Haber dilindeki klişeler (Atilla Aşut)
İyi düşünmeden, doğruluğunu sorgulamadan kullandığımız kimi beylik sözleri, klişe deyişleri, iki hafta önceki “Basmakalıp Söylemler” başlıklı yazımda eleştirmiştim. Elbette konunun boyutu, o yazıda değindiğim örneklerle sınırlı değildi. Anlamsız kalıp sözleri çoğaltmak olanaklıydı. Nitekim Ankara’dan yazan dikkatli okurumuz İbrahim Dumanay, bu konuda biraz çalışmış ve basında yer alan haberlerden yola çıkarak “basmakalıp söylemler” dizelgemizi hayli zenginleştirmiş.
İnsan böyle örnekleri “güldeste” biçiminde bir arada görünce daha çok yadırgıyor!
Genç iletişimciler, klişe sözleri, kanıksanmış nitelemeleri haber yazımında ve sunumunda kullanmaktan belki vazgeçerler diye değerli okurumuzun uyarıcı mektubunu köşemize aktarmayı yararlı gördüm…
KÖTÜ SUNUM ÖRNEKLERİ
“Sevgili Attila Bey,
Yazılarınızı büyük bir dikkatle, ilgiyle ve zevkle takip ediyorum. 10 Şubat 2024 tarihli BirGün gazetesindeki yazınızda ‘basmakalıp söylemler’i konu edinmişsiniz.
İzninizle her akşam televizyonda ‘haberler’ başlığı altında bize sunulan görüntülerin fonunda kullanılan kötü, hem de çok kötü Türkçenin beni (ve elbette izleyen Türkçe sevdalısı bütün izleyicileri) ne kadar rahatsız ettiğinden söz etmek istiyorum.
Hemen hemen bütün muhabirler söze ‘iddiaya göre’ diye başlıyor. Trafik kazası olmuş, güvenlik kamera kayıtları gösteriliyor, aracın yayaya çarptığı açıkça görülüyor, muhabir ‘iddiaya göre araç yayaya çarptı’ diyor…
Kavga görüntülerinin ilk cümlesi ‘ortalık savaş alanına döndü’ oluyor. Ölümle veya yaralanmayla sonuçlanan bir olayı anlatırken ‘başına gelecekleri bilmiyordu’, ‘başına gelecekleri düşünmemişti’ gibi saçma cümlelerden vazgeçmiyorlar.
Muhabir de spiker de aynı ‘basmakalıp söylemler’i kullanıyor: ‘Gözünü kırpmadan’, ‘izleyenlere parmak ısırttı’, ‘pes dedirtti’, ‘yürekleri hoplattı”, ‘kameralara saniye saniye yansıdı’ ya da ‘an be an kaydedildi.’
Eğer iktidarı rahatsız etmeyecek haber vermeleri gerekiyorsa kurtarıcı tek konu var, o da ‘yemek’. O yemeğin hammaddelerindeki fiyat artışları ‘esas haber’ olması gerekirken zülfüyâre dokunmasın diye yemek tarifleri ya da il tanıtım günlerindeki yöresel yemekler her akşam ‘damak çatlattı’, ‘damakları şenlendirdi’, ‘görenlerin / yiyenlerin ağzını sulandırdı’ denilerek veriliyor.
Muhabirlerin tonlamalarına heyecan kattıklarını sanarak yanlış yerde yanlış sözcükleri kullanmalarına, el-kol hareketlerine ve röportajlarında sordukları saçma sorulara girmiyorum bile…
Selam ve saygılarımla iyi çalışmalar diliyorum.”
Klişe söylemler, yaratıcılığın düşmanıdır!
Nasıl ki çağdaş yazın ürünlerinde artık Divan Edebiyatı’nın “mazmun”larını kullanmıyorsak, günümüz haberciliğinde de aşınmış söz kalıplarından uzak durmalıyız.
Gazetecilik yalnızca “haber toplama” işi olmaktan çıkalı çok oluyor. Televizyon haberciliği ile birlikte görsellik, dil ve anlatım belirleyici olmaya başladı. Haber yazımında ve sunumunda da yeni anlatım yolları bulmamız gerekiyor artık…
HAFTANIN NOTU
Giden yoldaşların ardından...
Sosyalist mücadele tarihimizin önemli figürlerini bir bir yitiriyoruz… Öte yakaya göç edenler kervanına, geride bıraktığımız günlerde Yalçın Cerit ve Ayhan Alpagut da katıldı…
Yalçın Cerit, tarihsel Türkiye İşçi Partisi'nin emektarlarındandı. O, 2013 yılında Almanya’da yitirdiğimiz işçi kökenli Osman Sakalsız’la TİP’in unutulmaz ikilisiydi. Adları hep birlikte anılırdı. 60’lı yıllarda Trabzon İl Başkanı olarak Ankara’ya her gelişimde en çok onları görürdüm partide. İnsanlara yaklaşımları çok sıcaktı. İkisi de TİP’in örgütlemesine önemli katkılarda bulundular.
Yalçın Cerit, Türkiye’deki “komünist parti yasağı”na karşı tepki olarak 2000 yılında Komünist Parti’yi kurdu. Bir yıl sonra SİP’in TKP adını almasıyla bu partiye katıldı.
Uzun süredir Balıkesir’in Edremit ilçesinde yaşıyordu. 14 Şubat günü ayrıldı aramızdan. Edremit’teki Kadıköy Gömütlüğü’nde Enternasyonal Marşı’yla toprağa verildi.
Yalçın Cerit’ten birkaç gün sonra da Avrupa Türkiyeli Toplumcular Federasyonu’nun (ATTF) Kurucu Başkanı, eski TKP yöneticilerinden Ayhan Alpagut’un ölüm haberi geldi. Yakınlarda sevgili eşi Fatma’yı yitiren gazeteci arkadaşımız Süleyman Coşkun verdi acı haberi.
ATTF, Avrupa’nın değişik ülkelerinde etkinlik gösteren sosyalist eğilimli kitle örgütlerinin bir araya gelmesiyle, 1968 yılında Köln’de kurulmuş ve TKP’nin toplumsallaşmasında önemli bir rol oynamıştı. ATTF’nin kuruluş toplantısında başkanlığa seçilen Ayhan Alpagut, daha sonra Türkiye’ye gelerek TKP’nin örgütlenmesinde görev almış; 1980 darbesini izleyen günlerde ise Mamak Askeri Cezaevi’nde hapis yatmıştı.
Yoldaşımız, uzun süredir Alzheimer hastası olarak bir huzurevinde kalıyordu. Cenazesi Ankara / Karşıyaka’da toprağa verildi.
Evet, 60’lı, 70’li yılların sosyalist kadroları yavaş yavaş çekiliyor sahneden. Her gün biraz daha azalıyoruz. Gidenlerin ardından, eski bir şarkının sözlerini mırıldanarak gözyaşı döküyoruz:
“Hayal meyal düşler gibi / Uçup giden kuşlar gibi / Yosun tutan taşlar gibi / Eski dostlar, eski dostlar… /
/././
Seçime 35 gün kala siyasetin röntgeni (Berkant Gültekin)
Bugünü ve seçimin gerçekleşeceği 31 Mart’ı saymazsak yerel seçimlere tam 35 gün kaldı. Artık adaylar da stratejiler de netleşti. Partilerin belirlediği seçim politikaları, seçim sonrası yatırımın nereye yapıldığına ve oluşacak yeni siyasi haritada kimin hangi koordinatlarda yer alacağına ilişkin önemli ipuçları veriyor. Mevcut durumu partiler üzerinden ele almaya çalışalım.
CHP TABANA GÜVENİYOR
CHP: Anamuhalefetin en büyük partisi, kasım ayındaki kurultayda yönetimini yeniledi ancak artık bir ittifak kümesinin başat aktörü değil. Hiç şüphe yok ki partinin yerel seçimlerdeki en büyük hedefi İstanbul’daki hakimiyeti korumak. İzmir ve Ankara’da tehlike görünmüyor. DEM Parti ve İYİ Parti’nin ayrı adaylarla seçime gireceği denklemde, CHP’nin ve adayı Ekrem İmamoğlu’nun İstanbul’da güvendiği dinamik, bir önceki seçimin iki kez kazanılmasını sağlayan taban ittifakı. Eğer İstanbul’daki geniş muhalif tabanın CHP seçmeni dışında kalan kısmı, partilerinin merkez politikasından bağımsız şekilde, yine AKP-MHP blokuna kaybettirme ekseninde konsolide edilebilirse, kazanan İmamoğlu olacak. Ayrıca taban ittifakı dinamiği çalışırsa, seçim sonrası gelişecek siyasi süreci de biçimlendirecek ve (erken seçim olmaması durumunda) 2028 seçimleri öncesi İmamoğlu’nun arkasındaki rüzgâr güçlenecek. Bu kuşkusuz, İmamoğlu’nun CHP üzerindeki etkisini ve tesir kapasitesine de artıracak.
CHP’nin ikincil konumdaki hedefi ise Bursa, Balıkesir, Manisa ve Denizli gibi büyükşehirleri Cumhur İttifakı’nın elinden almak; beraberinde Eskişehir, Antalya ve Hatay’ı AKP’ye kaptırmamak. İstanbul’daki seçim galibiyetinin üzerine, en az bir yeni büyükşehir belediyesi kazanılır ve eldekiler de muhafaza edilirse, yeni CHP yönetimi seçim serüvenine hayli iyi bir başlangıç yapmış sayılacak.
Burada Hatay’a yine ayrı bir not düşmek gerekiyor. Kentte Lütfü Savaş ile seçimi kazanmak, “değişim” iddiasıyla yönetimini yenileyen CHP için bir başarı olarak görülmeyecek. Olası bir Hatay galibiyeti, bu yönüyle diğer şehirlerdeki seçim başarılarından ayrılacak.
AKP’NİN ÇİFTE İSTANBUL HEDEFİ
AKP: Yerel seçimin ana sahnesi İstanbul olacağı için CHP gibi AKP açısından da 31 Mart’ın anlamı İstanbul sonucuyla ölçülecek. Erdoğan’ın elinde olsa Rize, Trabzon, Sakarya, Kayseri, Konya, Malatya, Urfa ve Maraş gibi partisinin yüzde 60+ aldığı kentlerin en az yarısından vazgeçip İstanbul’u yeniden almayı tercih eder. Nedeni basit; İstanbul’u kazanmak hem Türkiye’nin en kritik şehrinde yeniden kontrolü sağlamak hem de 4 yıl sonraki seçimlere giderken Erdoğan’ın en muhtemel rakibi İmamoğlu’na çelme takmak demek. Aksi durumda İmamoğlu, üçüncü kez rejimi sandıkta mağlup etmiş olacak.
Burada Murat Kurum gibi “teknokrat” kimliği parlatılmaya çalışılan bir ismi aday çıkartan Saray rejimi, seçim öncesi genel siyasi kutuplaşma ikliminden ziyade “hizmet belediyeciliğini” öne çıkaran bir atmosferi hâkim kılmaya çalışıyor. Çünkü genel siyasi kutuplaşma, her ne kadar muhalefet ittifakı dağılsa da, 2017 referandumundan bu yana iktidar cephesi açısından megakentte olumlu sonuçlar doğurmuyor. Kurum’un seçim afişlerindeki AKP logosunun bile belli belirsiz olmasının bir nedeni var. İmamoğlu’na da siyasi argümanlardan çok belediyecilik/şehircilik performansı üzerinden eleştiri getirilmeye çalışılıyor. “Terör” temalı sataşma önceki döneme göre daha cılız. Ancak gerek Murat Kurum’un dil sürçmeleri ve defolu bakanlık tecrübesi gerekse de geniş kamuoyunda İmamoğlu’nun belediyecilik performansıyla ilgili negatif bir algının yaygınlaşmamış olması, söz konusu taktiğin verimli şekilde işlemesini engelliyor.
İktidar yine İstanbul’a benzer şekilde, ister kendisinin ister muhalefetin yönetiminde olsun, durumun başa baş göründüğü batı kentlerinin çoğunda da benzer bir yöntem izliyor. Bu kentler, seçmen davranışı bakımından İstanbul ile benzer yapılara sahip. Bu kentlerde yaşayan yurttaşlar, ülkedeki ekonomik ve sosyal krizin faturasını iktidara kesiyor. Saray ise algıları buradan koparıp “hizmete bakın” diyor. Bu kez “Biz kaybedersek faturaları teröristler getirecek” gibi fantastik korkular imal edilmeye çalışılmıyor, bunun yerine “Oy yoksa hizmet yok” tehdidi masaya sürülüyor. “Merkezi yönetim ile yerel yönetim arasındaki uyum”, en vurgulu argümana dönüşüyor.
İYİ PARTİ UÇURUMUN KENARINDA
İYİ Parti: Mayıs seçimlerinden sonra CHP’ye adeta kılıç çekerek “hür ve müstakil” hareket etmeye karar veren İYİ Parti, bir kimlik bunalımının içinde. Kurulduğu 2017’den beri seküler yaşam alışkanlarına sahip rejim karşıtı milliyetçi kesimlere yaslanan İYİ Parti, rejime karşı cepheden pozisyon almadığı ve hatta rejimin kazanma olasılığını artırdığı seçim stratejisiyle mevcut kitlesinden önemli bir parçayı yitireceğe benziyor. Partideki kitlesel istifalar bunun işareti. Meral Akşener, mümkün olan en yüksek oyu almak için tüm kurmay kadrosunu başkan adayı sahaya çıkarttı. Partinin ana hedefi elbette belediye kazanmak değil; en azından son genel seçimde aldığı oyu (yüzde 9,7) koruyabilmek. İttifak kurmaksızın İYİ Parti’nin buna yakın bir oy oranına ulaşması, onları bir aktör olarak merkez siyasetin içinde tutar ve Akşener’e bazı pazarlık olanakları yaratır. Ancak olası bir hezimet, Akşener’in liderliğini sorgulatarak partiyi dağılma sürecinin içine sokar.
DEM SEÇENEKLERİ AÇIK TUTUYOR
DEM Parti: 2015’ten bu yana iktidara kaybettirme perspektifiyle hareket eden ve son yerel seçimde İstanbul başta olmak üzere CHP’nin bazı belediyeleri kazanmasında ciddi rolü olan Kürt siyasi hareketi de bu seçimlerde çizgi değişikliğine gitti. Kayyum adlı irade gaspının ve rejimin alt edilemediği Mayıs 2023 seçimlerinin yarattığı kırılma, DEM Parti’nin iktidar ile anamuhalefet arasında görece daha bağımsız bir alana çekilmesini beraberinde getirdi. DEM Parti, AKP ile MHP arasında oluşması muhtemel bir çatlağın ardından ortaya çıkabilecek yeni fırsatlara, esas olarak seçim sonrasına yatırım yapıyor. Daha rahat hareket etmek ve rejimi şeytanlaştırmadan tüm seçeneklerini açık tutmak istiyor. Kendini tek alternatife mahkûm etmekten kaçınıyor. Hükümetle yeniden bir süreç geliştirme konusunda kapılar kapalı değil. Bu sadece Türkiye ile sınırlı olmayan, iktidarın jeopolitik hedeflerini de kapsayan çok boyutlu bir mesele.
MHP İŞE YARADIĞI ÖLÇÜDE DEĞERLİ
MHP: Yürütmeye fiili bir katılımı olmasa da MHP, AKP’nin iktidar ve ittifak ortağı. İttifak bugüne kadar, içindeki çelişkiler derin bir krize dönüşmeden Erdoğan ve Bahçeli tarafından optimum şekilde yönetilebildi. Yüzde 50+1 gibi, iki parti arasındaki anlaşmazlık konuları “dondurulmuş ihtilaflar” olarak bir kenarda tutuldu. AKP ile MHP, yerel seçimde 30 büyükşehir ve 29 kentte işbirliği yapıyor. Cumhur İttifakı, 30 büyükşehrin 28’inde AKP’li, 2’sinde (Mersin-Manisa) MHP’li adaylarla yarışacak. Karşılıklı mecburiyet ve beslenme durumu devam ettiği sürece ittifak da varlığını koruyacaktır. Ancak yerel seçimlerde yaşanacak yenilgiler, Erdoğan’ı MHP ile kurduğu ittifakın maliyetini beklenenden daha erken hesaplamaya zorlayabilir. MHP de aynı şekilde irtifa kaybeden bir AKP ile homojen görünmek istemeyecektir. 2028’e giderken Bahçeli, olası hasarlardan kaçmak için partisini daha korunaklı bir alanda konumlandırmayı tercih edebilir. Öte yandan yerel seçimde büyük sorun yaşanmasa bile Erdoğan, MHP’ye olan bağımlılığından kurtulmak ve sıkıştığı konjonktürde siyasette yeni kapılar açmak amacıyla alternatif arayışlarına girebilir. Bunlar ihtimal… Fakat ittifak bozulursa, bu sıradan ve sancısız bir yol ayrılığı olmayacaktır. Erdoğan, Hüdapar’ın en radikal çıkışlarını bile görmezden gelen Bahçeli’yi mumla arar. MHP’nin AKP ile kurduğu ittifak sayesinde yargı ve bürokraside kazandığı kadrolar, böylesi bir senaryoda devlet içi bir krizi de tetikleyebilir.
Bonus: Yeniden Refah AKP tabanındaki erime, Yeniden Refah Partisi’ne önemli bir havza açıyor. YRP, sisteme yönelik muhafazakâr memnuniyetsizliği bir ölçüde konsolide ediyor. Zaten Refah/Milli Görüş geleneğinin tarihteki yükselme anlarına bakıldığında, sosyal ve ekonomik çalkantı süreçlerinde kitlelerin merkez siyasete olan tepkisini ve güvensizliğinin arttığını görürüz. Solun yeterince güçlü olamadığı ve bir devlet politikası olarak toplumun sağcılaştırıldığı 90’lı yıllarda Refah çizgisi bu nedenle epey büyümüş, Necmettin Erbakan’ın popülist “adil düzen” söylemi kitlelerin ilgisini çekmişti. O yıllara göre devlet çok daha dominant ve monoblok gibi görünse de aslında bugünlerde de benzer bir süreç yaşanıyor. Koşulların kendi lehine geliştiğini düşünen YRP, pazarlıkta elini yüksek tuttu ve AKP’ye tavizkar yaklaşmadı. Neticede ittifak kurulamadı ve üç büyükşehir başta olmak üzere YRP kendi adaylarını çıkardı. Son olarak partinin lideri Fatih Erbakan, Cumhur İttifakı lehine çekilmeleri durumunda “AKP’nin yedek lastiği” gibi görüleceklerini söyledi. Özetle YRP, yerel seçimde büyüyerek 2028’e daha iddialı yürümek istiyor. Risk aldıkları gerçek ancak kayda değer bir şansları var.
/././
Ukrayna Savaşı üçüncü yılına girdi: Kazanan emperyalistler, kaybeden bütün halklar (İbrahim Varlı) Batılı kaynaklara göre Ukrayna'da 30 bin ila 40 bin sivil hayatını kaybetti. (Fotoğraf: AA)
ABD liderliğindeki Batı emperyalizmiyle Rusya arasında büyük bir kapışmaya sahne olan Ukrayna Savaşı’nın üzerinden iki yıl geçti. NATO’nun sınırlarına yayılmasına karşı Rusya lideri Vladimir Putin’in 24 Şubat 2022’de verdiği "özel askeri operasyon" emriyle Rus birliklerinin Ukrayna’ya girmesiyle “resmen” başlayan savaş tüm şiddetiyle sürüyor.
Ukrayna’daki savaş bugün itibariyle üçüncü yılına girerken son bir yılda cephe hattında kayda değer bir değişiklik olmasa da savaşın ekonomik, siyasi, askeri ve insani faturası her geçen gün ağırlaşıyor.
GİZLENEN GERÇEKLER
Kiev, savaş üzerinde olumsuz etki yaratacağı gerekçesiyle kayıpları “devlet sırrı” diyerek açıklamıyor. Benzer şekilde Moskova da kayıplar konusunda net bilgiler açıklamaktan kaçınıyor. Rusya ve Ukrayna’nın asker kaybının 100 bin civarında olduğu konusunda genel bir uzlaşı söz konusu. Gerek Moskova gerekse Kiev’in açıkladığı kayıplar yukarıdaki sayıların çok çok gerisinde.
Moskova’nın kayıplarını psikolojik bir savaşa dönüştüren NATO Genel Sekreteri Jens Stoltenberg ve Amerikan istihbarat raporlarına göre Rusya 300 binden fazla askerini yitirdi. Rus yetkililer, Batı'nın savaştaki Rus kayıp sayısına ilişkin tahminlerinin kara propaganda olduğunu, sayıların gerçeği yansıtmadığını ve Ukrayna'nın kayıplarının düşük gösterildiğini savunuyor.
DEĞİŞEN BİR ŞEY YOK
Ukrayna lideri Volodimir Zelenski, ülkesinin bahar aylarındaki taarruzunun umduğu kadar başarılı olmadığını kabul etti. Rusya hâlâ Ukrayna topraklarının yüzde 18’ini kontrol ediyor. Geçen yılın bu dönemine kıyasla Vladimir Putin siyasi ve askeri anlamda daha güçlü.
Cephedeki durum stabil. Ukrayna’nın bahar taarruzu tutmazken kış taarruzu da durdu. Rusya, Ukrayna saldırılarını durdururken son olarak 17 Şubat’ta Donetsk yakınlarındaki Avdiyivka kentini Ukrayna ordusunda aldı. Rus ordusunun yeni hedefi Donetsk'in Chasiv Yar şehri.
Ukrayna Silahlı Kuvvetleri Başkomutanı Valeriy Zalujniy, sıcak çatışmaların sürdüğü cephenin kuzeyden güneye kadar yaklaşık bin 500 kilometreyi bulduğunu söylüyor.
SAVAŞ YORGUNLUĞU
Ukrayna'ya askeri ve ekonomik destek sağlamaya devam etme yönündeki siyasi istek hem ABD'de hem de Avrupa'da aşınmaya başladı. Savaş üçüncü yılına girerken güncel rapor ve analizlerin çoğuna göre, Ukrayna giderek zorlaşan bir durumda ve Rusya'nın üstünlüğü var. Kiev ve Batı cephesinde savaşın kazanılamayacağına dair inanış artıyor. Ukrayna tarafındaki ciddi mühimmat, asker ve insan gücü sıkıntısına ilişkin raporlar, ABD desteğinin devam edeceğine dair şüpheler ve Rus kuvvetlerinin stratejik hamleleri Moskova’ya avantaj ve üstünlük sağlıyor. Foreign Affairs, Foreign Policy, Politico gibi gibi Amerikan merkezli dergilerde Batı cephesinde oluşan savaş yorgunluğuna ilişkin hemen her gün analizler çıkıyor. Amerikan Dış İlişkiler Konseyi’nin dergisi Foreign Affairs’e göre yüksek yoğunluklu savaş süresiz devam ederse bu Kiev'in lehine olmayacak.
ACIDAN NEMALANIYORLAR
Elbette ki, bu sorgulama, savaşı uzun yıllara yayarak Rusya’yı zayıflatma hesapları içerisindeki “kolektif emperyalizm”in ana stratejisinde bir değişiklik manasına gelmiyor. Rusya-Ukrayna savaşındaki gelişmeler gidişatın daha da uzayacağının sinyallerini verse de söz konusun olan taktiksel birtakım hamleler.
Amerikan-İngiliz emperyalizminin ve de NATO’nun savaşı bitirme gibi bir kaygıları yok. Washington ve Londra savaşı yıllara yayarak Rusya’yı çökertme peşinde. Savaş hali Amerikan silah endüstrisi ve enerji tekelleri için muazzam bir kâr kapısı haline gelmiş durumda. Uzayan savaşın ilerleyen süreçte Rusya’ya ciddi manada kan kaybetmesi bekleniyor. ABD-İngiltere ittifakının savaşın yıllara yayılacağına dair açıklamaları barışın kısa sürede gelmeyeceğinin işaretleri.
Buna karşın Ukrayna Cumhurbaşkanı Vlodimir Zelenski’nin emperyalist merkezlerde destek arayışları savaşın sponsorları ABD ve İngiltere’yi dahi bıktırmış durumda. Zelenski’nin yeterince destek almadıkları yönündeki sitemlerine kısa bir süre önce İngiltere Savunma Bakanı Ben Wallace’ın “Burası Amazon değil, elinizdeki listeyi istediğiniz gibi sipariş edemezsiniz… Bazen insanların aldıkları yardımın ardından müteşekkir olduklarını söylemesini beklemek de hakkımız” yanıtı bu bıkkınlığı büyük bir açıklıkla izah ediyor. İngiliz bakan Batılı ülkelerin kendi kullanımları için ayrılan silahları dahi Ukrayna’ya verdiklerini belirterek Zelenski’nin bitmek bilmeyen suçlamalarına isyan etmişti.
2024’te savaşın yönü cephedeki çatışmaların sonucundan çok binlerce kilometre uzaklıkta, Londra’da, Brüksel’de ve Washington’da alınan kararlara bağlı olacak.
SAVAŞ NEDEN ÇIKTI?
Görünür neden Rusya’nın Ukrayna’yı işgal etmesi. Ancak asıl neden Amerikan emperyalizminin jandarmalığını yapan NATO’nun Rusya sınırlarına doğru yayılarak, Ukrayna’yı da bünyesine katmak istemesiydi. Soğuk Savaş’ın ardından sistematik olarak Rusya’ya doğru genişleyen NATO’nun kışkırtıcı, provokatif adımlarına karşı Moskova Ukrayna’nın doğusunu işgal ederek yanıt verdi.
SAVAŞIN ETKİLERİ
NATO’nun genişleme stratejisinin sonucunda başlayan Ukrayna savaşının küresel etkilerini ekonomiden toplumsal yaşama, uluslararası ilişkilerden askeri yönelime kadar hemen her alanda görmek mümkün. Soğuk Savaş sonrası dönemin en önemli jeopolitik kırılması olan savaşın ortaya çıkardığı sonuçlar, sadece Avrupa’yı değil, küresel sistemi derin şekilde etkiledi. Savaşın yıkıcı etkileri tüm dünyada kalıcı hasarlar yaratırken, artçı sarsıntıları tüm hesapları alt üst etti.
• Gıda krizi
Dünyanın tahıl depoları olan Rusya ve Ukrayna’daki savaş küresel gıda fiyatlarının artmasına neden oldu. İtalya’dan Almanya’ya, Madagaskar’dan Şili’de dünyanın her bir köşesinde market raflarındaki her ürünün pahalılaşması tüm kitleleri etkiledi.
• Çiftçi krizi
Bugünlerde Avrupa genelindeki çiftçi isyanlarının ana etkenlerinden biri de Ukrayna’daki savaş. Ukrayna buğdayının, tahıl ürünlerinin Avrupa’ya satılmasına öncelik verilmesi Bulgaristan’dan Romanya’ya, Macaristan’dan Fransa’ya tüm kıta genelinde büyük rahatsızlık nedeni.
• Enerji krizi
Aynı zamanda bir enerji deposu olan Rusya gazı ve petrolüne uygulanan yaptırım dünya genelinde enerji fiyatlarını katladı. Artan gaz-petrol fiyatı hemen her alanda büyük bir pahalılığa yol açtı. Pek çok ülkede artan enerji fiyatına karşı protestolar gerçekleştirildi.
• Halklar düşmanlaştırıldı
Savaş toplumları ve halkları da birbirine düşmanlaştırdı. Batı’da başlayan Rus avcılığının sonucu olarak edebiyattan bilime, kültürden spora her alanda insanlığa büyük katkı yapan Ruslar aforoz edildi. İnsanlığın büyük değerleri olan şairler, yazarlar, edebiyatçılar kitaplardan, tarihten silindi.
• NATO genişlemesi
İsveç ve Finlandiya savaşın gölgesi altında NATO’ya üye yapıldı. Bu son üyeliklerle birlikte Rusya Batı’dan tamamen kuşatılmış oldu. İskandinavya’dan Baltıklar’a oradan da Doğu Avrupa ve Karadeniz’e kadar olan bütün bir Güney Batı hattı tamamen çevrelendi.
SAVAŞIN BİLANÇOSU
• Göç-sığınma
BM Mülteci Örgütü'nün (UNHCR) verilerine göre savaşın başından bu yana 10 milyondan fazla Ukraynalı ülkesinden kaçmak zorunda kaldı. Ukraynalıların yaklaşık 1,5 milyonu komşu ülke Polonya'ya gitti. 5 milyondan fazla Ukraynalı da ülkesinde yer değiştirmek zorunda kaldı.
• Ölü sayısı
Batılı kaynaklara göre Ukrayna'da 30 bin ila 40 bin sivil hayatını kaybetti. Birleşmiş Milletler'in (BM) Ocak ayı sonu verilerine göre Ukrayna'da en az 20 bin sivil öldü veya yaralandı.
• Kayıplar
Uluslararası Kızılhaç Komitesi (ICRC), Ocak 2024’te Rusya-Ukrayna Savaşı nedeniyle 23 bin kişinin kayıp olarak kayıtlara geçtiğini açıkladı. Bu kayıp kişilerin esir alındıkları, öldürüldükleri veya evlerinden ayrıldıkları bildirildi.
• Ekonomik yıkım
Avrupa Birliği (AB) ve Dünya Bankası, Ukrayna'daki altyapı ve binaların yeniden inşasının yaklaşık 350 milyar dolara mal olacağı değerlendirmesini yapıyor.
/././
Vahşi madenciliğin “Kırmızı Pazartesi”si- II: Yanlış iliklenen ilk düğme (İlhan Cihaner)
İliç’te yaşanan devasa eko-kırım ve emekçi kırımına adım adım nasıl gelindiğine dair özet sayılabilecek önceki yazımdan devam ediyorum.
Aradan geçen sürede duyarlı gazeteciler, siyasetçiler, bilim adamları ve meslek örgütleri vahşi madenciliğin nasıl işlediğine dair birçok skandalı ve sömürü mekanizmasını açığa çıkardılar.
Özetleyecek olursak:
Bilimsel verilerin fay hattı haritalarını değiştirecek kadar eğilip büküldüğünü,
Yerel halka etik ve hukuk dışı sözleşmeler imzalatıldığını,
Yerli siyaset, bürokrasi, taşeron ve işbirlikçilerden oluşan bir yağma ağının kurulduğunu,
Ekonomiye katkı bir yana, onsu 182 $’a üretilen altının bize onsu 1900 $’a satıldığını ve tam bir “soygun” mekanizması olduğunu, (2023 yılında Türkiye 25,7 milyar $ altın ithal etti. Bu miktar cari açığın yaklaşık % 60 ‘ı demek)
Yığın liç alanıyla ilgili defalarca uyarı olmasına rağmen önlem alınmadığını,
Denetim, ÇED ve projelendirme süreçlerinin tamamen göstermelik olduğunu,
Yargının nerede ise etkisiz eleman konumunda olup sürece hukuki bir kılıf geçirmekten başka bir işlevinin kalmadığını,
Tam da bu kırımlar olmasın diye örgütlenmiş varlık nedenleri bu olan bakanlıkların ve bürokrasinin adeta bu yağma mekanizmasının koruyucusu olduğunu,
Ekolojik mücadelenin parlamento içi muhalefetin önceliği olmadığını, en azından etkili ve sonuç alıcı hamleler yapmaktan geri durulduğunu öğrenmiş olduk.
Her biri bırakın bakanları iktidarları yerinden edecek bu rezilliklerin sorumluları, şimdi kurtarıcı olarak ortaya çıkıyorlar.
Bu yaşananların güçlü bir madenlerin kamulaştırılması hareketine dönüştürülmesi gerek. Birincil görev tabii ki örgütlü yapılar ve siyasi partilerde.
∗∗∗
Gelelim yanlış iliklenen ilk düğmeye.
Türkiye etkin çevre mücadelesi ve siyanür gerçeği ile Bergama/Ovacık madeni sonrası tanıştı diyebiliriz. Hem köylüler hem de çevreciler fiili ve hukuki mücadele başlattılar. İdari yargıdaki süreç Danıştay’ın kararı doğrultusunda İzmir 1. İdare Mahkemesi’nin 1997 yılında verdiği “…ÇED ve bilirkişi raporlarında da öngörülen olası risk faktörleriyle çalışan ve bu riskin gerçekleşmesi halinde doğrudan veya çevrenin bozulması ile dolaylı olarak insan yaşamını etkileyeceği kesin olan siyanür liç yöntemi ile altın madeni işletilmesine izin verilmesi yolundaki dava konusu işlemde kamu yararına uygunluk bulunmamaktadır” kararı ile son buldu. Daha doğrusu bulması gerekirdi. Bu karar nedeniyle hiçbir madene de izin verilmemeliydi. Ancak TÜBİTAK’tan risk kalmadı diye rapor alan Başbakanlık mahkeme kararını yok sayarak bir “prensip kararı” ile ilgili bakanlıklara, madenin önündeki engelin kaldırılması yönünde emir verdi. (Av. Arif Ali Çangı’nın notlarından özet)
Söz konusu maden propagandalar, yürütmeyi durdurma kararları, idari yargı eksenli hukuk mücadelesi ve yargı kararlarının uygulanmaması tartışmaları arasında faaliyetini sürdürmeye devam etti. 2005 yılında Koza-İpek Holding bünyesine geçtikten sonra bünyelerindeki ve hükümet kontrolündeki medya aracılığı ile hem Yargı hem de başta TMMOB olmak üzere maden karşı olanlara dönük kampanyalar başladı. Artık manşetleri “Odalara da reform şart”, “meslek odalarında saltanat”, “yargı vesayeti” gibi başlıklar süslüyordu. Geniş kesimlerin rızasını almak için de her gün yeni bir altın rezervi keşfedildiği, altının bizi nasıl zenginleştirileceği, direnenlerin dış güçlerle bağlantılı oldukları servis ediliyordu. Demokrat parti iktidarı ile başlayıp 12 Eylül ve Özal’la önü açılan sömürü/yağma düzeni AKP/Cemaat koalisyonunda tamamen “serbestleşmiş” oldu. 2010 Referandumu sonrası hukukun fethedilmesinin ana dinamiğinin de bu sömürüyü derinleştirmek olduğunu söyleyebiliriz.
∗∗∗
O süreci Demokrat Yargı adına yürüten Orhangazi Ertekin’in kitabından tekrar alıntılayayım: “...Bence bu seçim (2010 HSYK seçimi) çok önemli ve kritiktir. Bu HSYK, sadece yargı açısından belirleyici olmayacak, ekonomide de sonuçlar doğuracak. Geçmiş iktidarlar, bankaları, medyayı, büyük şirketleriyle bir yolsuzluk ekonomisi yarattı. Tüm bunlardan hesap sorulması gerekiyor. HSYK ele geçirildiğinde sadece Yargıtay ve Danıştay yeniden yapılanmayacak, hükümetin yürüttüğü siyaseti, özelleştirmeleri engelleyen güçler de devreden çıkacaklar. Bu nedenle bu seçimler çok önemlidir. Bundan sonraki seçimler nasıl olursa olsun kazanmak zorundayız.” Bu sözler HSYK seçimlerini kazanan ekipten bir kıdemli yargıca ait sözler!
Artık yargımız kamu yararını gözetmekten çok sermayeyi kollayan, iktidarın ajandasına göre pozisyon alan, meslek odalarını ve direnenleri bozguncu olarak gören bir yargılama kültürünü içselleştirmiş durumda.
Çok daha fazla detay yazılabilir ama bizi İliç eko-kırımı ve emekçi katliamına getiren sürecin idari yargı ve çevre mücadelesi anlamında yanlış iliklenen ilk düğmesi Bergama’dır diyebiliriz. Yıkım süreci hukuk devletinin geriletilmesi ve yargının fethedilmesi sürecine paralel işledi.
Sonraki yazımda ceza hukuku yönünden değerlendirmeye çalışacağım.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder