Murat Kurum’un ‘Hırsız’ diye çağrılan tanıdığı (Barış Terkoğlu)
Koca binalar betondan sanırsın. Oysa inşaatın harcına insanın ahı karışmış.
81 ilde seçim var. Ancak ana gündem tartışmasız İstanbul. En büyük vaat ise kentsel dönüşüm. Bütün adaylar "ben yaparım" diyor. Eli en güçlü olan iktidarın desteğini alan Murat Kurum. Cuma günü konuşurken "Fikirtepe’de yaptık" dedi. Örnekle "yine yaparız" diye devam ediyordu.
Kurum böyle söyleyince, depremin yıldönümünde toplanan o kalabalığı hatırladım. 6 Şubat’ta Fikirtepe’de ellerinde pankartlarla buluşmuşlardı. "Yeter artık, 3 sene dediler 10 sene oldu" yazıyordu. "Hırsız Haldız" diye bağırıyorlardı. Kastettikleri AKP Kurucusu Müteahhit Macit Haldız’dı. Yanındaki pankartta ise "Çevre ve Şehircilik Bakanı sözünü tut" yazıyordu. İşaret ettikleri Murat Kurum’dan başkası değildi.
Emlak Konut’un, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın, TOKİ’nin tabelalarının görüldüğü yarım kalmış inşaatların önünde toplanmış açıklamalarını okumuşlardı. Enkaz altındakiler gibi "sesimizi duyan var mı" diye sesleniyorlardı. Zira ortada ne kendilerine destek olacak bir muhalefet partisi ne de açıklamalarını dinleyecek bir basın mensubu vardı. Gittiğim marketin manav bölümündeki emekçi amca, "sorsan Fikirtepe’de evim var ama yıllardır kiracıyım" diye mağduriyetini anlatmasa benim de haberim olmayacaktı.
11 YILDIR BİTMEDİ
Fikirtepe, bir zamanlar Kadıköy’ün kenar mahallesiyken, yıllar içinde şehrin göbeğinde kalmıştı. Bu kıymetli bölge müteahhitlerin ağzını sulandırıyordu. 2005 yılında "özel dönüşüm alanı", 2007’de "kentsel dönüşüm alanı" ilan edildi. Sonrasında etrafına göre oldukça avantajlı sayılabilecek planlar hazırlandı. CHP’li diye Kadıköy Belediyesi’ne bölge hakkında tek mesele bile danışılmadı, tek yetki verilmedi. Küçük sanmayın, 4 bin 500 adet parselden oluşan, toplamda 1 milyon 300 bin metrekarelik bir alandı. Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın ve TOKİ’nin öncülüğünde projeler başlarken, mahalle vatandaşlara hayal satan müteahhitlerle doldu. İmzalar atıldı, binalar yıkıldı. Fikirtepe uzun ve karanlık bir harabeye döndü. Sonuç ise tam bir fiyaskoydu. Yıkılıp da yapılamayan, yarım kalan bölgeler… Bitse de tapusunu alamayan ev sahipleri… İflas eden müteahhitler… Ödenemeyen kiralar...
İşte Haldız İnşaat’ın yaptığı binalar da yarım kalanların arasında. 2 bin aile, müteahhit evimizi bitirse de otursak diye 11 yıldır bekliyor. Gelgelelim, AKP kurucusu Macit Haldız, "yapamıyorum" diyor. Bir eksiğini gördüğü yoksul vatandaşın tepesine çöken devlet ise kredi yağdırdığı müteahhitler karşısında eli kolu bağlı bekliyor.
KURUM YAPACAKTI YAPMADI
Kendi ifadeleriyle "Haldız mağdurları" ile konuştum. Cumhurbaşkanı ile iki kez görüşüp sorunlarını anlatmışlardı. Erdoğan söz vermişti. Olmadı. İki sene önce Murat Kurum’u yakalamışlardı. Kurum, Emlak Konut müdürünü çağırmış, onların yanında "gereğini yapacaksın" demişti. Bir şey değişmedi. Geçen Mayıs seçimlerinde Murat Kurum bölgeye bir kez daha söz verdi. "Biz yapacağız, tabelayı oraya dikeceğiz" dedi, Fikirtepeliler’den oy istedi. Yine bir şey olmadı. Bugün bile AKP Kadıköy Belediye Başkan Adayı Veli Arslan halkın arasında dolaşırken, vatandaşlar tarafından Haldız’ın AKP kurucusu olarak kendilerini mağdur ettiği hatırlatılıyor.
Sorsanız, "mağdur eden biz değiliz müteahhit" diyorlar. Oysa o müteahhitler için çıkardıkları yasaları, yaptıkları planları, vatandaşa çağrıları unutuyorlar. "Fikirtepe’de başardık" diyen Murat Kurum’a bir öneri… Fikirtepe sokaklarında dolaşıp duvar yazılarına baksın, "Bakanım sözünüzde durun", "seçimlerde görüşmek üzere" yazanları gözleriyle görecek.
PARA VERDİM YİNE DE ALAMADIM
Haldız’dan ibaret değil…
Kurum, Anadolu Adliyesi’ne Fikirtepe merkezli kaç dava olduğunu sorsun, rakama kendisi bile şaşıracak.
Bir tanesi önümde duruyor. Şikayetçi bölümünde Enes Karpuz yazıyor. Karpuz AKP’li. 2014 yılında, parasını vererek, Emay İnşaat’tan topraktan 10 dükkan 3 daire aldığını söylüyor. Elinde iki tarafın da imzaladığı sözleşme, parayı verirken yanında olan tanık da var. Gelgelelim anlattığına göre müteahhit inşaat bitince tapu devrini yapmamış. Olay mahkemeye taşınmış. Bilirkişi raporu da Karpuz’un lehine çıkmış. Gelgelelim müteahhit para almadığını, sözleşmeyi baskı altında imzaladığını söylemiş. Karar, şikayetçi olan Karpuz’un lehine çıkarken şirketin talebiyle hakim değişmiş. Yeni hakim bu kez müteahhit lehine karar vermiş. Dosya hem temyize gitmiş, hem de hakim HSK’ya şikayet edilmiş. İşin ilginci, bu süreçte anlaşmazlık Cumhurbaşkanlığı’na kadar taşınmış. "Bir dükkana işini çözeriz" diyen çeşitli arabulucular çıkmış.
Benzeri dava o kadar çok ki… Mağdurların WhatsApp grupları, mağdur dernekleri, toplu açtıkları davalar, eylemler var. AYM’ye, Danıştay’a, yerel mahkemelere taşınan, yıllar süren davalar var. Kısacası Murat Kurum "başardık" dese de sadece basit bir Google taraması binlerce Fikirtepe mağduru olduğunu gösteriyor. Mağdurlar, Kurum’un kendi geçmiş açıklamalarında bile görünüyor.
Göğe yükselen binaların dili olsa da konuşsa. Belki de "ben bu yükü artık taşıyamıyorum" diyecek.
/././
‘Yeni ortaçağ’da Türkiye (Ergin Yıldızoğlu)
ABD, dış politika çevrelerinde “kurala dayalı uluslararası düzenin” dağılmaya başladığı, Ukrayna’da “siper savaşlarının” yaşandığı, Çin’in yükseldiği, devlet dışı güçlerin etkinliklerinin arttığı, vekâlet savaşlarının sıklaştığı bir dönemde, yeni savunma stratejileri arayışlarını yoğunlaştırdı. ABD istihbarat yapılanmasının entelektüel kanadından “RAND Corporation”ın geçtiğimiz haftalarda yayımladığı bir rapor, ABD ile Çin arasındaki süper güç rekabetinin içerdiği riskleri anlamak için, bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı da anlamak gerekir diyordu. Rapora göre modernitenin kurumları, anlayışları değerleri hâlâ bizimle olduğu için, yaklaşık 2000’den bu yana artık bir “yeni ortaçağ” döneminde yaşadığımızı kavramakta zorlanıyoruz.
KAVRAM YENİ DEĞİL
Kavram ve “yeni dönemin” başlangıç tarihi hiç yabancı gelmedi. “Yeni ortaçağ” kavramıyla ilk kez 1980’lerde, Umberto Eco’nun 1972 tarihli bir denemesinde karşılaşmıştım. Robert Kaplan’ın 1994 tarihli “Gelmekte olan anarşi” denemesi de bu konuyu işliyordu. Daha sonra, 2010’lu yıllarda Parag Khanna, küreselleşme, “Davos”un işlevi, yeni jeopolitik gibi konularda “yeni-ortaçağ” kavramına başvurdu. BlackWater ve Wagner Grup gibi özel orduları, IŞİD gibi devlet dışı aktörleri, küresel jeopolitik içinde değerlendirme çabalarında da “yeni ortaçağ” kavramına sıkça rastladım. Daha yakın zamanda Joel Kotkin “yeni feodalizm” ve Yanis Varoufakis “tekno feodalizm” kavramlarıyla “yeni ortaçağ” tartışmasının alanına girdiler.
Rapora göre “Yaklaşık olarak 2000 yılında başladığını düşündüğümüz bu dönemi, zayıflayan devletler, parçalanmış toplumlar, dengesiz ekonomiler, yaygın tehditler ve savaşın gayri resmi hale gelmesi betimliyor”. Bunlardan beni en çok ilgilendirenleri kısaca açarsam: “Zayıflayan devletler”; devletlerin iç güvenliği koruma ve halkı tatmin edecek düzeyde mal, hizmet ve fırsat sunma konularında yetersiz kaldıkça politik meşruiyetinin zayıflaması anlamına geliyor. “Parçalanmış toplumlar”; ulus devletin üzerinde yükseldiği toplumun kültür bütünlüğünü sağlayan değerlerin zayıflaması (egemen ideolojinin verimliliğini kaybetmesi-EY), toplumun bu zeminde kutuplaşmasını ifade ediyor. Ulusal devletten başka bir şeye öncelik veren çeşitli alt, uluslararası topluluklardan oluşan grup kimlikleri öne çıkarak kemikleşiyor. “Dengesiz ekonomiler”; büyümenin sadece birkaç sektörde yoğunlaştığı, ulusal gelir gittikçe artan oranda, ekonomik, siyasi hatta kültürel seçkinlerin elinde toplanırken yoksulluğun yaygınlaştığı bir ortamı betimliyor.
VE MAALESEF ÇOK TANIDIK
Raporun, “yeni ortaçağ”ın başlangıcı olarak saptadığı “yaklaşık 2000 yılı” döneminde Türkiye’de de “yeni ortaçağ” kavramının içeriğine uygun bir süreç başladı. Siyasal İslamın iktidarını “sindire sindire” inşa edecek bir rejim değişikliği toplumdaki, farklı dini, etnik hatta cinsel kimlikleri kutuplaştırarak, kutuplaşmayı kullanarak gerçekleşti. Süreç ilerledikçe, hukuk ve parlamento işlemez, kişisel sorunlar da sık sık silahla çözülür oldu. Devlet mafyalaşır, modern seküler ilkeler üzerinde yükselmiş Cumhuriyetin, politik meşruiyeti zayıflarken “süreç olarak faşizm” şekillendi. Devlet ve toplum “iç uyumlarını”, istikrarını kaybetmeye devam etti. Bu süreç boyunca, toplumdaki egemen ideolojinin etkisi de kırıldı, ama yerine geçmeye çalışan dini ideoloji de egemen olamadı, aksine hem kutuplaşma daha da derinleşti hem de devletin meşruiyeti erimeye devam etti.
Başlangıçta dünya ekonomisindeki elverişli ortamdan kaynaklanan bol ve ucuz yabancı kaynak girişi, o ortam ortadan kalkınca durdu. Kaynaklar kurumaya başlayınca, bu “sıkıntı” yeni kurulmakta olan rejimin egemen sınıfının, ekonominin politiği ile birleşince ekonomin dengesi iyice bozuldu ve sonunda yönetilemez hale geldi.
Bu “yeni ortaçağ”ın içinden, kısa zamanda çıkılamazsa, toplumun hâlâ çoğunluğunu oluşturan kesiminin, modern, seküler cumhuriyetçi kültürü (tarzların, değerlerin, kavramların, gelecek kuşaklara, genetik olmayan yollarla aktarılması) giderek silinecek. Ondan sonra artık ülke, eşitlik, özgürlük, sosyalizm gibi kavramları dışlayan karanlık ve istikrarsız bir “ortaçağ” kültürüne ve ahlakına tutsak olacak.
/././
Rus iç savaşı (Mehmet Ali Güller)
Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, ABD’li gazeteci Tucker Carlson ile yaptığı söyleşide, Ukrayna-Rusya savaşını bir iç savaş olarak değerlendirdi.
Rus tarihine değinen Putin, Ukraynalılar ile Rusların aynı etnisite olduğunu savundu. Ukraynalılık fikrinin daha çok Polonya’nın bugünkü Batı Ukrayna topraklarına egemen olduğu dönemde uyguladığı özel bir ayrıştırma siyaseti olduğunu belirten Putin, “Başlarda, Ukraynalı kelime olarak devletin kenarında yaşayan veya sınır muhafızlığı yapan kişi anlamına geliyordu. Bu etnik bir grup anlamını taşımıyordu” dedi.
Putin buradan hareketle, geleceğe dair bir öngörüde bulundu: “Ne olursa olsun er ya geç anlaşacağız ve biliyor musunuz, belki de mevcut durumda kulağa garip gelebilir, ama halklar arasındaki ilişkiler eski haline dönecek.”
Putin devamla, yaşanan savaşta teslim olmayı reddeden Ukraynalıların “Ruslar teslim olmaz” diye bağırarak ölümü tercih ettiğini söyledi ve şu çok dikkat çekici tezi ortaya attı: “Onlar hâlâ kendilerini Rus görüyor. Bu anlamda tüm yaşananlar iç savaş olarak gösterilebilir. Batıdakiler, bu savaşın Rus halkın bir kısmını diğerinden sonsuza kadar kopardığını düşünüyor. Hayır. Yeniden birleşme olacak.”
SAVAŞ 2014’TE BAŞLADI
Putin’in dikkat çeken bir diğer mesajı da daha önce dile getirdiği, “Savaş 2022’de değil, 2014’te başladı” teziydi: “Ukrayna’da 2014’te meydana gelen darbe, CIA desteğiyle silahlı muhalefet tarafından gerçekleştirildi. Ukrayna’daki çatışmayı bu ülkede yaşanan devlet darbesi körükledi. Ukrayna yönetimi savaşı 2014’te başlattı. Bizim amacımız bu savaşı durdurmak. 2022’de savaş başlatmadık, ona son vermeye çalıştık.”
Atlantik medyasının gözlerden uzak tutmaya çalıştığı bu gerçek, asıl nedenleri ve ABD’nin hedefini anlamak bakımından çok önemli. Rusya’nın 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya “özel askeri harekât” başlatmasından sadece iki gün sonra bu köşede o gerçeğe işaret etmiştim: “Rusya’nın askeri harekâtı, ‘asıl savaşı’ bitirme hedefli savunma saldırısı olarak da yorumlanabilir. Çünkü sekiz yıldır Donbass’ta zaten savaş vardı. 2014’te Amerikancı darbeyle hükümet devrildiğinde, Kırım, Donetsk ve Lugansk darbeye karşı pozisyon aldı. Kırım bağımsızlık ilan etti, referandumla Rusya’ya katıldı. Ukrayna, Donetsk ve Lugansk’a saldırdı. 2015’te Minsk Anlaşması’yla bu iki bölgeye ‘özel statü’ kararlaştırıldı ancak Ukrayna uymadı ve sekiz yıldır Donetsk ve Lugansk’ı, yani Donbass bölgesini vuruyor. Batı medyası üzerini örtse de sekiz yılın sonunda Donbass’ta 2 bin 600 sivil öldürüldü (bazı kuruluşların verilerine göre 3 bini çocuk olmak üzere 13 bini sivil, toplamda 14 bin insan öldürüldü), on binlerce insan evlerini terk etmek zorunda kaldı” (Cumhuriyet, 26.2.2022).
HEDEF RUSYA’YI ESKİ SINIRLARINA İTMEK
Aslında bu gerçeği Ukrayna da biliyor. Üç gün önce görevden alınan Ukrayna Genelkurmay Başkanı Zalujni, çok konuşulan Economist dergisindeki söyleşisinde bu gerçeğe işaret etmişti: “Bizim için, ordu için savaş 2014 yılında başladı. (...) Tüm bunlar 24 Şubat 2022’de ölçeğin artmasıyla oldu. Ondan önce 403 km’lik bir cephemiz ve 232 güçlü noktamız vardı. Ve 24 Şubat’ta bu cephe 2 bin 500 km’ye çıktı” (Economist, 15.12.2022).
Evet, bu savaşı 2014’te asıl başlatan ABD’ydi. Nedenini de ABD resmi kurumlarına “strateji hazırlayan” Stratfor’un kurucusu George Friedman’dan aktaralım: “Eğer Batı, Ukrayna’yı kontrol altında tutabilseydi, Rusya savunmasız kalabilecekti. Belarus’la olan güney sınırları ve Rusya’nın güneybatı sınırı açık hale gelecekti. Ukrayna ve Batı Kazakistan arası mesafe yaklaşık 400 mildir ve Rusya Kafkaslar’a gücünü bu bölgeden gösteriyordu. Rusya bu durumda Kafkaslar’ı kontrol etme gücünü yitirecek ve Çeçenya’dan daha kuzeye çekilecekti. Ruslar, Rusya Federasyonu’nun bazı bölümlerinden çıkacak, Rusya’nın güney sınırları çok zayıflayacaktı. Böylece Rusya çok eski sınırlarına çekilene kadar parçalanma sürecekti” (Gelecek 100. Yıl, Pegasus, 2009, s.103).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder