Yılların 'çılgınlığı' Kanal İstanbul (Gözde Bedeloğlu)
***
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu, Erdoğan'ın iddia ettiğinin aksine İstanbul Boğazı'ndaki gemi trafiğinin de, son on beş yılda yaşanan kaza sayısının da azaldığına dikkat çekmişti. Bu durumda, boğaza alternatif bir geçiş koridorunun zorunlu hale geldiği yönündeki tespit tartışmalıydı. Kanalla ilgili uluslararası ölçekteki sorun ise Montrö Sözleşmesi'ydi. Türkiye, sözleşmenin ikinci maddesi ve diğer uluslararası kurallara göre gemileri Kanal İstanbul'dan geçişe zorlayamazdı. 126 emekli diplomat ortak bir açıklama yayınladı. Buna göre “Montrö, Türkiye'nin herhangi bir savaşta, savaşan taraflardan birinin yanında istemeden savaşa girmesini önleyen bir sözleşme” idi ve tartışmaya açılması Türkiye'nin aleyhineydi. Benzer biçimde uyarılarda bulunan 103 emekli amiral de yayınladıkları bildiride, Montrö'nün Türkiye'nin haklarını en iyi şekilde koruyan ve 2. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalmasını sağlayan bir anlaşma olması nedeniyle önemini vurgulamıştı.
***
Bu uyarılar iktidar katında hiç hoş karşılanmadı. Dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu amiralleri kastederek, “bunlar zavallıdırlar, milleti bilmezdirler, edepsizdirler, sabrımızı zorlamasınlar” dedi. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, bildiride imzası bulunan amirallerin rütbelerinin sökülmesi gerektiğini, emekli maaşları kesilerek haklarında çok yönlü adli ve idari soruşturma yapılması gerektiğini söyledi. Öyle de oldu, generallerden bazıları gözaltına alındı. Dönemin AKP Genel Başkanvekili Numan Kurtulmuş'a göre bedelini ödemeleri gerekiyordu. Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanı Fahrettin Altun da, “demokrasiye ve millet iradesine saygı duyan herkesi, bu hadsiz bildiri karşısında amasız ve fakatsız tavır almaya” çağırdı. Bunların hepsi, Erdoğan'ın Kanal İstanbul'u 'çılgın proje' olarak duyurduğu 2011'den tam on yıl sonra yaşandı. 2016 yılında Meclis'de kabul edilen torba yasada adı su yolu olarak geçen kanalla ilgili Erdoğan “Kanal İstanbul olacak. Kanal İstanbul'u yapacağız. Kim ne derse desin yapacağız” demişti. İstanbul Boğazı ve çevresindeki vatandaşların can ve mal güvenliğini sağlamak Erdoğan için işte bu kadar önemliydi. Bir de gemilerin kaza yapınca kirletmesinden endişe edilen Marmara Denizi vardı ki, kendisi müsilaj yüzünden yarı ölü hale geldiğinde, nedenlerinin mecliste araştırılması AKP ve MHP oylarıyla reddedilmişti.
***
Kanal İstanbul yıllar içinde bilimsel, askeri, diplomatik, siyasi derken her yönden tartışıldı ve söylenenler hep olumsuzdu. Denizin iklim dengesini alt üst edecek dendi. Bölgedeki su havzalarına, tarım alanlarına, Marmara'nın akciğeri ormanlara ciddi anlamda zarar vereceği söylendi. Bölgenin imara açılmasının İstanbul'u daha da plansız ve kaotik bir şehir haline getireceği konusunda uyarılar yapıldı. Nüfus ve bina yoğunluğunun artmasının beklenen depremde can kaybını artıracağı ve hatta kanalın bizzat depremi tetikleyici etkisinin olabileceği konuşuldu, ancak Erdoğan'ın “kim ne derse desin yapacağız” dediği Kanal İstanbul'da yola devam edildi. Eski Çevre ve Şehircilik Bakanı Murat Kurum, itiraz dilekçesi vermek için bakanlığa bağlı il müdürlüklerinin önünde uzun kuyruklar oluşturan İstanbullulara rağmen ÇED raporunu onayladı. Yapılan kamuoyu araştırmaları, halkın büyük çoğunluğunun projeyi desteklemediğini gösteriyordu. Kurum'a göre 'Ya Kanal Ya İstanbul' diyenler, Türkiye'nin tüm projelerine itiraz eden takozcu meslek odaları, ülkedeki her hayra fren olmaya çalışan kör muhalefet, millet iradesini yok sayan 126 emekli diplomat ve darbeci 103 emekli amiraldi.
***
İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu'nun 'felaket' diye tarif ettiği Kanal İstanbul, eski Bakan Murat Kurum'a göre cumhuriyet tarihinin en muazzam projesiydi. Bugün, AKP'nin İBB adayı olarak İmamoğlu ile yarışıyor. Kendisine yöneltilen Kanal İstanbul sorularına da “İstanbullunun gündeminde olmayan bizim gündemimizde olmayacak dememize rağmen ısrarla, temcit pilavı gibi, Kanal İstanbul da Kanal İstanbul” diyerek cevap veriyor. Vaktiyle milletin onayı olduğunu iddia ettiği projeden bugün seçim çalışmaları çerçevesinde hiç bahsetmiyor. Fikrini değiştirmiş olabilir ama karşı çıkanları kör, takozcu ve darbeci ilan edişine dair bir öz eleştirisine henüz rastlanmadı. Fikrini değiştirmemiş de olabilir, ki suskunluğu kanalın İstanbullunun talebi olmadığını ispatlar şekilde.
***
Murat Kurum'un gündeminde olmadığını söylediği Kanal İstanbul projesi, ne var ki AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe'nin açıkladığı ve Birgün muhabiri İsmail Arı'nın CİMER'den aldığı yanıtla belgelendirdiği üzere Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı'nın gündeminde hayli yer tutuyor. Öyle ki seçime günler kala milyarlarca liralık konut ihaleleri ardı ardına yapılmaya devam ediyor. Murat Kurum, devasa bütçeli kanal projesi yerine depreme dayanıklı binalar talep eden İstanbulluların sesine kulak verip, söylediği gibi Erdoğan'ın isteklerine direnebileceği konusunda seçmeni ikna edebilir mi bilinmez. Ancak zamanında cansiperane şekilde savunduğu, Türkiye'nin özgürlük projesi dediği Kanal İstanbul'u gündeminden çıkarmış olması, insanların da hafızasını aynı hızla sileceği anlamına gelmez.
/././
Oyun kirlenmişse...(Zafer Arapkirli)
Demokrasiyi, esas itibarıyla "belli kurallar çerçevesinde oynanan bir oyun" olarak kabul edersek, o kurallara ne kadar uyulup uyulmadığı konusu da, "oyunun kalitesi ve sonuçların/skorların ne kadar adil olduğuyla" doğrudan ilişkilidir.
Başka bir deyişle, işin içine "kural ihlâli, şike, hile hud’a vs." girerse, oyun kirlenmiş, sonuçlar da şaibeli hale gelmiş demektir. Aynı bir spor müsabakası, örneğin bir futbol maçında olduğu gibi, düzenleyici otoritenin, sonuca bir tarafın lehine haksız bir müdahalesi ya da kayırması, ya da "gücü elinde bulunduranın, karar vericileri bir şekilde etki altına alma ve bağlama" etkisi işin içine girerse, "skor levhasında" yazılan sonuç tartışmalı, hattâ geçersiz hâle gelir.
Çok partili yaşamın dönemsel yarışması ya da boy ölçüşmesi olan seçimler, işte böyle bir müsabakanın vücut bulmuş halidir.
Avrupa’da "Demir Perde"nin yıkılışını takiben yeni oluşturulan Venedik Komisyonu, işte "Demokrasiye (Avrupa tipi burjuva demokrasisine) yeni adım attığı varsayılan eski "zayıf demokrasilerde" anayasal sistemlerin ve tabii ki seçimlerin adil ve sağlıklı, en önemlisi şeffaf işlediği rejimlerin oluşturulması amacıyla kurulmuştur.
Belirli aralıklarla toplanan Komisyon’un "Venedik Kriterleri" diye de anılan ölçütleri arasında seçimlerin icrasına yönelik yönelik esaslar da vardır.
Bunlar, esas olarak seçme ve seçilme hakkı konusundaki eşitlik, anayasal özgürlüklerin adil biçimde kullanılması, seçim döneminde propaganda özgürlüğünden herkesin eşit biçimde yararlanabilmesi, kamu gücünü elinde bulunduran otoritenin bu "adaleti ve eşitliği sağlamak için gereken önlemleri alması" gibi esaslardan söz ediyoruz.
Türkiye’ye baktığımızda, geçmişte sağ iktidarların (zaten sol ne zaman iktidar oldu?) elindeki kamu kuvvetiyle bu "eşitlik ve şeffaflık ilkesini" olabildiğinde hayata geçirmediğini hatırlarız. Çok partili yaşama geçilen 21 Temmuz 1946 genel seçiminden bu yana hep benzer tartışmalı bir seçim icraatı ve tasnif sürecinden söz edilmiştir. 1946’daki seçim "sopalı seçim" diye anılmış ve "açık oy gizli tasnif" diye adlandırılabilecek şaibeli-kirli yöntemlerin hayata geçtiği, CHP’nin yaşattığı bir acı tecrübe olarak siyasi arşive kazınmıştır.
1950’de iktidara gelen Demokrat Parti rejimi de öncekilere rahmet okutacak ölçüde "manipülatif seçim" süreçlerini yaşatmıştır.
Daha sonraki dönemlerde, örneğin 12 Eylül 1980 askeri darbesi sonrası 1982 Anayasa Referandumu da, Kenan Evren Cuntası’nın her türlü baskıya ve sindirmeye başvurduğu ve "5’nci sınıf demokrasilere has" yüzde 90’lar mertebesinde onaylı sonuçların çıkmasını beraberinde getirmiştir.
Sonrasında inişli çıkışlı, görece bir demokratik muhtevadan bahsedilebilmesine rağmen, yine de kırsal kesimde, feodal etkiler ve devletin elindeki gücü kullanmasıyla, yerel düzeyde de olsa arızalar hep yaşandı.
2002 yılında iktidara gelen ve geçen 22 yıldır ülkeyi her anlamda gerilettiği gibi demokratik kriterler ve adil seçimler anlamında da büyük hasara uğratan Tayyip Erdoğan Riyaseti’ndeki rejim, Venedik Kriterleri’nin de çanına ot tıkayan bir yönetim olarak tarihe geçmektedir.
Kamu gücünün pervasızca iktidar partisi ve ortaklarından yana kullanılmasından tutun da, TRT ve Anadolu Ajansı’nın "tek notalı borazanlara" dönüştürülmesi, muhalif adaylara baskı yapılması, sesinin kısılması, propaganda çalışmalarına her alanda engel çıkarılması dahil, her türlü adaletsizliği, üstelik zaman içinde geliştirip çeşitlendirerek devam ettirmekteler.
Sandık seçmen listelerinin tanzimi aşamasından başlayarak, "bölgesel seçmen kaydırma, asker - polis vb. kamu görevlilerini topluca tayinlerle oy gücünü lehine dönüştürme" gibi yöntemlere bile başvurulabiliyor.
Zaten icrası her zaman tartışmalı olmuş SEÇSİS adlı sistemin klavye başında tamamen iktidarın atadığı personelin bulunması, itirazları sonuçlandıracak hakimlerin (İlçe ve İl Seçim Kurulları ile Yüksek Seçim Kurulu) iktidar tarafından atanması, geçen seçim öncesinde yapılan seçim kurullarıyla ilgili düzenlemenin de iktidara hizmet edecek kurallar içermesi, başlı başına "adaletten uzaklaşmanın" somut örnekleridir.
Dahası ve belki de en vahimi, sansür yasası ile iletişimin tamamen rejimin denetimi altına alınması medyanın olağanüstü manipülasyona açık sahiplik üzerinden büyük ölçüde kontrol altında tutulması da ortada "kriter mriter" bırakmamıştır.
Muhalif siyasetçilerin kolluk gücü ve güdümlü yargı tarafından sindirilmesine yönelik baskılar, gözaltı ve tutuklamalar da bütün bunların üzerine bolca tuz - biberi boca edince, "Venedik Komisyonu" ve onun kriterleri buruşturulup çöpe atılmaktadır.
Buna rağmen, gözlemciler aracılığıyla seçimleri izleyen Avrupa Konseyi, Parlamentosu, Komisyon gibi organlar, her seçim sonrasında bir iki "mahcup, utangaç" eleştiri getirmenin de ötesine geçmeyince, muhalefet de "genel sunucu etkileyici düzeyde bir arıza yok" diyerek tembellik edince, rejim sandıkta istediği gibi at oynatabilmektedir.
Bu yüzden de her seçim ve referandumun sonucu tartışmalı hale gelmektedir.
Son 10 - 15 yıldır neredeyse her seçim öncesinde bu konuda yazmaktan ve muhalefeti uyarmaktan yorulmuş olan bu satırların yazarına da bunu ısrarla bir kez daha bugün de (seçime 9 gün kala) hatırlatmak kalmaktadır.
Razı olmamak, itiraz etmek lazım.
Yoksa her birlikte "kirlenmiş bir oyun"un piyonu haline geliriz.
Temiz oyun istiyoruz.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder