Kentsel sönüşümün kökleri neredeyse her zaman derin sınıf eşitsizliklerinden kaynaklanıyor; ırksal bölünmeler, dini farklılıklar ve etnik çekişmeler tarafından şekilleniyor ve yozlaşmış yerel politikalar tarafından çarpıtılıyor.
Türkiye’nin son 20 yılda duyduğu en yaygın kavramlardan biri kentsel dönüşüm olsa gerek. Türkiye, bu kavram ile 1999 depremi sonrasında tanışmış gibi görünse de, aslında “dönüşüm” olarak adlandırılan kentsel yapılaşmanın önü 1980’li yılların başında açıldı. Dönemin başbakanı, Türkiye Cumhuriyeti’nin sekizinci cumhurbaşkanı Turgut Özal, oy isterken açıkça tapu vaat ediyor, bunu da bir vicdan meselesi olarak ortaya koyuyordu. Gecekondu affı olarak bilinen, 2981 sayılı İmar ve Gecekondu mevzuatı, başta İstanbul olmak üzere kentlerin çehresini tümüyle değiştiren ve barınma hakkı, mimarlık, kentleşme gibi temel kavramların temelini sarsan bir uygulama olarak bugünkü durumun tohumlarını attı. Bir bakıma Türkiye’deki niteliksiz yapı stoğunun önü bilerek ve isteyerek siyasetçiler tarafından açıldı. Toplum da bireysel kazançları uğruna bu suça ortak oldu. Özal’ın partidaşı Bedrettin Dalan, yaptığı yıkımlarlarla tarihe Talan takma ismi ile iz bıraktı. Sadece Tarlabaşı Bulvarı açılsın diye yapılan yıkımlar bile İstanbul’a yapılmış en büyük ihanetlerin başında gelir.
Bu imar affı ile birlikte kontrolsüzce büyüyen kentlerde, artık işin uzmanları olan mimarların, mühendislerin değil; müteahhitin, arsa sahibinin, yatırımcının ve siyasilerin sözü geçmeye başladı. Bunun sonucu olarak 1999 depreminde ortaya çıkan acı tablo insanları öyle öfkelendirdi ki, oyların pek çoğu beklenmedik bir biçimde yön değiştirdi. Yazıma, aslında pek çoklarımızın iyi bildiği bu durumu anımsayarak başlamak istedim.
Uzmanlar kentlerde yapılan, plana ve tasarıma dayalı kapsamlı müdaheleleri kentsel dönüşüm olarak adlandırıyor. Yoğun göç ile gelişen metropollerde, savaşlar ve doğal afetler gibi olaylar sonrasında, yeniden yapım veya iyileştirme gereksinimi ortaya çıkıyor. Çoğunlukla devletin müdahil olduğu ve/veya çeşitli kurum ve kuruluşlara imtiyazlar tanıdığı bu dönüşümlerde, aslında hedeflenen kentliler için daha sağlıklı, daha güvenilir, daha destekleyici bir yaşam alanı sunmak.
Dönüşüm projeleri tarihten bu yana hemen her kültürde ve coğrafyada gerçekleştirilerek içinde yaşadığımız kent kurgusuna ulaşılmış. Günümüzde ise kentler türlü sorunların merkezi olarak anılıyorlar. İnsanlık kent kurma konusunda fazlasıyla sınıfta kalmış görünüyor.
Kentlerin problemleri artarken, insanların bireysel hak ve konfor arayışı da yükseliyor. Böylece kent yaşamının itibarı da gittikçe sarsılıyor; kentler sadece yapısal olarak değil toplumsal olarak da değişime uğruyor. Günümüzde kentsel dönüşüm kavramı belki de yerini kentsel sönüşüme bırakıyor.
Şehirlerin ve kentsel yaşamın, fırsatlar, bağlantılar ve canlı bir sosyal yaşam arayan bireyler için bir çekim merkezi olması genel beklentimiz ancak, kent nüfusları arttıkça, şehirlerin bu ihtiyaçları karşılamada zorluklarla karşı karşıya kaldığı açık.
Yeniliklerin ortaya çıktığı, kültürel ve ekonomik faaliyetlerin merkezi olan şehirlerde yaşayan insanlar aslında daha iyi bir yaşam aradıkları için bu merkezlerde kümelenirler. Kent yapısal özelliklerinin yanında sunduğu fırsatlar ve kurulan sosyal etkileşimler ile bir aidiyet duygusu vaat eder. Diğer yandan hızlı kentleşme kentteki yaşamın temposunu da arttırıyor; şehirin kaynakları ve altyapısı günden güne zorlanıyor böylece sakinlere sunulan temel hizmetler aksıyor veya yetersizleşiyor. İşin tuhafı, hepimiz bu tabloya rağmen, günlük yaşam koşuşturması içerisinde bu yetersizliğe gittikçe kayıtsızlaşıyoruz. Kayıtsızlık bir süre sonra kanıksama ve kabul getiriyor. Çağdaş yaşamın insanlığa getirdiği en büyük hayal kırıklığı muhtemelen daha iyi koşullarda yaşama umudu ile geldiği kentte aradığını bulamaması, hatta bundan daha vahim bir biçimde kendini kendi yapan değerleri kaybetmesi olabilir.
Kentler aslında iyiye doğru dönüşmüyor, sönüşüyor derken, bu sönüşümü bir kaç temel ihtiyacın etrafında gözlemleyebiliriz.
Bunlardan ilki ve en önemlisi çağdaş metropolün altyapı eksiklikleri. Bir kentin en belirgin başarısızlığı bu alanda ölçümlenebilir. Ulaşım sistemlerinden farklı ekonomilere uygun konutlara kadar, kent artık büyüyen nüfusun talepleriyle başa çıkmakta zorlanıyor. Sonuç olarak, kentliler trafik sıkışıklığı, konut sıkıntıları ve kamu olanaklarına sınırlı erişim gibi sorunlarla karşı karşıya kalıyor.
Nüfusun yerel, yani benzer insanlarla mı, yoksa göçmenlerle ve turistlerle mi arttığı başka bir gösterge olarak karşımıza çıkıyor. Yeni vatandaşlık uygulamaları ile herhangi bir ülkenin mensubu, başka bir ülkenin vatandaşı konumuna kolayca gelebiliyor. Bugüne dek NYC, Londra veya Paris gibi kentlerde gözlemlediğimiz konut sorunu artık İstanbul’un da sorunu. Kent, yabancı sakinlerle genişledikçe, yerel sakinler için konut gittikçe ulaşılmaz, pahalı bir hale geliyor.
Yine bir kent merkezine belirli bir coğrafyadan gelen yoğun turist akımı bu kentin gündelik yaşam örüntülerini farklılaştırıyor. Kentin çehresi, sunulan çeşitli hizmetler ve bunların tümünün pahası, artık kent sakinlerine göre değil; gelen turist akınına göre şekilleniyor. Esnafın ürün tercihleri, satışı yapacağı kesime göre belirleniyor; tabelaların, kamusal hizmetlerin bile dili değişiyor. Akın eden turist, kenti kendi alışkanlıkları ile kullanmaya başladığında sakinler arasında çeşitli çatışmalar ortaya çıkabiliyor. Çatışma söz konusu olmasa bile yerel halk için daimi bir mutsuzluk ve gerilim kaynağı böylece kentin orta yerinde büyüyerek kendine yer açıyor. İstanbul’un son dönemde geçirdiği değişimin ve bunlardan şikayet edenlerin varlığından haberdar olmayan sanıyorum yoktur. İstanbul’un bugün yaşadığı bu çıkmaz Venedik, Milano, Paris veya Londra için on yıllardır varolan bir gerçek. Kent büyük bir dönüşüm geçiriyor; bu dönüşüm kentin asıl sahipleri için onları kentten uzaklaştıran, soğutan, hatta başka yerlere süren bir sönüşüm olarak nitelenebilir.
Yapısal, demografik ve içerik bakımındön dönüşen çağdaş şehirlerde başka bir önemli zorluk, özellikle uç noktalardaki topluluklar olmak üzere sakinlere sunulan sosyal hizmetlerdeki boşluk. Uç noktalardaki ifadem ile, yaşlıları, çocukları, bebekli ebeveynleri, engellileri ve göçmenleri kast ediyorum. Sağlık hizmetlerine, eğitime ve sosyal destek programlarına erişim gittikçe sınırlı hle geliyor, bu da yaşam kalitesinde farklılıklara yol açıyor. Bu eşitsizlik, sosyal bölünmeleri derinleştiren ve vatandaşların genel refahını engelleyen başka bir sönüm noktası.
Şehirler büyüdükçe otoyollar, duraklar, otoparklar, alışveriş noktaları gibi ihtiyaçlar da aynı oranda büyüme gösteriyor. Bunun etkisi, kentteki en ufak kara parçasını bile kıymetli hale getiriyor. Biliyoruz ki bu küçük kara parçasının yeşil alan olarak kalması kentin kimi paydaşları arasında en istenmeyen şeydir; zira gayrimenkul yatırımcısı oraya son projesini konumlandıracak, çevresindeki sakinler de bu projenin sunduğu refah içerisinde kendilerini kalkınmış hissedeceklerdir. Böylece kentler gittikçe yapılaşan, doğadan uzak alanlar haline dönüşürler. Kuşkusuz bir kentin, kırsal kadar yeşil ve doğa ile iç içe olmasını beklemek de pek de doğru değil; diğer yandan tümü ile nefes alacağı alanlardan yoksun bir kent kimsenin yaşamak istemeyeceği, yaşasa bile yaşamına sağlıklı biçimde devam edemeyeceği bir merkez haline gelir.
Artık şehirler çevresel sürdürülebilirliği teşvik etme ve kentleşmenin doğal kaynaklar üzerindeki etkisini azaltma konusunda zorluklarla karşı karşıya. Kirlilik, atık yönetimi ve iklim değişikliği gibi konular, sakinlerin sağlığı ve güvenliği için önemli tehditler oluşturuyor. Bu sorun yıldan yıla tüm metropollerde gittikçe büyüyen bir biçimde kent yaşamını tehdit ediyor. Doğa ile dengesini kaybeden kent kavramı burada da sönümleniyor.
Geçtiğimiz yüzyıla, bildiğimiz anlamdaki kentin ortaya çıkışına göz atarsak, insanlık endüstriyelleşme ile birlikte bir dizi yenilik ve teknolojik gelişmeyle bugün anladığımız anlamdaki kentlere ulaştı. 20. yüzyılın başlarından itibaren yaygınlaşan aydınlatma, yaşamı gecelere uzatması ile kenti canlı bir organizma haline dönüştürdü; üretim, ticaret, eğlence ve kültürel yaşam böylece kentte palazlandı.
Aydınlatma kadar önemli diğer bir gelişme de iletişim oldu. Elektrik ışıklarının daha fazla fabrika üretimi ve ekonomik büyümeyi teşvik etmesi gibi, telefon da talebin daha hızlı artmasıyla işleri artırdı. Artık siparişler posta yerine sürekli telefonla gelebiliyordu. Daha fazla sipariş daha fazla üretime yol açtı ve bu da daha fazla işçi gerektirdi. Genişleyen şirketler, ürünlerine yönelik artan tüketici talebini karşılamak için işçi aradığından, bu ek iş gücü talebi kentsel büyümede önemli bir rol oynadı.
Şehirler büyüyüp dışarıya doğru yayıldıkça, şehir içinde evden fabrikalara veya mağazalara ve oradan da eve verimli bir şekilde seyahat etmek büyük bir zorluk haline geldi. Ulaşım altyapısı şehir içi transferleri sağladığı gibi, kentler de birbirlerine bağlandı ve bu gelişme de kent kavramını sürekli dönüştüren faktörler arasında yerini aldı. Son olarak kenti kent yapan en önemli faktör, çok katlı yapılar olarak ortaya çıktı. Dar alanda çok insanı barındırmak isteği yapıları çok katlı hale dönüştürdü. Bu kente taşınan insanlar için her bakımdan farklı bir yaşam döngüsü anlamını taşıyordu.
Tüm bu dönüşüm geçmiş yüzyılda gelişim olarak algılandı. Ancak günümüzde tümü aslında karmaşanın ve kaosun eş anlamlısı durumunda. Aynı hızda gelişen tüm bu faktörler artık kilitlendi, doğal olarak gelişim olarak nitelendirilme ayrıcalığını da yitirdiler. Artık kentsel aydınlatma ışık kirliliği yaratıyor ve doğal dengeyi tehdit ediyor. Trafik kımıldamıyor ve bu hali ile atmosfere zararlı gazlar yayarak kentlileri hem zehirliyor hem de ekonomik olarak çökertiyor. İletişim alanında yaşanan dönüşümler devrim niteliğinde ve bunların tümü iş yaşamını, sosyal hayatı, eğitimi, kısacası bugüne dek bildiğimiz ne varsa hepsini değişime zorluyor. Gökdelenlerin her biri artık karma yapı olarak nitelendiriliyor çünkü, kaotik kent yaşamı içerisinde artık her türlü ihtiyaç mümkün ise tek bir yapı içinde çözülmek isteniyor. Evim, spor salonum, yeşil alanım, hatta tarım yapabileceğim bir bölge, kültürel aktivitelerim, alışverişim mümkün ise tek bir çatı altında toplansın isteyenlerin rağbet ettiği bu karma yapılar belki de geçmişin mahalleleri olarak düşünülebilir. Öyle ya, bir binadan dışarı çıkmadan her türlü ihtiyacınızı karşılayabilecekseniz, fazlasına kimin ihtiyacı var. Kent kavramı aslında çok uzun süredir bu kompartmanlara ayrılmış durumda. Herkes kendi semtinde, hatta kendi karma yapısında yaşamını sürdürüp kent içinde en fazla ikinci veya üçüncü bir adrese, sadece kısıtlı olarak zaman ve imkan bulurken kimse bildiğimiz anlamda kent algısının nasıl da yok olduğuna dikkat etmiyor. İstanbul’da yaşayan pek çok insan bırakın boğazı, denizi dahi görmeden yaşarken, tersi kent merkezinde yaşayanlar için de geçerli; onlar da periferide olup bitenden tümüyle ilgisiz yaşamlar sürüyorlar. Hal böyleyken yek bir İstanbul idealinden ne denli söz edilebilir?
Tarih dengelerini iyi kuramayan ve özelliklerini koruyamayan kentlerin çöküş hikayeleri ile doludur. Şehirler, büyümelerini teşvik eden ana endüstriye veya sahip oldukları doğal özelliklere dayalı olarak kendi benzersiz karakterlerini geliştiriyorlar. İstanbul’un sahip olduğu coğrafi özelliği olan boğaz geçişi onu benzersiz bir ticari ve savunma üssü konumunda tutarken, doğal anlamda da diğer kentlere göre eşsiz kılıyor. Amerikan şehirlerinden örneğin Pittsburgh çelik üretimi, Chicago et paketlemesi ve ticareti ile New York hazır giyim ve finans endüstrileri ile ve Detroit, yirminci yüzyılın ortalarında ürettiği otomobillerle tanımlanıyordu. Bunların tümü zaman içerisinde dönüştü. New York gibi bir metropol farklı dengelerle ayakta kalmayı ve cazibe merkezi olmayı başarırken kimi kentler dengelerini kaybettiğinde yeni bir dönüşüm içine giremiyor ve tamamen yok oluyorlar. Çok kısa bir süre önce tüm Amerika, terk edilen ve ıssız bir kent olma tehlikesi ile yüz yüze kalan Detroit’i yaşatmak için seferber olmuştu; yeni yeni ayağa kaldırılan şehir, gözden düştüğü dönemde artan suç oranları ve vandalizm dertlerini yenmeye çalışıyor. Bu tür kentler için gerek Avrupa’da gerekse Amerika’da başvurulan yaşatma yöntemlerinden biri o kenti bir kültür ve turizm üssü haline getirmek olarak görülüyor. Geçmiş yüzyılların tekstil üretimini göğüsleyen St. Etienne kentinin bugün ev sahipliği yaptığı bienaller veya mimar Gehry marifetiyle yaşam kazanan, hatta bir rol model haline dönüşen Bilbao’daki strateji budur: Sönen bir kenti yeniden parlar hale getirmek.
Bu tür bir sönüm yaşayan kentlerin yanında bir de proje kentler var. Çeşitli sebeplerle sıfırdan yaratılan, tasarımına, inşasına ve reklamına büyük bütçeler ayrılan bu ideal kentlere dair birkaç bilgiyi geçmişte kaleme almıştım. Bu kentlerin sonu çoğunlukla hüsran olarak ortaya çıkıyor ancak yine de bir dönem yok ki bunlardan bir yenisi ortaya çıkmasın. Gelecek haftalarda sizlere bunlardan bazıları hakkında daha kapsamlı hikayeler anlatabilmek istiyorum.
Kentsel sönüşümün kökleri neredeyse her zaman derin sınıf eşitsizliklerinden kaynaklanıyor; ırksal bölünmeler, dini farklılıklar ve etnik çekişmeler tarafından şekilleniyor ve yozlaşmış yerel politikalar tarafından çarpıtılıyor.
Yine bir seçim öncesi sokaklarda vaatler uçuşuyor. Yeni adaylar bu vaatlerin çeşidini ve kapsamını her gün biraz daha arttırıp sunarken, mevcut yerel yönetim başladığı çalışmaları bitirmenin endişesini yaşıyor. Kentlerimiz dönüşüyor dönüşmesine ama burada kısa kısa değinmeye çalıştığım üzere bu dönüşümden yerel sakinler ne yazık ki çok da nasiplenemiyor. Sönen, ışığı cılızlaşan, can çekişen kent kavramını muhtemelen yeniden, en baştan düşünmek gerek.
Özlem Yalım / duvaR
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder