Müzakereden müsamereye: Çalışma Meclisi nereye? (Aziz Çelik)
Türkiye’nin en eski sosyal müzakere kurumu olan ve ilk toplantısını 1947’de yapan Çalışma Meclisi beş yıl aradan sonra gelecek hafta, muhtemelen 30 Nisan- 1 Mayıs tarihlerinde toplanıyor. Yılda en az bir kez toplanması gereken Çalışma Meclisi son on yılda sadece iki kez toplandı. Emek, sermaye ve hükümet temsilcileri ile çeşitli toplumsal örgütleri biraraya getiren Çalışma Meclisi çalışma hayatı sorunlarının taraflar arasında tartışılması ve müzakere edilmesi için çok önemli bir zemin. “Meclis” ifadesi bu yapının çok taraflı bir müzakere, tartışma ve karar organı olduğuna vurgu yapıyor.
Ancak rejimin giderek otoriterleşmesiyle birlikte, özellikle de başkanlık rejimi sonrasında müzakere, tartışma ve istişareyi esas alan, farklı görüşlerin tartışıldığı kurumlar ve mekanizmalar tek tek iğdiş edilmeye başlandı. Tıpkı Meclisin siyasal alandaki öneminin ortadan kaldırılması ve kararların tepeden inme alınmasında olduğu gibi çalışma hayatı alanında da müzakere ve tartışma mekanizmaları işletilmiyor. Müzakere yerini müsamereye bırakıyor. Bu çerçevede Çalışma Meclisi de kâğıt üzerinde, göstermelik bir organa dönüşüyor.
1 no’lu Cumhurbaşkanlığı Kararnamesine göre yılda en az bir kez toplanması gereken Çalışma Meclisi beş yıldır toplanmadı. Sonra birden bire ciddi bir hazırlık olmadan bir siyasi şov ve PR çalışması ve sohbet toplantısı olarak toplanıyor. Önümüzdeki hafta toplanacak olan 13. Çalışma Meclisi de bir müzakere ve tartışma toplantısı değil bir müsamere olacak. Çalışma hayatının çözüm bekleyen sorunları tartışmak yerine çeşitli siyasi nutuklar söylenecek. Oysa başta asgari ücret, sendikal haklar ve emeklilerin sorunları olmak üzere çalışma hayatında birikmiş devasa sorunlar var. Çalışma Meclisi bunlara çözüm bulmak için değil bir “show business” bir PR faaliyeti olarak toplanıyor maalesef. Oysa Çalışma Meclisi böyle bir şey değildi. Bu amaçla oluşturulmamıştı.
78 YILLIK BİR KURUM
Çalışma Meclisi Çalışma Bakanlığı ile birlikte 1946 yılında ulusal düzeyde üç taraflı bir organ olarak kuruldu. Yasaya göre Çalışma Meclisi Çalışma Bakanı veya Müsteşarının başkanlığında, bakanlıklardan gönderilecek tam yetkili birer temsilci ile işçi ve işveren temsilcilerinden oluşuyordu. Çalışma Meclisi işçi-işveren ve hükümet arasında ilk üçlü müzakere yapısı olması bakımından önemliydi. İlk dönemlerinde ciddi bir işlev gören Çalışma Meclisi zamanla atfedilen öneme paralel bir kurum olamadı ve çok seyrek aralıklarla toplanabildi. Nitekim kuruluşundan bu yana geçen 78 yılık sürede toplam 12 kez toplanabildi. İlk toplantıları bir haftaya varan müzakere toplantıları iken giderek siyasi şova ve panellere dönüştü.
İlk Çalışma Meclisi toplantısı 25-30 Nisan 1947 tarihlerinde (6 gün) yapıldı. Meclisinin açılış konuşmasında Çalışma Bakanı Sadi Irmak, Çalışma Meclisini, çalışma hayatının sosyal adalet ülküsüne uygun düzenlenmesi yolunda devlet, işçi ve işveren arasındaki demokratik işbirliğinin güzel bir örneği olarak tanımlıyordu.
Çalışma Meclisi ilk toplantısında alınan kararlardan bazıları şunlardı: işçi kıdemlerinin hesaplanmasında askerlik hizmetlerinden önceki hizmetlerin sayılması, asgari ücret düzeyinin geçinme rayicine uygun olması, işçi temsilcilerin hukuki durumlarının güçlendirilmesi, ücretlerden vergi muafiyetine ilişkin esasların belirlenmesi, yıllık ücretli izin usulünün genelleştirilmesi, mecburi hafta tatilinin ücretli olması, fazla çalışmaya ilişkin düzenlemeler, resmi tatil günlerinin işçiler için de geçerli olması, fabrika hekimliği, ulaşım araçlarında işçilere ucuzluk sağlanması, işten çıkarılacak işçilere verilecek ihbar süreleri, kadın ve çocuk işçilerin gece çalıştırılmaları konusu, parasız yemek tatbikatının bütün işyerlerine yaygınlaştırılması, işçilere ev yaptırılması, kadın ve erkek işçiler arasında ücret farkı gözetilmemesi, kreşler kurulması, zaruri maddelerin ucuz fiyatlarla temini.
Görüldüğü gibi ilk Çalışma Meclisi çalışma hayatı ve sosyal meselelere ilişkin kritik kararlar almıştı. Çalışma Meclisinin kabul ettiği kararlar arasında işçi temsilcilerinin hukuki durumlarının kuvvetlendirilmesi çalışma hayatı açısından çok önemliydi. İlk Çalışma Meclisinde kabul edilen kararlar daha sonraki yıllarda çalışma ilişkilerinin gündeminde önemli bir yer tutmuş ve önerilen düzenlemelerin bir yasal düzenleme haline geldi. Örneğin işçi temsilcilerinin güvencelerinin artırılması konusu 1950’de yapılan İş Kanunu değişikliği ile kabul edilmiştir.
İkinci Çalışma Meclisi ilk toplantıdan yedi yıl sonra 14-19 Şubat 1954 tarihlerinde (6 gün) yapıldı. İkinci toplantıda iş akdinin feshi, toplu iş sözleşmeleri, asgari ücret, iş kanununu kapsamına ilişkin sorunlar, Sendikalar Kanununun uygulamasının yarattığı sorunlar, işçilerin iş kazası ve meslek hastalığına karşı korunmaları ve yıllık ücretli izin konuları ele alındı.
1960 SONRASI ÇALIŞMA MECLİSİ
Çalışma Meclisinin etkinliği 1960’lı yıllarda arttı. Üçüncü Çalışma Meclisi, 22-29 Ocak 1962 tarihlerinde Çalışma Bakanı Bülent Ecevit’in çağrısıyla toplandı. Toplantı 8 gün sürdü. Bu toplantıda iş kanununun kapsamı, işçi ücretlerinin ödenmesinin garanti altına alınmasına yönelik tedbirler, sendika hak ve özgürlükleri, grev ve lokavtın istisnaları, işyerlerinde “iş emniyeti komitesi” kurulması, hastalık sigortasının eş ve çocuklara yaygınlaştırılması, işçi konutları, işsizlik sigortası gibi konular yer aldı. 274 ve 275 sayılı yasaların özünü oluşturan konular bu Çalışma Meclisinde ele alındı. Üçüncü Çalışma Meclisinde ele alınan konular İşsizlik Sigortası dışında birkaç yıl içinde büyük ölçüde gerçekleşti. Sert tartışmalar yaşanan Üçüncü Çalışma Meclisi çalışmaları için Türk-İş ICFTU’dan bir danışman istedi, ICFTU tarafından gönderilen danışman Çalışma Meclisi toplantısında Türk-İş heyetine yardımcı oldu. Üçüncü Çalışma Meclisi toplantısında işçi sendikaların hazırlıklı ve etkili oldu.
Dördüncü Çalışma Meclisi 25-27 Ocak 1965 tarihlerinde 274 ve 275 sayılı sendikal yasalarının aksayan yönlerini ele görüşmek üzere toplandı. Komisyon toplantılarında hükümet ve işveren delegeleri birleşerek Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasasında grev yasaklarını genişletme yönünde tavır takınınca işçi delegeleri ilgili komisyon toplantısını terk etti. Sert tartışmalar yaşandı. 24-26 Kasım 1971 tarihlerinde toplanan Beşinci Çalışma Meclisinin gündeminde istihdam sorunları vardı.
7-8 Mart 1977 tarihinde Çalışma Bakanı Şevket Kazan döneminde toplanan Altıncı Çalışma Meclisi de yoğun tartışmalara sahne oldu. Ücret politikası gündemiyle toplanan 6. Çalışma Meclisine daha önceki Çalışma Meclislerinden farklı olarak DİSK, Hak-İş ve MİSK de davet edildi. Toplantıda işçi temsilcilerine teamülün aksine az sayıda (15 kişi) bir kontenjan ayrılmıştı. Bu 15 kişilik kontenjanın 7’si Türk-İş’e geri kalanı diğer konfederasyonlara ayrılmıştı. Bu durum itirazlara yol açtı. Ancak toplantıyla ilgili sorunlar sadece şekil sorunlarından ibaret kalmadı ve işçi tarafı toplantının gündemine de itiraz etti. Gündemin bakanlık yetkililerinin bilgi vereceği gelenlerin izleyeceği bir seminer tarzında düzenlenmesi tepki çekti
ÇALIŞMA MECLİSİNİN İŞLEVSİZLEŞMESİ
Çalışma Meclisi 12 Eylül darbesi sonrasında işlevsiz hale gelmeye başladı. Kısa ve seminer türü göstermelik toplantılara dönüştü. 7. Çalışma Meclisi 16 Temmuz 1984 tarihinde “Kıdem Tazminatı Fonu” konusunu görüşmek üzere bir günlük toplantı yaptı. Sekizinci Çalışma Meclisi 27-28 Nisan 1992 tarihlerinde “İşsizlik Sigortası” gündemiyle toplandı.
Dokuzuncu Çalışma Meclisi 12 yıl aradan sonra Eylül 2004 tarihinde toplanabilmiştir. Dokuzuncu Çalışma Meclisinin gündemini “istihdamın artırılması ve kayıt dışı işçiliğin önlenmesi” ve “kıdem tazminatı fonu” oluşturdu. Toplantıda kıdem tazminatı fonu konusunun ele alınmasını protesto eden DİSK Genel Başkanı Süleyman Çelebi toplantının Fon’la ilgili tartışmalarının yapılacağı bölüme katılmayacaklarını belirterek toplantıyı terk etti.
10. Çalışma Meclisi 26 Eylül 2013’te tarihinde (bir gün) taşeronluk, kıdem tazminatı, özel istihdam büroları aracılığıyla geçici iş ilişkisi kurulması iş sağlığı ve güvenliği gündemiyle toplandı. Toplantıya Başbakan Erdoğan da katıldı. DİSK sonuç bildirgesine onay vermedi.
11.Çalışma Meclisi “İstihdam Politikaları” başlığı ile 23 Aralık 2015’te Ankara’da yapıldı. Toplantıya Başbakan Ahmet Davutoğlu da katıldı. Son Çalışma Meclisi toplantısı 23 Mayıs 2019’da tek günlük bir toplantı olarak yapılan 12. Çalışma Meclisi oldu. Toplantıya Cumhurbaşkanı Erdoğan da katıldı. Toplantı bir panel ve çeşitli konuşmalardan ibaret kaldı. Bir tartışma olmadı ve karar alınmadı.
CUMHURBAŞKANLIĞI MÜSAMERE MECLİSİ
Daha önce kanunla düzenlenen ve Çalışma Bakanlığı bünyesinde olan Çalışma Meclisi 2018’deki Başkanlık rejimi sonrasında 1 sayılı Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile Cumhurbaşkanlığı bünyesine alındı. Böylece Çalışma Meclisinin yapısı kanuna gerek olmadan Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi ile değiştirilebilir hale geldi. Böylece Kanuni bir organ olan Çalışma Meclisi Cumhurbaşkanlığı bünyesinde bir idari kurula dönüştü.
1 sayılı CB kararnamesine göre Çalışma Meclisi, hükümet temsilcilerinin yanı sıra YÖK tarafından tespit edilecek beş akademisyen, TİSK’ten üç, TİSK’ten üç, TOBB’dan üç temsilci, en fazla üyeye sahip işçi sendikaları konfederasyonundan iki, diğer işçi ve kamu görevlileri sendikaları konfederasyonlarından birer temsilci ile gündemindeki konularla ilgili olarak çağırılan kamu ve özel kurum ve kuruluşları ile meslek odaları ve sivil toplum örgütleri temsilcilerinden oluşuyor.
Ülkemizin en eski üçlü danışma yapısı olan Çalışma Meclisi’nin uzun aralıklarla ve düzensiz toplanan göstermelik bir yapı haline geldi. Çalışma Meclisi sadece toplantı aralığı açısından değil çalışma yöntemi açısından da zayıfladı. İlk Çalışma Meclisi çeşitli komisyon çalışmalarıyla günlerce süren bir gerçek tartışma ve uzlaşma arayışı zemini iken son Çalışma Meclisi toplantıları bakan, başbakan ve cumhurbaşkanının konuştuğu ve hükümet adına sunumların yapıldığı, sohbet edildiği bir siyasi PR’a, seminer ve sohbet dizisine dönüştü.
Siyasi rejimin müzakereden ve tartışmadan uzak otoriter ve baskıcı bir karakter kazanması çalışma hayatı ve sosyal politika alanındaki müzakere ve tartışma mekanizmalarını da kadük ve işlevsiz hale getiriyor. Bu mekanizmalar ya hiç toplanmıyor veya toplandığında da gerçek bir tartışma zemininden ziyade bir siyasi rıza mekanizmasına dönüşüyor.
Sadece Çalışma Meclisi değil 2010 Anayasa değişikliği ile Anayasal bir statü kazanan Ekonomik ve Sosyal Konsey (ESK) de aynı akıbeti paylaşıyor. ESK 2009’dan bu yana, 15 yıldır toplanmıyor. Hükümet Anayasal bir kurum olan ESK’yi çalıştırmıyor. Anayasayı ihlal ediyor. Anayasa buyruğu olan bir kurumun çalıştırılmaması rejimin keyfiliğinin göstergelerinden biridir. Başkanlık rejimi tartışmaya ve farklı fikirlere tahammül edemiyor o yüzden de sosyal tarafların temsil edildiği yasal ve anayasal mekanizmaları işletmiyor, kof ve göstermelik hale getiriyor. Müzakere yerine müsamere tercih ediliyor.
/././
Erdoğan’ın elinde iki testi: En az biri kırılacak (Berkant Gültekin)
Geçen yıl yapılan genel seçimler CHP’de ve muhalefetin genelinde nasıl kapsamlı bir sarsıntıya yol açtıysa 31 Mart yerel seçimleri de benzer şekilde iktidar bloku içindeki çatlakları daha belirgin hale getirdi. Erdoğan, bir yandan partneri Bahçeli’yi zapt ederken diğer yandan da siyasi sıkışmışlığını aşmak için kendine yeni olanaklar yaratmaya çalışıyor. Elindekinden memnun olmasa da daha fazlasını kazanmayı garanti altına almadan mevcudu kaybetmek istemiyor.
Erdoğan siyasi kariyerinin en zor süreçlerinden birini yaşıyor. İktidarının ilk döneminde geniş iktisadi kaynaklar, dışarıdan akan sıcak para, Batı’nın desteği ve ideolojik hegemonya ile memleketi yöneten Erdoğan’ın bugün tek yapabildiği MHP ile kol kola girip korku, endişe ve güvenlik histerisi tetikleyerek halkın rızasını almak. Fakat gittikçe kötüleşen ekonomik vaziyet, halkın her gün azalan refah düzeyi ve beklenmedik ölçüdeki ağır yerel seçim yenilgisi, Erdoğan’ı daha önce yüzleşmeye alışık olmadığı şartlarla karşı karşıya bıraktı.
Araba devrilince yol gösteren çok olurmuş. Yerel seçim mağlubiyeti AKP içinde bu türden bir muhasebe süreci başlattı. İktidar yanlısı gazetecilerden Abdülkadir Selvi’nin geçen hafta kaleme aldığı ve “Osman Kavala’nın, Gezicilerin hapiste tutulmasının Türkiye’ye ne yararı var?” sorusunu gündeme getirdiği yazısı bunun yansımalarından biri. Selvi, hukuka, iktidara sağlayacağı yarar üzerinden değer biçme ilkesizliğini sergilese de mevcut siyasi koordinatların AKP’ye toplumsal destek kaybettirdiğini ve farklı bir rota belirlenmesinin zorunlu hale geldiğini kabul etmiş oldu. Tabii bu yalnızca Selvi’nin şahsi görüşü değil; AKP içinden alternatif bir bakışı temsil ediyor.
Dün de AKP’nin eski sözcülerinden Hüseyin Çelik’in açıklamaları tartışma yarattı. Serbestiyet’ten Hilal Köylü’ye konuşan Çelik, AKP’nin MHP’ye mahkûm olduğunu, bu nedenle Kürt oylarını kaybettiğini ve fabrika ayarlarına dönmemesi durumunda gerilemeye devam edeceğini söyledi. Belki Çelik’in bugün parti içinde sorumluluğu bulunmuyor ancak onun yaklaşımının AKP kurmaylarında ve kadrolarında karşılığının olduğunu varsaymak yanlış olmaz.
Çelik’in “Partideki ikinci adam” dediği Hayati Yazıcı’nın -sonradan paylaşımını silse de- Van gerilimde DEM Partili Abdullah Zeydan lehine verilen YSK kararına övgüde bulunması da AKP’deki farklı pozisyon alışların, yeni arayışların tezahürüydü. Öte yandan hem Çelik’in hem de Yazıcı’nın “cinnet hali” tanımını kullanması dikkat çekiciydi. Çelik bu ifadeyi MHP ile kurulan ittifak için, Yazıcı da Zeydan’a mazbata verilmemesi yönündeki ilk karar için kullandı. Belli ki AKP içinde MHP’ye mesafeli olan kanat, partinin bu ittifakla geldiği çizgiyi bir “cinnet hali” olarak kodlama konusunda mutabık.
AKP yerel seçimin çaldığı çan seslerini duysa da ittifak ortağı MHP, aynı kavrayışa sahip değil. MHP’ye göre iktidar cephesi, 31 Mart’ta yenilgi yaşamadı. MHP Genel Başkan Yardımcısı Feti Yıldız, yaptığı spesifik hesaplamayla oy oranlarının yüzde 16 olduğunu iddia ederken, Devlet Bahçeli ise geçen haftaki grup konuşmasında “MHP seçimlerden başarıyla çıkmıştır. Kimse bu başarıyı karalamaya teşebbüs etmemelidir” değerlendirmesini yaptı. MHP bir başarısızlık görmediği için başarısızlığa sebep olan faktörleri tartışmayı da gerekli görmüyor. Bu nedenle parti liderliği, iktidar mekanizmasının aynı şekilde yola devam etmesi yönünde bir kanaatine sahip.
Devlet Bahçeli’nin önceki gün Mehmet Şimşek üzerinden verdiği mesajlar da söz konusu yaklaşımın bir parçası. Konunun hükümetin izlemekte olduğu “Şimşek programı”ndan ve Şimşek’in kişisel fikirlerinden ibaret olmadığı açık. Bahçeli, Şimşek’e söylüyor ama Erdoğan’a “Sen anla” demeye getiriyor. Çünkü Şimşek’in ekonominin başına getirilmesinin ne türden potansiyeller barındırdığının farkında. Meseleyi sadece “rasyonel ekonomi” politikalarıyla sınırlı görmeyip Şimşek programını bir “siyasi paket” olarak ele alıyor. Haksız sayılmaz, zira o program beraberinde bir dizi siyasi ayar da gerektiriyor. İşte o ayarlarda yapılabilecek muhtemel regülasyonlar, yani Batı’ya, yabancı yatırımcıya ve döviz girişine muhtaç hale gelen Saray yönetiminin zorunlu bir “yumuşama” safhasına geçme ihtimali, AKP-MHP ittifakının ideolojik harcını gevşetecek bir yön değişikliğini tetikleyebilir. Bahçeli de bunu görerek aynı konuşmasına DEM Parti’yi de dahil etti ve Erdoğan’a kendi kırmızı çizgilerini hatırlattı. Bir benzerini Van geriliminde Erdoğan’ın Saray’daki danışmalarından ve AKP-MHP ittifakının muhafızlarından Mehmet Uçum yapmış, “Neoliberal zehirle zihin dünyalarını batıcılığa teslim etmişlerin Van olayında aldıkları tutumları” not ettiklerini söylemişti.
Tüm bu olup bitenler karşısında Erdoğan itidalli bir görüntü çizmeye, ortada bir kargaşa hali yokmuş gibi davranmaya çalışıyor. Irak dönüşü yaptığı açıklamada, Şimşek meselesine hiç değinmeden Bahçeli’nin DEM Parti’ye dair söylediklerini, “Sayın Bahçeli’nin yapmış olduğu açıklamalar Anayasa hükmünün icrasından başka bir şey değildir” şeklinde yorumlayarak olaya bir sıradanlık atfetmesi bunun uzantısı. Henüz net bir karar almak ve ekseni değiştirmek için erken; bunun olanaklı olup olmadığını büyük oranda ekonomideki performans ve ona bağlı olarak şekillenecek sosyal-siyasal reaksiyonlar gösterecek. Ancak Erdoğan’ın uzun vadede Şimşek programının içerdiği siyasi paket ile Bahçeli arasındaki çelişkiyi idare edebilme şansı zayıf. Testilerden birinin kırılacağı gün er ya da geç gelecek.
/././
Dünya ekonomisi nereye gidiyor? (Hayri Kozanoğlu)
IMF-Dünya Bankası Bahar dönemi toplantısı için hazırlanan Dünya Ekonomik Görünüm Raporu’na göre, 2030 yılına kadar küresel ekonomi ortalama %2.8’lik bir tempoyla büyüyecek. Bu tarihsel ortalama %3.8 oranının oldukça altında bir performans. Böylesi zayıf büyüme eğiliminin en büyük sorumlusu toplam faktör verimliliğinin düşmesi, yani teknolojik atılımlar ve iyi yönetimle üretime katılan işgücü ve sermayenin ötesinde fazla bir çıktı sağlanamaması olarak gösteriliyor. Yani yapay zeka, robot teknolojisi, nesnelerin interneti gibi unsurlar henüz büyüme istatistiklerini yukarı çekemiyor.
IMF TÜRKİYE İÇİN HAYLİ İYİMSER
IMF 2024 yılı için %3.1’lik bir küresel büyüme bekliyor. ABD’de 2024’te %2.1, 2025’te %1.8’lik büyüme öngörülürken, aynı dönemde Avro bölgesi için bu oranlar her iki yılda da %1.4. Gelişmekte olan ülkelerde ise 2024’te %4.3, 2025’te %4.1’lik oranlar söz konusu. Yaşadığı tüm ekonomik zorluklara karşın Çin için %4.4 ve %4.1’lik geçmiş eğilimlerinin altında, ama yine de tatminkar büyüme ritmi tahmin ediliyor.
Dünyada tüketici fiyatlarının 2024’te %54, 2025’te %3.6 artması bekleniyor. Tüketici enflasyonunun gelişmiş ülkelerde önümüzdeki iki yıl %2.4 ve %2.0 oranlarında gerçekleşeceği düşünülüyor. Enflasyon projeksiyonu gelişmekte olan ülkelerde ise %8 ve %5 şeklinde.
IMF’nin Türkiye değerlendirmesi oldukça iyimser. Büyümenin ülkemizde 2024’te %3.1 ve 2025’te %3.2 gerçekleşeceği yolunda. Ancak IMF’nin enflasyon tahmini TCMB’nin oldukça üzerinde. 2024’te ortalama %53.5 ve 2025’te %38.4 düzeyinde. Bu 2024 için %50 civarında, 2025 için ise %27-28 yıl sonu enflasyonu anlamına geliyor. IMF’nin her iki yıl için işsizlik projeksiyonları %9.6 ile Orta Vadeli Program’ın 2024 için %10.3 ve 2025 içinse %9.9 tahmininin oldukça altında.
UNCTAD’DAN KARAMSAR YORUM
IMF raporuna ulusal medyada oldukça geniş yer verildi. İsterseniz bu yazıda ağırlıklı olarak, Birleşmiş Milletler Ticaret ve Kalkınma Konferansı’nın (UNCTAD) Nisan 2024 Ticaret ve Kalkınma Raporu güncellemesi üzerinde yoğunlaşalım. Bilindiği üzere UNCTAD düzenlenmiş bir kapitalizmden yana olan, gelişmekte olan ülkelerin (GOÜ) ekonomik sorunlarını dert edinen bir kuruluştur.
UNCTAD küresel ekonominin 2024’te durgunluk eşiği kabul ettiği %2.5’in az üzerinde %2.6 büyümesini bekliyor. Tüm tartışmaların enflasyon üzerinde yoğunlaşmasını, para politikalarının tüm sorunları çözeceği yaklaşımını eleştiriyor. Dış ticarette aksamalar, iklim değişikliği, düşük büyüme performansı, yetersiz yatırımlar ve eşitsizlikler gibi sorunların daha yakıcı hale geldiğini vurguluyor.
2024’te büyümenin özel tüketim çekişli olması, bunun büyük ölçüde borçlanmayla gerçekleşmesi anlamına gelecek. Özel ve kamusal borçların artışının iki sakıncası var. Birincisi, kamu açıklarının borçlanmayla finanse edilmesi hükümetlerin tahvil piyasaları ve uluslararası finansal kuruluşlar tarafından hizaya getirilmesi hamlelerine yol açacak. İkincisi, finansal piyasalara bağımlı bir ekonomi finansal varlıkları ellerinde tutanları ödüllendirir, sabit yatırımları sekteye uğratır.
İklim değişikliği, eşitsizlikler ve dış borç krizlerinin önlenmesi gereği, kamu sektörünün iki yönlü politikalar izlemesini gerektiriyor. Bir yandan kamunun arz yönlü politikalarla spekülatif akımları değil yatırımları canlandırması, öte yandan talep yönlü politikalarla tam istihdamı ve gelirlerin sağlıklı biçimde artışını sağlaması.
PARA POLİTİKASI TEK ÇÖZÜM DEĞİL
Enflasyondaki artışa karşı gelişmiş ekonomiler parasal sıkılaşma politikaları uygulamaya başladılar. ABD, İngiltere ve Avrupa merkez bankaları faizleri sırasıyla, 500, 400 ve 500 puan artırdılar. Bu politika duruşunun arkasındaki varsayım, enflasyonun talep çekişli olduğuydu. Pandemi sonrası dönemde arz-yönlü darboğazların etkisi ve piyasa yoğunlaşması (buna tekelleşme de diyebiliriz HK) sonucu keyfi fiyat artışları ve kar marjlarının yukarı çekilmesi yanında, Ukrayna savaşıyla birlikte emtia fiyatlarındaki sıçramanın enflasyon üzerindeki etkileri göz ardı edildi.
Sıkı para politikaları GOÜ’ler açısından üç sorun ortaya çıkardı. Birincisi, bu ülkelerin mevcut borçlarının maliyeti artarken, yeni finansman olanaklarına erişmeleri zorlaştı. İkincisi, artan faiz oranları GOÜ’lerin yerel paralarını baskı altına aldı ve devalüasyonlara yol açtı. Böylece hem dış borçlarını ödemeleri güçleşti, hem de kur geçişkenliği yoluyla enflasyon tırmandı. Üçüncüsü, söz konusu ülkelerin de keskin faiz artışlarına gitmek zorunda kalmaları iç talep, istihdam ve hanehalkı gelirleri üzerinde olumsuz etki yaptı.
Anaakım iktisatçılarca sürekli bir ücret-fiyat sarmalı endişesi yayılmasına karşın veriler bu tezi desteklemiyor. Fransa, Almanya, Birleşik Krallık ve ABD’de reel ücretler pandemi öncesinin altında seyrederken, emek üretkenliğindeki artış tam olarak ücretlere yansımıyor.
ULUSLARARASI TİCARET YAVAŞLIYOR
2023’te küresel ekonomi %2.7 büyürken, uluslararası ticaretteki artış %1’de kaldı. Bu yavaşlamanın bir nedeni, pandemi sırasında seyahat, dışarıda yeme içme gibi hizmetlerin durması sonucu; mobilya, elektronik ürünler gibi dayanıklı mallara talebin patlamasıydı. Şimdi yeniden hizmetler ağırlıklı bir harcama kalıbı söz konusu. Ayrıca Kızıldeniz’deki kuraklık kaynaklı aksamalar da dünya ticaretini olumsuz etkiliyor. Ancak uluslararası ticaretin önündeki en önemli risk; korumacılık eğilimleri, artan ticaret gerilimleri ve jeopolitik ayrışma tehlikesi görünüyor. En son AB’nin kural dışı ihracat sübvansiyonları gerekçesiyle Çin’den gelen elektrikli araçlarda vergileri artırması benzeri gelişmeler önümüzdeki dönem ticaret görünümünün daha da bozulabileceği sinyalini veriyor.
GOÜ’LERDEN NET SERMAYE ÇIKIŞI VAR
Birçok GOÜ borç ve kalkınma krizleri ile karşılaşma tehlikesinin eşiğinde. Döviz kaynaklarının giderek artan bölümünün dış borç servislerine ayrılması bu ülkeleri zor durumda bırakıyor. Ayrıntılı verinin bulunduğu son yıl, 2022’de taze borç kaynaklarından 50 milyar dolar fazlasının anapara ve faiz ödemelerine ayrıldığı görülüyor. Rekor sayıda 52 ülkenin net kaynak transferi yaptığını istatistikler ortaya koyuyor.
Borç dinamikleri büyük ölçüde yapısal sorunlardan kaynaklanıyor ve çok taraflı çözümler gerektiriyor. Ne yazık ki bu anlamda önemli bir ilerleme gözlenmiyor. Düşük ekonomik büyüme temposu, karların ana ülkelere transferi, emtia fiyatlarına bağımlılık, iklim değişikliği risklerine açıklık, yüksek finansman maliyetleri, çok taraflı borç çözümleme mekanizmalarının eksikliği sorunu daha da ağırlaştırıyor. Bu da acilen uluslararası borç mimarisinin reformunu gerektiriyor.
EMTİA FİYATLARI HALA YÜKSEK
Ukrayna savaşının ardından emtia fiyatlarındaki keskin tırmanış yerini 2023’te düşüşlere bıraktı. Genel emtia fiyat endeksi %6.8 gerilerken, bu oran enerjide %16.1, hububatta %10.1 ve sanayi metallerinde %8.3’e ulaştı.
Yüksek faizlerin emtia spekülasyonu yerine finansal varlıklara yönlendirmesi, Çin’in umulanın altında büyüme performansı, inşaat sektöründeki yavaşlık bu düşüşe katkıda bulundu. Ayrıca mısır ve soya fasulyesindeki üretim artışı ve Karadeniz’den gıda ihracatı sevkiyatının sürmesi de aşağı yönlü fiyat eğilimini destekledi.
Bu düşüşlere karşın, enerji ve metaller %40, gıda ürünleri %35 pandemi öncesi dönemin üzerinde. Bu yüksek fiyat eğilimi, hammadde ihracatçısı GOÜ’lerin yüzünü güldürürken, net ithalatçı ülkelerin ekonomilerine büyük zarar veriyor.
Küresel gıda zincirleri büyük ölçüde dev şirketlerin egemenliğinde. Emtia ticareti 2022’de 148 milyar dolar rekor kar getirirken, 2023’te de karlar 100 milyar doları buldu. Küçük üreticiler büyük sorunlar yaşarken, gıda güvensizliği yaygınlaşırken, küresel değer zincirlerinin belli aşamalarında fahiş karlar elde edilmesi, emtia ticaretindeki düzenlemelerin gözden geçirilmesi, beklenmedik karların vergilendirilmesini gerektiriyor. Ayrıca küçük üreticilerin ayakta kalabilmesi ve nüfusun korumasız kesimlerinin temel gıda ihtiyaçlarını karşılaması için gerekli önlemlerin alınması da zorunlu.
/././
Bir ay önce, 4 Mart, “Çemberi tamamlamak üzereyiz” diyerek operasyon sinyali verdiği Irak’a çıkarma yapan AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, irili ufaklı 26 anlaşmayla döndü. Bolca “güvenlik ve iş birliği’’ mesajlarının verildiği Bağdat-Erbil seferinde imzalanan bu anlaşmaların çoğu şişirme yani dolgu olsa da jeopolitik koşulların yarattığı “iklim”i fırsata çevirmek isteyen Erdoğan’ın, Bağdat seferinin ekonomik, politik, askeri boyutları var.
Ortadoğu yangın topuna dönerken dört yıllık Biden yönetimi döneminde ilk kez Beyaz Saray’da ağırlanacak olan Erdoğan, 16 Mayıs’taki Washington ziyareti öncesine denk gelen 24 saatlik bu ziyaretin Türkiye-Irak ilişkilerinde ‘‘yeni bir dönüm noktası’’ olacağı inancında. Gelişmelerin Erdoğan’ın dilediği şekilde olması için pek çok parametrenin bir arada vuku bulması gerekiyor. Bir niyetle veya geziyle pratiğe dönüşebilecek basitlikte değil Irak’taki denklem.
PLANLAR VE OYUNLAR
Erdoğan’ın 12 yıl aradan sonra yaptığı Bağdat ve Erbil seferleri vesilesiyle gözlerin bir kez daha çevrildiği Irak, çok katmanlı sorunlar silsilesiyle çevrili. Oyun içinde oyun, hesap içinde hesap var. Küresel, bölgesel, yerel oyuncuların alan tutmaya çalıştığı bu zorlu coğrafyadaki çok aktörlü hesaplaşmada atılan her adım bir diğerini etkiliyor.
İran ve ABD’nin hesaplaşmasının yanında Türkiye de Irak’ta askeri, siyasi, ekonomik hesaplar içerisinde. Bunu açıkça da dillendirmekten beis görmediği gibi kapalı kapılar ardında da türlü araçlarla bu niyetini uygulamaya çalışıyor. Suriye üzerinden Ortadoğu’ya açılma planı duvara çarpan AKP iktidarı için Irak ve özellikle de Erbil önemli bir sıçrama tahtası. Türkiye, Irak ve Erbil’deki Kürt Yönetimi arasında son dönemlerde artan diplomasi trafiği, peş peşe yapılan görüşmeler, özel zirveler Ortadoğu’da hayata geçirilmeye çalışılan yeni sürecin işaretleri.
Bir süredir dillendirdiği Irak operasyonunu saklı tutan Ankara’nın Irak üzerindeki nüfuz arayışı da Bağdat’tan Erbil’e, Haşdi Şabi’den KYB ve KDP’ye, İran’da ABD’ye tüm aktörler tarafından yakından takip ediliyor. Her aktör pozisyon alma yarışında.
NE MESAJLAR VERİLDİ?
Erbil’den konuştuğumuz Kürt kaynaklar ziyaretin sonuçlarının şişirildiğini, imzalanan 26 anlaşmanın çoğunun abartılı, bazılarının da sembolik olduğu görüşünde. Hem Erdoğan hem de Sudani yönetimlerinin böyle bir anlaşmaya ve propagandaya muhtaç olduğunu ileri sürüyorlar. Kaynaklarımıza göre, birisi seçimde büyük bir hezimete uğradı diğeri ise kendini bir genel seçime hazırlıyor. Onun için de ikisi de böyle bir hayali başarıya muhtaç. Kürt kaynaklara göre, “Erdoğan Erbil ziyaretiyle Kürt tarafına birkaç mesaj vermek istedi. Biri, AKP içerisindeki Kürt ve muhafazakâr damara “Ben Kürtlerin düşmanı değilim, sadece PKK’nin düşmanıyım. Barzani’nin yanına gittim, aramız çok iyidir, bakın beni ahım şahım ağırladılar” gibi bir mesaj vermek. İkinci tarafı ise “Bak İran yapıyor eğer benimle anlaşamazsanız ben de Kürt kartını Sünni kartını ve Türkmen kartını size karşı kullanırım” demek.”
YENİ DÖNÜM NOKTASI MI?
İrili ufaklı pek çok anlaşma bir tarafa bırakılacak olursa, ziyaretin en dikkat çekici noktası Kalkınma Yolu mutabakatı ve “stratejik işbirliği” anlaşması.
1- Kalkınma Yolu Anlaşması: Ankara’nın uzun yıllardır kovaladığı Kalkınma Yolu, Basra Körfezi’ndeki petrol ve sınırlı da olsa gazı 1200 km’lik hat üzerinden Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara sunma projesi. BAE ve Katar’ın da dahil edildiği bu plan hayata geçirilebilirse bu durum Irak-Kürt Yönetimi ve Türkiye açısından yeni bir dönemin kapılarını aralayabilir. Haliyle farklı hesaplaşmaları da beraberinde getirecek.
2- Güvenlik anlaşması: PKK’nin varlığı Irak ve Türkiye için olduğu kadar Irak Kürt Bölgesel Yönetimi açısından da sorun. Her üç başkent de PKK’yi kendi “bekasına” tehdit olarak görüyor. PKK’nin büyük umutlar bağlanan “kalkınma yolu”nun hayata geçirilmesi için de denklem dışına çıkarılması gerekiyor. Erdoğan da “her iki ülke yönetiminin müşterek gayretleriyle” PKK’nin tasfiye edilmek istendiğini belirterek “üçlü konsorsiyum”a göndermede bulundu.
IRAK’TA NELER OLUYOR?
Irak malum ABD ile İran’ın açık hesaplaşma sahası. ABD işgalinin resmi olarak sona erip “fiili” olarak devam ettiği ülkede İran’ın artan tahakkümü söz konusu. Tahran, ABD’den doğan boşluğu doldurdu, Irak’ın siyasal, toplumsal yapısı üzerinde mutlak bir hegemonya kurdu. Ancak Irak çok parçalı, çok denklemli sorunlarla iç içe. Siyasal ve de toplumsal yaşamın kimlik siyaseti üzerinden pay edildiği ülkede ABD-İran kapışmasının yanında Türkiye’nin askeri operasyonları, İsrail’in hava saldırıları mevcut istikrarsızlığı içinden çıkılamaz hale getiriyor.
• Erbil-Bağdat güç paylaşım krizi: En başat sorunlardan birisi Erbil ile Bağdat arasındaki güç paylaşımı. Geçen aylarda Irak Anayasa Mahkemesi’nin Erbil’in seçim ve bütçe yetkilerini kısıtlamasıyla bu gerilim yeniden nüksetti. Petrol ve gaz gelirlerinin paylaşımı konusu Bağdat ile Erbil arasındaki tartışmalı konulardan birisi.
• KDP’nin seçim boykotu: Kürt Yönetimi ile Bağdat arasındaki güç paylaşımı krizi nedeniyle, Erbil’de iktidarı elinde bulunduran Barzani ailesinin KDP’si haziranda yapılacak Irak seçimi boykot etme kararı aldı. IKBY’de en son 2018’de seçim yapılmıştı. Anlaşmazlıklar, yeni kurallar derken seçim sürekli erteleniyor. KDP’nin boykotu Tahran’a yakın KYB’nin iştahını kabartsa da büyük kriz kapıda. Yeni bir Kürt çatışması yaşanma tehlikesi var.
• Kerkük valisi krizi: 18 Aralık’ta yapılan seçimi İran’a yakın Süleymaniye merkezli Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) kazandı. Ancak Erbil’de iktidarda olan Kürdistan Demokrat Parti (KDP) ve Türkiye, KYB’den bir valinin Kerkük’ün başına geçmesine karşı. Seçimin üzerinden aylar geçmesine rağmen vali belirlenebilmiş değil.
• Meclis Başkanı krizi: Bir diğer kördüğüm ise Irak Meclis Başkanlığı. Anayasa gereği Irak’ta Cumhurbaşkanlığı Kürtlerin, Başbakanlık Şiirlerin, Meclis Başkanlığı ise Sünnilerin. Ancak 14 Kasım’da Türkiye’nin de desteklediği Muhammed Halbusi, Tahran yanlısı Şii partiler tarafından görevinden uzaklaştırıldı. Beş aydır bir Meclis başkanı seçilebilmiş değil.
KİM, KİMİ DESTEKLİYOR?
Türkiye IKBY’de Barzani yönetiminin yanında, İran Süleymaniye merkezli Talabani ailesinin kontrolündeki KYB’nin. Kürtlerin iki büyük kolu iki komşu ülkenin şemsiyesi altında. ABD de Tahran’a karşı KDP’den yana. Ankara ve Washington’ın bölgedeki sacayağı Erbil’deki iktidarı elinde tutan ve kimselerle paylaşma niyeti olmayan KDP. Ankara, Talabani yönetimini PKK ve Suriye’deki SDG/YPG’ye destek vermekle suçluyor. PKK ise KDP yönetimini PKK’ye karşı Türkiye ile işbirliği yapmakla suçluyor.
İran ile Türkiye ve ABD arasındaki etkinlik mücadelesinde Bağdat’taki Sudani yönetimi dengeye oynamaya çalışsa da Tahran’ın gölgesinden kurtulamıyor. Türkiye yıllar yılı Sünni Türkmenler üzerinden Irak sahasında kendisine yer tutmaya çalıştı. Ancak Türkmenler arasında da bir ayrışma söz konusu. Şii-Sünni mezhep ayrışması nedeniyle Türkmenler İran-Türkiye arasında dağılmış durumda.
ABD yaşanılanlardan hoşnut. İran’a karşı basamak yaptığı Irak’ın çok parçalı hali kendisine ve İsrail’e dilediği yığınağı yapmasına ve operasyon gerçekleştirmesine vesile oluyor. Bölgedeki en büyük diplomatik misyonlarından birini Erbil’de inşa etme hazırlıkları yapan ABD, Kürt bölgesini Ortadoğu’daki yeni merkez üslerinden birine dönüştürmenin arayışında. Irak’taki güç mücadelesi sürerken Prof. Dr. Serhat Erkmen, Erdoğan’ın Irak ziyaretine Erbil’in son anda eklenmesine şu sözlerle dikkat çekiyor: “Bu ziyaret sadece ekonomi ve güvenlik merkezli değil, aynı zamanda Irak içindeki dengeleri de doğrudan ilgilendiriyor.” Evet, Erdoğan da Bağdat ve Erbil’e verilen desteğin devam edeceğini, her alanda işbirliğini daha da geliştirmeye hazır olduklarını açıklayarak, Ankara’nın pozisyonunu tarif ediyor.
ANKARA’YA BİÇİLEN ROLLER
Kürt araştırmacı Faysal Dağlı ise yaşananları şöyle değerlendiriyor: “7 Ekim saldırısı sonrası oluşan denklemde İran’ın Irak üzerinden daha fazla etki elde etmemesi ve Şii hilalinde bir kesinti yaratması için ABD ve müttefikleri tarafından Türkiye’ye Irak üzerinden yeni bir rol verildiği söylenebilir. Irak’ta son zamanlarda İran’ın etkisinden çıkmaya yönelik bir anlayış geliştiği görülüyor. Erdoğan’ın Irak’a yönelik tazyiklerinin de arttı. Erbil’in Erdoğan’a yönelik abartılı ve şaşaalı karşılama yaptığı söylenebilir. İran’ın Erbil’e yönelik saldırılarının artması, Bağdat’ın yetkileri kısıtlamaya gitmesi gibi meseleler nedeniyle Erbil’in Türkiye’nin destek ve bir şekilde garantörlüğüne ihtiyaç duyduğu anlaşılıyor. Erdoğan’ın da bu zaaftan faydalanmak için özellikle Kalkınma Yolu Projesi’nin güvenliğini bahane ederek Gare Dağı bölgesinde, Musul ovasında, Irak’ın içlerine yönelecek bir askeri hâkimiyet sağlama konusunda destek istediği gözüküyor. Ancak burada birtakım açık noktalar var. Erbil, projede Kürt Bölgesi’nin baypas edilmesinden endişe duyuyor. Erdoğan yönetimi de KDP-KYB’nin arasının açılması, KDP’nin PKK’ye karşı savaştırılmak istenmesi gibi birtakım girişimler içeresinde.”
ÇEMBER NASIL TAMAMLANIR?
Irak’ta denklem karışık. Atılan her adım sadece bu ülkeyi değil İran’ı, Türkiye’yi, ABD’yi ve tüm bölgeyi de ilgilendiriyor. Türkiye, Erbil ve Bağdat ile işbirliğini ilerletmek için bastırırken ‘Çemberi tamamlamak üzereyiz’ diyen Erdoğan, Bağdat ve Erbil’in ardından Washington’a gidecek. Seçim yenilgisinden sonra Saray’ın nasıl bir yol izleyeceği merak konusu. Rota ABD yani Batı’ya çevrilmiş olsa da yollar engebeli. Bakalım “çember nasıl tamamlanacak?” ve bunun içeriye etkisi nasıl olacak? Nasılsa yanlış hesap Bağdat’tan döner!
/././
Belediye diye diye (Kaan Sezyum)
Seçimden sonra belediyeler teker teker yeni yönetimlerine geçerken, her noktadan ayrı bir borç, yolsuzluk, gereksiz harcama ve duşakabin fışkırıyor. Belediyelerin toprağını sıksan masrafmış da bilememişiz. Lüks makam odalarının içinde başka odalar, binanın içinde parmak iziyle girilebilen şark odası gibi sohbet odaları, aklınıza gelecek ve gelemeyecek binbir türlü masraf, maaşlar dolusu zevkten uzak dekorasyon detayı…
Haliyle milletçe dolandırılmanın her boyutuna alıştığımız için, her geçen gün başka bir dolandırılma yöntemi ile karşı karşıya gelmemize rağmen, adeta kuantum fiziğinin gizemli bilinmezleri gibi yeni bir dolandırılma tekniğiyle göz göze geliyoruz. Belediyelerin de maaşallahı varmış, fantastik kuntastik ne kadar vakıf, cemaat varsa besledikçe beslemişler. Memleket zaten cemaatlerin ve tarikatların yeniden şahlandığı bir petri tabağına dönüştü. Deneysel olsun diye besledikçe besledikleri cemaat tarafından tokatlanmaya çalışan ve sonrasında “Kandırılmışız kanki” açıklamasıyla halkından özür dileyen muazzam bir iktidarla sınanıyoruz yıllardır. Zaten çok değişik bir teknikle memleket yönetmeye çalıştıkları için akılcılık yerine “Kanki bi saniye bir şey deniyorum” tekniğiyle, gün geldi şıp şıp gözlü damattin, gün geldi lazer gözlü Nebottin, birbirinden ilginç karakterlerle şu anda geldiğimiz nokta noktasında bir dolar etti mi 32,5 Türk parası?
∗∗∗
Bizim bizden başka dostumuz yok, hatta biz bile bize dost değiliz. Bu satırları yazdığım 23 Nisan’ı yıllarca kutlamamak için “Kutlu Doğum Haftası” adı altında yere göğe sığdıramadıkları cemaat liderlerinin doğum gününe selam söyleyen nazlı yarlar, şimdilerde sessize almış kendilerini. Aslında bu ekip zaten nerede canlı varsa orada. Eskiden biraz daha idealist gibilermiş. Sonrasında para ve güç geldikçe, eğitimsiz ve vizyonsuz kafaların zaten nereye evrilebileceğini tahmin etmek çok da zor değil. Maksimum vizyon Mercedes S serisi ya da koltuktan ısıtmalı Maybach… Zaten koltuğa vücudun değdiği nokta çok önemli, aman soğumasın, hep sıcak kalsın…
Bugün 23 Nisan, mesela ülkenin meclisinin kurulduğu acayip önemli bir milli gün. Hadi bakalım tahmin edelim kimler yine meclise gelmedi. Aman şaşırmayın, cemaat lideri cenazesinde kendilerini görürseniz şaşırmayın. Çünkü bu işler böyle yürüyor. Yani yürüyor derken, geriye doğru yürüyor, yani geriliyoruz hem de geriliyoruz. Millet gergin.
∗∗∗
Gergin ve yaşlılardan bir türlü kurtulamıyoruz. Normalde evde dedeliğinin doktorasını yapması gereken amcalar hala memleket halleri hakkında hönküre hönküre bağırıyor, gerildikçe geriliyor yaşlı yaşlı adamlar. Amcacım, hadi artık kenara çekil de yolumuza bakalım. Yürüyen merdivende solda elinde valizle duran yaşlı amca gibi geleceğimizin önüne set kurmuşlar, bir türlü ilerletmiyorlar. Laf etsen, o da olmaz. Ben metroda, metrobüste görürsem, yer veririm. En azından benim yerime çöksün de başkasına laf etmesin.
Ülkenin en güzel bayramlarından birini ısrarla geleceğe dair umutları soldurmadan, sarartmadan yaşamak lazım. Dedelerin devri geçti ama hala çocuklar büyüyemedi. Çocukların yeterli beslenemediği, güdük kaldığı, dedelerin ise semirdikçe semirip, herkesin malına mülküne göz dikmesi bir yana bir belediyeyi sevmekle başlayacak belki her şey.
Ya bir de hep aklımda neresi var. Ülkenin en büyük belediye binasının içinde neler var, onu çok merak ediyorum. Bir gün gelecek onu da gezebilecek miyiz? Nasıl malzemeler kullanılmış, ne kadar masraf yapılmış. O binayı çok merak ediyorum. Neyse ya, benimki de lafın çoğu.
/././
Devleti soyanlardan hesap soruluyor mu? (Nurcan Gökdemir)
Anayasa’nın 160’ıncı maddesine göre Sayıştay, merkezi yönetim bütçesi kapsamındaki kamu idareleri ile sosyal güvenlik kurumlarının ve mahalli idarelerin bütün gelir ve giderleri ile mallarını denetlemek ve sorumluların hesap ve işlemlerini kesin hükme bağlamakla görevli...
Sayıştay her yıl trilyonlarca liralık hesap ve işlemi denetliyor, sadece geçen yıl denetlemekle sorumlu olduğu kurumların bütçesinin büyüklüğü 8 trilyon lira… Her yıl denetlenmeyenler oluyor elbette ama bu kadar büyük bir bütçeyi kullanan kurumların işlemlerini denetlemek, tespit ettiği aykırılıkları raporlamak ve Meclis’e iletmek ve gerekiyorsa yargılamakla görevli Sayıştay. “Hesap yargısı” olarak isimlendirilen bu kurum salt kendi daireleri aracılığıyla yargılama yapmakla da görevli değil. Türk Ceza Kanunu’na göre suç oluşturan fiillere ilişkin olarak Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunmakla da görevli.
Kamu idarelerinin hesap verme sorumluluğunun gereğini yerine getirmek ve halka ait kaynakların doğru kullanılmasını sağlamak amacıyla denetim yapan bu kurumun AKP iktidarları döneminde sürekli işlevini yitirdiği, sansür kurulu olarak çalışan bazı kurullar aracılığıyla denetçilerin raporlarına müdahale edildiği haberlerini sıklıkla duyuyoruz. Resmi olarak kamuoyuna açıklanan raporlardaki tespitler bile kamu idarelerinde iş bilmezliğin, yaşamın olağan akışında rastlanabilecek hataların ötesinde büyük bir usulsüzlük çarkının döndüğü izlenimi yaratıyor.
Bu yetersiz raporlar bile kamuoyunda “Peki sonucu ne, hesabı soruluyor mu?” sorusuyla karşılık buluyor.
ADRES SAYIŞTAY
Bursa Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP’li eski Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Alinur Aktaş dönemine ilişkin 2021 denetim raporunda yer alan usulsüzlüklere ilişkin suç duyurusu için "işlem yapılmasına yer olmadığı" kararı bu tartışmaları yeniden başlattı. Savcılık, Aktaş ve diğer şüpheliler hakkında soruşturma yapılabilmesi için Sayıştay'ın suç duyurusunda bulunabileceğini açıkladı. Her yıl yayımlanan raporlarındaki veriler bile rahatlıkla yargılama konusu yapılması savcılık kapıyı Sayıştay adres gösterilerek kapatıldı.
Peki Sayıştay’da süreç nasıl ilerliyor? Savcılık açıklamasına konu olan 2021 yılındaki denetim sürecine bakarak yol almaya çalışalım.
2021 yılında Sayıştay’ın denetimle görevli olduğu kurumların toplam bütçesi 2.2 trilyon lira ve bunun üçte biri de yerel yönetimlere ait. Denetim raporlarında da 8 bin bulgu yer alıyor.
Bursa Büyükşehir Belediyesi de denetlenen kurumlardan. Halkçı hukukçular denetim sonucunda hazırlanan rapordaki verilerden yararlanarak “Görevi kötüye kullanma” ve “Dolandırıcılık” suçlamasıyla suç duyurusunda bulunmuş. Aktaş döneminde, ANKA Haber Ajansı’nın haberine göre, sosyal etkinlikler için 83 bin 175 liralık altın, 57 bin liralık Türk kahvesi fincan seti, 91 bin 850 liralık Türk kahvesi satın alınmış, başkanın konuklarına alınan ipek kumaş baskılı tabloya 117 bin 900, muhtarlara dağıtılmak üzere alınan bin 200 adet saate 48 bin lira ödenmiş. Bursa Festivali, Çocuk ve Gençlik Tiyatroları Festivali, Karagöz Kukla ve Gölge Oyunları Festivali (3 milyon 997 bin 200 TL), Fotoğraf Festivali (1 milyon 184 bin 755 TL), Makedonya ve Kosova Sünnet Şöleni (240 bin TL) gibi organizasyonlar da genelgeye aykırı olarak düzenlenmiş. Savcılık, bu konularla ilgili suçlamalardan hareketle soruşturmayı açmayı reddetti. İddia edilen suçlar işlendi mi, Sayıştay kendi içinde yargılama yaptı mı, bunların hiçbiri bilinmiyor. Malum soru yeniden gündemde, “Suç varsa yanlarına mı kaldı?”
ÖZGÜR ÖZEL’İN TEPKİSİ
Partisinin adayı Mustafa Bozbey’in seçildiği belediyenin eski dönemine ilişkin bu tartışmalara CHP Genel Başkanı Özgür Özel de “Sayıştay, belediye AK Partili diye suç duyurusunda bulunmamış. Bağımsız yargının mensupları kimin huzuruna gidiyorlarsa ondan çekinip de suç duyurusunda bulunmuyorlar. Normal şartlarda siyasetçiler Sayıştay’dan korkar. Eskiden başbakanlar Sayıştay’dan korkardı. Şimdi de Sayıştay, yürütmenin başından korkuyor” sözleriyle katıldı.
HER ŞEY GİZLİ
“Sayıştay korkuyor mu korkmuyor mu?” bunu bilemeyiz ama denetimin giderek gerçek anlamından uzaklaştığı, bazı AKP’li belediyelerin de uzun yıllardır denetlenmediğini biliyoruz.
“Korkup korkmama” tartışması bir yana iki temel sorunun yanıtı merak ediliyor. Bu sadece bugün merak edilmiyor, her dönem sadece idare ismi değiştirilerek bu sorular soruluyor: “Sayıştay, raporlardaki tespitler ile ilgili yargılama yaptı mı”, “Suç duyurusunda bulundu mu?” …
Öncelikle şunu belirtelim, artık Sayıştay’ın raporlarında milyarlarca liralık en hafif deyimiyle mevzuata aykırı işlem “Denetim görüşünü etkilemeyecek bulgular” bölümünde yer aldığı için zaten yargılama konusu olmuyor. Sayıştay’ın yaptığı yargılamanın sonuçları kamuoyuna açıklanmadığı için kim yargılandı o da bilinmiyor. Kurumun internet sayfasında yer alan kararlarda kurum ismi belirtilmiyor. Bu nedenle kim yargılanıyor, ne ceza veriliyor, bunlar öğrenilemiyor.
DEV KAMU ZARARI
Ancak genel işleyişi görmek için Sayıştay’ın 2021 yılına ilişkin faaliyet raporundaki veriler bir fikir oluşturmak için yeterli. Bu raporlardan 413'ünün yargılaması tamamlandı. Yargılama yapılan raporlarda 410 milyon 706 bin TL, 2 milyon 177 bin Dolar ve 16 milyon 918 bin Euro’luk kamu zararı tespiti yer aldı. Bunun 750 milyon 805 bin TL ve 614 bin Euro’luk hesap ve işlemin yasal düzenlemelere uygunluğuna karar verildi. 134 milyon 784 bin TL ile 190 bin Dolar ve ve 84 bin 840 Euro’yu da suçlananlar yargılama başlamadan ödedi.
“Sayıştay’da hesap yargılamasına konu edilen aykırılıklar sonucunda tazminine karar verilen tutarlar tahsil edilebiliyor mu sorusunun da yanıtı “Büyük ölçüde hayır”… Örneğin 2021 yılında tazminine karar verilen tutarın sadece sekizde biri tahsil edilebildi.
Sayıştay içindeki işler böyle, peki savcılıklara suç duyurusunda bulunulup sorumlulardan hesap soruluyor mu derseniz. bunu yanıtı da faaliyet raporunda yer alıyor, sözkonusu yılda sadece 11 konu hakkında Cumhuriyet Savcılıklarına suç duyurusunda bulunuldu. Sonraki yıllarda bu suç duyurusu sayısı ikiye kadar düştü.
Görünen o ki kamu kaynaklarının kötü kullanımı sadece son günlerin moda konusu “israf”la sınırlı değil. Sayıştay raporlarında milyonlarca lira ile ifade edilen kamu zararına işaret ediliyor. Sınırlı verilere karşın bile bu gizlilik ve sürece ilişkin rakamlar sonrası vergisini ödeyen her yurttaşın “Çalınan çalanın cebinde kalıyor” demek hakkı. Kamu zararı tespitiyle yapılan hesap yargılamasının sonuçları gizli oldukça bu her zaman söylenebilir. Cumhuriyet Başsavcılıklarına iletilenlerin sayısı da ortada…
/././
Şehirler, demografileri ve Ermeniler (Şükrü Aslan)
Şehirlere sosyolojik pencereden bakınca demografik yapı, herhalde en ilgi çekici hususlardan biri olur. Bu başlık içinde; cinsiyet, yaşlı-genç-çocuk, okuma-yazma ve eğitim seviyeleri, kır kökenli nüfus, medeni hal, meslekler, diller, inançlar gibi pek çok bakımdan nüfusa ilişkin bilgiler yer alır. Bilhassa bu sonuncular, o mekânlarda geçmişte hangi kültürlerin yaşadığına da gönderme yapar ki bu, toplumsal hafıza bakımından da değerli bir mirastır.
Dünyada olduğu gibi Türkiye şehirlerinin demografik niteliklerini konu edinen oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Sadece TÜİK raporlarını izlemek bile bu demografik haritaya dair kapsamlı bir bilgi verebilir. Fakat bu raporlarda şehirlerin dilsel-inançsal kimlik özelliklerine yer vermemek neredeyse bir politik adet olmuştur. Gerekçeleri de elbette ‘politiktir’. Ne var ki nüfusun dilsel-inançsal kimliklerine ilişkin bilgiye yer vermeden şehir demografisini ve/veya şehir sosyolojisini anlamak olanaksızdır.
∗∗∗
Demografinin asıl işlevi ve ilgilendiği husus tam da bizdeki biçimiyle ilgilenmiyor göründüğü alandır. Sözgelişi Gürcülerden bahsetmeden Kocaeli şehir demografisine dair yazılan her şey eksik kalır. Laz dili-kültüründen bahsetmeden Artvin’i anlayamazsınız. Çanakkale Pomaksız, Edirne Romansız, Adapazarı Abhazsız, İstanbul Rumsuz, Diyarbakır Kürtsüz, Mardin Süryanisiz, İzmir Yahudisiz nasıl anlatılabilir? Ne yazık ki Türkiye’de olan budur. Bütün tecrübelerin gösterdiği gibi bu ülkede ‘milli şehir’ inşa politikaları bu sahici ve en önemli demografik/sosyolojik olguyu tasfiye etmeyi, bu mümkün değilse bile görünmez bir alanda tutmayı tercih etmiş ve şehirlerin toplumsal hafızasına da ciddi bir zarar vermiştir.
Bu politikalar nedeniyle Türkiye’de şehir demografisinin görünmez kalmış pek çok kadim rengi var ve onlardan birisi Ermenilerdir. Bugün hâlâ bazı şehirlerde söz konusu demografinin niteliğin mekânsal, kültürel ve dilsel izlerini görmek mümkündür. ‘Eski Ermeni konağı’, ‘Ermenilerden kalan ev’, ‘Ermeni Kilisesi’, ‘Ermeni meşatlığı’ gibi bütün bu mekânsal izler, yüz yıldan daha önce bu şehirlerin demografik yapısında, Ermeni topluluğun var olma düzeyine işaret eder. Bu durumu kimi anlatılardan ya da çok büyük ölçüde değiştirilmiş yer isimlerinden izlemek de mümkündür. Bilhassa bu sonuncular bakımından Sukras Eprigyan’ın derlediği ve Sevan Nişanyan’ın Türkçeye çevirdiği, Liberus yayınlarından çıkan Türkiye’nin Ermeni Coğrafyası kitabı oldukça detaylı bir bilgi ve haritalar sunmaktadır.
∗∗∗
Şehir demografilerinde Ermeni izlerinin daha özel örneklerini görmek için belki de şehirlerin öykülerine odaklanmak lazım. Mesela Van onlardan biridir. ‘Soylu ülke’ ya da ‘prensler ülkesi’ anlamına gelen tarihteki adı ile Vasburagan bugün artık yoktur. Soylu veya prens Ermeni de yoktur ama kuşaklararası anlatılarda neredeyse bu detayların hepsini görebilirsiniz. ‘Dünyada Van, Ahirette Cennet’ sözü de hâlâ Ermenilere referansla sıklıkla kullanılıyor.
Söz konusu demografik izleri bazen daha tekilleşmiş örnekler üzerinden görmek de mümkün. Mesela William Saroyan’ın ata memleketi Bitlis’le kurduğu ilişki böyledir. Saroyan’ın Bitlisli Ermeni ailesi yıllar önce Amerika’ya göç etmiştir. Saroyan, 1964 yılında Bitlis’e ilk kez geldiğinde 56 yaşındaydı ve şehrin demografik izlerini aramıştı, bulmuştu da. Bunun etkisiyle “Bitlis’te yaşamak, yürümek, yemek, içmek uyumak; burada ölmek, ölülerimle birlikte olmak istiyorum” diye yazmıştı.
Elbette aynı demografinin bir parçası olarak kalmış ama Saroyan kadar ‘şanslı’ olmayanlar da vardı. Kim bilir onların sayısı belki de on binleri buluyordu. Tıpkı bütün ömrünce Arapgir’e hasretini konuşan ama ziyaret etmeye ‘takati’ kalmamış ve hatta kendini mahkemeye verip adının ‘Neriman’ olarak değiştirilmesini isteyen Vartani gibi. Onların büyük çoğunluğu ‘hatun ya da er kişi niyetine’ camilerden son yolculuklarına uğurlanmışlardır. Ama ardından kısık seslerle kimlikleri konuşularak. Özetle sosyolojik bakışla şehir demografileri işte böyle dramatik öykülerin toplandığı bir depo gibidir. Görmek için kapısını açmak lazım.
/././
Beşikten mezara vahşet (Timur Soykan)
Okuyacağınız vahşet zinciri, Türkiye’de 32 yıl boyunca devam etti.
Vildan İnce ve kardeşi Dilan (kimliğinin belli olmaması için ismini değiştirdim) törenin, kan davasının, cinayetlerin, erkek egemen toplumun barbarlığının içine doğmuştu.
Aslen Diyarbakır Hazro’luydular. Ama aileleri kan davası nedeniyle devlet tarafından Kırşehir’in Kaman ilçesine bağlı Bayramözü köyüne yerleştirilmişti. Vildan ve Dilan burada büyümüştü.
Dilan, 30 Aralık 2020 günü öğle saatlerinde Bayramözü köyündeki evin penceresinden dışarı bakıyordu. 15 yaşındaydı. Beyaz otomobilin köye girdiğini gördü. İçinde ablası Vildan’ın olduğunu biliyordu. Tedirgindi, onu ailesinin öldürmesinden korkuyordu. Vildan bir ay önce evden kaçmıştı. Beyaz otomobil evin bahçesinde durdu. Çok soğuktu, kar yağıyordu. Vildan ile birlikte büyük ablası Hatice Sesigüzel ve eniştesi otomobilden indi. Birkaç dakika sonra ikinci otomobil geldi. Bu arabada ise ilk kez gördüğü Osman Çelik vardı. Ağabeyi Recep İnce onu getirmişti.
‘OSMAN İLE KAÇACAĞIM’
Bir ay önce ablası Vildan, Dilan’a Osman ile birbirlerini sevdiklerini, onunla kaçacağını söylemişti. Ablasını en iyi o anlardı. Çünkü ablasıyla kader ortağıydı. O da ablası gibi beşik kertmesi olarak halasının oğluna verilecekti ve onunla evlenmek istemiyordu. Vildan 5 yıl önce, 18 yaşındayken beşik kertmesi olduğu amcasının oğlu ‘Paşa’ lakaplı Resul İnce’yle imam nikâhıyla evlendirilmişti. Kaman ilçesindeki bir evde yaşıyorlardı. Kasım 2020’de 23 yaşındaki Vildan ile Kaman’da su tesisatı işi yapan 23 yaşındaki Osman kaçtılar. Antalya’ya gittiler ve burada resmi nikah kıyarak evlendiler. Vildan telefonla sadece Dilan’ı arıyor ve onunla konuşuyordu. Annesini, babasını ve diğer kardeşlerini soruyordu. 8 kardeşlerdi.
AİLE MECLİSİNİN ÖLÜM TUZAĞI
28 Aralık 2020 günü, yani korkunç olaydan iki gün önce Vildan, annesi Kadriye İnce’yi telefonla aradı. Osman ile evlendiklerini söyledi. Aile meclisi ölüm kararı almıştı. İddianameye göre; Kadriye İnce ve Vildan’ın ablası Hatice Sesigüzel planı uyguluyordu. Vildan’a babasının hasta olduğunu ve onları bağışladığını söylediler. “Osman ile gelin, babanın elini öpün” dediler. 30 Aralık 2020 günü Vildan, Kaman’daki devlet hastanesi önünde ablası Hatice Sesigüzel ve eniştesiyle buluştu. Osman ise kendi ailesinin evine gitmişti. Onu da köye götürmek için Vildan’ın ağabeyi arabayla geldi. Vildan ve Osman, köydeki eve girerken köyün içinde ‘Paşa’ lakaplı Resul İnce’nin pusuda beklediğini bilmiyorlardı. Dilan’ın da aile meclisinin kararından haberi yoktu. Ablasına sarılmıştı. Vildan evde babasının hasta olmadığını gördü ve şüphelenmişti. Yine de elini öpmek istedi. Babası Veysi İnce ne Vildan’ın ne de Osman’ın elini öpmesine izin vermedi.
OSMAN’IN AĞZINI BAĞLADILAR
Bu sırada Dilan, ‘Paşa’ ile Vildan’ın ağabeyi Ramazan İnce’nin eve ellerinde büyük sopalarla girdiğini gördü. Osman’ı kalın odunlarla dövmeye başladılar. Veysi İnce ise kızı Vildan’a sopayla vuruyordu. Vildan’ın diğer iki erkek kardeşi de seyrediyordu. Dilan, dehşet içinde bir köşeye sığınmış, çığlık atıyordu. Osman’ın bıçaklandığını ve kanlar içinde kaldığını gördü. İki ağabeyi, kanlar içinde kalan Osman’ı kollarından tutarak banyoya götürmüştü. Ardından banyoya Paşa ve en büyük ağabeyi Ramazan İnce girdi. Kıyafetlerini çıkarttıkları Osman’ın ellerini ve ayaklarını iple bağladılar. Ardından Vildan’ın başındaki eşarbı aldılar. Banyoda Osman’ın ağzını bu eşarp ile bağladılar. Osman’ın “Ramazan abi yapmayın” diye bağırışları duyuluyordu. Tuvalet pompasının sapıyla Osman’a cinsel istismar girişiminde bulundular ve bunları cep telefonuyla kaydettiler.
LEĞENLERE YATIRDILAR
Ramazan İnce, banyodan çıkıp telefondaki görüntüleri Vildan’a gösteriyor ve “Al bak kocanın haline… Kocana ne yaptık” diyordu. Daha sonra Osman’ı banyodan çıkarıp gövdesini leğene yüzüstü yatırdılar. Artık havanın kararmasını bekliyorlardı. Dilan, kanlar içindeki adamı ve yaralanmış ablası Vildan’ı ağlayarak izliyordu. Çaresizdi... Akşam karanlığı çökünce Osman’ı giydirdiler. Güçlükle ayakta duruyordu, çok kan kaybetmişti. Vildan’a, Dilan’ın kırmızı hırkasını giydirdiler. Dilan, babası Veysi İnce, üç ağabeyi, Paşa ve halasının oğlu Berhuda İrten’in, Vildan ile Osman’ı köyün dışındaki ormanın zifiri karanlığına doğru yürüyerek götürmelerini seyretti. Vildan ve Osman, ölüme teslim olmuş gibiydi, sessizlerdi.
‘OSMAN’I ÖLDÜR DEDİK’
Bir saat sonra 6 erkek geri döndüklerinde Vildan ve Osman yoktu. Dilan, babasının annesiyle konuşmasını duydu. “Ömerkahya köyü ormanında çeşmenin oraya cesetlerini bıraktık” demişti. Beşik kertmesi Berhuda İrten, Dilan’ın yanına gelip cinayetleri anlattı. “Vildan’ın eline tabancayı verip Osman’ı öldürmesini söyledik. Vildan ateş etmedi. Paşa önce Vildan’ı 3 kurşun sıkıp öldürdü, Osman’a 6 el ateş etti” dedi. Bu sırada anne Kadriye İnce, baba Veysi İnce’ye “Keşke cesetleri suya atsaydınız” diyordu.
Cesetlerin ormana bırakıldığını duyan Dilan, sabah Berhuda İrten ile konuştu. “Gidip bak, belki ölmemişlerdir” dedi. Berhuda gidip baktı ve cesetlerin aynı yerde olduğunu söyledi. Veysi İnce, sabah oğlu Recep’e cesetleri gömmelerini söyledi. Dilan bu kez ağabeyi Recep İnce, beşik kertmesi Berhuda ve halasının eşi Mehmet Sesigüzel’in ellerinde kazma ve küreklerle ormana doğru gidişlerini seyrediyordu. Cesetleri gömdüler.
‘İYİ ÇEKİN PİŞMAN DEĞİLİM’
Bu sırada Osman’ın babası, jandarmaya başvurdu. Jandarma ekipleri, Berhuda’nın gösterdiği yerde cesetleri buldu. Baba Veysi İnce, anne Kadriye İnce, ağabeyler Ramazan İnce, Resul İnce, Recep İnce, abla Hatice Sesigüzel, enişte Mehmet Sesigüzel ve Berhuda İrten tutuklandı.
Hepsi aile meclisi kararı olmadığını, cinayetleri ‘Paşa’ lakaplı Resul İnce’nin işlediğini söyledi. Paşa ise kayıplara karışmıştı. 3 ay sonra Kayseri’de çobanlık yaparken yakalandı. Emniyetten çıkartılırken gazetecilere “İyi çekin. Pişman değilim. Aklım yapmadıklarımda. Namus meselesi” dedi. İfadesinde ise cinayeti Vildan’ın babası ve ağabeylerinin işlediğini öne sürdü.
‘BENİ DE EVLENDİRECEKLER’
Bu vahşetle ilgili iddianamede Dilan’ın pedagog eşliğinde alınan ifadesi vardı. Yaşadıklarını, tanık olduklarını anlattı. Son olarak şöyle dedi: “Ailem ablam Vildan gibi beni de beşik kertmesi yaptılar. Beni zorla Berhuda İrten ile evlendirecekler. Bu evliliğe rızam yoktur. Ben bundan sonra ailemle yaşamak istemiyorum.” Osman Çelik’in ailesinin avukatı Sinem Oktar Toksari ile konuştum. Dilan’ın, Aile ve Sosyal Hizmetler Bakanlığı tarafından koruma altına alındığını ve kimliğinin değiştirildiğini anlattı. Yargılama sürecinde bir kız kardeşi sürekli olarak Dilan’a ulaşmaya çalışmıştı. Amacı; Dilan’ın ifadesini değiştirmesiydi. Ama başaramadı.
YAŞANANLAR GİZLENDİ
Ancak iddianamede çok önemli bir gerçek gizlenmişti. İddianamenin sadece bir yerinde ‘Paşa’nın hakkında yakalama kararı olduğu için Vildan ile resmi nikâh kıyamadığı anlatılmıştı. Bu suçun içeriğine çok önemli olmasına rağmen değinilmemişti. Bu; bir katliamdı. 1988 yılında Diyarbakır Hazro’nun Meşebağlar köyünde İnce ve Zeren aileleri arasında kan davası başlamıştı. Kan davasının devamında 2006 yılında Diyarbakır’da Abdulkadir Zeren öldürüldü. Kalabalık olan İnce ailesinin fertleri, devlet tarafından Mersin Tarsus ile Taşucu ilçeleri ve Kırşehir Kaman’a yerleştirildi. 9 Şubat 2007’de Zeren ailesinden 3 kişi Mersin Tarsus’a gelerek İnce ailesine pusu kurdu ve silahlı saldırıda Ömer İnce’yi öldürdüler. İki kişi ise yaralandı. Ömer İnce, ‘Paşa’ lakaplı Resul İnce’nin ağabeyiydi.
ÜÇ YILDIR ARANIYORDU
5 kişinin katilleri teslim oldu, ‘Paşa’nın üzerinde cinayet silahlarından biri vardı. Katliam davası uzun sürdü. Paşa, suç tarihinde 14 yaşında olduğu için 5 yıl tutuklu kaldıktan sonra tahliye edildi. 19 yaşında cezaevinden çıkmış ve kan davası nedeniyle ailesinin göç ettiği Kırşehir Kaman’a gelmişti. Tutuksuz yargılanırken 2017 yılında 69 yıl hapis cezasına çarptırıldı ve hakkında yakalama kararı çıkarıldı. Ancak Kırşehir Kaman’da, ailesinin yanında olmasına karşın yakalanmadı. Hatta 2015 yılında, Vildan 18 yaşına gelince imam nikahı kıymışlardı. İddianamede bir katliam failinin 3 yıldır aranmasına karşın yakalanmaması gizlenmişti. Ve iki kişiyi daha katletmişti. Yargılama sonucu Vildan Çelik’in babası Veysi İnce, kardeşleri, Resul, Recep ve Ramazan İnce ve ‘Paşa’ lakaplı Resul İnce’ye “töre saikiyle öldürme” suçundan 2’şer kez ağırlaştırılmış müebbet cezası verildi. Ayrıca Ramazan, Resul İnce ve Paşa, Osman Çelik’e cinsel saldırıya teşebbüs suçundan 10’ar yıl hapisle cezalandırıldı. Şimdi katiller hapiste. 3 yıldır aranan Paşa yakalansaydı belki Vildan ve Osman Çelik hayatta olacaktı. Dilan ise koruma altında. Tanık olduğu vahşetten, yaşadığı acılardan sonra kimsenin bilmediği bir yerde yeniden hayata başlıyor.
KAN DAVASI KATLİAMI
7 Nisan 2008 günü Ömer İnce’nin intikamı için Paşa, iki ağabeyi ve bir akrabaları Mersin Tarsus’a geldi. Paşa o sırada 14 yaşındaydı. Ona da silah vermişlerdi. Zeren ailesi ile akraba olan İklik ailesinden 4 kardeşin bulunduğu kahvehaneye silahla girip kurşun yağdırdılar. 4 kardeşi öldürüp kaçtılar. Ayakkabı boyacılığı yapan 12 yaşındaki Vedat İklik, silah seslerini duyunca kahvehaneye koşmuş ve babası Bahri İklik’in cansız bedenine sarılarak gözyaşı dökerken kan yüzüne bulaşmıştı. Bu sırada İnce ailesinden bir kişi, Tarsus’daki bir başka adreste pusu kurmuştu. Burada Abdullah İklik’i tabancayla öldürdü.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder