Patronların sessiz istifası…(Ali Ufuk Arikan)
"Patronların sessiz istifasına değil, gürültülü kaçışına ihtiyacımız var."
Türkiye’de asıl olanın, gerçeğin üzerinde koskoca bir örtü var. Bu örtü, aleni olanı görmemizi büyük bir maharetle engelliyor.
Bazense bu örtünün sahibi olan sınıf, aleni olanı görmemizi kolaylaştıracak açıklamalar yapmayı beceriyor, iyi ki.
Başlıktaki konuya gelmeden biraz veriyle başlayalım…
- Türkiye’de nüfusun büyük çoğunluğu açlık ve yoksulluk sınırının altında yaşıyor. Bir rapora göre yoksulluk sınırının altında yaşayanların sayısı 30 milyonu aştı, TÜİK’e göre ise Türkiye’de yoksul sayısı 11,6 milyon oldu.
- Emekliler başlığı malum. Onlar için ölüm sınırında bir maaşla hayata tutunmaya çalışılan bir ülke haline geldi Türkiye. Açlık sınırı 17 bin liraya dayanmışken, milyonlarca emekli 10 bin lirayla gerçek anlamıyla bir hayatta kalma kavgası veriyor.
- Dün 23 Nisan’dı. Çocukların neler yaşadığını yalnızca şu veriler özetlemeye yetiyor: Son 10 yılda 14 yaş ve altı 234, 15-17 yaş arası ise 437 çocuk olmak üzere toplamda 671 çocuk işçi hayatını kaybetti!
- Son verimiz de patronlara dair olsun. Sadece Koç Holding’in 2023 geliri 54,5 milyar dolar.
Bu notlar var olan iki sınıfı ve bu iki sınıfın olası dertlerini çok iyi özetliyor sanıyoruz. Şimdi yazının başlığı olan konumuza gelelim.
Böyle bir düzenin hüküm sürdüğü Türkiye’de, bir patron çıkıyor ve “çalışanların sadakat sorunu” olduğunu, bundan yorulduklarını, maruz kaldıkları stresten muzdarip olduklarını söylüyor ve patronların şirketlerini kapatarak ‘sessiz istifa’ süreci içinde olduklarını dile getiriyor.
Ne kadar acıklı değil mi!
Gelin şimdi bu sözün detaylarına bakalım…
‘Tüm iş dünyasını saran sözler'
Fark Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Ahu Büyükkuşoğlu Serter, geçtiğimiz günlerde bir konuşma yapıyor ve Türkiye’nin ‘en çok satan’ gazetelerinden biri tarafından bu açıklama manşet sayfasına taşınıyor.
Haberde Serter’in konuşmasının “başta reel sektör olmak üzere tüm iş dünyasını, sosyal medyayı sardığı” dile getiriliyor.
Serter’in bu konuşmasının bir gerçeğin fark edilmesini sağladığı belirtiliyor ve şu sözleri aktarılıyor: “Sadece çalışanlar istifa etmiyor. Patronlar da sessizce istifa ediyor. Şirketlerini satıyorlar. Bu da bir istifa.”
Yukarıdaki veriler düşünüldüğünde, gerçekten bir şaka yapıldığı düşünülebilir ama Serter ve ilgili gazete bu 'büyük sorun' konusunda oldukça ciddi, bir de görüş alıyorlar bu ses getiren konuşmaya ilişkin.
Biz Serter’le devam edelim:
“Patronların istifa etmesinin çok fazla boyutu var. İş, sadece kâr ve para kazanmak değil, insan yönetimi boyutu da önemli. Son dönemde sıklıkla bahsedilen çalışan sadakatinin azalması, patronlarda duygusal yorgunluğa neden olabiliyor. Bu nedenle ‘duygusal istifaların’ arttığını söylemek mümkün.”
Haber, patronların tükenmişlik içinde olduğu, stres altında kaldığını, yorulduğunu söyleyip duruyor.
Peki, neden?
Son dönemde sıklıkla bahsedilen çalışan sadakatinin azalmasından!
Sadakatten şikayet eden patron ve bazı inciler
Şimdi haberin kaynağı olan sözlerin sahibini biraz yakından tanıyalım mı, tam da bu noktada...
Serter’e dair ilgili haberde yer alan bir tanıtım notuyla başlayalım: “Geçtiğimiz aylarda otomotiv yan sanayinin ihracat şampiyonu şirketlerinden Fark Holding’in Yönetim Kurulu Başkanı Ahu Büyükkuşoğlu Serter..."
Holding’in yıllık cirosu, bilinen son verisiyle 250 milyon avro. Şirket’in başındaki Ahu Büyükkuşoğlu Serter, “Fortune En Güçlü 50 İş Kadını” listesinde 17. sırada yer alan bir isim.
Serter’in motosiklet tutkusu ve Afrika’yı keşfetme isteğine ise yazı kapsamında girmeye gerek duymuyoruz.
Başa dönüp verileri hatırlatmak yersiz, ama 250 milyon avroluk yıllık gelire sahip bir patronun ‘sadakatsiz’ diye şikayet ettiği işçilerinin durumuna da bakmak gerekmez mi?
Yoksulluk sınırının giderek arttığı bir ülkede, üstelik gelir rekorları kıran bir şirketten, maaş zammı ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi talebinde bulunulması, sanıyoruz Ahu Hanım tarafından stres kaynağı ve çalışan sadakatsizliği olarak görülmüş.
Tam da bu nedenle geçtiğimiz yıl, hakları için mücadele eden 650 işçi, üstelik de tazminatsız şekilde işten çıkarılmış.
İşten çıkarmayı yapan firma Mata Otomotiv, bu firmanın en büyük hissedarı Farplas Otomotiv, bu firmanın başındaki kişi de Ahu Büyükkuşoğlu Serter.
Ne büyük stres ama!
Habere konu olmayanlar
Fark Holding’in önünde “Ey patronlar siz bu fabrikayı küçücük bir atölyeyken bu safhaya bugün sokağa bıraktığınız işçilerle getirdiniz” diyerek işten çıkarmalara tepki gösteren emekçiler, henüz Ahu Büyükkuşoğlu Serter’in sessiz istifasına neden olmamış görünüyor.
Serter, kar rekorlarıyla haberlere konu olmaya devam ederken, bir yandan da patronların yaşadığı “dramları” anlatıp çok satan gazetelere haber konusu oluyor.
Peki, ne mi yeterince haber olmuyor?
İşçiler hakları için sendikalı olduklarında, “Ahu Hanım yurtdışında, talepleriniz için onun dönüşünü bekleyelim” deyip, 150 işçiyi bir otele çağırıp hırsızlık, mala zarar verme gibi iftiralarla işten atmak yeterince haber olmuyor!
Ahu Hanım’ın, sendikanın çoğunluğu sağladığı şirketleri kapatıp yenisini kurması da haberlerin satır aralarında kalıyor, çok satan gazetelerin kadrajına girmiyor.
Önlem için işçileri istihdam büroları üzerinden çalıştırıp, sendikanın aldığı yetkiyi boşa düşürmeye çalışan bir firma ve onun patronunun bu özellikleri yeterince haber olmuyor.
Sessiz istifaya değil, gürültülü kaçışlara ihtiyacımız var
Mücadelenin üzerine örtülen örtünün sahiplerinden biri Serter. Patronların ne kadar dertli olduğunu, sessiz istifalara sürüklendiklerini anlatıyor, basın da bu büyük derdi haber yapıyor.
Kimse tazminatsız şekilde işten atılan 650 emekçiyi, işçilerin bir sendikada örgütlenmesini engellemek için atılan taklaları görmesin istiyorlar.
Onlara göre görünecek olan tek şey, sadakatsiz çalışanlar nedeniyle şirketlerini satmak zorunda kalan patronların yaşadığı stres, yorgunluk ve tükenmişlik!
Patron pişkinliğinin bu haberden daha açık bir kanıtı olur mu?
Patronların sessiz istifasına değil, gürültülü kaçışına ihtiyacımız var.
Bunun anahtarını elinde tutan sınıfın, Türkiye işçi sınıfının önünde şimdi 1 Mayıs var. 1 Mayıs’ta ‘sessiz istifa’ palavralarına, halka kemer sık diyenlere karşı örgütlü gücümüzü, direncimizi büyütmek için meydanlara!
/././
Şimşek’in 'local'leri, egemenliğin sahipleri (Fatih Yaşlı)
''Tüm o rasyonellik, nesnellik, ideolojiler üstülük iddialarının, tüm o teknokratik/bürokratik tavrın arkasında aslında bir ideoloji var: sermayenin ideolojisi.''
Mehmet Şimşek, sonradan silmek zorunda kalsa da, yoksul ailelere yaptığı ziyaretleri sosyal medya hesabından “fakir aile ziyareti” diyerek paylaşıyordu bir ara. Safariye çıkan Avrupalı bir turist, yerli kabilesini ziyaret eden bir sömürgeci, hayvanat bahçesine ya da sirke gitme kıvamında bir heyecan, hepsi vardı bu tabirde.
Danışmanlar önüne günün programını koyuyor: "20.00-23.00 arası fakir aile ziyareti", iki üç yoksul evine girip çıkıyorsun, pozlar veriliyor, üç kuruşluk yardımda bulunuluyor, sonra işe güce, yani bizzat o yoksulluğu yaratan düzenin çarklarının dönmesi için çalışmaya devam.
Şimşek’in kendisi de muhtemelen bu tabiri yadırgamıyordu; çünkü konuşan kanlı canlı bir varlık olarak kendisi değil, küresel sermayeydi, şirketlerdi, ekonomi bürokrasisiydi, IMF’ydi. Buz gibi, robotlaşmış, kendi türsel varlığına yabancılaşmış o dil için “fakir aile ziyareti” tabirinin “cari açık” ya da “faiz dışı fazla” demekten pek de bir farkı yoktu.
Aynı dil geçtiğimiz günlerde bir kez daha çıktı karşımıza. Şimşek ABD’de yatırımcıları ikna görüşmeleri yaparken “locals” dedi ve ortalık karıştı. Şimşek bu sözcüğü “yerel halk” anlamında mı yoksa kendisinin iddia ettiği üzere “yerli yatırımcı” anlamında mı kullanmıştı peki? Son kertede bunun bir önemi yok, nihayetinde konuşan yine holdinglerdi, küresel şirketlerdi, finans kapitaldi, ekonomi bürokrasisiydi. Yani bir bütün olarak piyasa konuşuyordu.
İnsanın yabancılaşmasının ve bizzat kendisinin yarattığı ama kendisine dışsal hale gelmiş güçler tarafından esir alınmasının zirve noktası olarak piyasa…
Milyarlarca kişinin her gün kredi kartı borcunu, tüketici kredisi borcunu, araba kredisi borcunu, ev kredisi borcunu ödemek için köle misali çalıştığı ama sürekli yeniden borçlandığı, borcun pranga misali ayağına geçirildiği, insan denilen canlı türünün hayatının ve kaderinin bütünüyle dövizdeki, faizdeki, para girişlerindeki iniş ve çıkışlara bağlı hale geldiği, azınlığın çıkarları adına milyarların köleleştirildiği bir düzen yani.
Kapitalizm, insanın kendi kaderinin efendisi olmaktan çıktığı, kendisine yabancı güçlerin boyunduruğu altına girdiği, faiz oranlarının, döviz kurunun, borsanın, sıcak para akımlarının egemenliğine tabi olduğu sistemin adıdır. Burada kişi biyolojik varlığıyla, duygularıyla, zihniyle, bir bütün olarak varoluşundan kaynaklanan egemenliğini yitirmiştir, kendine yabancılaşmıştır ve özgür değildir, burada olsa olsa bir “özgürlük yanılsaması” vardır.
Buradan “ulusal egemenlik” meselesine gelelim. “Ulus” denilen kolektif kimliğin modern zamanların bir ürünü olduğunu biliyoruz. Milliyetçilik literatüründe sıkça zikredilir: “Uluslar, ulus-devletleri değil, ulus-devletler ulusları inşa etmiştir” diye. Sahiden de uluslar, devletler tarafından eğitimle, askerlikle, kitle iletişim araçlarıyla, milliyetçilik adlı ideolojiyle icat edilmiştir; bir kişinin kendisini bir ulusun mensubu sayması ve örneğin bununla gurur duyması doğal ve evrensel değildir yani, yapay ve tarihseldir, bir inşa sürecinin ürünüdür.
Uluslar ortaya çıkana kadar egemenliğin kaynağı tanrı, sahibi de kral, padişah, imparator vesaireydi. Tıpkı ulus gibi modern, yeni bir kavram olan “ulusal egemenlik” ise egemenliğin kaynağının gökyüzünden yeryüzüne inmesi, seküler bir kolektif özneye ait olması, yani ulustan, halktan kaynaklanması anlamına geliyordu. Egemenliği kullanan artık ister kral olsun ister parlamento, referans olarak ulusu, halkı göstermeye, iktidarının meşruiyetini ona dayandırmaya mecburdu. Bu ise tarihsel olarak bir ilerlemeye tekabül ediyordu.
İşte 23 Nisan 1920’de Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılması ve duvarına “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” yazılması da bu topraklar için tartışmasız şekilde tarihsel bir ilerlemedeydi. Artık egemenliğin kaynağı gökyüzü olmadığı gibi mekânı da saray değil meclisti. Milli Mücadele “millet”e referansla verilecek ve TBMM tarafından yönetilecek, yeni bir ülke de yine “ulusal egemenlik” esasına dayalı olarak kurulacaktı.
Uluslaşma ve egemenliğin kaynağının değişimi insanlık için son derece önemli bir tarihsel ilerlemedir evet ama bir de bu sürecin diğer yüzü vardır. Ulus, sınıflı bir toplumda yaşadığımız gerçeğini örtbas etmenin en işlevsel aracıydı. Aslında çıkarları ortak olmayan ezenlerle ezilenlerin, yönetenlerle yönetilenlerin, sömürenlerle sömürenlerin “ulus” kimliği ve “ulusal çıkar” kavramı altında birleştirilmesi, kapitalist sömürü ve tahakküm ilişkilerinin görülemez hale getirilmesi ve sınıf mücadelelerinin bastırılması için olmazsa olmaz bir nitelik taşır. Milliyetçilik adlı ideoloji bu anlamda gözlere indirilmiş bir perdedir.
Öte yandan ulus ve ulusal egemenlik, uluslararası sistemin hakikatini de gizlemek açısından önemlidir. Uluslararası sistem güya birbirine eşit birimler olan ulus-devletlerden oluşmaktadır ama bu da büyük bir yalandır. Çünkü kapitalizm sadece ulusal sınırlar içerisinde değil uluslararası sistemde de eşitsizlikler yaratarak yoluna devam eder ve bu da bağımlılık ilişkilerini beraberinde getirir. Sistem, tıpkı ulusal sınırlar içerisinde küçük bir azınlığın çıkarlarının gözetilmesi üzerine olduğu gibi uluslararası düzlemde de başını ABD’nin çektiği bir grup emperyalist devletin çıkarlarının gözetilmesi üzerine kuruludur.
Şimdi burada tekrar Şimşek’i, “fakir aile ziyareti”ni ve “locals”i hatırlayalım. Şimşek’in konuştuğu dilin küresel sermayenin dili olduğunu söyledik. Şimşek bir sınıf adına, o sınıfın çıkarları adına konuşuyor. Tüm o rasyonellik, nesnellik, ideolojiler üstülük iddialarının, tüm o teknokratik/bürokratik tavrın arkasında aslında bir ideoloji var: sermayenin ideolojisi.
Şimşek’i, IMF ve Dünya Bankası bürokratlarını, holding profesörlerini, finansçıları içinde yaşadığımız Matrix’in “Ajan Smith”leri gibi düşünebilirsiniz. Amaçları küresel sermayenin ideolojisini insanlığa rasyonel, nesnel, bilimsel vs. diye pazarlamak ve böylece sermayenin bireyler, sınıflar, halklar, uluslar üzerindeki tahakkümünün, egemenliğinin devam etmesini sağlamak, köleleştirilmiş insanlığın köleliğini daha da perçinlemek.
Peki bu kölelik halinden kurtulmak mümkün mü? Buradan yeniden kendi kaderinin efendisi, kendi hayatının egemeni olarak çıkmak mümkün mü?
Elbette ki mümkün, bunun için ise bu kölelik halini yaratan maddi zemini, maddi ilişkileri ve somutluğu görmek gerekiyor. Bugün paranın, piyasanın ve sermayenin egemenliği insanın köleliğinin maddi zeminini oluşturuyor. Yani bir sınıfın egemenliği diğer sınıfın egemenliğinin gasp edilmesi, onun yaşamına paryalaşmış, köleleşmiş bir şekilde devam etmesini gerektiriyor.
O halde köleliğe itiraz, sermaye sınıfının egemenliği üzerine kurulu bu sisteme, kapitalizme itirazdan geçiyor. Ancak azınlığın üretim araçları üzerindeki mülkiyetinin ve sömürü ilişkilerinin ortadan kalktığı bir dünyada, ancak üretimin kâr etmek için değil tüm toplumun çıkarları adına gerçekleşmesi durumunda, ancak üretimin bu doğrultuda bir plan esasına dayanması durumunda insan kendi kaderinin efendisi, kendi biyolojik ve zihinsel egemenliğinin sahibi haline gelebilir.
İnsan, kayıtsız şartsız egemenliğini ancak kendi yarattığı zenginliği yine kendi eliyle eşit ve adil bir şekilde bölüşecek bir dünyayı kurduğunda kazanabilir.
Kölelikten kurtuluş, paranın saltanatından kurtuluştur.
/././
Küba Çocuk Tiyatrosu La Colmenita Türkiye’de: 'Tüm çocukların katılabileceği bir oyun alanı'(GÖKSUN ÖZHAN)
Türkiye’de bulunan La Colmenita “Küçük Arı Kovanı” Çocuk Tiyatrosu Kumpanyası’nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata anlattı: 'Çocuk oyuncular değil, oynayan çocuklar'2008 yılında Devlet Tiyatroları’nın, 2010’da José Marti Küba Dostluk Derneği’nin davetlisi olarak Türkiye'ye gelen dünyaca ünlü Küba Çocuk Tiyatrosu La Colmenita (Küçük Arı Kovanı) bir kez daha 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı vesilesiyle Türkiye'ye geldi.
2007 yılından beri UNICEF'in iyi niyet elçisi olan La Colmenita, 23 Nisan Küçük Hanımlar Küçük Beyler Uluslararası Çocuk Tiyatroları Festivali‘nde Devlet Tiyatroları’nın davetlisi olarak Ankara ve İstanbul’da dört farklı oyun sahneleyecek.
La Colmenita'nın kurucusu ve direktörü Carlos Alberto Cremata (Tin) ile bir söyleşi gerçekleştirdik.
Merhabalar, bir Devlet Tiyatroları organizasyonu olan 19. Küçük Hanımlar Küçük Beyler Tiyatro Festivali için geçtiğimiz hafta ülkemize geldiniz. Hoş geldiniz. Oyunlarınızı izlemek isteyen yüzlerce çocuk ve erişkin ile Küba dostlarını çok mutlu ettiniz.
Festival kapsamındaki ilk oyununuzu pazar günü İstanbul’da AKM’de sergilediniz. Önümüzdeki günlerde ise Ankara’da yoğun bir programınız var. Her şeyden önce tüm ekibe bu güzel ve yoğun programda kolaylıklar diliyoruz.
La Colmenita ile ilgili merak ettiğimiz pek çok şey var. İzninizle en temel sorularla başlayalım: La Colmenita ne zaman kuruldu?
Her şey, 14 Şubat 1990’da başladı. Herkesin bildiği gibi, 14 Şubat “Sevgililer Günü”dür. Projemizin böyle bir günde başlamış olması, yaptığımız şey açısından çok anlamlı. Şöyle ki, 1990 yılı Küba’da “Özel Dönem” dediğimiz çok zorlu bir ekonomik kriz döneminin başlangıcıdır. Kübalılar olarak bu dönemde maddi anlamda dibe vurduğumuzu söyleyebilirim. Kübalı müzisyen Silvio Rodríguez “Şiddetli kriz anlarından olumlu şeyler doğar” der. La Colmenita da işte bu olumlu şeylerden biriydi. Ülkece yaşadığımız muazzam güçlüklere yanıt olarak ortaya çıkan, bu krize sevgi sayesinde cevap üreten, çok güzel bir şeydi.
Bu umutlu bakış açısı ve ilham verici örnek için teşekkürler! Ama ben her şeyin spesifik olarak nasıl başladığını da merak ediyorum…
Ben Sovyetler Birliği zamanında Ukrayna’da pedagojik bilimler alanında üniversite okudum. Sonra Küba’da güzel sanatlar akademisinde tiyatro yöneticiliği alanında ikinci bir üniversite eğitimi daha aldım. Rahmetli annem Küba’da oldukça tanınan biridir. Çünkü o, ülkedeki ilk çocuk televizyon kanalının kurucusuydu. Çocukların da oyuncu olarak görev aldığı TV programlarının yapımcısıydı. Ben tiyatro kökenliyim, annem ise TV kökenli. Normalde bu iki farklı disiplin birbiriyle pek kesişmez, hatta tiyatrocularla televizyoncular birbirleriyle pek anlaşamazlar. Bense, kariyerimin başlangıcında genç oyuncularla çalışan bir tiyatro yönetmeniyken, bir yandan da ekranda annemin üreticisi olduğu çocuk yapımlarını izlemekten büyük heyecan duyuyordum. Giderek, bu yapımlarda yer alan çocuklarla birlikte sahnelemek için senaryolar yazmaya başladım.
Çocuklarla yaptığımız ilk tiyatro denemesinde büyük başarı elde ettik. Yirmi çocuktan oluşan bir grupla Havana’daki beş bin seyircili Karl Marx Tiyatrosu’nda sahnelediğimiz oyun büyük bir başarı elde etti. Bu başarı kartopu gibi büyüdü ve ben de gençlik tiyatroları yönetmekten ziyade sadece çocuklarla çalışan bir tiyatro yönetmeni olmaya doğru evrildim.
Ama La Colmenita’da esas amacınızın tiyatrocu yetiştirmek olmadığını hep vurguluyorsunuz.
Küba’da eğitim sisteminin her seviyesinde, ressamlar, müzisyenler, oyuncular, dansçılar yetiştiren sanat okulları vardır ve bunların sayısı çoktur. La Colmenita ise bir sanat okulu değildir. Giriş sınavları, elemeleri yoktur. İsteyen tüm çocukların katılabileceği bir oyun alanıdır.
Benim çok inandığım bir şey var: Tiyatro herkesindir. İsteyen herkesin sığabileceği bir yerdir tiyatro sahnesi. O yüzden biz sadece yetenekli çocukları kabul eden bir topluluk değiliz. Çok yetenekli bir çocuk, başrol oynayarak, şarkı söyleyerek sahnede öne çıkabilir. Ona göre daha az yetenekli olan bir başkası, sahnenin biraz daha arkasında bir rol alabilir. Sahne korkusu olup sahneye çıkmak istemeyen bir çocuk, sahne yanlarında perdenin arkasından, hatta seyircinin arasına karışıp tezahürat ederek arkadaşlarını destekleyebilir. Ayrıca her şey sahnede seyirci karşısına çıkmak da değildir, provalar sırasında da pek çok sahneleme fikirleri, şiirsel buluşlar, müziksel yaratılar ortaya çıkar. Bazı çocuklar da yaratıma bu şekilde katkıda bulunur. Çünkü tiyatro kolektif bir sanattır.
'Çocuk oyuncular değil, oynayan çocuklar'
Bazı çocukların yaşları çok küçük. Henüz oyun çağındalar. Bu durum “küçük yaşta başlamanın” öneminden mi kaynaklanıyor?
Bakın, birçok dilde “oynamak” kelimesi hem oyun oynamak hem de sahnede bir şey canlandırmak anlamına gelir. Bana kalırsa bunu en iyi anlayan da çocuklardır. Bir anekdot anlatmak istiyorum. Lizbon’da yaptığımız bir temsilin ardından, Portekiz’in önde gelen tiyatro yönetmenleri ile bir buluşmaya katılmıştık. Çocuk tiyatrosu konusunda ülkenin en tanınmış isimlerden biri de oradaydı. Epeyce yaşı ve deneyimi olan bu kişi, çocuk tiyatrosunun yetişkinler tarafından yapılıp çocuklara sunulması gereken bir şey olduğunu savunmasıyla tanınıyor ve çocuklara sahnede rol verilmesinin “onları manipüle etmek” anlamına geldiğini düşünüyordu. Ve bu kişi, o buluşmada şöyle dedi: “La Colmenita’yı izledikten sonra, hayatımda ilk kez farklı düşünüyorum, çocukların yapacağı bir tiyatronun mümkün olabileceğini düşünüyorum artık.” Böyle dedi; çünkü La Comenta’da “çocuk oyuncular” değil “oynayan, eğlenen çocuklar” görmüştü.
Dolayısıyla, biz çocuklardan oyuncu yetiştirmeyi amaçlayan profesyonel bir topluluk değiliz. Nasıl ki spor ve fiziksel aktivite bedeni geliştiriyorsa, sahnedeki bu aktivitelerle de çocukların manevi dünyalarını geliştirmeyi amaçlıyoruz. La Colmenita’ya katılan her çocuk en az bir müzik aleti çalmayı öğrenir, ama bu amaç değildir, bu sadece bir “bahane”dir! Bunları yaparken insani değerleri birbirimize bulaştırmayı, daha iyi yurttaşlar olmayı, daha iyi insanlar olmayı amaçlarız.
Biz yola çıktığımızda bir sanat projesi olarak adlandırılıyorduk; ama 35 yılımızı doldurmak üzereyken, geriye dönüp baktığımda daha ziyade pedagojik bir proje olduğumuzu söyleyebilirim. Amacımız, bazı değerlerin tohumlarını ekmek. Ve bu konuda rüştümüzü ispat ettiğimizi düşündüren veriler var. La Colmenita sahnesinden binlerce çocuk gelip geçti. Bu proje ilk başladığında kovana giren arılar şimdi 40 yaşın üzerinde. Bir araştırma yaptık ve geçmişte kumpanyada yer almış olan çocukların sadece yüzde 5’inin sanatçı olarak hayatına devam ettiğini gördük. Geri kalanı hekim, mühendis, avukat, polis, itfaiyeci oldu. Ama çocukken bu kovanda yer almış oldukları için, sanatsal beğenileri yüksek yetişkinler olmakla kalmadılar, çok daha önemlisi, kendi meslektaşları arasında kültürel dönüşümü teşvik eden kişiler oldular. Onlar, yaşadıkları yeri ya da çalışma ortamlarını, yani parçası oldukları topluluğu dönüştürmek için çok daha fazla araca sahiplerdi. Örneğin Küba’da bir itfaiyeci birliğine girdiğinizde orada bir müzikal koro olduğunu çok rahatlıkla görebilirsiniz. O koroyu muhtemelen, çocukken La Colmenita’ya yolu uğramış olan biri organize etmiştir.
İlk oyununuzda yirmi çocuktan oluşan bir kumpanya ile yola çıktığınızı söylediniz. Ama bunun zaman içinde ulusal, hatta uluslararası bir harekete dönüştüğünü biliyorum.
La Colmenita “küçük arı kovanı” demek. Bizim Küba’nın her ilinde bir “kovanımız” var. Havana’nın 15 ilçesinden her birinde en az bir tane La Colmenita var. Bunların yöneticileri, yine kovanın içinde yetişen kişiler. Bir kovan dediğimizde 50 ila 100 çocuk ile onların ailelerini kast ediyorum. Nasıl ki doğada her yerde arı kovanları varsa biz de Küba’nın her yerinde varız. Sanatı “bahane ederek” insani değerleri yayan kolektifler bunlar.
Ve evet, kovan dünyaya da yayıldı: İspanya’da 3, Meksika’da 3, Kanada’da 1, Kolombiya’da 1, Nikaragua’da 1, Dominik Cumhuriyeti’nde 1, Arjantin’de Buenos Aires’in en yoksul mahallelerinde olmak üzere 6, Panama’da 1, El Salvador’un her bir vilayetinde birer tane olmak üzere toplam 31, Venezuela’da 80 kovanımız var. Bu nedenle UNICEF, 2007 yılında bize “İyi Niyet Elçisi” unvanı verdi. Dünyada bu unvanı alan kuruluşlar arasında tek tiyatro topluluğu biziz. Küba’da ise Sağlık Bakanlığı’nın “halk sağlığına katkıda bulunan özne” olarak tanıdığı tek sanatsal topluluğuz. Ülkemizde kültür alanında verilen en üst düzey nişan olan Félix Varela nişanına layık görüldük. Ayrıca, esasen bir tiyatro topluluğu olmamıza karşın müzik alanında gösterdiğimiz gelişim nedeniyle Latin Grammy ödüllerine aday gösterildik.
Bizim önemli bir misyonumuz da, tiyatro yapımlarını büyük salonlardan çıkarıp, kocaman ışıklar ve sahne altyapıları olmadan, en mütavazı koşullarda oynanabilir hale getirmek. Örneğin elektriğin kesik olduğu bir dağ köyünde biz rahatlıkla sahne alabiliriz. Psikopedagoji merkezi dediğimiz eğitsel bir rehabilitasyon merkezinde, yaşlılar evi dediğimiz sosyal kurumlarda, ülkenin her yerinde, belki toprak zeminde, bir derenin kıyısında biz oyunlarımızı sergileyebiliriz. Ve bizi en çok mutlu eden de bu tip etkinliklerimizdir.
'Oyunlarımızı 0-120 yaş grubu için yazıyoruz'
Türkiye’de Devlet Tiyatroları Festivali kapsamında “The Beatles ve Külkedisi” ile “Küçük Hamam Böceği Martina” oyununu sergiliyorsunuz. İstanbul'da ise Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde çocukların gözüyle Fidel’i anlattığınız bir oyun sergilemişsiniz. Bu oyunları kimler için yazıyorsunuz; çocuklar için mi, yetişkinler için mi?
Benim kafamda çocuklar ve yetişkinler diye bir ayrım yok. Oyunlarımızı da 0-120 yaş grubu için yazıyoruz. Eğer kalbiniz uykuda değilse, siz bir çocuksunuzdur. İçinde “uyku moduna geçmemiş” bir çocuk kalbi taşıyan herkes, sadece yaşı büyümüş olan çocuklardır. Fidel ile alakalı olan oyunu sordun... Fidel ölümünden önce, adının hiçbir yere verilmemesi ve hiçbir heykelinin dikilmemesi için bir vasiyette bulunmuştu. Kübalılar, ölümünün ardından Fidel’in bu isteğine saygı gösterdiler; fakat tek istisna olarak, onun yaşamını ve eserlerini araştırmak isteyenlere yönelik bir merkez açılmasına karar verildi. Küba hükümeti, Fidel Castro Merkezi adlı bu kurumun açılışını yapmak üzere La Colmenita’daki çocuklara davete bulundu; çünkü hayattayken, ölümüne yakın bir zamanda da çocuklarımızın onunla bazı özel buluşmaları olmuştu. İşte, “Konuş Fidel, sana ihtiyacım var” adlı oyunu bu merkezin açılışı için yazmıştık. Küba’dan sonra yurtdışında ilk kez İstanbul Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’nde sahneledik.
Neden, bu oyun çok mu yeni?
Hayır çok yeni sayılmaz, 2019’da Küba’da ilk kez sahneledik. Ama Kübalılar için yazılan bir eserdi bu, yalnız Kübalıların anlayabileceğini düşündüğümüz referanslar içeriyordu. Türkiye Komünist Partisi bizden özel olarak istediği için bu oyunu İstanbul’da da sergiledik ve seyirciden aldığımız karşılık bizi hayrete düşürdü. İnsanlar Kübalılar gibi ağladılar, görünen o ki Kübalılar gibi hissettiler oyunumuzu izlediklerinde. Aslında bunu anlayamıyor değilim, çünkü Fidel evrensel bir figür. Sovyetler Birliği’nde okuduğum zamanlar, çok ücra yerlerdeki bazı kolhozları ziyaret ettiğimizi anımsıyorum. Nereli olduğumuzu soranlara “Küba” dediğimizde bazı insanlar hiç anlamaz, isim benzerliği nedeniyle SSCB’de bulunan başka bir yerle karıştırır ve hatta “buraya trenle mi geldiniz” diye sorarlardı. Haritadaki yerini bırakın Küba diye bir ülke olduğunu dahi bilmeyen insanlar vardı. Ama Fidel Castro dediğimiz zaman herkes onu bilirdi.
İstanbul’da bir oyun daha sergilediniz, 1961’deki Okuryazarlık Seferberliği hakkında…
Bu oyunun adı “Umut için çılgınlıklar”. Yine Silvio Rodríguez’in bir şarkısından geliyor bu isim. Silvio, 14 yaşında bir gönüllü olarak katıldığı okuryazarlık seferberliğine ilişkin deneyimini anlatıyor bu şarkıda. Çok ilginç ve eğlenceli bir şarkıdır bu. Çılgınlık sözcüğü, Don Kişot’a referans içerir. Bu oyunu Küba Komünist Partisi’nin gençlik örgütü Genç Komünistler Birliği’nin kongresinde sergilemek üzere yazdık. Yine Küba Dostluk Derneği’nden yoldaşlar bunu İstanbul’da sergilememizi istediler.
Küba Okuryazarlık Seferberliği bana göre dünyanın en ilham verici olaylarından biri. İstanbul’da olup bunu izleyemediğim için şu an gerçekten biraz şanssız hissettim kendimi!
Bu oyunu başka bir ülkede sergilememizin mümkün olabileceğine çok inanmıyordum doğrusu, ama başardık. Neden böyle diyorum, çünkü İstanbul’da iki, Ankara’da iki farklı oyun olmak üzere toplam dört farklı oyuna hazırlanmamız gerekti. Unutmayalım ki bu çocuklar profesyonel oyuncu değil. Her çocuk gibi akşam okuldan geldiklerinde ödevlerini yapıp sorumluluklarını yerine getirdikten sonra sınırlı bir süre provalara katılarak bu oyunlara hazırlanıyorlar.
Ve bugün parkta oynarkenki hallerini gördüğümüz kadarıyla hiç de öyle robotumsu çocuklar değiller, bildiğimiz yaramaz çocuklar!
Kesinlikle robotumsu veya asker gibi değildirler ve çok da yaramazdırlar! Yani, normal çocuklar işte… Ve öyle olmaları da gerekiyor. Üstelik bizim Türkiye’de sahneye koymak için hazırladığımız oyunlardan biri tamamen İngilizce, diğeri ise İspanyolca-İngilizce olmak üzere iki dilde sahneye koyuluyor. Bu çocukların bazıları daha anaokuluna gidiyor ve İngilizceye hakim olmaktan henüz çok uzaklar. Ama hem Küba Dostluk Derneği’nden arkadaşlarımıza olan sevgimiz hem de Türkiye’ye olan sevgimiz nedeniyle elimizden geleni yaptık ve en iyi şekilde hazırlanmaya çalıştık. İstanbul’da Atatürk Kültür Merkezi’nde yaptığımız temsil de harika geçti, insanlar salonu doldurmuştu, çok güldüler, eğlendiler ve dans ettiler. Ankara’da da böyle olacağını düşünüyorum.
La Colmenita’daki çocukların özgüveni ve sanatsal düzeyi izleyicileri çok etkiliyor.
Doğrudur, ama bak, onların sanatsal becerilerinin ne kadar gelişkin olduğu bizim esas önceliğimiz değil. Kendimize ait bir ABC’miz var bizim. Görevlerimizi önem sırasında göre A’dan Z’ye sıraladığımız bu kitapçıkta, “Küba’da ve dünyada tiyatro oyunları sahneye koymak, turnelere çıkmak” Z harfini oluşturuyor. Sondan bir önceki görevimiz ise “bir müzik aleti çalmayı öğrenmek”. Normalde bir tiyatro topluluğu için bu ikisinin ilk iki sırada gelmesi beklenirdi. Ama bizim çocuklarımız tiyatro oyuncusu olmaktan çok önce, birer öğrenci ve bir ailenin mensubudur. Sanat, bir oyun bizim için. ABC’mizde A harfini “her gün tutarlı olarak biri için iyi bir şey yapmak” oluşturuyor. B harfi ise “arkadaşlar edinmek ve onlara şükranını belirtmek”tir. C harfi, “Küba’yı kendi ailemi sever gibi sevmek”, D harfi “hayvanları, bitkileri ve doğayı her gün daha fazla sevmek”tir. E harfi “okulda iyi bir öğrenci, evde iyi bir çocuk olmak”tır. “Oynamak, oynamak, oynamak” mottomuz, “öğrenmek, öğrenmek, öğrenmek” dinimizdir der bu ABC. Bu şekilde insani değerleri birbirimize bulaştırmayı hedefliyoruz. Dolayısıyla La Colmenita bir tiyatro kumpanyası olmaktan ziyade pedagojik bir zemin.
Tiyatro faaliyetleri dışında, özellikle José Martí’ye odaklanan okuma faaliyetleri de yaptığınızı öğrendim. Martí, Küba’nın ulusal bağımsızlık kahramanı olmasının, şair ve gazeteci kimliklerinin dışında aynı zamanda bir pedagog, öyle değil mi? Çocuklar için yazdığı eğitsel kitaplar olduğunu biliyorum.
Kesinlikle; Martí, Küba’nın başöğretmenidir. Biz kovan olarak hemen her gün bir araya geliriz. Tiyatro çalışmalarımıza, provalarımıza veya temsillerimize başlamadan önce yaptığımız bir rutinimiz vardır. Bir çember oluşturup yere oturur ve el ele tutuşuruz. José Martí’nin bize rehberlik eden bir cümlesi vardır: “Çocuklar haftada en az bir defa bir araya gelmeli ve hep birlikte kimin için ne gibi faydalı bir şey yapabileceklerini düşünmelidirler” der. Nâzım Hikmet’in “Yaşamaya dair” şiirindeki gibi, yaşama öyle bir açlık ve susuzlukla bağlı olmak gereklidir. Martí’nin sözleriyle söylersek, “iyi bir şey yapmanın açlığı ve susuzluğuyla” bu yaşama bağlı olmak… Ve burada bahsedilen, tesadüfen yapılan bir “iyilik” değildir, yolda yürürken karşıdan karşıya geçmeye çalışan bir yaşlı görüp ona yardım etmek çok güzeldir ama Martí’nin bahsettiği şey bu değil. Martí, “ben kimin için ne yapabilirim” diye üzerine kafa yorup, gidip o kişiyi bulup o eylemi yapmaktan bahsediyor.
La Colmenita’da yetişmiş bir çocuk, yolda ailesiyle yürürken beyaz önlüklü bir hekim, bir hemşire gördüğünde gidip “hayatımızı kurtardığınız için teşekkür ederiz” demeyi öğrenmiştir. Bir polis gördüğünde “bizi koruduğunuz için teşekkürler” demeyi, sokağı süpüren bir temizlik görevlisi gördüğünde “sağlığımızı koruduğunuz teşekkürler” demeyi öğrenmiştir. Birçok yetişkine göre, bir çocuğun ağzından dökülen samimi bir teşekkür, alınabilecek en büyük ödülden daha kıymetlidir. Çünkü çocuklarımız bunu doğal bir şekilde, olanca masumiyetleriyle yapar. Dahası, Martí’nin öğrettiği gibi biz bunu “gizlice” yaparız. Başkasına gösteriş olsun diye değil, içimizde bir başkasına iyi ve faydalı bir şey yapmanın o minicik mutluluğunu hissetmek için yaparız. Martí, bir halk masalına gönderme yaptığı bir hikayesinde “faydalı biri olmak bir prens olmaktan önemlidir” der. La Colmenita’nın faaliyeti de işte tamamen bunun üzerine kuruludur: İyi eylemler yapmak ve tutarlı bir şekilde bunu yapmak.
Küba Devrimi’nin Kübalı çocuklar ve La Colmenita için nasıl bir anlamı var?
Küba’da bir aralar bir afiş vardı, orada fotoğrafta çocuklar vardı ve “biz burada mutluyuz” yazıyordu. Ben bu sloganın günlük hayatta gözle görülebilir, mutlak bir gerçekliği ifade ettiğini düşünüyorum. Küba’da çocuklardan daha önemli hiçbir şey yoktur. Çocuklar güvende hisseder, korunduklarını hissederler. Bizler, yetişkinlik yaşına da gelsek kendimizi Devrimin çocukları olarak hissederiz. Bizi koruyan, önceliği sayan, donatan bu şey, Devrimin ta kendisidir.
Bak, ben babamı nasıl kaybettim biliyor musun? Benim babam Küba Havayolları’nda görevli bir sivil havacılık çalışanıydı. 1976 yılında Barbados’tan kalkan bir Küba Havayolları uçağı, ABD’de yuvalanmış Küba düşmanı teröristlerce düşürüldüğü ve onu kaybettim. O gün birilerinin nefreti birçok insanın hayatına mal oldu. Biz özellikle ABD’ye turnelere gittiğimiz zamanlarda bu soru bana çok soruluyordu: “Bunu yapanlara karşı içinizde hiç nefret yok mu?” Evet, bu terör eylemiyle benim ve ailemin yüreğine çok yüksek dozda bir nefret enjekte edildi. Ama hep derim, “babam bana asla nefreti çoğaltmayı öğretmedi. O bana sadece sevgiyi çoğaltmayı öğretti.” Ve babam, bunu Fidel’den öğrendiğini söylerdi hep. Fidel, bizlere nefreti değil hep sevgiyi büyütmeyi öğretmiştir. Ben kendimi çocuklara, kültüre, neşeye ve iyimserliğe adadım. Çünkü babamdan ve Fidel’den öğrendiğim buydu. Fidel de bunu Martí’den öğrendiğini söyler, Martí de bunu Félix Varela’dan, öğretmeni Rafael Mendive’den öğrendiğini söyler. Küba’da bu öğretinin kuşaklar boyunca aktarıldığını görürüz. Bugün Küba adına bildiğimiz ne varsa böylelikle var edilmiştir. İspanya’nın bir sömürgesi iken, bu bilinç sayesinde Küba bir ulusa, bir ülkeye, bir vatana dönüşmüştür.
Hatta dünya çapında bir örneğe de…
Öyle, ve Sosyalist Bloğun çözülüşüne rağmen bir örnek olma niteliğini kaybetmemeyi de başarmıştır.
Ablukadan La Colmenita, Küba'nın sanatı ve Kübalı çocuklar nasıl etkileniyor? Sizler ablukanın olumsuz etkilerini nasıl aşmaya çalışıyorsunuz?
Abluka tüm Kübalıları etkiliyor; ama bilhassa toplumun en güçsüzleri olan çocukları ve yaşlıları. Gıda ve yakıt gibi en temel ihtiyaçlarımızı tedarik edemiyoruz. Çok yakınımızdaki ABD’den birçok ürünü satın alamıyoruz. Elbette bizim sanatsal faaliyetlerimiz de ablukadan etkileniyor. Ama abluka, sanat alanından önce bilim alanını etkiliyor. Çünkü telleri eksik bir gitarı yine de çalabilirsiniz, ama basit bir ilacı tedarik edemediğinizde çocuklar, yetişkinler ölür.
Ablukayla baş edebilmek için “yaratıcı direniş” gösteriyoruz. Pandemi sırasında solunum cihazı almamız engellendi, bu haince bir eylemdi. Bizler de kendi solunum cihazlarımızı ürettik. Bildiğiniz gibi kendi aşılarımızı ürettik ve 2 yaşından itibaren tüm nüfusumuzu aşılayarak, COVID salgınına karşı çocuklarını aşılayan tek ülke olduk. La Colmenita’nın şimdiden dünyaya yayılmış olması gösteriyor ki, imkanlarımız daha fazla olsa sadece Küba için değil tüm dünya için daha faydalı olabiliriz; ABD dahil. Zira biz ABD’ye ne zaman gitsek çok büyük bir sevgiyle karşılandık. ABD hükümetleri bize ne kadar düşmanca davrandıysa, ABD halkından o kadar sevgi gördük.
Son olarak 23 Nisan Milli Egemenlik ve Çocuk Bayramı için La Colmenita’nın Türkiye’deki çocuklara bir mesajı olur mu?
Ülkeniz için bu kadar önemli bir tarihi ifade eden 23 Nisan’ı kutluyorum, her yaştan çocuğun bayramını kutluyorum. Umarım bir gün Türkiye’de de bir La Colmenita kovanı kurabiliriz. Bunu sadece İspanyolca değil, başka diller konuşan ülkelerde de yapabildik geçmişte. Mesela Kanada’nın Winnipeg şehrinde La Colmenita İngilizce olarak kuruldu. Türkçe La Colmenita neden olmasın? Böylece birbirimizin kültürünü daha çok tanımak için bir fırsat yakalamış oluruz, bizler Türkiye’nin muhteşem kültüründen bir yudum alıp beslenmek için bir kanal elde ederiz.
Ben, çocuklukta kurulan dostlukların benzersiz olduğunu düşünürüm. Hayalim, çocuklukta dostluk kuran insanların yetişkinliklerinde bir gün meslektaşlar olarak bir araya gelmeleri. Bir düşünsenize, Türkiye’yi yöneten kişiyle Küba’yı yöneten kişi 30-40 yıl öncesinden çocukluk arkadaşı olsalar! Halklar, çocuk dostluğu gibi dostluklar kursa! Ve bence La Colmenita, böyle bir şeye aracılık edebilir!
/././
Yaşar Kemal’in 'Yarım İnsanları' ölümsüz ağaçlar dikebilir mi?(*NEVAL OĞAN BALKIZ)
Oysa, o çocuklara “ölümsüz ağaçlar dikebilecekleri” bayramlık yaşam koşulları içinde bir dünya sağlamak, hepimizin görevi!Bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı!...
Nazım Hikmet’in:
"Dünyayı verelim çocuklara hiç değilse bir günlüğüne...
Kocaman bir elma gibi verelim sıcacık bir ekmek somunu gibi
Hiç değilse bir günlüğüne doysunlar
Bir günlük de olsa öğrensin dünya arkadaşlığı
Çocuklar dünyayı alacak elimizden
Ölümsüz ağaçlar dikecekler."
Dediği gün, bugün!
Yüz dört yıl önce, 23 Nisan 1920’ de, Anadolu Halkının emperyal devletlerin işgaline karşı verdiği yirminci yüzyılın en önemli bağımsızlık savaşını yöneten, savaş yorgunu yoksul bir halkın bu savaşı zaferle kazanmasını sağlayan, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde bir “ulus devlet” yaratma sürecini gerçekleştiren, “milli egemenliğe” dayalı cumhuriyeti kuracak, aydınlanma felsefesi temelinde laik ve modern bir toplumsal, siyasal düzeni ve bunun kurucusu ve taşıyıcısı olacak “ hak öznesi bireyi” oluşturmayı amaçlayan Atatürk İlke ve Devrimlerini yaşama geçirecek olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulmuştu.
Tek iradenin mutlak hakim olduğu saltanat (monarşi) yerine; “egemenlik” yetkisinin halkta olduğu, egemenlik yetkilerinin halk iradesi ile (halkın oylarıyla) belirlendiği ve kullanımının halkın seçtiği organların denetiminde olduğu demokratik bir cumhuriyeti kurabilmenin; halkın, belli bir dini referans alarak, o din birliği temellinde, özelliksiz ‘kitlesel yığın’ olarak tanımlandığı “ümmet” yerine; tarihsel, siyasal, sosyokültürel olarak belirli sosyolojik özellikler ve temellerle modern kategoriler çerçevesinde tanımlandığı “millet” olabilmenin; sultanın belirli uyruktaki malı sayılan “tebaa” yerine, belli bir devletin kuruluş, işleyiş ve örgütlenmesini belirleyen anayasasında ve hukukunda, cinsiyeti, etnik yapısı, dini, inancı, felsefi görüşü vb. ayrımı olmaksızın temel hak ve özgürlükleri, kişi ve yurttaşlık hakları ile ödevleri belirlenmiş, bunların yurttaşlık bağı ile güvenceye alınmış olduğu birer “yurttaş” olabilmenin; “kul” yerine özgür iradeli, bu özgür iradesiyle bireysel yaşamını ve kamusal alanı belirleme hakkı olan birer “hak öznesi birey” olabilmenin yolunun açıldığı, olanağının yaratıldığı gün!
Mustafa Kemal Atatürk bu günü, kuracağı cumhuriyeti “ölümsüz bir ağaç” olarak yaşatacak, onun değerini kavrayarak, onu bu bilinçle sahip çıkacak nesillere, çocuklara armağan etti…
Hepimiz, o ‘armağanın’ sahipleri olduk, çocuk yüreğimizde bu heyecanın telaşını taşıdık. Ellerimizde bayraklarla, alnımızda boncuk boncuk terlerle, kıyafetlerimize göre “çiçekçi”, “arıcı”, “kelebekçi “önlükçü” öbekler şeklinde sıralanarak, bando ve mızıka sesleri eşliğinde, ailelerimizin gururlu bakışları ve el sallamaları altında şehrin meydanlarında yürüyüşler yaptık, şiirler okuduk, dans ettik. O zamanlarda yediğimiz elma ve pamuk şekerlerinin tadı hiç çıkmadı aklımızdan ve öğretmenlerimizin o sevgi dolu, gururlu bakışları! Nesilden nesile aktarılan bu heyecan, her birimizde ortak bir bilince dönüştü.
Geldiğimiz koşullarda, o “armağanın” milli egemenlik boyutunun, 2017 yılında gerçekleştirilen ve 2018 yılında yürürlüğe giren Anayasa değişikliği ile nitelik değiştirmiş olduğu, ‘tekil iktidar erkinin’ kurumsallaştığı bir yapıya dönüştürüldüğü, demokratik cumhuriyet ilke ve kurumlarının işlevlerinin askıya alındığı gerçeği, bu bilincimizi yaralıyor.
Tıpkı, “o ölümsüz ağacın” emanet edildiği bu ülke çocuklarının büyük bir kısmının yaşayacakları “bayram” koşullarına sahip olmadıkları gerçeğinin bilincimizi yaralamakta olması gibi!
“BAYRAM” ve ÇOCUKLAR!
Yaşar Kemal, gazetelere hazırladığı röportajlardan en önemli kısmını, sokakta kalan çocuklarla yapmıştı. Sonuç kısmında şöyle demişti büyük usta:" Bu kadar kötü davranılan çocuklar, büyüdükleri zaman yarım insan oluyorlar. Savaşların, kötülüklerin nedenlerini ararsak, temelde çocuklukta insanların başından geçenler karşımıza çıkıyor".
Bu ülke yarım insanların hızla çoğaldığı bir yer ne yazık ki! Ülkemizde, milyonlarca çocuk şiddet ve göç koşullarında yaşıyor.
Her gün tecavüze, istismara uğrayan çocuk haberleriyle, “bir kereden bir şey olmaz” anlayışının yansımalarıyla sınanıyor etik bilincimiz! Dini cemaat ve tarikatların eline bırakılmış, o koşullara mahkum edilmiş, beden, ruh ve sosyal sağlıkları ellerinden alınmış, cinsel istismar ve tecavüze uğramış, sahipsiz kalmış binlerce çocuk var.
Sağlık ve yeterli beslenme olanaklarından yoksun olan çocukların sayısı milyonu buluyor ve sayı giderek çoğalıyor. Bu nedenle çocuklarda bodurluk, sık rastlanan bir halk sağlığı sorunu olarak gündeme geliyor. Eğitim olanaklarına erişemeyen, yoksulluk ve yoksunluk içinde, piyasanın sömürü koşullarında çalışmak zorunda kalmış, ezilen milyonlarca çocuk var.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi raporuna göre, Türkiye'de en az 2 milyon çocuk işçi var. Üstelik bu sayı yaz aylarında ise 5 milyona yaklaşıyor! ( Meclis’in 2022 Raporuna göre; son on yılda en az 616 çocuk, bunlardan 9’u 4-5 yaşında olmak üzere, çalışırken yaşamını yitirmiş).
Çocuk çağında evlendirilen, gebe kalan ve anne olan binlerce çocuk sayısıyla Türkiye, bu konuda dünyada ilk sıralarda yer alıyor! Sokaklarda yaşamak zorunda kalan çocuk sayısı on binleri buluyor. Bu ülkede 5-10 yaşlarında çocukların ve 10-16 yaşlarındaki çocukların yaklaşık olarak yarısına yakın kısmı, aile içi cinsel şiddet mağduru durumunda. (2022 TÜİK verilerine göre güvenlik birimlerine suç mağduru olarak gelen veya getirilen 232 bin 739 çocuğun yüzde 13,7'sini tecavüz ya da istismara uğramış olanlar oluşturuyor.)
TÜİK rakamlarına göre, Türkiye’de suça sürüklenen çocuk sayısı son 10 yılda hızla artarak ikiye katlanmış durumda. 2022 yılında suça sürüklenen çocuk sayısı 200 binden fazla! Bu ülkede polis ve karakol süreçleri dahil, yılda 120 bin çocuk, yargı sistemiyle tanışıyor. Cezaevlerinde 3 bini aşkın çocuk bulunuyor.
-Kindar ve dindar nesiller yetiştirme hassasiyetleri ve öncelikleriyle İlköğretimi 4+4+4 şeklinde bölenler,
-Eğitimin nesnel, bilimsel çoğulcu, laik ve çağdaş değerlere dayalı içerik ve uygulama niteliği ve sürekliliği ilkesi ile devletin sosyoekonomik eşitsizliği ortadan kaldırma, eğitimde olanak eşitliği sağlama görevini yok sayanlar,
-Akılcı, bilimsel, nesnel, laik ve kamusal, karma eğitimi yok ederek, zorunlu ve zorunlu seçmeli derslerle tüm okulları imam hatiplere dönüştürenler,
- Eğitimi , ÇEDES ve benzeri Diyanet İşleri Başkanlığıyla yaptıkları sayısız protokollerle okulları bütünüyle tarikat ve cemaatlere açarak, bir anlamda tarikatlara devredenler,
- Kamusal eğitim veren okullara ayrılan eğitim bütçesini yok denecek düzeye indirip, özel okulları en büyük payı vererek destekleyenler, sorumlu bulundukları tüm bu gerçekleri, görmezden geliyorlar!
Siyasal İslamcı kültürel hegemonik dönüşümü sağlamak amaçlı hamlelerini, sürdürüyorlar! Bu kapsamda, Diyanet İşleri Başkanlığı; 2024-2028 Stratejik Planı’nda sekülerleşmeyi bir risk olarak değerlendirmiş bulunuyor! “Seküler anlayışın geleneksel değerlerin aktarılmasına olumsuz etkileri olacağı, buna karşın manevi değerlerin güçlendirilmesi gerektiğini” vurguluyor!
Eğitimin nitelik ve içerik olarak dinselleştirildiği, bilimsel , akılcı, çağdaş ,laik, çoğulcu, karma ve kamusal eğitim olanakları ellerinden alınmış milyonlarca çocuğun piyasanın en acımasız sömürüsüne itildiği koşullarda, kendi çocuklarımızı sevmek ile çocukları sevmek arasındaki ayrımda, seslerimiz kayboluyor!
“Yarım insanların”, yarım bırakılan yanlarını görmemek için kapatıyoruz gözlerimizi! Oysa, o çocuklara “ölümsüz ağaçlar dikebilecekleri” bayramlık yaşam koşulları içinde bir dünya sağlamak, hepimizin görevi! Milli egemenliğe dayalı, demokratik cumhuriyet bilincimizin gereği bu! Çocuklarınıza sıkı sarılın bugün ve tüm çocukları düşünün! Bayramınız kutlu olsun.
*Hukukçu/Akademisyen
/././
Erdoğan'ın Irak ziyareti: 'Terör, petrol, para' üçgeninde arayış (Özkan Öztaş)
Erdoğan'ın 13 yıl aradan sonra Irak'a gerçekleştirdiği ziyaret birçok başlığı kapsıyor. Güvenlik, petrol ve ticaret üçgeninde somutlanan görüşmelere yakından bakıyoruz.
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, 13 yılın ardından Irak'ı ziyaret etti. Erdoğan Bağdat'ta Irak Cumhurbaşkanı Abdullatif Reşid ve Başbakan Muhammed Şiya es-Sudani ile, ayrıca Erbil'de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başbakanı Neçirvan Barzani'yle görüştü.
Erdoğan' ve Iraklı muhataplarının masasında otuza yakın mutabakat konusu vardı. Görüşmelerin merkezinde su krizi, petrol, sınır güvenliği, terör ve Kalkınma Yolu projesi başlıkları yer aldı. Öne çıkan, Türkiye'nin bir süredir özel bir mesai yürüttüğü Irak Kürdistanı.
Kalkınma yolu projesi ve sınır güvenliği
Türkiye'nin Irak dış politikasının merkezinde ticari süreklilik ve buna bağlı olarak ticaretin devamını sağlamak adına sınır güvenliği yer alıyor. Başka bir ifadeyle Irak mevzu bahis olduğunda ticaret güveliğin, güvenlik de ticaretin belirleyeni durumda. Her ne kadar basına yansıyan başlıklarda PKK'nin Irak'taki faaliyetlerini bitirme, Filistin'le dayanışma ve sınır güvenliği gibi siyasi konular ön plana çıksa da tüm bunlarda esas belirleyen, iki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler.
Irak burjuvazisi uzunca bir süredir kendisine çıkış yolu arıyor. 1990'lı yılların başında SSCB'nin dağılması ve 2002 yılında ABD'nin Irak'ı işgaliyle ilerleyen süreçlerde Irak sermayesi henüz umduğunu bulabilmiş değil. Çin'in alternatif ticaret yollarının bir durağı olarak Irak-Türkiye koridoru ve petrol ticareti, bu arayışların merkezinde yer alıyor.
2023’te imzalanan anlaşmaya göre Kalkınma Yolu güzergâhı. Basra Körfezi’ndeki Faw Limanı’ndan başlayan yol Bağdat ve Musul’dan geçerek Ovaköy Sınır Kapısı’ndan Türkiye’ye giriyor ve oradan Mersin Limanı’na ve Avrupa ülkelerine uzuyor.2029 yılında tamamlanması beklenen Kalkınma Yolu'nun Irak-Türkiye güzergahı için 22 milyar dolarlık bir yatırım bekleniyor. Bunun 10 milyar dolara kadar olan kısmını da Türkiye'nin üstlenmesi öngörülüyor. Erdoğan bu ziyaretinde Irak, Türkiye, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında Kalkınma Yolu Projesi kapsamındaki işbirliğine ilişkin dörtlü mutabakat zaptını imzaladı ve süreç fiilen yürürlüğe girdi.
Süveyş Kanalı'na kıyasla daha kısa, dolayısıyla tercih edilir bir rota olacağı umulan ve önemli bir gelir beklenilen bu projenin akıbeti, güvenlik sorunlarının çözümüne bağlı. Zira bu proje 2005 yılında da gündeme gelmişti, ancak IŞİD'in bölgedeki etkinliğinden dolayı bir süreliğine rafa kalkmıştı.
Proje, Çin'den Avrupa'ya uzanacak yolun parçası olarak kurgulanıyor. Kıtalararası yolun bu etabında gerek Hürmüz Boğazı'nda İran'ın gemi trafiği üzerindeki etkisi, gerek Türkiye sınırındaki PKK varlığı ticari sürekliliğe tehdit olarak yorumlanıyor. Bu açıdan uzun vadeli plan, aynı zamanda İran'la da ilgili.
Irak'ta Sudani dönemi ve Türkiye'yle ilişkiler
Irak, Ortadoğu'nun istikrarsız ülkelerinin başında yer alıyor. Düzenli yapılamayan seçimler, hükümetlerin uzlaşamadığı cumhurbaşkanları, dağınık askeri yapılar ülkenin kaderi gibi algılanıyor. Muhammed Şiya es-Sudani, Maliki'den sonra Irak'ın kendinden en fazla söz ettirecek liderlerinden biri olarak görülüyor. Gerek çok parçalı Irak parlamentosundaki uzlaşının adayı olması gerek Kürtlerle kurduğu ilişkiler süreci bir süre daha yönetebileceğine dair yorumlara neden oluyor.
Bir diğer dikkat çelen nokta, görüşmenin Sudani'nin ABD ziyaretinden hemen sonrasına denk düşmesi. Malum, Erdoğan hala beklediği Biden görüşmesi için olumlu bir yanıt alamamış ve görüşmenin tarihi belli olmamıştı. Dolayısıyla bu görüşme aynı zamanda Arap basınında ABD'nin Türkiye ve Irak için verdiği "ortak ödevlere" çalışılacak bir görüşme olarak da yorumlanıyor.
Irak, IŞİD'in artık bir tehdit olmaktan çıktığını ve Irak'ın yabancı yatırımcılarla birlikte kalkınması arayışında istikrarın Türkiye'yle birlikte sağlanabileceğini görüyor. Türkiye ise dış politikasında ticari hacmi sürekli genişleyen Irak başlığında PKK, petrol ve su gündemlerinde Irak'ı kendi şartlarına razı etmeye çalışıyor. Sudani, Kalkınma Yolu projesini tamamlayarak aynı zamanda Irak'ın tarihine kalıcı bir imza atmak niyetinde. Erdoğan da PKK'yi bitiren lider olarak elini güçlendirmeyi hedefliyor.
Görüşmelerde otuza başlıkta karşılıklı imzalar atıldı. Bunların önemli bir kısmında varılan sonuç, her başlıkta ilgili komitelerin kurulması ve bu komitelerin yoğun ve sıkı çalışma yürütmesi oldu.
Ancak bu, belli açılardan belirsizliklerle dolu bir sonuç olarak okunabilir.
İlk olarak, kurulacak komitelerin yaratabileceği ticari hacim henüz bilinmiyor. İkinci olarak da Irak gibi belirsizlikler ve istikrarsızlıklarla dolu bir ülkede bu anlaşmaların ne kadar hayata geçirilebileceği de tartışma konusu. Eğitim, sağlık, ticaret, enerji ve su gibi başlıklarda kurulacak komitelerin uzun soluklu olup olmayacağı ilerleyen tarihlerde görülecek.
Erdoğan'ın Bağdat görüşmelerinden çıkan sonuçları askeri ve ticari başlıklarda toparlamak mümkün. Yapılan görüşmeler sonucunda Fırat ve Dicle nehirlerinden akan suların Irak'ta daha verimli kullanılması için sulama kanallarının yenilenmesi ve kimi örneklerde barajlar inşa edilmesi için Türkiye'nin devreye girmesi kararlaştırıldı. Buradaki bütçenin de petrol gelirlerinden sağlanması öngörülüyor.
Bunun yanı sıra Kalkınma Yolu projesi ya da Irak'ın tarifi ile Kuru Yol projesi Erdoğan açısından bir güvenlik başlığı iken Irak bu mevzuyu sadece ekonomik bir başlık olarak görmek istiyor. PKK'nin Irak'taki varlığı için Irak'ın herhangi bir ortak operasyona razı olmadığı sonucu görüşmelerin öne çıkan maddelerinden birini oldu. Aynı zamanda "Irak'tan başka bir ülkeye saldırı olmayacağı" ifadesi, Irak'ın PKK'ye destek olmayacağının güvencesinin verildiği ifade olarak maddelerde yer aldı. Tüm bu görüşmelerin önemli ve öncekilerden farklı sonucuysa PKK'nin Irak'ta "yasaklı örgüt" olarak kabul edilmesi oldu.
Erbil ile temaslar: PKK, Barzani ve Talabani
Kürt siyasetinin Irak Kürdistanı'ndaki varlığı, Türkiye açısından kritik. Bugün IKBY Erbil ve Süleymaniye olmak üzere iki merkezden temsil ediliyor. Her ne kadar Barzani ailesi yönetimde en güçlü belirleyen olsa da Süleymaniye merkezli Kürdistan Yurtseverler Birliği, yani Türkiye'den bilindiği haliyle Talabani ailesi de ciddi bir gücü elinde bulunduruyor.
Türkiye'nin talebi, Kürdistan'da PKK'nin faaliyetlerini ve varlığını sona erdirmek ve bu başlığı kalıcı olarak kapatmak. Bu aynı zamanda Türkiye'de ekonomik ve siyasi başlıklarda sıkışma içinde olan AKP'nin elini güçlendirecek bir çıkış olarak da yorumlanıyor. Zira AKP iç siyasette sıkıştığı her dönemde dış politikada elini güçlendirerek yeni bir rüzgarı arkasına almayı başardı. PKK'nin belli açılardan "belinin kırılması" olarak yorumlanabilecek bu planlamalar AKP'nin Türkiye'de elini güçlendirebilcek bir faktör.
İki nedenle. İlki milliyetçi oyları kendi bünyesinde toparlama olanağı. İkincisi de köşeye sıkıştırmayı hedeflediği Kürt siyasetini yeni bir pazarlık-anlaşma ya da açılım sürecine razı etme ihtimali.
Erdoğan'ın Bağdat sonrasındaki rotası Erbil oldu. Erbil kalesine yansıtılan Türk bayrağı Kürt siyasetinde tartışma yarattı. Kimileri durumu uluslarası protokollerin ve diplomasinin doğal bir sonucu olarak yorumlarken kimileriyse 100 yıl sonra Erbil kalesinde "dalgalanan" Türk bayrağını eleştirdi.Barzani faktörü
Barzani ailesi mevcut durumda Irak Kürdistanı Bölgesel Yönetimi'nin resmi temsilcisi olarak görülüyor. Aynı zamanda Kürt siyasetinde mutlak hegemonya kurmak isteyen Barzani, petrol gelirlerini de arkasına alarak bu sürecin askeri ve siyasi alanda kazananı olmak niyetinde. Dolayısıyla gerek Kürt siyasetinin bölgesel aktörü gerekse uluslararası arenada tek muhatabı ve belirleyeni olmayı istiyor.
Buradaki en ciddi rakibi ise PKK. Barzani ailesinde vücut bulan siyasal irade, bu nedenlerle Türkiye ile sık sık PKK'ye karşı operasyonlarda ortak hareket ediyor. İstihbarat paylaşımı, Türkiye'nin askeri operasyonlarına sessiz kalma, PKK'li isimlerin Kürdistan'daki hareketlerini kısıtlama ve basın yayın faaliyetlerine yapılan engellemeler en sık karşılaşılan örnekleri teşkil ediyor.
Dolayısıyla Barzani ailesinin biriktirdiği ya da biriktireceği güç, Erdoğan'ın hedefleriyle uyumlu bir pozisyon içinde yer alıyor. Barzani ailesinin partisi olan Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) bu bağlamda Irak parlamentosunda ve Kürdistan yönetiminde ekonomik ve askeri başlıklarda Türkiye'yle en uyumlu partner olarak görülüyor.
Talabani faktörü
Talabani, Irak Kürdistanı'ndaki Barzani-KDP çizgisinden sonra en büyük belirleyen. Kürdistan Yurtseverler Birliği (KYB) adını taşıyan Talabani ailesinin siyasi merkezi ise Süleymaniye. Barzani'nin Erbil merkezli siyasal belirleyiciliğine alternatif olarak Süleymaniye KYB açısından ikinci bir başkent olarak görülüyor.
Barzani-KDP siyasetine karşı kozlarını arttırmak isteyen Talabani-KYB siyaseti, PKK'nin Irak Kürdistanı'nda yapacağı faaliyetlerin meşru görülmesinden yana. Bu hem Barzaniye karşı güç biriktirme olanağı sunuyor hem de Kürt siyasetinin ana merkezi olan Türkiye'deki en güçlü öznesi olan Kürt siyaseti ile ortak bir çalışma olanağı sunuyor.
Türkiye'nin beklentisi KYB'nin güç kaybetmesi ve PKK'nin daha açık bir hedef haline gelmesini sağlamaktı. Ancak son dönemde bu beklenti gerçekleşmedi. Türk istihbaratının Süleymaniye'deki operasyonları ve suikastlarına rağmen son yapılan yerel seçimlerde KYB kendi pozisyonunu güçlendirdi. Bu durum PKK'nin Irak'taki hareket alanını genişletecek gibi görünüyordu. Fakat Erdoğan'ın Irak'taki son hamlesiyle PKK'nin "yasaklı örgüt" olarak nitelenmesi süreci değiştirebilir.
PKK faktörü: Irak'ta artık yasaklı örgüt
Erdoğan'ın temel hedefi PKK'ye karşı Irak ordusuyla ortak operasyon düzenlemek ve bu bağlamda yaz aylarında birlikte çalışmaktı. Ancak Irak bu öneriyi reddetti. 13 yıl sonra Erdoğan Irak ziyaretinde bir dizi anlaşmaya varsa da PKK karşısında ortak operasyon muradına varamadı. Benzer şekilde, 30 kilometrelik tampon bölge önerisi de reddedilen başlıklardan biri oldu.
Ancak PKK'nin "yasaklı örgüt" olarak nitelenmesi güncel ve önemli bir durum. Bu karara göre PKK Irak'ta askeri ya da siyasi açıdan meşru varlık gösteremeyecek, Irak'a sığınan PKK'liler mülteci olarak kabul edilecek ve mülteci haklarından yararlanabilecek. Bu kararın en önemli sonuçlarından biri PKK'nin hukuk çerçevesinde sadece askeri olarak değil, siyasi olarak da faaliyetlerine devam edemeyecek olması.
Erdoğan için bu adım her ne kadar önemli bir sonuç olarak okunsa da anlaşma belli boşluklar taşıyor. Zira PKK hali hazırda IKBY sınırları içindeki faaliyetlerini zaten kendi adıyla değil çeşitli STK'lar ve derneklerle sürdürüyor. Üstelik bu kurumlar uzun yılllara dayanan ve hukuki sınırlar içinde yer alan kurumlar. Bu nedenle varılan anlaşmanın göstermelik olduğu yorumları yapılıyor.
Erdoğan her ne kadar "Bugün siyasi yasaklı belki ilerde terör örgütü" tarzında bir ifadeyle sonucu pozitif olarak duyursa da PKK'nin Irak Kürdistanı'nda yaşadığı mevcut zorluklar ve sıkıntılar açısından değerlendirdiğinde varılan anlaşma, yeni bir sonuç doğurmayabilir.
Geçtiğimiz ay Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, MİT Başkanı İbrahim Kalın ve Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler'in Irak'ta yaptığı ziyaretlerde beklenen olmamış ve PKK karşısında ortak bir çalışma kararına varılamamıştı. Türkiye bu konuda ekonomik kozlarını masaya yatırarak PKK'ye karşı ortak mücadeleyi hedeflerken Irak ise ekonomik süreçlerin askeri başlıklardan ayrı ele alınmasından yana.
Sonuç olarak
Erdoğan'ın Irak temasları, Türkiye açısından kısmen olumlu bir tablo yaratmış oldu. Varılan anlaşmalar, imzalanan protokoller ile henüz miktarı açıklanmayan ticari hedefler Türkiye'nin istediği sonuçlardı. Aynı zamanda Irak'ın su sorununu çözmek için yapılacak ortak çalışmalara Türk şirketlerinin su kanallarını yenileme ve yeni barajlar yapma hedefiyle dahil olması patronların iştahını kabartabilir.
Erdoğan her ne kadar PKK için "yasaklı örgüt" sonucunu alsa da Irak'ın ortak operasyonlara kapıyı kapatması ve 30 kilometrelik tampon bölge önerisini reddetmesi, bu açıdan istenilen alınamadan Ankara'ya dönüldüğünü gösteriyor. Bağdat-Erbil-Ankara üçgeninde devam eden petrol sevkiyatı krizine kalıcı çözümler bulunamasa da geçmişte yaşanan sorunların ve Kürdistan yönetimine kesilen maddi cezaların şimdilik üstü örtülmüş gibi görünüyor.
Tüm bu çalışmaların ilerleyen dönemlerde Türkiye'de yeni bir açılım sürecini belirleyip belirlemeyeceği ise bir diğer tartışma konusu. Erdoğan'ın Irak ziyaretinden hemen önce yerel seçimlerde DEM Parti'nin Leyla Zana gibi Barzani'ye görece daha yakın isimleri seçim meydanlarına çıkarması Kürt siyasetinin Türkiye bağlamında süreci boş bırakmadığı ve yaptığı karşı hamleler olarak yorumlanmıştı.
Irak'a 13 yılın ardından yapılan ilk ziyaretin sonuçları ilerleyen süreçte kendini daha çok hissettirecek gibi görülüyor.
/././
Diyanet 'çeviriyi Kuran yerine koymak caiz değil' diyor, Ali Erbaş Arapça bilmiyor (Yalçın Cuğ)
Arapça bir soruyu anlamayan Diyanet İşleri Başkanı Erbaş'ın, Arapça bilmediği ortaya çıktı. soL'a konuşan ilahiyatçı yazar Kılıç ise "Arapça bilmesi ve dini metinlere hakim olması gerekiyor" dedi.
İslam inancına göre kutsal sayılan ve dinin esaslarını belirleyen Kuran'ı yorumlamak ve açıklamak için, kitabın orijinal dili olan Arapçayı bilmek gerekiyor.
Hatta Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yapılan bir açıklamada "Arapça dışındaki herhangi bir dildeki çeviriyi Kur'an yerine koymak caiz değildir" denilerek, Arapçanın önemine şöyle vurgu yapılıyor:
"Kur’an’ın tercümesine Kur’an denilemeyeceği ve tercümesinin Kur’an hükmünde olmadığı konusunda İslâm âlimleri görüş birliği içindedir. Yüce Rabbimizin öğütleri ve buyruklarını öğrenmek maksadıyla, Kur'an-ı Kerim'in meal ve tefsirlerini okumak gerekli olmakla birlikte okunan bu tercümelerin Kur’an olarak isimlendirilmesi caiz olmadığı gibi mealin Kur’an yerine okunması da doğru değildir."
Ancak "islam dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek ve din konusunda toplumu aydınlatmak" gibi görev tanımları bulunan Diyanet İşleri Başkanlığı'nın başkanı olan Ali Erbaş'ın Arapça bilmediği ortaya çıktı.
Arapça soruyu anlamadı, heyetten yardım istedi
AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın Irak ziyareti kapsamında Bağdat’ta bulunan Diyanet İşleri Başkanı Ali Erbaş'a, bir muhabir Arapça soru yöneltti.
Erbaş'ın soruya tepkisi ise yanında bulunan heyete "Bir Türkçe olarak şey yapabilirseniz" diyerek yardım istemek oldu.
Diyanet İşleri Başkanlığı sitesinde bulunan biyografisinde "iyi derecede Arapça ve Fransızca bildiği" iddia edilen Erbaş'ın yardım isteğinin ardından, heyetteki kişilerin Erbaş için soruyu Türkçeye çevirdiği görüldü.
Erbaş ise "Selahaddin-i Eyyubi ve Şeyh Abdulkadir Geylani’nin İslam’a hizmetleri" hakkındaki soruya, Türkçe şekilde "Hepsi bizim için çok önemli ve yapmış oldukları hizmetleri her zaman hayırla yad ediyoruz" yanıtını verdi.
'Arapça bilmesi gerekiyor'
1980'de Sakarya İmam-Hatip Lisesi'nden, 1984'te ise Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden mezun olan Erbaş, 1987'de Tefsir Anabilim Dalında yüksek lisansını, 1993'te ise Dinler Tarihi Anabilim Dalında doktorasını tamamladı.1998'de doçent unvanını alan Erbaş, 2004 yılında da profesör unvanını aldı.
2017 yılından beri Diyanet İşleri Başkanlığı görevini yürüten Erbaş'ın, eğitim hayatı ve Arapça bildiğini iddia etmesine karşın soruyu anlamaması tartışmalara neden oldu.
soL'a konuşan ilahiyatçı yazar Cemil Kılıç, Erbaş hakkında "Elbette Arapça bilmesi ve dini metinlere hakim olması gerekiyor. Bunun da önkoşulu Arapçayı iyi derecede bilmek. Diyanet İşleri Başkanı'nın Arapçayı iyi bilmediği veya hiç bilmediği ortaya çıktı" dedi.
Erbaş'ın "profesör doktor" unvanına dikkat çeken Kılıç, "Çok şaşırtıcı gerçekten ama ilginç olan şu, profesör unvanına sahip olması. Bakıyoruz özgeçmişine Arapçayı ve Fransızcayı çok iyi bildiği yazıyor. Gerekli yabancı dil bilgisine sahip olmadan mı akademik unvanları elde etti?" sorusunu yöneltti.
'Öteden beri Arapçayı kutsarlar, yüceltirler'
Kılıç, sözlerini "İlaveten bunlar öteden beri Arapçayı kutsarlar, yüceltirler ve hatta zaman zaman da Türkçeyi küçümserler, aşağılarlar. Böyleyken kendi inanışları ve iddialarının aksine Arapça bilmiyor olmaları da gerçekten çok şaşırtıcı" diyerek sonlandırdı.
Erbaş geçtiğimiz yıllarda da "Günaydın" ve "Tünaydın" gibi ifadeleri hedef alarak, "Essalamü aleyna ve ala ibadillahissalihin" şeklinde selamlaşılması gerektiğini öne sürmüştü.
Erbaş’ın söz konusu iddialarının yer aldığı "Ramazan Günlükleri" isimli kitabının ilgili kısmı şöyle:
“Cahiliye döneminde birinin evine vardıkları zaman mahremiyete saygı göstermez, ‘Sabahınız hayat olsun’ gibi sözler söylerlerdi. Bizde bazı kimselerin kullandığı, ‘Günaydın, tünaydın’ ifadelerine benzer ifadelerdi bunlar” yorumunda bulunduğu öğrenildi.
Esasında ayete göre, (Alıntı yaptığı ayete atıf yaparak) evde kimse olmasa bile giren kimsenin kendi kendine selam vermesi gerekir. Bu durumda verilecek selamın tıpkı namazın tahhiyatında olduğu gibi, ‘Essalamü aleyna ve ala ibadillahissalihin’ şeklinde olması gerektiği belirtilmektedir.”
Türkiye'ye döner getiren Alman Cumhurbaşkanı ülkesinde tiye alındı: 'Kebapçı olmayı denedi, beceremedi'
Türkiye ziyaretinde yanında döner götüren Almanya Cumhurbaşkanı Steinmeier, ülkesinde tepki gördü. Alman Bild gazetesiyse, 'Döneri kesmeyi pek beceremedi' diyerek Cumhurbaşkanı'nı tiye aldı.
Almanya Cumhurbaşkanı Frank-Walter Steinmeier'in Türkiye ziyaretinde yanında donmuş döner götürmesi ülkesinde tepkilere neden oldu.
Sosyal medyada eleştirilen Steinmeier, "Türk kültürüne ait kebap klişelerini kullanmak ve kültürel hassasiyet göstermemekle" suçlandı.
Alman askeri akademisi profesörlerinden Carlo Masala, X hesabından yaptığı açıklamada, "Türkler 1962'den beri Almanya'da. Artık ülkede üçüncü kuşak var. Gazeteciler, doktorlar, iş insanları, profesörler, sanatçılar, politikacılar yetişti. Burada korona aşısını Türkler icat etti. Cumhurbaşkanınınsa aklına gelen tek şey: kebap" diyerek olaya tepki gösterdi.
Alman televizyon ağı Westdeutscher Rundfunk'ta (WDR) çalışan Türk ekibin yöneticisi Tuncay Özdamar da, "Tüm saygımla belirtmek isterim ki, Steinmeier'in Almanya'dan Türkiye'ye döner götürmesi, gözündeki Türkiye imajının ne kadar klişe ve eski olduğunu gösteriyor. İtalya'yı ziyaret edecek olsaydı yanında pizza götürmezdi" ifadelerini kullandı.
Almanya'da yaşayan Türk siyaset bilimci Burak Çopur da, Steinmeier'in bu hareketine ilişkin, "Almanya Cumhurbaşkanı, Türkiye'deki ziyaretinde yanında getirdiği kebabı misafirlerine dağıtıyor. Türkler ise şaşkına uğruyor. Almanya'nın dünyadaki itibarının neden bu kadar zedelendiğine kimse şaşırmıyor. Daha kötüsü olamaz" diye yazdı.
Alman gazete Cumhurbaşkanını tiye aldı
Diğer yandan, Alman Bild gazetesi, Steinmeier'in Türkiye'ye döner götürmesiyle dalga geçen bir haber yayımladı.
"Steinmeier'in döner sıkıntısı" başlıklı haberde, "Steinmeier'in yurt dışı gezisinde yanında götürdüğü döner kebabı törenle kesmesi (ya da sefil bir şekilde kesmeye çalışması) X'te eleştirildi" denildi.
Almanya Cumhurbaşkanı'nın Türkiye ziyaretinde, Almanya'daki Türk göçmenlerin ülkenin kalkınmasında yardımcı olmasından övgüyle bahsettiğinin hatırlatıldığı haberde, "Dokunaklı sözlerdi. Ama döner kebap her şeyi gölgede bıraktı" ifadeleri kullanıldı.
Cumhurbaşkanı'nın döner kesme çabalarına ilişkin fotoğrafı paylaşan gazete, görsel altına "Steinmeier Pazartesi akşamı kebapçı olmayı denedi. Pek bir beceri sağlayamadı" açıklamasını koydu.
Hacettepe Rektörlüğü üniversitenin amfi tiyatrosunu organizasyon şirketine kiraladı
Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü’nün, Beytepe Kampüsü’nde bulunan Beytepe Açık Hava Amfi Tiyatrosunu 25 Mayıs’ta konser vermek üzere “Durul Organizasyon” adlı AKP bir organizasyon şirketine kiraladı ortaya çıktı.
Söz konusu kararı tesadüfen festival duyurusunda öğrenen öğrenciler yaşanan durumu kamusal alan kimliğinin ihlal edilmesi olarak yorumluyor.
Sahibi AKP'den aday adayı olmuş
Üniversitenin amfi tiyatrosunu kiralayan Durul Organizasyon'un sahibi Durul Türkmen'in daha önce AKP'den Konya Ereğli Belediye Başkan Aday Adayı olduğu ve 2010 Mart ayından bu yana AKP üyesi olduğu ortaya çıktı.
Üniversiteden açıklama: 'Mevzuata uygun ve gerekli'
Hacettepe Üniversitesi Rektörlüğü konuyla ilgili paylaştığı kamuoyu duyurusunda; “Bir kamu kurumu olan üniversitemiz, diğer kamu kurumları gibi 5018 sayılı Kamu Mali Yönetimi ve Kontrol Kanunu ve diğer mali mevzuata uygun olarak faaliyet göstermek zorunda ve sorumluluğu altındadır. Söz konusu mevzuat çerçevesinde kamu kaynaklarının etkili, ekonomik ve verimli şekilde kullanılması esastır. Bu nedenle; üniversitemizin sahip olduğu ve hizmet sunumu sırasında ihtiyaç duyulmayan, kullanılmayan mekânların toplumumuza hizmet edecek ve kamu geliri oluşturacak şekilde kiralanması mevzuata uygun ve kaynakların etkili, ekonomik ve verimli şekilde kullanılması ilkesi açısından da uygun ve gereklidir” cümlelerine yer vererek bu kararın üniversite ve öğrencilerinin menfaatine uygun olduğunu iddia etti.
Rektörlük aleyhte açıklama yapanlara soruşturma açacak
Rektörlük yaptığı açıklamada aynı zamanda konuya dair münipülatif ve yanıltıcı paylaşımlar yaptığı iddia edilen öğrenciler hakkında soruşturma açacağını belirtti. Açıklamada yer alan "Bu tür manipülatif ve yanıltıcı paylaşımları yapan kişi ve guruplar ile sosyal medya mecralarının, öğrencilerimiz ve mensuplarımız ile kamuoyu tarafından bu yönde değerlendirilmesini ve bunlara itibar edilmemesini, ilgili paylaşımları yapan ve yayan sorumlular hakkında kurumsal olarak her türlü adli ve hukuki sürecin işletileceğini kamuoyuna saygıyla duyururuz” ifadelerine öğrenciler sosyal medya üzerinden tepki gösterdi.
Hacettepe Dayanışma Ağı: 'Kampüsler sermayeye peşkeş çekilemez'
Konuya dair açıklama yapan Hacettepe Üniversitesi Dayanışma Ağı, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada kararın derhal geri alınması gerektiğini ve kampüslerin sermayeye peşkeş çekilmesine izin vermeyeceklerini belirtti.
Hacettepe Dayanışma Ağı'nın açıklaması şu şekilde:
"Söz konusu Üniversite öğrencileri olduğunda sağlanması gerekenleri sağlamayan fakat konu özel şirketlerin çıkarları olduğunda vakit kaybetmeden kampüsümüzü sermayenin hizmetine sunan rektörlük Öğrencilere ve kamuya ait olan Amfi Tiyatrosu’nun özel bir şirkete kiralayarak öğrencilerin haklarını özelleştirmektedir. Bu karar derhal geri alınmalıdır. Kampüsümüzün herhangi bir alanı hiçbir sermayeye peşkeş çekilemeyeceğini açıkça tekrardan ifade ediyoruz! Haklarına sahip çıkmış ve çıkacak olan Hacettepeliler olarak boyun eğmiyoruz".
DEM Parti'den anayasa pazarlığına yeşil ışık: 'Yamalı darbe anayasasından birlikte kurtulalım'
Cumhur İttifakı'nın anayasa çağrısına yeşil ışık yakan DEM Parti Eş Genel Başkanı Hatimoğulları, "Yamalı 12 Eylül darbe anayasasını hep birlikte değiştirelim, hep birlikte yeniden inşa edelim" dedi.Cumhur İttifakı, “Yeni, sivil, çağdaş, demokratik, kapsayıcı ve kuşatıcı” bir anayasaya ihtiyaç duyulduğunu uzun süredir öne sürüyor. 31 Mart'ta yapılan yerel seçimlerin ardından da AKP ve MHP tekrardan yeni anayasa çağrısı yapmaya başladı.
Geçtiğimiz günlerde tüm siyasi parti gruplarının temsilcilerinin yer aldığı TBMM Başkanlık Divanı üyeleriyle görüşen AKP'li TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, yeni anayasa için nabız yokluyor. Bugün TBMM'de düzenlenen 23 Nisan Özel Oturumu'nun açılışında konuşan Kurtulmuş'un gündemi yine yeni anayasa oldu.
Kurtulmuş, konuşmasında yeni anayasa için siyasi partilere çağrıda bulunurken, DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları da Cumhur İttifakı'nın çağrısına yeşil ışık yaktı.
Kurtulmuş'un gündemi yine anayasa
TBMM'de 23 Nisan Özel Oturumu düzenlendi. Oturumun açılışında konuşan TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş'un gündeminde yeni anayasa vardı.
TBMM'nin yasa ve anayasa yapma gücüne de salahiyetine de sahip olduğunu söyleyen Kurtulmuş, "Bu Meclis halkın verdiği oyların yüzlerin 95'ine sahip bir Meclis'tir. Yeter ki doğru zeminlerde tartışmayı başaralım. Doğru yöntemler de partilerin uzlaşı ile varacağı yöntemlerdir" dedi.
Kurtulmuş, "Gerçekten sivil, darbelerin gölgelerinden kurtulmuş anayasa yapması Meclis'in boynunun borcudur. Öncelikli gündem asra uygun anayasa" ifadelerini kullandı ve 23 Nisan haftasından sonra siyasi partilerle yapacakları temaslarla süreci başlatmayı düşündüklerini belirtti.
Kurtulmuş, sözlerini, "Fikri olan her kurum sürece katkı vermeli. İlk meclisten aldığımız ruhla güçlü bir şekilde yürüyüşümüze devam edeceğiz. Her yıl 23 Nisan'ı kutlamakla kalmayıp daha demokratik, daha güçlü Türkiye istikametinde yolumuza devam edeceğiz" ifadeleriyle sonlandırdı.
DEM Parti'den yeni anayasa pazarlığına yeşil ışık
Kurtulmuş'un konuşmasının ardından kürsüye DEM Parti Eş Genel Başkanı Tülay Hatimoğulları çıktı.
AKP'nin yeni anayasa ısrarına Hatimoğulları'ndan yanıt 1921 anayasası hatırlatmasıyla geldi.
Hatimoğulları, "Cumhuriyetin ikinci yüzyılında krizlerden çıkışın yolu 1920 ruhuyla 1921’de yapılan toplumsal mutabakatın güncellenmesinden geçmektedir" dedi.
Hatimoğulları'nın konuşmasında öne çıkanlar şöyle:
"Yüzyıllık Cumhuriyet tarihi, aynı zamanda darbelerin, ekonomik krizlerin, istikrarsızlığın ve otoriterliğin tarihidir. İlk yüzyılda rejim demokrasiye hep mesafeli durmuş; toplumun demokratik taleplerini kriminal vaka haline getirerek tanımamış, buna itiraz eden tüm kesimleri şiddet yöntemleri ile bastırmaya çalışmıştır. Cumhuriyet bugünkü varlığını ülkede yaşayan bütün halklara, inançlara ve emekçilere borçludur. Buna rağmen bu kurucu iradeyi yok sayan anlayış halen devam etmektedir.
'İnkarın kaynağını bulmak ve bununla yüzleşmek'
İnkarın kaynağını bulmak ve bununla yüzleşmek tüm siyasal dinamikler açısından bugün büyük bir sorumluluk haline gelmiştir. 1920 yılı öncesinde devrede olan tekçi siyasi anlayış, 24 Anayasası’yla yeni ulus devletin katı ve sistematik aklı haline dönüşmüştür. Tarihsel inkâr, temel referanslarını ülkenin tüm farklılıklarını yok sayan 1924 Anayasası’ndan almaktadır. Tek tip yurttaş yaratma, merkeziyetçilik ve inkâr konularında daha sonra yapılan tüm Anayasalar, maalesef 1924 Anayasası’nın kötü birer kopyası durumuna düşmüştür. Bugün Türkiye toplumunun temel ihtiyaçlarının başında demokratik bir anayasa gelmektedir. Cumhuriyetin ilk yüzyılında devlet kendisine tek tip ve sermayenin hizmetinde bir halk yaratmak istemiştir ama başarısız olmuştur. İkinci yüzyılda siyasetin görevi, yaşanan sorunlara kalıcı çözümler getirecek olan halkların demokratik yönetimini kurmaktır. Bunun önemli adımlarından birisi Demokratik Anayasa yapım sürecine girmektir. Bunun için yapılması gereken acil şeyler; çatışma ve kutuplaştırıcı iklime son vermek, toplumsal barışı tesis etmek en geniş toplumsal mutabakatı aramak üzere yol ve yöntemler üzerinde çalışmaktır.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılında krizlerden çıkışın yolu 1920 ruhuyla 1921’de yapılan toplumsal mutabakatın güncellenmesinden geçmektedir. Yüzyıllık cumhuriyetin demokrasi krizlerinde İttihat ve Terakkicilerle, Hürriyet ve İtilafçıların sorumluluğu oldukça büyüktür. Cumhuriyetin ikinci yüzyılında, geçmişle yüzleşme ve geleceğin demokratik inşası siyaset kurumunun temel görevidir. Burada Meclis kurucu bir iradeyle Kürt meselesinin çözümü ve Türkiye’nin demokratik bir yüzyıla adım atmasının tarihi bir sorumluluğuyla karşı karşıyadır. DEM Parti olarak bizler çözüm konusunda dün olduğu gibi, bugün de elimizi taşın altına koymaya hazır olduğumuzun altını bir kez daha çiziyoruz.
'Yamalı 12 Eylül darbe anayasasından hep birlikte kurtulalım'
Bu ülkeye gerçek ve kalıcı bir bahar; Kürt sorununun demokratik çözümü başta olmak üzere herkese daha fazla iş-aş-ekmek verilmesinden ve bu sistemin kurulmasından daha fazla demokrasi, özgürlük, eşitlik ve adaletin tesis edilmesiyle mümkündür. Yaşadığımız bölgede yeniden savaş projeleri tesis edilirken, kan ve gözyaşıyla gündeme geldiği bir eşikte; ortak bir yaşam ve demokratik bir toplum için tüm kesimlerle konuşmaya, sorunlara müzakere yoluyla çözümler konusunda yol almayı isteriz elbette. Bu sebeple gelin yamalı 12 Eylül darbe anayasasından hep birlikte kurtulalım ve Demokratik Cumhuriyeti beraber inşa edelim. Gelin, başta parlamento olmak üzere siyaset kurumunu her türlü vesayetten kurtaralım. Gelin dünyada tohumu ekilen, Ortadoğu’da fidelenen savaş ve kargaşaya karşı Türkiye ve bölge halklarını korumak adına büyük bir iç barış mutabakatı yapalım."
Yeni anayasa ne anlama geliyor?
Anayasa Mahkemesi eski raportörü ve soL yazarı Ali Rıza Aydın,“Yeni anayasa söylemi ve hedefini birçok nedenin içinde olduğu bütünsellikle okumak gerekiyor. Bu bütünselliği okuyacağımız tablo, yeni liberalizmle, kapitalist emperyalist ilişkilerle, dinsellikle bulamaç durumuna getirilmiş olan 21 yılı aşan AKP dönemidir, siyaseti ve ekonomisidir" yorumunda bulunmuştu.
Başkanlık rejiminin zaaflarının giderilmesi ve daha fazla güven sağlaması gibi düzenlemelerin öne çıkacağını belirten Aydın, yeni anayasa ile TBMM ve Anayasa Mahkemesi'nin daha da işlevsizleştirileceğini ve özelleştirmelerin önünün daha fazla açılacağını vurgulamıştı.
Yeni anayasanın gerçek nedenlerinin finalinde emekçileri esnek, ucuz, güvencesiz duruma düşüren, sömürüyü derinleştiren yasal düzenlemelerin, yargı kararlarının ve uygulamaların sömürenler yönünden anayasal güvenceye kavuşturulması da var.
/././
Çocuk bayramında çocuk işçiliği gerçeği: '23 Nisan’da staja gitmek zorundayım' (YEKTA ARMANC HATİPOĞLU)
Türkiye’nin ‘çocuk işçiliği’ gerçeği 23 Nisan’da da kendisini hissettiriyor. Staj adı altında gerçekleşen sömürüyü, 23 Nisan’da neler hissettiğini meslek lisesi öğrencisi Süleyman’la konuştuk.“Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” olarak kutlanan 23 Nisan, Türkiye’nin bitirilmeyen, yer yer devlet eliyle desteklenen çocuk işçiliği gerçeğinin de hatırlanmasına vesile oluyor. Her geçen yıl artan çocuk işçiliği oranları, beraberinde pek çok çocuk işçi ölümünü de getiriyor.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın 2022 faaliyet raporunda, 2021 yılına göre 2022 yılında 15-17 yaş arasında çalışan çocuk sayısı 101 bin artışla 620 bine ulaştı. Buna göre çalışan çocuk sayısı yıllık yaklaşık yüzde 20 arttı.
Çocuklar kanuna göre işçi sayılmıyor
Öte yandan Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne göre 18 yaşından küçüklerin çocuk olarak kabul edilmesine karşın, Türkiye’deki İş Kanunu’na göre 15 yaşını doldurmuş ancak 18 yaşını tamamlamamış çocuklar “genç çalışan” olarak kabul ediliyor. Bu durum Türkiye’deki gerçek çocuk işçi oranına ulaşmayı daha zor hale getiriyor.
İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi (İSİG), 2013-2023 yılları arasını kapsayan “Çocuk İş Cinayetleri” raporunu bu sene yayımladı. En fazla çocuk işçi ölümü yüzde 57 ile tarım/orman işkolunda yaşanırken, on yıl içinde toplam 671 çocuk iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.
On yıl içinde yaşamını yitiren çocuk işçilerin 79’u göçmenlerden oluşuyor. En fazla çocuk işçi cinayeti 49 kişiyle Şanlıurfa’da yaşanırken, Şanlıurfa’yı sırasıyla Gaziantep, Adana, İstanbul, Konya ve Antalya takip etti. Çocukların yüzde 28’inin ölüm nedeni trafik kazası oldu. Yaşamını yitiren 234 çocuk 0-14 yaş arasıyken, 437 çocuk 15-17 yaş arası. Yani on yıl içinde iş cinayetlerinde yaşamını yitiren 437 çocuk, Türkiye’deki İş Kanunu’na göre “çocuk işçi” sayılmıyor.
Çocuk işçiliği AKP eliyle destekleniyor
AKP’nin yer yer müdahale ettiğini iddia ettiği, mücadele etmek için fonlar oluşturduğu çocuk işçiliği azalmadığı gibi AKP eliyle destekleniyor. Meslek liseleri ve Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM), çocuk işçiliğin devlet eliyle meşrulaştırılmasının merkezi konumunda. Sermaye sahiplerine ucuz iş gücü olarak pazarlanan 18 yaş altı öğrenciler, herhangi bir denetime tabi tutulmadan çalıştırılıyor. Geçtiğimiz dönem, yaşları 14 ve 17 arasında değişen en az sekiz çocuk, MESEM kapsamında çalışırken yaşamını yitirdi. Hukuken de tartışmalı olan MESEM, aynı zamanda yolsuzluğa kapı açmasıyla da gündeme gelmişti.
(derleyen: mstfkrc)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder