2 Şubat 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 2 ŞUBAT 2024 -

 

Erdoğan’ı Sevgililer Günü’nde Sisi’nin ayağına götüren koşullar (İbrahim Varlı)

AKP’li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 14 Şubat Sevgililer Günü’nde Mısır'a giderek “Darbeci Sisi” ile bir araya gelecek. On yılı aşkın bir süredir kopuk olan ilişkiler dikkate alındığında ziyaret her açıdan dikkat çekici. Hem zamanlama, hem politik muhteva, hem de Ortadoğu’daki denklem açısından.

Erdoğan, neden gidiyor? Ajansların servis ettiği haberlere göre liderlerin görüşmede, iki ülke ilişkileri, Gazze'deki İsrail saldırıları ve Doğu Akdeniz meselesini görüşmesi bekleniyor. Bekleniyor çünkü henüz “resmi” olarak ziyaret açıklanmış değil.

Bu sıradan bir ziyaret olmayacak. İki ülke ilişkileri 2013'ten bu yana kopuk. İhvancı rejime Sisi’nin askeri darbe ile son vermesi sonrası başlayan kriz, Mısır ile tüm bağları koparmıştı. Erdoğan, Mısır’daki iç iktidar kavgasını ülke siyasetine eklemlemiş, “Rabia” üzerinden muhalefeti ve siyaseti dizayn etmeye girişmişti.

Olası ziyaret Erdoğan ile Sisi arasındaki ilk temas olmayacak. Erdoğan ve Sisi, Eylül’deki G-20 Zirvesi ve Katar'daki Dünya Kupası'nın açılış töreninde bir araya gelmişti. Mısır ve Türkiye, ilişkileri yeniden başlatmak için yaklaşık 2 yıldır görüşüyordu.

ERDOĞAN’IN AJANDASI

• Refah Kapısı’nda seçim şovu

Middle East Eye'a konuşan yetkililer, Erdoğan'ın, 1 milyondan fazla yerinden edilmiş Filistinliye ev sahipliği yapan Gazze'deki Refah Bölgesi'ni de Filistinlilere destek vermek amacıyla ziyaret edebileceğini ileri sürdü. Ancak, bu konuda alınmış kesin bir karar yok. İsrail buna izin verecek gibi değil. Buna rağmen Erdoğan’ın olası sınıra gitme hamlesi seçim öncesi kullanışlı bir aparata dönüştürülecektir.

• Doğu Akdeniz denkleminde söz almak

Doğu Akdeniz enerji denkleminde Türkiye uzun yıllardır yalnızlığı oynuyordu. Libya’daki Trablus yönetimi ile imzalanan anlaşma ile denkleme ucundan dahil olsa da, kurulan yeni düzende Ankara kendisine yer bulamıyordu. Mısır, İsrail, Filistin, Güney Kıbrıs, Ürdün, Yunanistan ve İtalya arasında oluşturulan Doğu Akdeniz Enerji Forumu’na dahil edilmemişti. Tek taraflı hamleler yeterli değildi. Öyle ki “Mavi Vatan” ilanı dahi bir süre sonra kendisine ayak bağı olmaya başladı. Ankara ile Kahire arasında Doğu Akdeniz’de işbirliğini artırma hedefleri olacak.

• Ortadoğu denkleminde rol almak

ABD’nin Ortadoğu’da kurmaya çalıştığı yeni düzenle Türkiye’nin bölgedeki ülkelerle “normalleşme”ye gitmesi eş güdümlüydü. Abraham Anlaşmaları ile Mısır, İsrail ve BAE ile Ortadoğu yeni bir sürecin arifesinde. 7 Ekim saldırılarının yol açtığı fırtına, taşları yerinden oynatırken denklem de yeniden kurulmaya çalışılıyor. Her aktör kendi tahkimatını yaparken Türkiye de bu süreçte yeni roller üstlenmek, oluşan boşluktan yararlanmak niyetinde. Mısır ve İsrail ile ilişkilerin kurulması ABD’nin bölgesel stratejisinin bir parçasıydı. Yeni Ortadoğu denkleminde, Türkiye’ye biçilen misyon çerçevesinde Kahire-Tel Aviv hattıyla ilişkilerin “normalleştirilmesi” gerekiyor.

SAHADAKİ OYUNLAR

Ortadoğu’yu tek bir vaka üzerinden değerlendirmek kuşkusuz ki eksik kalır. Son dönemlerde yaşanan gelişmelere, görüşmelere, hamlelere bakılacak olursa bu tablonun daha net görülmesini sağlar.

• ABD’nin Suriye-Irak planları

Suriye ve Irak’ı, İran ile ön cephe sahasına dönüştüren ABD’nin bölgeye dair emperyal planlarında görünür bir değişiklik yok. Dışişleri Bakan Yardımcısı Vekili Victoria Nuland, Suriye'den çekilmeyeceklerini, Amerika’nın bölgesel çıkarlarının çekilmeyi öngörmediğini, Ankara ile de sahada iş tutmaya hazır olduklarını söyledi.  

• İsrail’in savaşı yayma girişimi

Denklemin önemli aktörlerinden İsrail, Gazze’de başlattığı savaşı kademeli olarak tüm bölgeye yayma peşinde. Lübnan’dan Irak ve Suriye’ye ve hatta İran’a uzanan alanda istikrarsızlığın hakim olması Tel Aviv’in istediği tablo. Lübnan, Suriye ve Irak’ı vuran İsrail istediğini alırken ABD’nin Irak ve Yemen’e operasyonları planın işlediğini gösteriyor.

Kızıldeniz’deki saldırı ve kriz de İsrail’in işine geliyor.

• İran’ın nüfuz alanını genişletme hesapları

Bölgesel bir güç olan İran’da Ortadoğu’daki karışıklıktan faydalanarak etki alanının neredeyse sınırlarına ulaştı. Suudi Arabistan ve BAE ile ilişkileri yeniden başlatan İran, “vekil güçleri” üzerinden Yemen’den Lübnan’a, Irak’tan Suriye’ye tüm bir Şii Hilali’nde gücünü konsolide etti. Bu durum hem şimşekleri İran’ın üzerine çekerken hem de Tahran’a karşı yeni ittifakların oluşmasının önünü açtı.

SAVAŞ SONRASINA HAZIRLIK

Gazze savaşının uzaması Ortadoğu'da daha geniş kırılmaların yaşanma riskini de artırıyor. Mevcut bölgesel ve küresel dinamikler, ABD’nin gerilemeye başlayan gücü, yeni aktörlerin devreye girmesi gibi etkenler ABD’nin Ortadoğu’da istediği oyunu, istediği şekilde oynamasını zorlaştırıyor. 7 Ekim saldırılarının oluşturulmaya çalışılan Amerikan merkezli denklemi yerle bir etmesi de gösterdi ki, Ortadoğu’da İran ve Filistin’in dikkate alınmadığı veya dışlandığı planların bir geçerliliği yok.

Bu gerçeklik ortadayken bölgesel güçlerin harekete geçirildiği, İsrail'in yakın Arap komşuları Mısır, Ürdün ve Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri'nin yanı sıra Katar ve Türkiye’ye yeni roller verildiği bir sürecin arifesindeyiz. Saflaşmalar, tahkimatlar, yığınak sürüyor.

Ortadoğu’daki ve bölgedeki inşa edilmeye çalışılan yeni denklemde Türkiye’nin koordinatları da belirlenmeye çalışılıyor. O koordinatlar da Amerikan eksenli. Yandaşlar son günlerdeki temaslar üzerine "ABD ile ilişkilerde bahar havası yaşanıyor" diye sevinirken bu "bağımlılık ilişkisi" Türkiye'nin "kara kış"ına dönüşebilir! 

                                                          /././

Hukuk dışı karara karşı durmak (Nurcan Gökdemir)

TİP Hatay Milletvekili Can Atalay’ın milletvekilliği beklenildiği gibi düşürüldü. Bu karar, “Gezi Direnişi’nin rövanşı olduğu, hukuki olmadığı, siyasi amacının bulunduğu” tartışmaları arasında alındı.

“Hayır hukukidir, hakkında kesinleşmiş hüküm var” diyenlere karşılık söylenecek çok fazla hukuki kural, gösterilecek bir çok örnek var. Elbette, “Hukuk, Anayasa, ulusal egemenlik hakkı” demeyi bırakmamak lazım. Ancak Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi hukuki bir karar olmadığı için bunu ortadan kaldıracak ya da yenilerinin olmasını engelleyecek mekanizmaların, hukuki çerçevede kalan itirazlar olmayacağı gerçeğinin kabullenilmesi gerekir.

GÖREV BOZDAĞ’A VERİLDİ

Yargıtay,  Anayasa Mahkemesi, TBMM arasında cereyan eden sürecin hukuk dışılığına karşın siyaset zemininde söylem olmaktan öteye gidemeyen, zaman zaman da sokağa yansıyan sınırlı tepkilerle sonuç alınamadığını bir kez daha deneyimledik.

Şimdi gelinen aşamayı tartışmadan önce önceki gün TBMM Genel Kurulu’nda yaşananları hatırlayalım. “Meclis’in onurunu korumak için kararı okutmadığı” iddia edilen TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş’un bir yurtdışı gezisi sırasında “Saray’ın talimatlarını uygulama” konusundaki becerisi ile bilinen Bekir Bozdağ’ın yönettiği TBMM Genel Kurulu’nda milletvekilliğini düşürmeyi sağlayacak süreç için düğmeye basıldı. CHP süreci uzatmak için kapalı oturum talebinde bulundu. Heyecanı ellerinin titremesinden anlaşılan AKP’li Katip Üye Muhammed Adak tarafından okunan CHP önergesinin kabulü ile kapalı oturum kararı alındı.

35 DAKİKALIK GECİKTİRME

CHP Milletvekillerinin imzasını taşıyan önergede kapalı oturum talebinin gerekçesi şöyle ifade edildi:

“Konu yalnızca bir milletvekilinin seçme ve seçilme hakkının engellenmesi değil açık biçimde Anayasa’nın ihalel edilmesi ve yüksek yargı organları arasındaki çatışma üzerinden Anayasal düzenin işlemez hale getirilmesidir. TC Anayasa’nın ihlali anlamına gelen, ülkemizin ve demokratik rejimin geleceğini tehdit eden bu gelişmeyi değerlendirmek üzere…”

Sadece 35 dakika süren geciktirme sonunda kapalı oturum tamamlandı ve Bozdağ, Yargıtay 3. Ceza Dairesi’nin kararını okudu ve milletvekilliğinin düştüğünü ilan etti. Kürsüye Anayasa kitapçığı fırlatıldı, muhalefet milletvekilleri kürsü önüne toplanarak yüksek sesle bağırdı, dövizler kaldırarak tepkilerini gösterdi, bir de sıra kapaklarına vuruldu. Bozdağ ise sağlıklı çalışma ortamı bulunmadığını bahane ederek oturumu kapattı ve kürsüden ayrıldı.

İLK DEĞİL SON OLMAYACAKTIR

Bu durum TBMM Genel Kurulu’nun ilk kez yaşadığı bir şey değil, daha önce de milletvekillerinin dokunulmazlıkları kaldırıldı, üyelikleri düşürüldü, bunlar arasından geri dönenler oldu, hâlâ cezaevinde olanlar, yurt dışına çıkmak zorunda kalanlar da var. Ortak özellikleri “AKP iktidarına muhalefet” olan bu milletvekillerine yenileri ekleninceye kadar perde geçici olarak Can Atalay’la kapandı.

Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesinin ardından bu kararın ortadan kaldırılmasını sağlayacak hukuk kuralları hatırlatılarak tartışmalar başladı. AKP içindeki “sağduyulu isimlerin” daha önce Enis Berberoğlu ve Faruk Gergerlioğlu olaylarında olduğu gibi Anayasa Mahkemesi mekanizmasının işletilmesini istediği hatırlatıldı. Bu iki milletvekilinin, üyeliklerinin düşürülmesinin ardından AYM’ye yaptıkları bireysel başvuru sonrası alınan ihlal kararı ile TBMM’ye geri döndükleri anımsatıldı.

Anayasa Hukuku duayenlerinden Prof. Dr. İbrahim Kaboğlu’nun kararın yok hükmünde olduğu temelindeki şu açıklaması gündeme düştü:

“TBMM, Anayasa Mahkemesi'nin Anayasa dışı olduğunu iki ayrı kararında tescil ettiği bir ‘fiili karar’ metni okuyarak kendisinin de varlık nedeni olan Anayasal düzeni inkâr etmiştir.

Can Atalay'ın milletvekilliğinin düşürülmesi hukuken yok hükmündedir. AYM kararlarında ihlale sebep olduğu tespit edilen Yargıtay kararının, madde 84/2 kapsamında okunması Anayasa dışıdır.

Cumhur ittifakının Anayasa suçunun işlendiği olay yerine dönüşen Meclis kendi varlık nedeninden uzaklaştı. Yargıtay 3. Ceza Dairesi'nden sonra TBMM de anayasal düzeni ilga girişiminde bulunmuştur."

Gazeteci Gökçer Tahincioğlu, hukukçu Ömer Faruk Eminağaoğlu’nun, TBMM’nin Atalay hakkında kesinleşmemiş kararı Genel Kurul’da okuttuğu, usule aykırı biçimde yapılan yazışma sonunda gelen yazının okunmasına yol açıldığı, bu nedenle de Atalay’ın vekilliğinin düşmüş sayılamayacağı iddialarını haberleştirdi.

“GÜRÜLTÜ OLDU”

CHP TBMM’ye bir başvuru daha yaptı. Genel Kurul’daki gürültü nedeniyle Yargıtay kararının okunmasının duyulmadığı bu nedenle de “hukuken okunmuş bir karar bulunmadığı” iddiasını dile getirdi, kararın hukuken yok sayılması talebinde bulundu. Genel Kurul’da bu yönde açılması istenen usul tartışması talebi elbette iktidar çoğunluğu tarafından reddedildi.

Bundan sonra Can Atalay’ın avukatlarının Anayasa Mahkemesi’ne yapılan bireysel başvurunun sonuçlanması ve Berberoğlu/Gergerlioğlu örneklerinde olduğu gibi Atalay’a milletvekilliğinin iadesinin yapılması beklenecek. TBMM bu prosedüre bu kez uyacak mı, aynı nitelikte olmasına karşın her biri birbirinden farklı sonuçlanan bu süreçlerden hangisi Atalay için işletilecek, bunu zaman gösterecek.

“YOK SAYILAN BENİM İRADEM” DEMEDİKÇE…

Ancak, siyasiliği çok ortada olan bu kararın hukuk yoluyla ortadan kaldırılmasını beklemenin boşunalığı ortada. Yurttaş, oyuna sahip çıkmadıkça, kendisi adına görev yapma vekaleti verdiği kişilerin haksız, hukuksuz şekilde cezalandırılmasını engelleyici iradesini ortaya koymadıkça yeni örneklerle karşı karşıya kalmak sürpriz olmayacaktır. Egemenliğin “kayıtsız şartsız ulusun olması” kuralının işlemesinin ancak bu hakkın kullanılmasında ısrar etmekten geçtiği kuralı içselleştirilmelidir. Oy kullanarak yönetimde söz sahibi olmak isteyenler, bu görevi verdikleri vekillerinin kaderini muktedirlerin iki dudağı arasına, onları savunmayı da salt siyasilere bırakmamalıdır. 

                                                           /././

Zamanlama (Yalçın Karatepe)

Piyasalarda zamanlama (market timing) önemlidir. Hangi finansal ürünün ne zaman alınması ya da satılması gerektiğinin doğru tahmin edilmesi gerekir. Tahmin edilmesi ifadesini kullandım çünkü piyasa dinamiklerinin ne olacağını bilemezsiniz. Mevcut verilerden, analizlerden, bilgi birikiminizden vs yararlanarak bir öngörüde bulunur ve hangi zamanın daha uygun olduğuna karar vermeye çalışırsınız. Tabi bunu yaparken her zaman doğru sonuç elde etmeniz de söz konusu olmaz. Sonuçta bir tahminde bulunuyorsunuz. Tahmin de tanımı gereği belirsizlik içeren bir durumdur.

Görünen o ki “zamanlama” sadece piyasacıların hesaba kattıkları bir şey değil, aynı zamanda siyaset kurumunun da yakından ilgilendiği bir konu. Fakat siyaset kurumu için “zaman” bilinen bir şeydir: seçim tarihi. Bu tarihin ne olacağı konusunda bir belirsizlik yoktur, önceden bilinir. Mesela bir sonraki seçim 31 Mart 2024 tarihinde yapılacak. Burada zamanı tahmin etmeyi gerektiren bir durum yoktur.

Peki, tarihi net olarak bilen siyasetçiler bu tarihi dikkate alarak nasıl kararlar alırlar? Bunu net bir biçimde geçtiğimiz mayıs ayında yapılan seçimler öncesinde gördük. Temmuzda yapılması gereken emekli aylığı artış işi, en düşük emekli aylığı alan milyonlarca insan için “ilginç bir biçimde” mayıs ayında yapıldı. 5 bin 500 lira olan en düşük aylık 7 bin 500 liraya çıkarıldı. Sadece bununla sınırlı kalmadılar. Mayıs ayı doğalgaz faturaları “devlet tarafından” ödendi, emeklilikte yaşa takılanlar (EYT) konusunda yasal düzenleme hemen seçim öncesinde yapıldı. Muhalefetin önde gitmekte olduğu seçimin hemen öncesinde yapılan bu düzenlemeler sanırım seçmenlerin oy kullanma davranışlarına bir biçimde etki etmiştir. Sonuçta iktidar seçimi kazandı.

∗∗

İki ay sonra yapılacak yerel seçimlere dönük hamleler gelmeye başladı. Muhtemelen başka hamleler de göreceğiz. Örneğin en düşük emekli aylığı tüm itirazlara rağmen enflasyon oranının çok altında artırılarak 10 bin liraya yükseltildi. Hele bir mart ayı gelsin. Sanırım 10 bin liranın çok düşük olduğunu o zaman “anlayacaklar” ve bu miktara bir ilave daha yapacaklardır. Geçen yıl yapmışlardı, bu sene niye yapmasınlar? 

Hafta başında Ankara’da simidin fiyatının 15 liraya çıkarıldığı ilgili Oda Başkanı tarafından duyuruldu. Oda Başkanının bu kararı tek başına veremediğini de hatırlatmak isterim. Önce valiliğe başvurup onay almaları gerekiyor. Fiyat artışı ancak valiliğini onayı ile mümkün. Valilik onay vermiş. Demek ki simitçiler odası valiliği ikna edecek maliyet artışlarını sunmuşlar.

Simit fiyatının 15 liraya çıkarılması kararı sonrasında, bir ailenin sadece çay ve simit ile beslenmesi durumunda ne kadar ödeme yapması gerektiği, bunun asgari ücrete oranı gibi konular haklı olarak gündem oldu. Bu tartışmaların gitmekte olduğu yeri ve olası etkilerini gören iktidar boş durur mu? Durmaz.

Önce simide yapılan zammın geri alındığı duyuruldu. Simitçilerin maliyetinde bir hafta içerisinde bir düşme olmadığına göre, ne oldu da yapılan zam geri alındı?

İşte “zamanlama” burada da devreye girmiş. Oda Başkanı yaptığı açıklamada “Simit fiyatlarına yaptığımız zammın haberlerde yayımlanması üzerine Ticaret Bakan Yardımcısı Mahmut Gürcan beni makamına davet etti ve niçin zam yaptığımızı sordu. Fiyat artışlarını hatırlattım. Tarım Bakanlığı uzmanlarının çıkardığı maliyeti bakan yardımcısına gösterdim. Onların hesabına göre 12 lira 70 kuruş maliyet çıktı. Yani bizim belirlediğimiz maliyetten de yüksek. Zammı ertelememizi istedi. Hatta bizi üzen, kıran bazı ifadeleri de oldu” demiş.

∗∗

Demek ki neymiş? Eğer fiyatları artıracaksan bunu seçimlerden önce yapmayacaksın. Yoksa iktidarın gazabına uğrarsın. Başkanı “üzen, kıran bazı ifadelerin” ne olduğunu bilmiyorum ama bu ifadelerin zammı geri aldırdığı bir gerçek.

İki ay sonra bugün seçimler bitmiş olacak. Biz seçim sonuçları üzerine değerlendirmeler yaparken, bir taraftan simitçiler, diğer taraftan…

Yerel seçimlerden sonra yalnızca simidin fiyatının artacağını düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz. Artan fiyatları her yerde göreceksin. Omuzlarınıza yeni vergilerin yüklendiğini göreceksiniz. Ücret ya da emekli aylıklarında yapılacak artışların ne kadar düşük olduğunu göreceksiniz. 

Ama unutmayın, “zamanlama” iktidarın tekelinde olan bir şey değildir.

Siz de bunu iyi bir şekilde yapabilirsiniz. Eğer bu fırsatı iyi bir biçimde kullanmazsanız, bir sonraki “zamana” kadar çok büyük mağduriyetler yaşarsınız.

                                                              /././

Bu dümeni sola kim döndürecek? (Yaşar Aydın)

Halk öfkeli, iktidarın tek derdi koltukta kalma formülü. Sağ muhalefet rejime sığınmış halde. Halkın taleplerinin sözcüsü yok. CHP ve hatta DEM tereddütlü. Rejimin topyekûn karşısına geçmeden muhalefet etmek ise anlamsız.

Ankara ve İstanbul’u kesintisiz 20 yıl yönetmiş, ülkede 22 yıldır iktidarda olan AKP hafta içi Erdoğan’ın ağzından yerel yönetim vizyonu açıkladı.

Vizyon başlıkları şöyle:

Katılımcılık, şeffaflık ve hesap verebilirlik, dirençli şehirler, Türkiye Yüzyılı’nda şehir ve çevre, toplumsal refah öncelikli şehir ekonomileri, duyarlı ve kapsayıcı sosyal belediyecilik, kültür üreten şehirler, hizmet ve eser belediyeciliği. Ne vizyon ama.

Neredeyse çeyrek asırdır ülkenin birkaçı dışında tüm büyük kentlerini yöneten parti, hedef diye bunları söylüyor. Neden yapmadın ya da bu kentler neden bu halde diye soru sorulmayacağını bildiği için o kadar rahat ki. Vizyon diye anlattığı şeyin 15 yıldır papağan gibi tekrarladığı şeyin aynısı olduğunu herkes biliyor ama kimsenin yüzüne vurmayacağını bildiği için o yine de söylüyor.

Peki bu partinin İstanbul adayı eski Bakan Murat Kurum ne anlatıyor: “Bakın 11 ilde deprem oldu, İstanbul 11 ile yetişir. Ama Allah göstermesin İstanbul'a bir şey olursa ülke gider, bayrak gider, devlet kalmaz. Terörle mücadele kadar önemli diye o yüzden söylüyoruz.” Bürokrasideki ilk görevinden bakanlığa kadar her süreci tartışmalı olan bir isim çıkıp bunları anlatıyor. Üç gazete başlığı ile tüm anlatacaklarının yerle bir olacağını biliyor ama yine de anlatıyor. Yalan söyleyip hayal satıyorlar.

Peki bunu nerede ve ne zaman yapıyorlar? Emeklilerin yerlerde süründüğü, hayat pahalılığının zirve yaptığı, yoksulluğun toplumun her kademesine yayıldığı ülkede söylüyorlar. Üstelik açlığın, işsizliğin zirve yaptığı günlerde söylüyorlar.

22 yıldır yönettikleri Türkiye, Dünya Basın Özgürlüğü Listesi’nde 180 ülke arasında 165’inci, Yolsuzluk Algısı Listesi’nde 180 ülke arasında 115’inci, Hukukun Üstünlüğü Endeksi’nde 137 ülke arasında 117’inci sırada fakat yalan söylemeye devam edebiliyorlar.

İKTİDARIN GÜCÜ YETER Mİ?

Üretici toprağa, toprak üreticiye küsmüş. İyi yetişmiş gençler ülkeden kaçarken yerini ithal cihatçı çeteler dolduruyor. Şu 783 bin 562 kilometrekarelik alanda kime dokunsanız bir derdi var. Ama hala Erdoğan’ın seçim kazama ihtimalinden bahsediyoruz.  

Devasa bir medya gücü var, tarikat-cemaat örgütlenmesi ile toplumun her zerresine girmeye çalışıyorlar, devlet onların elinde, tüm bunlar doğru. Üstüne yargısı, kolluk kuvveti devreye giriyor. Anayasal bir düzen bile kalmadı yine haklısınız. Emperyalist, kapitalist dünyadan gelen desteği de ekleyelim. Alt alta yazdığımız tüm bu başlıklar yine de Erdoğan rejiminin devamını açıklamaya yetmiyor.

Nedenini aslında biliyoruz. Muhalefetin yetmezlikleri, sağcılığı, iktidara benzemesi ve kafa karışıklığı. Düğümü çözecek iradede problem var.

16 Nisan 2017 Referandumu’ndan bu yana çoğalarak devam eden rejim karşısında konuşlanan muhalefet cephesi dağıldı. Muhalefet partilerinin bir bölümü rejimin mutlaklığını kabul etti ve rejimin içinden konuşmaya başladı.

Muhalefette salgın haline dönüşen rejime sığınma eğilimi ilk bakışta parçalanma olarak algılandı. Ama biraz daha yakından bakınca parçalanmadan ziyade yukarıda yaşanan bir yer değiştirme olduğu görülecek. Bununla birlikte 10 yılı aşkın bir süredir ülkenin yarısından fazlasını oluşturan toplumsal kesimlerde bir hareketlenmenin olmadığı ve rejimin karşısında durmaya devam ettiğini hatırlatmakta fayda var. Beklenenin aksine mukavemet gücü yüksek bir topluluktan bahsediyoruz.

Yer değiştiren muhalefet partileri de bu yüzden ilk olarak büyük toplamdan parça koparma motivasyonu ile hamle yaptı. Her fırsatta CHP’ye yumruk sallama isteğinin arkasında da bu var.

CHP VE O’NUN SOLU

Türkiye’de en çok ve en rahat eleştirilen parti CHP’dir. Bu eleştirilerin haklı gerekçeleri olduğunu da kabul edebiliriz. Bunca yaşanmışlıklara rağmen parti içi demokraside yaşanan sorunlar, belediyelere bağlı iç iktidar tartışmaları, bir türlü halkçı bir dilin ve eylemin oluşmaması gibi sıralanıp gidebilir. Üzerine yeni yönetimin “değişim” söylemini yeteri kadar dolduramadığını da ekleyelim.

CHP’nin bu durumdan iç dinamikleri kurtulması çok mümkün görünmüyor. Onun dışında ve solunda yaşanacak gelişmeler hem partiyi hem onun seslendiği tabana etki eder, harekete geçirebilir. Kabul edelim ki o tarafta da işler çok parlak değil.

BİZİ NE ZANNEDİYORSUNUZ

İstanbul’da yapılan Can Atalay protestosunda konuşan SOL Parti MYK üyesi Alper Taş iktidar temsilcileri Bahçeli ve Erdoğan’a öfkeyle “Siz bizi ne zannediyorsunuz?” diye seslendi. Taş, vekilliğin düşürülmesinin, tehdidin, baskının devrimcilere geri adım attıramayacağını ifade ediyordu.

Solun, devrimcilerin bu ülkedeki varlığını hatırlatan ne kadar haklı bir çıkış.

Yaşadığımız günlere hatta son bir yıla bakıldığında sosyalistler için de işlerin çok yolunda gitmediğini söylemek gerekiyor. Hatay, Dersim, Kadıköy tartışmaları bile solun itiraz ettikleriyle yeterince ayrışamadığını göstermeye yetmez mi?

Ülkenin büyük bölümü ona reva görülen yaşam karşısında öfkeli ve değişim istiyor. Bu yüzden Türkiye’nin bu hale gelmesinin tek sorumlusu olan rejimi topyekûn karşısına almayan hiçbir muhalefet halk gözünde inandırıcı olamaz.

Biriken öfke ve değişim talebi sadece iktidarı değil muhalefeti de tedirgin ediyor. Göç karşıtlığı, etnik ve dini kimlikler üzerinden bir söylemle toplumdaki rejime karşı oluşan tepki kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Suyun kanalını değiştirme uğraşındalar. Ne iktidar ne de milliyetçi sağ muhalefet halkın değişim talebini karşılayabilir. Öyleyse şimdi tam zamanı. Cüretle, cesaretle, inatla.

(Birgün)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder