12 Şubat 2024 Pazartesi

soL - KÖŞEBAŞI - 12 ŞUBAT 2024 -


Kaos çağından çıkış (Anıl Çınar)

Aranılan o büyük savaş henüz yok ama o seferberlik şimdiden başlatıldı bile. Maaşını kabul et, faturana itiraz etme, oyunu kullanıp geç, aç kal ama sesini çıkarma.

Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Antonio Guterres “kaos çağı”na girdiğimizi ilan etti.

Bugünün dünyasında çok fazla nefret, öfke ve gürültü vardı. Her gün her yerde savaş… Dezenformasyon ve aldatmaca bu defa yapay zekayla yeni bir aşamaya erişmişti.

BM daha önce de bölünmüş ve kilitlenmişti ama şimdi en kötüsü yaşanıyordu. “Soğuk Savaş”ta bile işleyen mekanizmalar bugün çalışamaz hale gelmişti. Özetle, BM işlevini yitirmişti.

Cezasızlıkla, tehlikeli ve öngörülemez bir kanunsuzlukla karşı karşıyaydık. Bu, kaos çağına girdiğimiz anlamına geliyordu.

BM’nin işlevi geçmişte neydi? Veya BM, geçmişte, emperyalist devletlerin açtığı savaşları, katliamları ve kural tanımazlıkları cezalandırılabilmiş miydi ki bugün bunlardan bahsedilebiliyordu? Guterres herhalde oturduğu koltuğa anlam kazandırmak için konuşuyordu.

Öte yandan, dünyanın kaosa gömüldüğünü ilan eden yalnızca Guterres değil. Son bir ayda, en yetkili ağızlardan ama en çok da NATO liderlerinden ve batı medyasından yeni dünya savaşının kapıda olduğunu, hazır olunması gerektiğini dinlemedik mi?

Hazır olmak için stok yapmak, sığınak inşa etmek, olası bir nükleer felakette hayatta kalma yollarını ezberlemek gerekiyordu…

Bir de silahlanmak, silahlanmak ve silahlanmak.

Açıkçası, her dönem hortlayan dünya savaşı analizlerinin bir bölümü geniş kitleleri hareketsiz kılmak için de piyasaya sürülüyor. Öyleki bunun anketleri bile yapılıyor, “bir sonraki savaşta ülkenizin düşmanı sizce kim olacak?” diye soruluyor geniş kitlelere.

Oysa dünyanın topyekün bir savaşa ilerlediğini görmek için analist olmaya gerek yok. Bir bakıma dünya zaten savaşta. İrili ufaklı neredeyse bütün devletler dünyanın o ya da bu yerindeki sayısız çatışmanın bir parçası durumunda.

Ancak yine de eksik olan bir şeyler var.

Birincisi zamanla ilgili. Emperyalist dünyada büyük hesaplaşmaların bir hiyerarşi sorunundan kaynaklandığı biliniyor, yeni hesaplaşmanın asıl hedefinin Çin olacağı da. Halbuki dünya henüz Çin’in “seferber olduğu” bir dönemece ulaşabilmiş değil.

İkincisi, ve daha önemlisiyse kitlelerin seferberliğiyle ilgili. Vekalet savaşları, özel ordular, özel birlikler ve özel silahlar uzun süredir yeni normalimiz. Fakat bunlar bir yere kadar tanımlayıcı olabiliyor. Kitlelerin mobilizasyonu analiz değerini hâlâ koruyor.

20. yüzyılın en önemli derslerinden biri krizle, kaosla, gerilimle yüklenmiş milyonların nasıl ve hangi araçlarla kontrol altına alınacağı, “sevk ve idare” edileceği değil midir? 1914’ün yazında silaha, cepheye, fabrikaya koşan milyonların motivasyonunu, 1920’lerle Avrupa’dan yayılan faşizm rüzgarını hafife almamak gerekiyor.

Ama ilki, ikincisini çözmenin yolunu da sunuyor. 

Bizimse hatırlamamız gerekiyor.

1914’ün sıcak yazında savaşın fitili Saraybosna’da ateşlendiğinde hangi diplomatın ağzından hangi sözün çıktığı çok tartışılmıştı. Hangi ülkeler hangi gizli yöntemlerle nerede hangi krizi tetiklemişti. Kimlere ne vadedilmiş, kimler kimlerle gizli anlaşmalar yapmış, kimlere hangi sözler verilmişti.

Terörist eylemler, intihar timleri, otomobiller ve saldırı konvoyları, bombalar ve suikastler… İşin aslı 1914’ün baharı bugünün kaosunu pek de aratmayacak kadar gaddar ve de moderndi.

Ama tuhaf ve “durağan” bir kaostu bu. 

Bir yandan, dünya savaşının gelişi on yıl öncesinden belliydi. Bunu görmek için kahin olmaya gerek yoktu. Büyük tekellerin, sermayedarların ihtirasları artık kaba sığmaz hale geliyor, Almanya başta olmak üzere yeni emperyalistler hiyerarşide hak iddia ediyordu. Savaş kaçınılmaz bir çözüm yoluydu.

Öte yandan, karşılıklı el ense çekmelerin, sinir yoklamalarının sonu gelmeyecek gibiydi de. Bu, dünyanın yeni normaliydi. Hatta bazı yorumcular ön yargıları aştılar, geçmiş malzemeyi elden geçirdiler ve o günlerde bir dünya savaşının kesin olmak şöyle dursun, olanak dışı dahi gözüktüğünü yazdılar.1

Gerçekten de kaosun her zaman var olan tek bir değişkeni vardı: tesadüfler, beklenmedik olaylar veya arızalar. Nitekim kaostan dünya savaşına geçişi mümkün kılan da bu olmuştu. Zincirin kırılması için alternatiflerin zamanla aşınması, adım adım tükenmesi yetmiyordu. Aslen, dünya sistemini zorlayan “kısa şoklar” rol oynuyordu.

Yani 1914’te “Almanya sürüklendi” diyen tarihçiler bir bakıma haksız değildi.

Ama Almanya sürüklenirken Rusya da sürükleniyordu. Avrupa’da ve bütün dünyada geniş kitleler, işçiler ve köylüler yılların birikmişliğine sürükleniyordu…

Tüm bunlar bizi neden ilgilendiriyor?

Dünyaya Türkiye’den bakınca epey bir ilgilendiriyor.

Örneğin SETA Genel Koordinatörü ve Sabah yazarı Burhanettin Duran’a göre Hindistan ve diğer yükselen güçler dünyanın kaosundan kendilerini korumaya çalışmakla meşgul.2 Türkiye de bunlardan biri olarak tehlikelerin farkında. Dahası bunlara karşı “istikrar ve düzen sağlayıcı bir rol” üstlenmeye çalışıyor.

İlginç ki kaosun parçası ve kaynağı olan diğer devletler de aynı şeyi iddia ediyor. Herkes birbirini düzen bozmakla, düzene saygı duymamakla veya sınır tanımamakla suçluyor.

Bunun bir adım ilerisi sanırım şu oluyor: Aslında kimse savaş istemiyor, herkes zorunlu kalıyor. 

Demek ki, aslında kimse anayasayı ortadan kaldırmak istemiyor. Kimse olağanüstü hâl ilan etmek istemiyor. Kimse zam yapmak, maaşları budamak, grevleri yasaklamak, hapishaneleri doldurmak da istemiyor. Kimse binlerce insanı göç ettirmek, binlerce yoksulu cepheye sürüp binlerce bombayla öldürmek de istemiyor.

Kaos bunu gerektiriyor. İstikrar için düzen için sabretmek, aç kalmak ve sonunda da ölmek gerekiyor.

Yani, aranılan o büyük savaş henüz yok ama o seferberlik şimdiden başlatıldı bile. Maaşını kabul et, faturana itiraz etme, oyunu kullanıp geç, aç kal ama sesini çıkarma.

Çünkü kaos var, çünkü şartlar bunu gerektiriyor.

Kaostan kaçış mümkün değil ama çıkışın anahtarı işte önce bu “seferberliğe” meydan okumaktan geçiyor.

"Ben işte o Mahmut Bey’in toru…” demeye kalmadı, sağ yamacımda oturan yoldaş “Yapma yav!” diyerek ayağa kalkacak oldu. “Benim de dedemi Mahmut Bey’e suikast düzenlediği iddiasıyla idam etmişler!”

Başta, herkese ibret olması gereken bir anımı paylaşmak istiyorum:

Aradan sanırım on yıl geçti. Güzel bir yaz günüydü, Bir yoldaşımla birlikte TKP’nin İstanbul’daki ünlü Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nin bahçesinde buluştuk. İnsana huzur veren dut ağaçlarının gölgesinde, umut, enerji ve heyecan dolu sohbetlerden yükselen sesler arasında büyük bir masada kendimize oturacak bir yer bulduk. Masada bir grup yoldaş o günün meselelerini tartışıyorlardı. Aralarından biri Kafkasya’ya doğru yola çıkacakmış, onu geçirmeye gelmişler. Birlikte olduğum yoldaş onları tanıyordu. O sıralarda haftada bir soL’da yayımlanan Çarşamba Yazıları’mı okuduklarını da biliyormuş. Bu nedenle beni tanıştırdı: “Bakın işte, Cemil Fuat Hendek bu yoldaş.”

Meğer aralarından ikisi Hendek’liymiş. Tabii hemen soyadımın nereden geldiğini, o kentle ne ilişkim olduğunu sordular. Ben de kısaca anlattım: “Hendek’te Belediye Meydanı’nda bir abide var. Kurucu Meclis’in kararıyla dikilen ilk cumhuriyet şehitleri abidesi. O abide dikilirken, orada yatan 24. Kolordu Komutanı Mahmut Bey’in ailesine de Hendek soyadı verilmiş. Ben işte o Mahmut Bey’in toru…” demeye kalmadı, sağ yamacımda oturan yoldaş “Yapma yav!” diyerek ayağa kalkacak oldu. “Benim de dedemi Mahmut Bey’e suikast düzenlediği iddiasıyla idam etmişler!”

Bütün masadakiler, hep birlikte bembeyaz olduk. Bir an için donup kaldık. O yoldaş annesinden dinlediği öyküyü, dedesinin nasıl Çanakkale’de savaştığını, savaştan sonra nasıl bir ayda yürüyerek memleketine vardığını, karısının önüne koyduğu bir tas sıcak çorbaya nasıl bir damla gözyaşını akıttığını anlattı.

Mahmut Bey de Çanakkale’de savaşmış bir subaydı. (Çanakkale madalyası halen evimizde duruyor.) Belki de aynı siperlerde sırt sırta vermişler, ortak düşmana karşı savaşmışlardı. Ne var ki, sınıflar arasındaki mücadele, ileri gitme çabasında olanla geri kalmış olan arasındaki savaş ve ona bağlı bir dizi rastlantı ikisini karşıt cephelere savurmuştu.
İşte o anda herkesin ders alması gereken bir olay oldu: Kalkıp, birbirimizle kucaklaştık! Ne mutlu bize ki, karşı cephelerde hayatını kaybetmiş dedelerin iki nesil arkasından gelen torunlar yine aynı cephede buluşmuştuk. Dedelerimiz gibi, bugünün düşmanlarına karşı, aynı hedefler için birlikte mücadele etmekteydik. (Bu satırları okuyorsa selam olsun kendisine.)

                                                          ***

Biliyoruz, binlerce yıllık insanlık tarihinin her sayfası, istisnasız bütün coğrafyalarda sömürü, baskı, eziyet, savaş ve kanla yazılmış. Biz komünistler o olayların temelinde her zaman sayısız insan için ağır sonuçları olan, her çağın sınıfları arasındaki savaşların yattığını biliriz. Bu nedenle tüm acılara, kan ve gözyaşına karşın tarihin tekerleğinin ileri doğru döndüğünün bilinciyle hareket ederiz. Bizim işimiz bu acılar üzerinde sızlanıp durmak, her gündemin başına bu acıları yerleştirmek değildir, Bu bilinçle o sayfalardan ders çıkarmayı, bu dersleri emekçi yığınlara aktarmayı ve günümüz mücadelesinde cephane haline getirmeyi görev ediniriz.

Mesele işte budur ve bundan başkası, günümüzdeki baskı, sömürü ve yoksulluğa karşı mücadele cephesini zayıflatmak, hedef şaşırtmak ötesinde hiçbir işlev görmez.

                                                       /././

Putinizm (Engin Solakoğlu)

Putinizm (Engin Solakoğlu)
Rusya’nın Türkiye’de vakıfları, düşünce kuruluşları olmadığı halde en muhafazakâr kesimlere bile nasıl bu kadar başarılı biçimde ulaşabildiğini inceleyecek araştırmacılar olacaktır mutlaka.

Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin’in hafta içinde Amerikalı televizyoncu Tucker Carlson’a verdiği demeç dış politikayı takip iddiasındaki bütün mecralarda tartışıldı. Türkiye’de bu konuda benim okuyabildiğim en kapsamlı ve isabetli değerlendirmeyi ise Yiğit Günay yaptı. Bu sabah birkaç kez okudum. Sizin de okumanızı öneririm. Şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.

Putin’in ipe sapa gelmez tarih tezlerini, artık alışkanlık hale getirdiği SSCB’ye yönelik eleştirilerini bir yana bırakıp,  biraz Rusya ile Ukrayna arasındaki savaşın son durumuna bakalım. Savaşın başlamasından bu yana iki yıl geçti. Tarafların silahlı kuvvetleri az çok belirli bir cephe çizgisinde didişiyorlar. Bir yandan da birbirlerinin kontrolü altındaki kentlere hava saldırıları düzenliyorlar.

Putin söyledikleri içerisinde belki de en doğru hususlardan biri ABD, İngiltere ve genel olarak NATO ülkelerinin desteklediği Ukrayna’nın Rusya’yı yenilgiye uğratamadığı. Birliklerin çarpıştığı arazi resmen Ukrayna toprakları olduğuna göre, yerinde bir tespit. Aksini bekleyenler vardı belki de ama iki ülke karşılaştırıldığında bu doğal bir sonuç gibi görünüyor.

Ukrayna’nın Rusya’yı yenemediğine kuşku yok ama Rusya’nın Ukrayna’yı yenilgiye uğrattığını söyleyebilmek de pek mümkün değil. Üstün bir hava kuvveti, süpersonik, hipersonik füzeler, kağıt üzerinde denize tümüyle hakim bir donanma yetmiyor demek ki. Putin de savaştaki tüm hedeflere ulaşılamadığını söylüyor zaten. O hedef neydi anımsayalım: “Ukrayna’yı Neonazilerden temizlemek”. Sanırım bunun için savaş iki ülke arasındaki sınırların yanı sıra doğrudan Kiev’i ve Zelensky rejimini hızla düşürmeye yönelik bir operasyonla başlamıştı. 

Arazideki durumun gösterdikleri bir yana, konjonktür artık eni konu Putin’den yana dönmüş gibi. AB’nin açıkladığı Ukrayna’ya yardım paketi nihai sonucu değiştirecek bir nitelikten ziyade nafile bir dayanışma gösterisi hükmünde. Avrupa’da şu sıralar çok sözü edilen çiftçi eylemlerinin “Doğu” yüzünde Macar ve Polonyalı çiftçilerin Ukrayna tarımsal ürünlerine sağlanan kolaylıklardan duyduğu rahatsızlık var. Ne zaman biteceği meçhul, Berlin’deki üniformalı Yeşiller’in  arzu etmeyeceği gibi biteceği ise neredeyse kesin bir savaş için kimse daha fazla külfete katlanmak istemiyor.

Amerika Birleşik Devletleri yılın sonunda zor bir seçime hazırlanıyor. Zor çünkü bu kez gerçekten aşağıdaki sakal ve yukarıdaki bıyık arapsaçına dönmüş durumda. Benim gibi, ABD’nin yapısı gereği adayların birbirinden beter olmasını yadırgamayanlar için bile alışılmadık pespayelikte iki aday yarışacak Kasım ayında. Bir bunak ve bir manyak diye nitelemenin dahi yetersiz kalabileceği bir noktadayız. Yolda beklenmedik bir şeyler olmazsa ikincisinin yani Trump’ın kazanma olasılığının çok daha yüksek olduğu bir gerçek. Ele aldığımız konu bakımından önemli olan Cumhuriyetçi bir iktidarın Ukrayna konusunda Demokratlar kadar ısrarlı olup olmayacağı elbette. Şu ana kadarki işaretler Trump ve partisinin -ki bana kalırsa Cumhuriyetçi Parti’ye artık Trump partisi diyebileceğimiz noktaya çok yaklaştık- emperyalizmin sancak gemisinin burnunu Doğu Avrupa’dan Pasifik bölgesine doğru çevireceği yönünde.  

Zelensky ve savaşın iki tetikleyicisinden biri olan İngiltere açısından bir başka olumsuz unsur ise seçimin sonuçlarından bağımsız olarak ağırlığını Orta Doğu’daki sömürgeci uzantısı İsrail’den yana koyan ABD savaş sanayiinin Ukrayna’ya hesapsız ölçülerde cephane ve silah göndermekte isteksiz davranmaya başlaması. Gazze’de daha katledilecek çok Filistinli çocuk var...

Küresel ölçekte Ukrayna bakımından bir başka olumsuzluk da İsrail’in Filistin halkına karşı yürüttüğü soykırıma destek olmaya devam eden Batı İttifakı’nın içeride ve dışarıda uğradığı itibar kaybı. Bugüne kadar Rusya’nın Ukrayna’da yürüttüğü savaş konusunda çok eleştirel duruş sergileyen birçok kalem Putin’e atfedilen suçların binlerce kat fazlasını işlemesine karşın neden Netanyahu’ya farklı muamele sergilediğini açıkça sorguluyorlar. Bu da Batı’nın ahlaki üstünlük palavrasını boşa çıkardığı gibi ve Rusya’ya karşı Ukrayna’nın yanında yer almanın “meşruiyet” temelini de zayıflatıyor. 

Bütün bu göstergeler Putin’in kaybeden olmadığını ve beklenmedik bir gelişme yaşanmadığı sürece iktidarını koruyacağını ortaya koyuyor. 

Putin’in 25 yıllık politik macerasının dünyada ve Türkiye’de önemli izler bıraktığı açık. Bu izlerden belki de en önemlisi Türkiye’de siyasi yelpazenin en sağından en soluna geniş bir hayran kitlesi edinmiş olması. En solda, belki de Lenin’in tarif ettiği çocukluk hastalığının doğal sonucu olarak Putin’i Bolşevik sananlara söylenecek pek bir şey yok. Antiemperyalizmin sınıf mücadelesinden azade olamayacağı konusunu Yiğit Günay ayrıntılı biçimde anlatmış zaten yukarıdaki yazısında. Bu bağlamda yazıyı dikkatle okuması gereken bir başka kesim de ABD karşıtlığı yapacağız diye Putin’in, hatta zaman zaman hızını alamayarak İran’daki Molla rejiminin dahi arkasına hizalanan “ulusalcılar”.  

Asıl şaşırtıcı olan sayısal olarak pek bir anlam ifade etmeyen liberaller dışındaki klasik sağcıların Putin hayranlığı. Güçlü lider, aklına koyduğunu yapıyor, ABD’ye kök söktürüyor söylemleri gırla gidiyor Akepe iktidarını da kapsayan bu milliyetçi muhafazakâr kesimde. Öyle ki Suriye bağlamında ABD’nin etkin katkısıyla yaşamını yitiren TSK mensuplarının arkasından feryat eder, Washington’a haklı olarak lanet yağdırırlarken, Putin Yönetiminin de Suriye’de 34 TSK mensubunu doğrudan bir askeri saldırı sonucu öldürdüğünü, yine aynı Rusya’nın Suriye’de yer yer YPG ile ortak devriye attığını, PKK’nın Moskova’da bir temsilciliği bulunduğunu göz ardı edebiliyorlar. Aynı kesimin nicelik bakımından Türkiye’nin hava savunmasına hiçbir anlamlı katkı sağlaması mümkün olmayan S-400 füzelerinin alınmasına imza attığını ve bu alımı hâlâ “bağımsızlık” veya “güçlü Türkiye” söylemleriyle savunmaya çalıştığını da not edelim. 

Rusya’nın tarihsel olarak Türk sağının “öcü”sü , “Allahsız Moskof”u olmaktan çıkıp bu noktaya gelmesi en hafif deyimle ilgi çekici. Rusya’nın Türkiye’de vakıfları, düşünce kuruluşları filan olmadığı halde Türkiye toplumunun en muhafazakâr kesimlerine bile nasıl bu kadar başarılı biçimde ulaşabildiği ve anlatısını benimsetebildiği sorularını derinliğine inceleyen araştırmacılar olacaktır mutlaka önümüzdeki yıllarda.

                                                     /././

Evrim sürüyor: İyi ki doğdun Darwin! (Kanat Gürün)

Canlıların evrimi teorisinin temellerini atan Darwin o zamana kadar bu konuyu ele alan her türlü bilim dışı, dogmatik, metafizik savın üzerinden silindir gibi geçerek bunları yerle yeksan etmiştir.

İlk bakışta Darwin'in doğum günüyle ilgisiz gibi görünebilecek bir giriş: Varlık sürekli bir akış halindedir. Varlığın herhangi bir parçası şu an için bildiğimiz kadarıyla duramaz, durdurulamaz. Bu sürekli akış, varlığın içinde ortaya çıkmış olan öbekleri zamanla yıpratır, eskitir. Varlığın belirli parçaları, yani bu varlık öbekleri, bu sürekli hareket sonucunda sürekli bir dağılma eğilimindedir. Buna entropi denir.

Fakat işte, varlığın parçaları bir yandan da sürekli birbiriyle çarpışır, birbirine tutunur, birlikte kararlı birliktelikler oluşturmaya çalışır ve sözü geçen varlık öbeklerini oluşturur. Varlık akışı, var olan öbekleri dağıtma eğiliminde olduğu gibi daha işin başında bu öbeklerin ortaya çıkmasının da sebebidir. Varlık dağılma eğiliminde olduğu kadar öbekleşme eğilimindedir de. Varlık parçaları, adeta varlıksal bir dayanışmayla, akışın anlık halinin ve hareket kurallarının sınırları çerçevesinde birliktelikler kurup bunları sürdürmeye çalışırlar. Birbirine denk varlık öbeklerinin, eşit değerde ancak farklı işlevlere sahip parçaları olarak, bir çeşit eşitlikçi kardeşlik hukuku içinde ve bu eşitliğin çoğaldığı ölçüde özgürlüğü de artan bir biçimde bir arada durup tek ve uyumlu bütünü oluştururlar. Bu çabanın sonucunda gitgide daha karmaşık, kompleks varlık öbekleri meydana gelir. Örneğin, büyük patlamadan sonra görülebilir evrende önce atom altı parçacıklar, sonra atomlar ve moleküller, sonra gitgide yıldız ve gezegen sistemleri, en nihayetinde tüm bu cümbüşlü varlık kalabalığı ortaya çıkmıştır.

Güneş sistemi, işte bu oluşumlara bir örnek ve bizim için yuvamız olması dolayısıyla en kıymetli olanıdır. Üstelik, bildiğimiz, şimdiye kadar tespit edebildiğimiz kadarıyla çok özel ve kendine özgü bir varlıksal öbekleşme çeşidine, canlılığa ev sahipliği yapan yegâne sistemdir. Canlılık, varlıksal öbekleşme ve karmaşıklaşmanın özel bir şeklidir. Kendilerini çoğaltabilen ve taşıdıkları bilgiyi sonraki nesillere, üstelik belli değişimler sonucunda çevrelerine adapte olarak ve gelişerek aktarabilen canlıların, bu özel varlıkların, işte bu değişim ve gelişimine canlıların evrimi denir. Cansızların milyarlarca yıl boyunca bir araya gelip, ayrılıp, karışıp en sonunda canlılığı ortaya çıkarmasıyla başlayan hayat, bir noktada sonraki nesillere bilgi aktarımını dil aracılığıyla kültürel düzeyde de yapabilen ve bizim bildiğimiz, anladığımız anlamda en gelişmiş ve karmaşık canlı türü olan insanı ortaya çıkarmıştır.

Bu insanlardan biri, adı Charles Darwin olan varlık öbeğiyse 12 Şubat 1809 tarihinde ailesinin beşinci ve sondan bir önceki çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Burada Darwin’le ilgili daha fazla ansiklopedik bilgi vermeyeceğim, bunları internette ve kitaplarda kolaylıkla bulabilirsiniz. Ancak Darwin’in ailesi tarafından yönlendirildiği tıp eğitimini doğa bilimlerine olan ilgisi sebebiyle yarım bıraktığını belirtmeliyiz. Bu ilgisi, gözlem yeteneği ve sistematik çalışması sayesinde Darwin, canlılığın nasıl ortaya çıktığını ve geliştiğini açıklayan canlıların evrimi teorisinin temellerini atmış ve o zamana kadar bu konuyu ele alan her türlü bilim dışı, dogmatik, metafizik savın üzerinden silindir gibi geçerek bunları yerle yeksan etmiştir.

Elbette insan ilerlemeyi bireysel değil toplumsal olarak sağlar. Darwin canlıların evrimini ilk akıl eden kişi olsa çalışması bu denli derinlikli olamaz yahut bu çalışmayı kimse okumasa eserinin hiçbir anlamı kalmazdı. Nitekim, canlıların evrilerek ortaya çıkıyor olabileceği iddiası Darwin’den önce de ortaya atılmıştır ki bunu öne sürenlerden biri de bizzat Darwin’in dedesi Erasmus Darwin’dir. Charles Darwin, dedesi de dahil olmak üzere kendinden önce gelenlerin fikirleri ve bulguları üzerinde yükselerek, öte yandan kendi merakı, ilgisi ve çalışkanlığıyla sistematik bir çalışma ve gözlemler serisi ortaya koyarak doğa bilimlerinde devrim niteliğinde bir sıçramanın gerçekleşmesini ve evrim konusunda o zamana kadar yapılan tahminlerin ve inançların bilimsel bir niteliğe bürünmesini sağlamıştır. Evrimi bu haliyle, bunca deliliyle birlikte sistematik bir biçimde ilk ortaya koyanın Charles Darwin olduğunu söyleyebiliriz. Fakat elbette Darwin’in bilimsel çalışması da çağının bilgisiyle sınırlıydı, haliyle pek çok eksik içeriyordu ve bu eksiklikler ancak Darwin’den sonra gelen bilim insanları tarafından giderilerek Darwin’in savlarının bilimin en sarsılmaz teorilerinden, yasalarından biri halini alması sağlanmıştır. Diyalektik materyalist felsefenin ışığında bakınca zaten bundan başka türlüsü beklenemezdi. Bireylerin dehaları ve çabaları çok değerlidir, insanlığın ilerlemesindeki en temel faktörlerden biridir. Ancak en büyük dâhi, en çalışkan bilim insanı, sanatçı ya da zanaatkar bile ancak insanlığın var olan bilgisi çerçevesinde hareket edebilir, çalışkanlık, azim ve dehaları onların ancak bu çerçevenin biraz daha genişlemesine, insanlığın toplam bilgisi olarak adlandırabileceğimiz varlık öbeğinin biraz daha karmaşıklaşıp gelişmesine nispeten daha çok katkı sunmalarını sağlayabilir.

Darwin, işte insanlığa bu büyük katkıyı sunmuş çalışkan ve azimli dâhilerden biriydi.

İnsanlığın ve bir deyişle insanlık nezdinde kendini anlama çabasında olan evrenin parladığı örneklerden biridir, Darwin'in eseri.

Evrim vardır. Evrim ve devrim -hem canlıların hem de cansızlarınki- varlık akışının doğal bir sonucu, hatta asli oluş şekli, bu şekle insanın verdiği anlam ve insanın onu anlama yoludur.

Evrim sürüyor. Varlık akışı sürüyor. Arada bir kaçınılmaz olarak meydana gelen, daha doğrusu meydana getirilen devrimsel sıçramalarla eskimiş olanı yıkıp daha kararlı, kalıcı öbekler oluşturarak ya da karşı devrimlerle, yıpranmış ve eskimiş olanın egemenliğine teslim olarak…

Darwin’i unutmayalım. Zaman ayırıp onu mutlaka okuyalım ama tek başına değil, ondan önce ve ondan sonra gelenlerle beraber… Onu, ondan öncekileri, ondan sonrakileri bir süreç içerisinde anlamaya çalışalım. Bu anlama çabası, bizim en değerli çabalarımızdan biridir. Zira Marx’ın ünlü on birinci tezinde yazdığı gibi, aslolan yorumlamak değil ama hem kendimizi hem de çevremizi, tüm varlık öbeklerini, en başta insanlığı, dayanışma, eşitlik, kardeşlik ve gerçek anlamıyla sınırları zorlayan bir özgürlük yolunda değiştirmektir. Bunu yapabilmek için de önce her tür tarihsel süreci iyi analiz etmek ve anlamak gerekir. Bilgi edinmek ve üretmekse bu yolda sahip olduğumuz imkânları genişletmemizin en etkili yöntemlerinin başında gelir.

İyi ki doğdun Darwin!

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder