Kıbrıs’taki külliye inşaatı durabilir (Gözde Bedeloğlu)
Cumhurbaşkanı Erdoğan, 2021 yılında Kıbrıs’ın kuzeyine gerçekleştirdiği ziyaret öncesi bir ‘müjdesi’ olduğunu söylemişti. Kimine göre bu müjde, KKTC’nin resmen tanınmasıyla ilgiliydi. Belki de Türkiye, dünya üzerindeki bir ülkeyi, kardeşim dediği Azerbaycan’ı bu konuda ikna edebilmişti. Kimine göre Erdoğan’ın müjdeden kastı, Türkiye’deki ‘başkanlık’ sisteminin KKTC’ye transfer edilmesiydi. Kimine göre ise Erdoğan, Maraş bölgesinin tamamını yerleşime açma kararını duyuracaktı.
***
Nefesler tutulmuş, merak arşa ulaşmıştı ki Erdoğan, Kıbrıslı muhalefet partilerinin protesto edip katılmadığı meclis konuşması için kürsüye çıktı ve “sizlere birkaç gündür gündemde olan müjdemi vermek istiyorum” dedi. “Biz bunu (konuşma yaptığı Meclis binası) KKTC’ye yakıştırmıyoruz, Cumhurbaşkanlığı binası ise İngiliz döneminden kalma bir gecekondu. Kermiya’da hem bir külliye yapacağız hem de muhteşem bir millet bahçesi yapacağız. Devlet olmanın ifadesi budur.”
Erdoğan’ın ‘müjde’ paketinden külliye, meclis binası ve millet bahçesi çıkmıştı. Kurulduğu günden itibaren, bağımsız bir devlet olduğunu gezegendeki tek bir ülkeye inandıramamış, ambargo atındaki KKTC, Erdoğan’a göre ‘devlet olma ifadesini’ bu üç yapının inşasıyla bulacaktı. Haber, halkta hayal kırıklığına sebep olmasının yanında yeni de değildi. Çünkü KKTC Cumhurbaşkanı Ersin Tatar, Türkiye’nin katkılarıyla yeni bir Cumhurbaşkanlığı binasının yapılacağını daha önce verdiği bir röportajda duyurmuştu.
***
Erdoğan’ın ‘müjde’ dediği inşaatlar ne sürprizdi ne de halkın talebiydi. Üstelik Erdoğan’ın konuşmasında kullandığı ‘gecekondu’ benzetmesi de çokça inciticiydi. Ama bu tavır, Erdoğan’ın ziyaretini protesto ederek meclisteki konuşmasını dinlemeyi reddeden muhalefeti haklı çıkarmıştı; çünkü partiler boykot gerekçelerini açıklarken, Türkiye ile Kuzey Kıbrıs ilişkilerinin doğru zeminden çıkarılarak buyuran-biat eden bir anlayışın hâkim kılınmak istendiği, Türkiye’nin tepeden, üstenci bakan bir yaklaşıma sahip olduğu ve bunun da sürdürülebilir olmadığını savunmuştu. Tatar, muhalefeti Rumlarla iş birliği yapmakla suçladı ki bu Kuzey Kıbrıs’ta sağın en sık kullandığı klişelerden biri.
Külliyenin yapımına, halkın itirazlarına rağmen, bölgedeki ağaçların kesimiyle başlandı. İhalesi Türkiye’de gerçekleştirilen inşaatın KKTC mevzuatı çerçevesinde gerekli izin ve vizelerinin alınmadığını söyleyen Kıbrıs Türk Mühendis ve Mimar Odaları Birliği (KTMMOB) külliyenin ‘kaçak’ olduğunu belirtti. 2023 Ocak ayında KKTC hükümeti, yeni bir yasa önerisiyle, devlete ait projeler ve uluslararası anlaşmalar kapsamında yapılacak projeler için KTMMOB’den vize alınmamasını talep eden bir adım attı. Bu, KKTC’nin bağımsız bir devlet olduğu iddiasındaki iktidarın bizzat kendi ülkelerinin kurum ve yasalarını işlevsiz kılması anlamına geliyordu. Kıbrıs Barolar Birliği Başkanı Hasan Esendağlı’ya göre, yasaya eklenen bu izin muafiyeti ile iktidar, külliye dahil pek çok yurt dışı kaynaklı projenin de yasadışı olduğunu itiraf etmiş oldu.
***
Türkiye’deki 6 Şubat depreminden sonra, çocuklarını Adıyaman’daki İsias Otel’de kaybeden Kıbrıslılar, külliye için ayrılan milyarlarca liranın depremzedeler için harcanması çağrısı yaptıysa da halkın büyük çoğunluğunun gereksiz gördüğü ‘kaçak’ külliyenin yapımına devam edildi. İhaleler yapılmış, paralar muhatapları arasında çoktan bölüşülmüştü artık. Devlet itibarının saray ve külliyeler inşa ederek ayakta tutulduğu iddiası, rant düzeni üzerine giydirilen bir kılıftan başka bir şey değil. Bunun için de ister Kıbrıs’ın kuzeyinde ister Türkiye’nin dört bir yanında olsun, bilim ve yasal mevzuatlar yok da sayılabilir, bir iki maddenin eklenmesiyle kullanışlı hale de getirilebilir. İhtiyaç dışı, üstelik de izinsiz bir külliye inşaatının bütçesi yüzlerce okul ve/veya hastanenin yapımına karşılık geliyorken, tercihin ilkinden yana kullanılmasının Anayasa’da yazan sosyal devletle yakın uzak ilişkisi yok.
***
Kıbrıs’ın kuzeyinde külliyeyle ilgili tartışmalar sürüyor. Yaşanan son gelişmeye göre inşaat, 20 Mart’ta KKTC Yüksek İdare Mahkemesi’nde görüşülecek bir davayla durabilir. Nedeni, inşaatın bir bölümünün özel mülkiyet içinde kalması. Külliyenin yapıldığı arazinin 9 dönümlük kısmı Canev Denner isimli bir Kıbrıslıya ait. Değerinin milyonlarca sterlin olduğu söyleniyor. Avrupa Gazetesi’nde yer alan habere göre, mal sahibinin 1973 yılında satın aldığı arazi 1974 askerî harekâtından sonra tellerle çevrilerek askeri bölge ilan edildi. 2017 yılında asker araziyi mal sahibinin kullanımına verdi ancak birkaç yıl sonra bölgeye külliye yapılacağı duyuruldu. İnşaat sınırının özel mülkiyete doğru genişlemesiyle KKTC hükümeti geçen yıl araziyi istimlak ederek, mal sahibinin haberi olmadan kamulaştırdı. Mahkeme’nin, Anayasa’nın amir hükmü doğrultusunda karar verdiği anda inşaattın duracağı öngörülüyor. Sonucun Türkiye’de nasıl yankı bulacağını göreceğiz.
/././
Siyasal İslamcı rejim Irak’ta ateşle oynuyor (İbrahim Varlı)
Siyasal İslamcı rejim ülkeyi yeni bir maceraya sürükleme hazırlığında. Daha önce Suriye’de hayata geçirilen tampon/güvenli bölge stratejisi bu kez Irak için devrede. 2019’da Pençe-Kilit Operasyonu ile PKK’ye karşı Kuzey Irak’ta kurulan geçici üslerin “güvenli bölge” adı altında kalıcılaştırılmasına dair en somut adım Perşembe günü Irak’ta atıldı.
İlki 19 Aralık’ta ikincisi 14 Mart’ta gerçekleştirilen Irak-Türkiye Güvenlik Zirvesi’nde Bağdat Ankara’ya operasyon için “yeşil ışık” yakarak PKK’yi "yasaklı örgüt" ilan etti. Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın’ın katıldığı zirvede Irak Ulusal Güvenlik Konseyi’nin aldığı PKK kararı sadece iki ülke değil, tüm bölge açısından yeni bir dönemin kapılarının açılması demek.
İki ülkenin PKK’yi ortak “güvenlik tehdidi” olarak kodlamasıyla “Türkiye’nin artık Irak’ta başka bir safhaya geçmesi” gerektiğine dair tezleri savuran güvenlikçi bakışın istediğini elde ettiğini gösterdi.
İRAN SINIRINDAN SURİYE’YE KORİDOR
Türkiye’nin Irak içlerinde 30-40 kilometre derinliğe kadar uzanan “güvenlik koridoru” oluşturmak için girişeceği askeri harekât Irak’tan Suriye’ye, Türkiye’den İran’a tüm sınır ülkelerinde sonuçlar üretecek.
Irak’ın kuzeyinde “güvenlik koridoru”nun oluşturma isteğini Savunma Bakanı Yaşar Güler, koltuğa oturur oturmaz, geçen yaz açıkça dillendirmişti. Ardından da AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan eylül ayında gittiği New York’taki BM Genel Kurulu’nda Irak’ta Suriye’ye benzer şekilde bir “güvenli bölge” oluşturma niyetini deklare etmişti. Ocak ayında peş peşe gerçekleştirilen PKK saldırıları sonrası bu niyet resmi olarak her platformda dillendirilmeye başlandı. Irak ve Kürt Yönetimi ile sürdürülen yoğun diplomatik trafik sonrası sınır ötesi harekât fikriyatı adım adım pişirilmeye başlandı. Bu kapsamda Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, Savunma Bakanı Yaşar Güler ve Millî İstihbarat Teşkilâtı (MİT) Başkanı İbrahim Kalın, Bağdat ve Erbil’i mesken tuttu. Defalarca Irak’a seferler yaptılar. Amaç sınır ötesi harekât için Bağdat ve Erbil’in desteğini sağlamaktı.
BAĞDAT SEFERİ SONRASI HAREKÂT
Gözler şimdi Tayyip Erdoğan’ın Bağdat seferinde. Nisan ortasında Irak’a gitmesi beklenen Erdoğan’ın ziyareti sonrasında operasyonun gerçekleşmesi bekleniyor.
Rejimin Bağdat ve Erbil’i ikna etmesi kolay olmadı. Gerek “Kalkınma Yolu” gibi ekonomik gerekçeler gerekse de askeri kartlar masaya sürülerek her iki başkentin de onayı sağlanmış oldu. Her aktörün türlü hesaplar içerisinde olduğu bölgede Türkiye-Irak zirvesinde Ankara’nın elini güçlendiren kararın çıkmasında etkili olan unsurlar da vardı.
• PKK ile Erbil arasındaki kriz
Kandil ile Barzani ailesinin liderliğindeki KDP yönetimi arasındaki giderilemeyen çatışma olası harekata yol veren etmenlerden. Erbil, uzun zamandır PKK’nin kendi kontrolündeki bölgede faaliyetlerinden oldukça rahatsız. Bu rahatsızlığı her fırsatta dile getiriyor.
• Bağdat’ın PKK rahatsızlığı
Bağdat’ın ülke genelindeki kontrolünü artırma isteği PKK’nin hedefe konmasının önünü açan bir diğer unsurlardan. Sudani yönetimi örgütün varlığından rahatsız.
• ABD’nin muallak pozisyonu
ABD emperyalizminin Suriye-Irak politikası da sınır ötesi harekata zemin hazırlıyor. ABD’deki seçim süreci, Trump’ın işbaşına gelecek olmasının yaratacağı belirsizlikler, Pentagon’un asker çekme ihtimalleri vs gibi unsurlar Ankara ve Bağdat’a ön açıyor.
İRAN RAHATSIZ DEĞİL
PKK’yi ve diğer silahlı Kürt grupları kendisi için güvenlik tehdidi sayan İran, Türkiye’nin olası bir harekâtından rahatsız değil. Ankara’nın Irak üzerinde artan etkisinden memnun kalmasa da temel öncelikleri silahlı Kürt oluşumların etkisinin azalması. İran için de tıpkı Türkiye, Irak, Suriye gibi Kürt sorunu her anlamda ciddi bir sorun. Dışarıdan müdahaleye açık, baş ağrıtan bir mesele.
Kürt Bölgesi’nin statüsünü gittikçe daraltmak isten Irak da PKK’nin etkisinin azaltılmasından oldukça memnun kalacaktır.
ORTADOĞU YENİ BİR DÖNEMİN ŞAFAĞINDA
Dört ülkeyi doğrudan, tüm Ortadoğu’yu derin şekilde etkileyecek sınır ötesi harekât her bölgede farklı sonuçlar üretecektir. Irak, Suriye, İran ve Türkiye Kürt sorunu nedeniyle bu harekatın doğrudan muhatapları. Bu ülkelerin birindeki her hamle diğer ülkeleri eş zamanlı ve eş şiddette etkileyecek.
PKK liderlerinden Murat Karayılan Newroz’da önemli bir "müjde" vereceklerini duyurması dikkat çekici. Karayılan'ın, "Bu müjde mücadelemizin yükseltilmesinde önemli rolü olan bir araç olacaktır. Bu müjdeyi de önümüzdeki günlerde ilan edeceğiz" ifadeleri yaşanacakların işareti.
İÇ SİYASETE YANSIMALARI
Sınır ötesi gelişmelerin Türkiye iç siyaseti üzerinde de ciddi etkileri olacaktır. Ekonomik ve toplumsal krizin üstünü perdelemek isteyen Saray rejimi, sınır ötesi askeri harekatla seçim sonrası kopması beklenen ekonomik fırtınanın da önünü kesmenin peşinde. Güvenlik siyaseti bir kez daha içerideki gerçek sorunların, ekonomik buhranın üstünü perdelenmek istenecek. En azından hesapladıkları plan bu. Muhalefetin önemli bir kesimim iktidarın arkasında hizalanacak. Yeni ittifaklar, işbirlikleri, denklem ortaya çıkacak. Savaş çığırtkanları ortalığı kaplayacak.
/././
Fişleme onayına AKP damgası (Nurcan Gökdemir) 8. Yargı Paketi’nde Meclis’ten geçen değişiklikler dikkat çekti. (Fotoğraf: AA)
Yurttaşlar çok uzun yıllardır genel seçim, yerel seçim, başkanlık seçimi olmadı seçim yenileme ya da referandumlar dolayısıyla başını seçim pusulasından kaldıramıyor. Mayıs ayında yapılan seçimlerin üzerinden bir yıl bile geçmeden şimdi de yerel seçim gündemi ülkeyi domine ediyor.
Bu toz duman arasında iktidar Başkanlık rejimi ile birlikte zaten işlevsizleştirdiği Meclis’in önüne duayen hukukçuları bile paralize edecek karışıklıkta hukuki metinler getiriyor, milletvekili çoğunluğuna dayanarak bunları Anayasa, yasa, yerleşik kuralları dikkate almadan, Meclis İçtüzüğü’nü ayaklar altına alarak yasalaştırıyor.
BİR ATIŞTA 10 YASA 40 MADDE
Bunların sonuncusu TBMM yerel seçimler dolayısıyla çalışmalarına ara vermeden hemen önce yasalaştı. 8. Yargı Paketi adı altında TBMM’ye sunulan Ceza Muhakemesi Kanunu ile Bazı Kanunlarda ve 659 Sayılı Kanun Hükmünde Kararname’de Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun Teklifi alelacele kabul edildi. Milletvekillerinin büyük bölümü zaten seçim bölgelerine hareket etmiş, kalanlar da bir an önce gidebilme acelesi içinde iken Türk Ceza Kanunu’ndan İcra ve İflas Kanunu’na kadar birbiriyle ilgisi tartışmalı 10 ayrı kanunun 40 maddesinde değişiklik yapan teklif yasalaştı.
BİR DEMOKLES’İN KILICI DAHA
Ülkedeki antidemokratik uygulamaları daha da ağırlaştıracak iktidar muhaliflerini daha da nefes alamaz hale getirecek, cezalandırmayı kolaylaştıracak bu yasa yeni bir Demokles’in Kılıcı misali kabul edildi. Anayasa Mahkemesi’nin iptal kararları doğrultusunda yasalarda düzenleme iddiası taşımasına karşın yeni Anayasa ihlalleri içeren, AYM kararlarının arkasından dolaşan düzenleme sadece çok ilgili çevrelerin duyulmayan uyarıları ile yürürlüğe girdi.
Bu pakette yer alan, AYM’nin “terör örgütlerine üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyenlerin örgüt üyeliğinden cezalandırılmasının keyfilik yarattığı” gerekçesiyle iptal ettiği maddenin keyfiliği ortadan kaldırmak bir yana bir de çifte cezalandırma yolu açılarak kabul edildiğine daha önceki yazılarda yer verdik.
Metinde bir başka madde daha var ki Türkiye’de baskı rejimlerinin simgesi haline gelen “Fişleme” düzenlemesi. Askeri darbe dönemlerinden sonra gücü elinde tutan kesimlere muhalefet, inanç ve etkin köken mensubiyeti nedeniyle cezalandırmanın en önemli aracı olan “Fişleme”nin kapsamı genişletildi.
6698 Sayılı Kişisel Verilerin Korunması Kanunu’nun 6’ncı maddesinde yapılan değişikliklerle fişleme uygulamasına AKP damgası vuruldu. Yeni madde ile “siyasi, felsefi, dini veya sendikal amaçlarla kurulan vakıf, dernek veya diğer kâr amacı gütmeyen kuruluş ya da oluşumlar tarafından” özel nitelikli kişisel verilerden bazılarının işlenebilmesine olanak sağlandı. Buna göre, bu kuruluş ve oluşumlar, mevcut ve eski üyeleri ile bunlarla düzenli olarak temas halinde olanların verilerini kaydedebilecek.
Üyelerin yanı sıra eski üyelerin ve bunlarla ilişkisi olanların da verilerinin işlenmesinin Anayasa’ya aykırılığı yanında zaten bildirilmesi gereken veriler dışında telefon numarası, kan grubu, dini görüşü gibi bilgilerin kaydedilmesinin tartışmasız tek bir açıklaması olabilir o da: Fişleme gereksinimi…
Elbette iktidardan Sağlık Bakanlığı’nın yurttaşların cinsel tercihini işleme, sosyal güvenlik kurumunun din aidiyetini kaydetme gereksinimi duymasının nedenine ilişkin tatmin edici bir açıklama gelmedi.
Maddede bir başka önemli düzenleme daha yapıldı. “Vatan, millet” söylemlerini dillerinden düşürmeyenler kişisel verilerin yurtdışına aktarılmasına da olanak sağladı.
ARKA BAHÇE FİŞLEME Mİ YAPACAK?
AKP, siyasi muhaliflerini izleme, gerektiğinde kolaylıkla cezalandırma amacıyla kendinden önceki antidemokratik iktidarların da kullandığı bu yöntemin kapsamını daha da genişletti. Kamu kurumları dışındaki oluşumların da yurttaşları fişlemesinin kapısını açtı. İktidarın arka bahçesi olan dernek ve vakıflar da üyelerinin, eski üyelerinin, üyeleri ile düzenli olarak temasta bulunanların kişisel verilerini kaydedebilecek.
Bunun bir başka sonucunun daha olabileceği kolaylıkla akıllara geliyor. Son yıllarda kurumsallaşma düzeyinde büyüyen dolandırıcı çetelerinin işi de kolaylaşacak.
Bu düzenlemelere ilişkin akılcı bir gereklilik açıklaması yapmak mümkün değil. Nedeni, gerekçesi, kim ya da kimler için yapıldığının yanıtı iktidarda…
/././
Yerel seçimler öncesi ve sonrasında ekonomi (Oğuz Oyan)İktidarın kredi artışını sınırladığı, ancak faiz artışlarını seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Mal ile hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ile elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe ve üçüncüsü ise vergi artışı olacak.
Sanayi ve tarım gibi üretken sektörlerdeki “büyüyememe” sorunlarına rağmen 2023 yılı genel büyüme performansı (yüzde 4,5) seçim öncesinde iktidarı kısmen kurtarmış sayılabilir. “Kısmen” çünkü toplumu rahatlatabilecek, büyük çoğunluğun gelir/refah düzeyini yükseltebilecek bir büyümeden söz edemiyoruz.
Tam tersine, 2016’dan itibaren bölüşüm ilişkileri emek aleyhine, sermaye lehine bozulmaya devam ediyor. GSYH içindeki ücret payı 2020 ve 2022’de dibi gördükten sonra seçim dönemi uygulamalarının da etkisiyle 2023’te biraz iyileşmiş gibi dursa da bunun sürdürülebilme olanağı bulunmuyor. Kaldı ki, “görünüşe aldanmamak” gerekiyor.
Yerel Seçimler Öncesindeki Ekonomik Durum
Kişi başına GSYH’nin 2023’te 13.110 dolara yükselmesi gibi somut bir olgu bile “görünüşe aldanma” özdeyişini hatırlamamıza neden olmalı. İki nedenle: Birincisi, 2023’te enflasyon artışı kur artışının oldukça üzerinde seyrettiğinden, TL dolara karşı görece değerli duruma gelmiş ve ekonomik büyüme performansı da dolar cinsi GSYH’ye geçilince şahlanmış gibi gözükmüştür. AKP’nin ilk 10 yılında da TL lehine bu parite bozulması, dolar cinsinden GSYH’yi şişirip durmuş, Erdoğan-Babacan-Şimşek ekibi de bundan siyasi rant devşirmekte duraksamamıştı.
2024’te de benzer bir durum yaşanabilir. Nitekim, ilk iki aydaki enflasyon-kur ilişkisi bunu haber vermektedir. 29 Aralık 2023’te 1 dolar 29,509 TL’dir; 29 Şubat 2024’te ise 31,224 TL. TL’nin iki ayda değer kaybı yüzde 5,8’dir. Oysa aynı dönemde TÜFE’de toplam artış yüzde 11,54’tür. Yıllık enflasyonun yüzde 3,1 olduğu ABD’de iki aylık enflasyonu yüzde 0,5 kabul etsek, TL’nin iki aylık değer kaybının yüzde 11 civarında olması gerekirdi ki dolar-TL paritesi sabit kalabilsin. Her durumda kurdaki iki aylık artış, OVP’de 2024 yılı için öngörülen ortalama dolar kuru (36,8 TL) ile uyumlu gitmektedir. Ancak güncellenmiş enflasyon tahminlerinin iyimser olanları bile artık yıl sonu için yüzde 45’in altında bir TÜFE düzeyi öngörmediğine göre (ki yüzde 50-55’in altı da zordur), kur artışlarının enflasyon artışlarının gerisinde kalacağı tahmini yapılabilir (Bununla birlikte, kurun hızlı arttığı, bilhassa seçimlerden sonra patlayacağı beklentisi yüksektir ve şimdiden ithal ürünlere olan talebin öne alınmasına yol açmıştır).
Buradan şu yanlış çıkarımı yaptığımız düşünülmemeli: İhracatçı sermayedarların peşine takılarak TL’yi enflasyonun üzerinde aşındırmayı savunmak! Hayır, bu çıkar bir yol değildir. (Kaldı ki, ihracatın teşviki için bile çıkmaz sokaktır). Tam tersine, Türkiye gibi dış ticaret ve cari açıkların GSYH’ye oranının çok yüksek olduğu, özellikle ara mallarında, enerjide, yoğun teknoloji içeren üretim mallarındaki dışa bağımlılığın iç üretim ve tüketim ile enflasyon üzerinde ciddi hasarlara yol açtığı, yüksek dış borç sorunlarının yaşandığı bir ülkede döviz kuru düzeyinin belirlenmesinin piyasaya bırakılması kabul edilemez. Döviz kuruna müdahale, gerekirse sabit kur politikasının benimsenmesi, sanayi öncelikli bir ekonomik kalkınmanın planlanabilmesi bakımından da şarttır.
Görünüşün aldatıcı olduğu ikinci alan, doların değerinin sanki hiç aşınmadığını varsaymaktır. Oysa yüzde 2,5-3 civarında bir yıllık enflasyon hesabıyla değeri aşınan bir para biriminin gerçek değeri, 30 yıl sonra başlangıç değerinin yarısına geriler. Dolayısıyla, kişi başına GSYH olarak 2023’teki 13.110 doların 2013’teki 12.615 dolardan sonra yeni bir zirveyi temsil ettiği iddiası(!) ekonomi-dışıdır. 2023’teki 13.110 dolar, 2013 değerleriyle dikkate alındığında (enflasyondan arındırıldığında) 10 bin doların altına inmektedir! Demek ki, on yıl öncesinin ortalama reel ekonomik gelir düzeyinin yakalanabilmesi için bile herhalde 12. Plan döneminin sonunu (2028 yılını) beklemek gerebilecektir!
Yerel seçimler öncesinde iktidarın genel seçimler öncesinde olduğundan daha düşük boyutlu bir seçim ekonomisi uyguladığı görülmektedir. İktidarın, dörtnala giden enflasyon etkisiyle satın alma güçleri iki ayda bile önemli ölçüde aşınan emekli kesimler için bir bayram ikramiyesini 5.000 TL’ye düzeyine bile çıkaramamasının (ki 16 milyon emekliye veriliyor olsaydı bile bütçeye ek maliyeti 64 milyar TL düzeyinde kalırdı) iki nedeni olduğu söylenebilir: Birincisi, yerel seçimlerin genel+CB seçimleri kadar bir seçim ekonomisini gerektirmeyeceğinin varsayılması ve seçmenlerinin sadakatinin tehdit-vaatler üzerinden sağlanabileceğine dair özgüven; ikincisi, kamu maliyesinin içine sokulduğu darboğazdan çıkışı da içeren istikrar programının iç ve dış sermayeden kaynaklanan kısıtlarının iktidara fazla bir hareket alanı bırakmamış olması.
Seçimler Sonrasına Bakış
Haziran 2023 öncesinden gelen birkaç saatli bomba seçimler sonrasını da belirleyici olacaktır: Kur korumalı mevduat ve dövize endeksli iç borçlanma üzerinden Hazine’ye gelen inanılmaz yükler; dış borçlardaki ve özellikle kamu dış borçlarındaki büyük artışlar yanında kısa vadelilerdeki büyük tırmanış ve büyüyen dış kaynak ihtiyacının karşılanma güçlükleri; Mayıs 2024’te yüzde 75-80 düzeyine vurması beklenen yüksek enflasyonun daha yönetilebilir olduğu varsayılabilecek yüzde 30-40 gibi oranlara geriletilmesinin yapısal zorlukları…
Ekonomi yönetimi, gelirleri enflasyonun altında, faizleri ise enflasyonun üzerinde tutarak yaratacağı talep şokunun enflasyonu geriletmede yeterli olacağını düşünürse yanılır. İki durum bu hesabı saptırabilir: -Toplumun geniş kesimlerinin satın alma gücü zaten çok düşüktür; bu kesimlerin boğazını daha fazla sıkarak gidilecek yol artık çok sınırlıdır; -Toplumsal tepkileri hesaba katmamanın iktidar için maliyeti yüksek olabilir (hatta sendikacılar ve sözde muhalif siyasetçiler için bile). İTO başkanının “biz bütçemizi asgari ücrette yeni bir artış olmayacağına göre yaptık” baskılamasının da pratikte bir geçerliliği olmayabilir örneğin.
İktidarın şimdiden kredi artışlarını miktar olarak sınırladığı, ancak faiz artışlarını (özellikle kredi kartlarında) seçimler öncesinde tuttuğu biliniyor. İlk darbenin buradan geleceği beklenmeli. Kamunun denetimindeki mal ve hizmet fiyatlarının önünün açılması ve doğalgaz ve elektrikteki sübvansiyonların bitirilmesi ikinci darbe olacaktır; üçüncüsü de vergilerdeki artışlar. ÖTV’de özellikle ithal ağırlıklı ürünlerde (otomobil); düşük KDV oranına tabi ürünlerde vergi artışları gündemdedir. Cari açığı azaltmanın bir yolu da burada görülmektedir. Sözde dengelemek adına sermaye yönlü bazı vergi istisnalarının gözden geçirilmesi de dillendirilmekle birlikte kol güreşini kimin kazanacağı bilinmez.
Böylesine sıkılacak bir ekonomide, yatırımların ve istihdamın darbe yemesi, iflasların ve işsizliğin artması, büyüme hızının düşmesi, gelir/servet dağılımının daha da bozulması, toplumsal gerilimlerin yükselmesi beklenmelidir...
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder