır.
Kendisi altın kazanayım derken, başka diyarların insanlarını, doğasını, çevresini ve pek çok şeyini “tenekeye” dönüştürecek bu tür utunmazca “imal edilmiş felaketlerin” sorumluları, mutlaka hesap vermelidir.
Madencilik dünyasında “Sömürge Madenciliği” olarak bilinen fenomenin arkasında kim varsa, er ya da geç ağır bir bedel ödemelidir.
Bu bedel, en az bu ülke insanının ve topraklarının ödediği bedel kadar, hatta onun 10 misli olmalıdır.
(Birgün)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder