24 Nisan 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 24 Nisan 2024 -

 

Süleymancıların yeni hedefi (Barış Pehlivan)

AKP’li Metin Külünk, Hollandalı Elise Steilberg’i tanır mı? Sanmam. Ancak Süleymancılar konusunda benzer şeyleri düşündüklerini söyleyebilirim.

Ne mi demek istiyorum? Şunu:

15 Temmuz’dan sonra devletin yeni sahibi olmaya çalışan cemaatler arasındaki ve kendi içlerindeki kavga artık gizlenemiyor. Gelin görün ki bürokrasiye ve müritlere kimin emir vereceğine dair haberleri devam filmi gibi izliyoruz. Misal, itiraz etmemiz gerekirken uyum sağlamaya zorlandığımız konulardan biri de Süleymancılar.

Duymayan yoktur, Süleymancılar cemaati ile AKP’nin arası uzun süredir açık. Lakin bu gerginlik, seçim sonrası gittikçe büyümeye başladı:

Cemaatin kurucusunun AKP’li eski vekil olan torunu Fatih Süleyman Denizolgun’un, Süleymancıların mevcut lideri Alihan Kuriş’i “terör örgütü” diye hedef alan çıkışları...

Kuriş ile fotoğrafı ortaya çıkan bir başsavcıya HSK’nin soruşturma açması...

Keza AKP’nin ağır toplarından Metin Külünk’ün Süleymancıları “İkinci bir FETÖ süreci ile karşı karşıyayız” diye kodlaması...

Örnekler çoğaltılabilir. Hayır, “Peki, Hakyolcular ya da Menzilciler devlette misket mi oynuyor” diye sormayacağım. “Ben cemaatin bana oy verenini severim” kafasındaki ikiyüzlülüğü de anlatmayacağım. Binlerce kilometre ötede, Süleymancıları kafasına takan başkalarının da varlığını anlatacağım...

Hollandalı araştırmacı Elise Steilberg’in kişisel blokunda yayımladığı bir yazı var. Başlığı tam olarak şöyle: “Yirmi iki yatılı cami okulu bulunan Türk cemaati artık okullara giriyor.”

Steilberg, Hollanda’da örgütlenen Süleymancıları uzun uzun irdeliyor. Buna göre ülkede cemaate ait 47 cami var ve bunların 22’sinde “yatılı eğitim merkezi” bulunuyor.

Süleymancıların, Türkiye’de “Kuran kursu” diye bilinen merkezlerini, Hollanda’daki vakıfların çatısı altındaki açtığını öğreniyoruz. Elmas’tan Erdem’e, Ekmel’den Mozaik’e, Manolya’dan Lale’ye farklı adları taşıyan ülkedeki yatılı eğitim merkezlerinin aslında Süleymancıların kontrolünde olduğunu anlıyoruz.

Ancak mesele burada bitmiyor.

BAKANLARIN ÖNÜNDEKİ SÜLEYMANCILAR SORULARI 

Araştırmacı Steilberg, Süleymancıların bu yılın sonbaharında Hollanda’da ilköğretim okulları açacağını da duyuruyor. Amsterdam ve Rotterdam’da açılacak “Enderun Hisar” adlı okulların, her ne kadar gizlenmeye çalışılsa da yöneticilerinin Süleymancı olduğunu isim isim ortaya koyuyor. Çarpıcı olan diğer nokta ise yazıda Süleymancılar ile Fethullahçılar arasındaki benzerlik de gündeme getiriliyor:

“Okullara yönelik başvuru sürecindeki belgeler, ne Eğitim Yürütme Ajansı’nın ne müfettişliğin ne de eğitim bakanının bu arka plandan haberdar olduğunu gösteriyor. Bunun birçok nedeni var: İnsanlar bilmiyor, bilmek ya da araştırmak istemiyor ya da bu arka plan biliniyor ve gündemden uzak tutuluyor. Sonuçta şirketler bunun böyle kalması için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu, Gülen hareketinin okullarıyla ilgili daha önceki dolandırıcılık ve skandalların anılarını hatırlatıyor. Hareketin kendisi, eğitim bakanı, idareciler, yönetim ve sempatizanlar bu Ortodoks dini ağ ile bağlantılarını her düzeyde inkâr ettiler ve Lahey’de uyarıda bulunan uzmanlar ve içeriden kişiler basitçe göz ardı edildi. Birkaç yıl sonra ise haklı oldukları ortaya çıktı.”

Mesele bununla da sınırlı kalmıyor. Hollanda’daki Özgürlük ve Demokrasi İçin Halk Partisi’nin (VVD) önde gelen milletvekillerinden Bente Becker, konuyu Meclis gündemine taşıdı. Hollandalı bakanların masasına koyduğu 18 sorudan şunlar dikkat çekiciydi: “Ayrımcılığı güçlendireceği gerekçesiyle bu okulu kabul etmemeyi tercih eden Amsterdam belediye yönetiminin görüşünü nasıl değerlendiriyorsunuz? Süleymancı hareketinin Hollanda’daki kolu olan Hollanda İslam Merkezi Vakfı’nın (SICN) mevcut yapısı, büyüklüğü ve faaliyetlerine ilişkin görüşünüz nedir? Avrupa’da Köln’den merkezi kontrolün olduğu doğru mu? Şu anda bu konuda yeterli bilgiye sahip değilseniz, bunu araştırmaya istekli misiniz? Hollanda’daki Süleymancı hareketiyle ne gibi temaslarınız var ve işlettikleri yatılı cami okulları şu anda nasıl denetleniyor?”

Demem o ki...

AKP’nin kendisini desteklemediği için “günah keçisi” ilan ettiği Süleymancılar, Hollanda’da da tartışılıyor. Unutmayalım ki AKP, güç aldığı bugünkü karanlığı Türkiye’deki cemaat ve tarikatların varlığına da borçlu. Muhalefete düşen ise bu yapıların hiçbirinin siyah ışığına ihtiyaç duymaması... Muhtaç olunan kudret, bilimdeki asil yolda mevcuttur. 

                                                     /././

Şimşek: Çare değil semptom (Ergin Yıldızoğlu)

Hazine Bakanı Mehmet Şimşek’in İMF/Dünya Bankası toplantısı için Washington’dayken, “Türkiye: Değişken Küresel Ekonomide İleriye Doğru Gitmek” başlıklı etkinlikte yaptığı konuşma, Murat Yetkin’in Dünya Bankası Türkiye Müdürü Humberto Lopez ile yazışması (https:// yetkinreport.com) karşımızda, yıkıcı sonuçlar üretecek anakronik bir neoliberal klişe olduğunu gösteriyor.

ŞİMŞEK VE LOPEZ

Bugün dünya ekonomisinin durumu, Türkiye’nin durumunun (dolayısıyla sorunlarının), neoliberal politikaların krizi kısmen yönetebildiği 1980’lerdeki ve 2000’lerin başındaki durumlarına benzemiyor. Örneğin o dönemlerde gelişmekte olan ülkelere sermaye girişi artıyordu, son yıllarda çıkış artıyor. (Adam ToozeChartbook, 277)

Ancak Türkiye’de egemen sermaye hala uluslararası sermayenin değerlenme devrelerine bağımlı. Son birkaç yıldır ülkede yerli sermayenin değerlenme süreçlerini durma noktasına doğru sürükleyen bir ekonomik model ve dış kaynak sıkıntısı yaşanıyor. Yerli egemen sermayenin de “Bu dış kaynak sıkıntısı acilen, ne pahasına olursa olsun aşılmalıdır” noktasına geldiği anlaşılıyor.

Bağımlı ülkelerin ekonomilerinin (ve yerli sermayenin) uluslararası egemen sermaye ile ilişkisini (kullanılabilirliğini) düzenlemekle görevli IMF ve Dünya Bankası da aynı yönde düşünüyorlar. Şimşek, bir “cool bürokrat” (Gramsci’den filan alıntı yapıyor...) olarak bu “paradigma” içinde hareket ediyor. “Bürokrat” kavramını boşuna kullanmıyorum. Şimşek ağzını açtığında dışarı, yeni fikirler değil, ezberlenmiş neoliberal klişeler dökülüyor: Enflasyonla mücadele, bütçe disiplini.

Şimşek ve Lopez enflasyonla mücadele üzerinde odaklanıyorlar: Enflasyon geçim sıkıntısı krizini ağırlaştırıyor ancak kurtulabilmek için “Biraz sıkıntı çekmek gerekecek” diyorlar. Çare olarak önerdikleri, para ve maliye politikalarına bakınca bunların çare değil, uluslararası mali sermayeyi Türkiye’nin “kullanılabilir” bir ülke olduğuna ikna etme çabalarının semptomu olduğu görülüyor. İlk sırada, tüketimi, yatırım harcamalarını, hatta üreticilerin işletme sermayesinin döngüsünü yavaşlatmak pahasına reel faiz pozitif (enflasyon oranından yüksek) alana çıkarmak var. İkinci sırada da bütçe disiplini.

Reel faizler uluslararası spekülatif sermayeye cazip değerlenme olanakları sunacak. Bütçe disiplini de kaynakları borç servisine yönlendirmek için, kamu harcamalarında (bakanlık bütçelerinde), sosyal yardım ve hizmetleri ilgilendiren alanlarda derin kesitiler ve halk üzerinde yeni vergiler anlamına geliyor. Kredi kartları, tüketici-konut kredileri gibi araçların ekonomik büyümeyi beslediğini düşününce, geçim sıkıntısı krizinin daha da derinleşmesini, ortaküçük üreticinin, müteahhitlerden siyasi bağlantıları zayıf olanların iflasa sürüklenmesini, rejimin yoksullarla, tarikatlar ve cemaatlerle ekonomik bağlarının kopmaya başlamasını bekleyebiliriz.

‘BİLİŞSEL UYUMSUZLUK’

“Bilişsel uyumsuzluk” da buradan kaynaklanıyor: Bir taraftan ülkede derin bir geçim sıkıntısı krizi var, diğer taraftan Şimşek bu geçim sıkıntısını ağırlaştıracak önlemlerden söz ediyor.

Yoksulluk derinleşiyor. İnşaat sektörü, yavaş çekilmiş bir tren kazası gibi çöküyor. Deprem alanı onarılmayı bekliyor. Rejimin ekonomik, kurumsal kapasitelerini çok aşan (savaş yayılırsa daha da büyümesi kaçınılmaz) bir sığınmacı nüfusu var. Dahası siyasal İslamın, 20 yıldır devlet ve toplum kaynaklarını edinmeye, birden fazla maaş almaya, makam arabalarına, vakıf ayrıcalıklarına alışmış asalak egemen sınıfı, bunların beslemek zorunda olduğu tabanı var.

Şimşek, bir taraftan verimlilik artırmaktan, küresel ısınma karşıtı önlemlerden, yeni teknolojik gelişmelere uyum sağlamaktan söz ediyor. Diğer taraftan siyasal İslam eğitim sistemini, yüksek öğretimi, bilimsel gelişmeyi, kadın haklarını sabote etmekle; Şimşek de sanayi politikalarını, küresel ısınmaya karşı mücadeleyi, teknolojik gelişmelere ayak uydurmayı sağlayacak olan ekonomik büyümeyi sabote etmekle meşgul.

Rejim hem Şimşek’in reçetesini uygulamak hem de toplumsal desteğini korumak, projesini geliştirmeye (anayasa filan) devam etmek istiyor. Bu “bilişsel uyumsuzluklar” da rejimin ve Türkiye kapitalizminin içinde olduğu çıkmazın bir semptomu olsa gerek.

                                                    /././

İsrail Kürecik’ten nasıl yararlandı? (Mehmet Ali Güller)

İletişim Başkanlığı Dezenformasyonla Mücadele Merkezi, “‘İran’ın İsrail’e fırlattığı füzeler, Malatya Kürecik’te bulunan radar üssü sayesinde erken tespit edilerek durduruldu’ iddiası doğru değildir” diyerek bir “yalanlama” yaptı ve şunları ekledi: “Kürecik’teki radar sisteminden elde edilen bilgiler, NATO prosedürleri çerçevesinde sadece müttefiklerle paylaşılmaktadır. Bu veri paylaşımının amacı, NATO müttefiki ülkelerin halklarının, topraklarının ve kuvvetlerinin korunmasıdır.”

Bu yalanlama, aslında bir dezenformasyon. İsrail, Kürecik Radarı’ndan yararlandı. Nasıl mı? Madde madde bakalım:

İSRAİL'E SİLAH VEREN, İSTİHBARAT DA VERİR

Kürecik Radarı, ABD tarafından kurulup NATO üssüne dönüştürülmüştür. Üs, NATO’nun 2010’daki Lizbon Zirvesi’nde alınan karar gereği, balistik füze savunma sisteminin bir unsuru olarak planlandı. Ancak NATO himayesinde değil de ABD himayesinde olacağı için Ankara önce itiraz etti. Üs NATO şemsiyesine alınınca Eylül 2011’de onaylandı ve Şubat 2012’de kuruluşu tamamlandı. İran sınırına 700 km yakınlıktaki üsse AN/TPY-2 tipi radar yerleştirildi. Ancak AN/TPY-2 sonuçta ABD ordusuna aittir ve fiilen ABD tarafından işletilmektedir. Dolayısıyla:

1) Dezenformasyonla Mücadele Merkezi’nin “Bilgiler İsrail’le değil, sadece NATO müttefikleriyle paylaşılır” iddiası, teorik olarak doğru olsa bile, pratikte doğru değildir. Çünkü İsrail’e para ve silah veren, elbette istihbarat da verir! Bundan şüphe duymak saflık değilse, NATO’körlüktür!

ABD KÜRECİK VERİLERİYLE İRAN FÜZELERİNİ DÜŞÜRDÜ 

2) İran’dan İsrail’e doğru harekete geçen 300 civarındaki SİHA ve füzenin 87’sini, Pentagon’un açıklamasına göre bizzat ABD düşürdü. ABD’nin bölgedeki üslerinde bulunan savunma füzeleri ve uçakları, İran füzelerine karşı İsrail’den önce harekete geçti. ABD bu savunmasında Kürecik Radarı’nın verilerini de kullandı. ABD’nin Kürecik’ten yararlanarak İsrail’e hareket eden İran füzelerini düşürmesi demek, İsrail’in Kürecik’ten “dolaylı” yararlanması demektir.

3) İsrail, Kürecik Radarı’ndan, İran füzelerine karşı harekete geçen Doğu Akdeniz’deki ABD gemileri üzerinden de “dolaylı” yararlandı: “Doğu Akdeniz’deki iki ABD Aegis muhribin SM3 bataryaları ile balistik füze düşürdüğünü Pentagon açıklamalarından biliyoruz. Bu gemilerin atmosfer dışında önleme yapabilmesine yönelik tespit ve izleme bilgilerini Kürecik’teki radardan aldığı fiziki bir gerçektir. Zira söz konusu NATO Balistik Füze Savunma Sistemi gemilerinin Aegis komuta kontrol sisteminin Avrupa ve Akdeniz havzasında ana bilgi girişlerinden ve ‘yan söyleme’ istasyonlarından birisinin Kürecik Radarı olduğu biliniyor” (Em. Tümamiral Cem Gürdeniz, Veryansın, 21.4.2024).

4) İsrail’in savunmasına sadece ABD değil, İngiltere ve Fransa da katıldı. Kıbrıs’taki üslerden kalkan bu uçaklar da elbette NATO üyesi ülkelerin uçakları olarak Kürecik Radarı’nın verilerinden yararlandı.

İSRAİL'E NATO'DA OFİSİ AKP ONAYLADI

Dezenformasyonla Mücadele Merkezi “Kürecik’teki radar sisteminden elde edilen bilgiler, NATO prosedürleri çerçevesinde sadece müttefiklerle paylaşılmaktadır” diyor. Peki İsrail’in NATO’yla ilişkisi nedir?

AKP iktidarı, Kürecik Radarı’nın kurulduğu yıl, ABD’nin talebiyle İsrail’in NATO çalışmalarında yer almasını onayladı. 4 Aralık 2012 tarihli o toplantıyla ilgili olarak İsrail gazetesi Jerusalem Post“NATO’nun füze savunma sistemlerinin kurulması kararı, Ankara’nın İsrail’e karşı tavrını yumuşatması için bir kaldıraç olarak kullanıldı” diye yazdı. Ardından AKP, 2016’da da İsrail’in NATO merkezinde daimi ofis sahibi olmasını onayladı.

Özetle, Atlantikçi bir iktidarın İsrail’e karşı sahici bir tutum alabilmesi olası değildir.

                                                  /././

Uyuşturucu milli güvenlik sorunu (Murat Ağırel)

Emniyet Genel Müdürlüğü Narkotik Suçlarla Mücadele Başkanlığı 2023 raporunu açıkladı. 

Derlenen rakamları görünce ağzım açık kaldı. 

Hemen anlatayım... 

Bakın 2020 yılında uyuşturucu ile mücadele için 1 milyar 840 milyon Türk Lirası, 2022 yılında 2 milyar 340 milyon Türk Lirası, 2023 yılında ise uyuşturucu ile mücadele için 4 milyar 264 milyon Türk Lirası harcama yapılmış. Buradaki artış yüzde 82. 

Avrupa Birliği sınırları içerisinde yakalanan 2021 yılı eroin miktarı 9.5 ton gerçeklemiş aynı yıl ülkemizde yakalanan eroin miktarı 25.5 ton oldu. Bunun en büyük nedenlerinden birisi Balkan rotasında kilit noktada olmamız. 

Afganistan’dan başlayarak İran, Türkiye ve Balkan ülkeleri üzerinden Orta ve Batı Avrupa’ya ulaşıyor bu güzergâh. Batı ve Orta Avrupa’daki eroinin yüzde 70’inden fazlasının Balkan rotası üzerinden giriş yaptığı değerlendiriliyor. 

Afganistan Taliban yönetiminde olmasına rağmen 2022 yılında haşhaş ekim alanı bir önceki yıla göre yüzde 32 artış göstererek 233 bin hektara ulaşmış. 

Sözde Taliban uyuşturucuya karşı bir örgüt. Zaten Amerika uyuşturucudan elde edilecek geliri garanti altına almasa Afganistan’dan da çekilmezdi. Bu apayrı bir yazı konusu. 

2011-2021 döneminde Avrupa’da uyuşturucu yakalamalarında en fazla artış yüzde 416 ile kokain yakalamalarında gerçekleşmiş. Belçika’nın Anvers Limanı’nda yakalanan kokain miktarı 110 ton. 

Dünya genelinde 2010-2020 yıllar arasında yakalama miktarı artan diğer zehir ise metamfetamin olmuş. 2020 yılında bir önceki yıla göre yüzde 16 artış ile 375 ton metamfetamin ele geçirilmiş. 

Burası önemli çünkü ülkemizde de sıklıkla yaşanan bu yakalamalarda metamfetamin maskelenmeye çalışılıyor. 

2022 yılı kasım ayında İstanbul’da gerçekleştirilen bir operasyonda İran’dan geldiği tespit edilen magnezyum silikat (talk pudrası) maddesine emdirilmiş halde, likit metamfetamin maddesi ile kristal forma dönüştürülmüş metamfetamin ve dönüştürme aşamasında kullanılan kimyasal maddeler ele geçirildi. 

2023 yılı nisan ayında Tekirdağ’da gerçekleştirilen operasyonda ise farklı türde kimyasal maddeler ile birlikte öğütülmüş hayvan yemi/saman görünümünde, çuvallar içerisinde metamfetamin öncü kimyasalı olan efedrin ele geçirildi. 

Bakın bunlar yeni yöntemler hep... 

Raporda ilginç bir bilgi daha var. 2022 yılında ele geçirilen sentetik ecza ilaç miktarında bir önceki yıla göre yüzde 49.1’lik bir artış yaşanmış ve 12 milyon 607 bin 432 tablet sentetik ecza ilaç ele geçirilmiş. 

Narkotimler tarafından müdahale edilen olay ve şüpheli sayısına baktığımızda da 2018 yılında 37 bin 92 olan olay ve 66 bin 535 olan şüpheli sayısı 2022 yılında 76 bin 841 olay ve 104 bin 218 şüpheli olarak değişim göstermiş. 

2022 yılında 3 bin 827 kokain olayına müdahale edilmiş ve bu olaylarda 5 bin 647 şüpheli ve 2 bin 299 kilogram kokain ele geçirilmiş. Bu rakam 2020 yılında 1961 kilogramdı. 2021 yılında ise 2 bin 841 kilogramdı. 

Bu rakamların bize anlattığı iki konu var. Kaçak göçmenlerin rotasıyla uyuşturucu rotası aynı. Komplo teorilerini sevmem. Yorumu okuyucuya bırakıyorum. Ancak bu durum normal değil. Suriye’nin karışmasından sonra Türkiye’yi bir uyuşturucu üssü, “hub” (bağlantı) noktası yapma planı belli ki devrede. Buna sadece operasyon yapmakla değil sınırları güçlendirmekle de yanıt verilmeli. 

Yoksa işin sonunda ABD’nin en ünlü şehirlerinin sokaklarında toplu halde uyuşturucudan kendinden geçmiş insanların görüntülerini Türkiye’de de görmeye başlarız. Yani memleket bir yandan kaçak göçmenle doldurulurken bir yandan da uyuşturucu batağına çekiliyor. 

Bir konu daha nasıl milli güvenlik konusu olabilir ki...

                                                    /././

Yoksullaştıran dezenflasyon politikası (Öztin Akgüç)

Enflasyon, basit tanımıyla cari piyasa sayesinde arz-talep dengesizliği, talebin arzdan fazla olması nedeniyle fiyatların artış sürecidir. Dengeyi sağlamak için talebi kısmak ya da arzı-üretimi artırmak ya da talebi kısmak ile arzı artırmak, talebi kısma ile arzı-üretimi artırmanın birlikte gerçekleştirilmesi gerekir.

İzlenen dezenflasyonist politika, zam dolaylı vergileri artırma, yüksek faiz, kur artışı yoluyla iç talebi kısarak dengeyi sağlama yönündedir. Talebi kısılacak, yaşam seviyesi, kalitesi düşürülecek kesim de emekçiler, dar sabit gelirliler, emeklilerdir. Bir ürünün fiyat yükseldiğinde; (i) belli bir bütçe olanağı ile üründen satın alanların satın alma miktarı azalacak; (ii) bir bölüm tüketici ürünü yüksek fiyattan satın alamayacak (iii) ikame malları varsa tüketicilerin bir bölümü daha veya alt grup mallara yöneleceklerdir. Ürünün fiyatının artışı ile reel geliri azalan kesimin alt grup mallara yönelmesi, İngiliz iktisatçı Giffen tarafından ilk kez ortaya konulduğundan öğreti de “Giffen Paradoksu” olarak anılmakta. Fiyat artışının ekonomide gelir ve ikame etkileri olmaktadır. 

İzlenen dezenflasyonist politika ile enflasyonun maliyeti; emekçi, emekli, sabit gelirlilere yükleneceğinden, pankart taşımanın, toplantı yapmanın, “Ücret, emekli ikramiyesi artırılmalı” söylemlerinin etkili olması olası değildir. Ayarlama yapılsa dahi gerçek enflasyonun altında kalacağından emekli, dar ve sabit gelirlerinin reel gelirleri, tüketimleri azalacaktır. 

İktisat biliminin amacı, sınırlı kaynakları verimli kullanarak toplumun gereksinim duyduğu mal ve hizmetlerin etkin sosyal maliyetle üretilmesiyle toplumun refahının artırılmasıdır. Önemli olan ilk aşama, mal ve hizmetlerin üretilmesi, gelirin yaratılmasıdır. Kamu, özel tüketim, yatırım, ihracatın nasıl kullanılacağı, gelirin üretim faktörleri arasında kâr, faiz, ücret, kira (rant), olarak nasıl bölüşüleceği, birbirini izleyen aşamalardır. Üretim yapmadan, kullanımı, bölüşümü tartışmak, bir Laz fıkrasını anımsatır: Hani bir grup arkadaş, denizde define aramak için taka ile açılmış. Takanın dönüşünde eksiklerin yanı sıra yara bereliler vardır. Çevrenin, “Ne oldu” sorusuna, “Define bakmak için açıldık” derler. “Peki buldunuz mu” sorusuna ise “Mesela yani” diye cevap verirler. Aslında Laz fıkraları Nasreddin Hoca fıkraları gibi öğretici, düşündürücüdür. Geliri yaratmadan, kullanmayı, bölüşmeyi tartışmak abestir. 

Öncelikle üretim, üretimde etkinlik, maliyet minimizasyonu sağlama yönetim sorunudur. Bu bağlamda el kitaplarına girmiş bazı maliyet düşürücü önlemler: 

Ölçek ekonomilerinden yararlanma: 

Üretimde ölçek, kapasite büyüdükçe, makine-teçhizatın daha etkin kullanımı, üretim faktörleri arasında uyumun artması, ürün maliyeti içinde sabit gider payının, hatta bazı endüstrilerde değişken gider payının azalması nedeniyle maliyet azalışı sağlanır. Ancak ölçek ekonomilerinden yararlanmanın sınırı vardır. Bu sınır aşıldığında verim azalışı, negatif ekonomiler oluşmaya başlar. En uygun, elverişli (optimum) üretim ölçeğinin belirlenmesi, maliyet minimizasyonunda etkendir. 

Ürünleri, faaliyeti çeşitlendirme: 

Ürünleri, ayrı ayrı üretmek yerine aralarında maliyet tamamlayıcı alan ürünleri birlikte üretmek maliyet azalışı sağlar. 

Optimum girdi bileşimi sağlama: 

Üretim ve girdilerin çıktıya, mal ve hizmete dönüştürülme sürecidir. Girdiler, üretim faktörleri arasında ikame esnekliğini teknoloji belirler. Farklı girdi bileşimleriyle aynı miktarda üretim olanaklıdır. Sorun, üretimin girdi bileşiminde en düşük maliyeti sağlamaktır. 

Öğretim-eğitim-deneyim: 

Üretim, öğrenim, deneyimi arttıkça (i) emek verimizin artması, (ii) fire oranının azalması, (iii) makinedonanım arzılarının azalması, (ıv) bakım-onarım programlarının iyileşmesiyle bakım-onarım süresinin kısalması üretim maliyetini azatır. 

Makine donanım yerleşme planının üretim akışının, zaman kaybını azaltacak şekilde düzenlenmesi: 

Stok yönetimi, tedarik yöntemlerini iyileştirme, işlem giderlerini azaltma ile de maliyetin etkin olması sağlanır. Amaç, tüketimi kısarak geniş kitleyi yoksullaştırarak değil, verimliliği ve üretimi artırma yoluyla enflasyonu engellemek olmalıdır. Tüketimi kısmak kolay; verimi, üretimi artırmak ise bilgi, beceri, özveri gerektirir.

                                                /././

23 NİSAN'IN TARİHİ (Sinan Meydan)

“Millet 23 Nisan’da ilk sözünü söyledi ve milli davaya atıldı. Yoktan bir ordu çıkardı. Dağılan halkı bir araya topladı. Milletin başına musallat olan halifeyi orada yalnız bıraktı. Yalnız Türklerin, yalnız Anadolu’nun değil, bütün İslam âleminin hayatını, istikbalini kurtaracak bir devletin temellerini 23 Nisan’da attı. 23 Nisan günü bu milletin, özgür ve bağımsız Anadolu’nun sonsuza kadar milli bir bayramıdır.” (Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey, 23 Nisan 1921)

Nisan 1921.

Kurtuluş Savaşı olanca şiddetiyle devam ediyor; Anadolu işgal ve isyan ateşiyle yanıyordu.

1 Nisan’da Yunan ordularına karşı II. İnönü Zaferi kazanıldı.

7 Nisan’da Aslıhanlar Savaşı kaybedildi. Yunan ordusu, Dumlupınar mevzilerine yerleşti.

15 Nisan’da Anzavur isyanlarının elebaşı Ahmet Anzavur, Biga yakınlarında öldürüldü.

15 Nisan’da yeni Yunan Başbakanı Gunaris ve bazı Yunan bakanlar İzmir’e geldi. Yunan ordusunun güçlendirilip taarruza geçmesini kararlaştırıp geri döndüler.

TBMM’DE MİLLİ BAYRAM TEKLİFİ

Tarih 23 Nisan 1921, günlerden cumartesi.

Yer Ankara, TBMM, 24’üncü oturumun 3. celsesi.

Başkanlık makamında Birinci Reis Vekili Hasan Fehmi Bey oturuyor.

TBMM’nin toplanmasının üzerinden tamı tamına bir yıl geçmiş; milletin egemenliğini kendi eline almasının birinci yıldönümü.

Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey ve arkadaşları ile İçel Milletvekili Şevki Bey, 23 Nisan’ın “iyd-i milli (milli bayram) ilan edilmesi” hakkında Meclis’e bir kanun teklifi verdiler. Şevki Bey teklifinde, “23 Nisan 1920 gününde Büyük Millet Meclisi kurularak milletin yazgısıyla ilgili işlere el koyduğu mutlu bir gün olduğundan, (bugünü) halkın yüreğinde yüceltmek için, bu tarihin resmi bayram olmasını” öneriyordu.

Önce Bitlis Milletvekili Hüseyin Hüsnü Bey bir konuşma yaptı: “Efendiler! Halkın zalimane ceberuta karşı galip gelmesini sağlayan ve Doğu tarih sahnesinde önemli bir inkılap kaynağı olan yüksek Meclisiniz, bugün yıldönümü toplantısını gerçekleştiriyor. Bu nedenle 23 Nisan’ın iyd-i milli (milli bayram) olarak kabul edilmesi yolunda verilmiş iki önerge vardır, şimdi okunacaktır.”

Bu konuşmanın adından kanun teklifleri okundu ve görüşmelere başlandı.

VEHBİ HOCA’NIN İTİRAZI

İlk sözü Konya Milletvekili Hoca Vehbi Efendi aldı. İlk Meclis’teki sarıklı milletvekillerinden biriydi. İstanbul’daki son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin dağıtılmasıyla Ankara’daki Meclis’e katılmıştı. İlk Meclis’te din işleriyle ilgili görevler almıştı.

Vehbi Hoca, 23 Nisan’ın “mutlu bir gün” olduğunu ancak düşmanları yenip İzmir’e “o mübarek bayrağımızı” diktiğimiz gün gerçek amacımıza ulaşacağımızı söyledi. Bu gibi bayramların milletin yüreğinden doğduğunu, “nümayiş yapmakla” bayram olamayacağını ve milletin “manevi gücünün” bunlarla artmayacağını belirtti. Sonra işi dine bağlayıp şöyle dedi: “Rica ederim. İçimizde bir tek Hıristiyan yoktur. Ezanı Muhammedi okunuyor da aldırış etmiyoruz! Eğer milletin gücünü artırmak, moralini yükseltmek istersek onu itikat noktasında güçlendirmenin çaresine bakalım.” Vehbi Hoca, milletin gücünün milli bayramlarla değil “itikatın güçlendirilmesiyle” artacağını ileri sürüyordu.

Hocanın sözlerine Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Bey, “O başkadır efendim!” diye karşılık verdi.

Vehbi Hoca devam etti: “Nasıl başka? (...) Milletimiz, milli amacına tam olarak ulaştığı gün yüreğinde gerçek bir bayram yaşatır. Rica ederim, böyle bir kanuna ne ihtiyaç vardır?”

Malatya Milletvekili Fevzi Efendi söze karıştı: “Geçen yıl Ankara’ya sekiz saatlik yerde savaş oluyordu. Biz burada üzüntü ile oturuyorduk. Hamdolsun bu yıl askerlerimiz daha ileri gitmiştir.”

Vehbi Hoca görüşünde ısrar etti. Fevzi Efendi, “Kutsal günleri takdir etmezsek o günlerin değeri kalmaz” dedi.

YAHYA GALİP BEY’İN TEPKİSİ

Kırşehir Milletvekili Yahya Galip Bey, Vehbi Hoca’yı çok sert eleştirdi. Öyle ki hocayı Ankara’ya İngilizlerin gönderdiğini bile iddia etti. Vehbi Hoca’nın “doğru düşünmediğini” söyledi. Sonra da 23 Nisan’ın neden bayram olması gerektiğini anlattı:

“Eğer sizin fikrinizi bu millet taşımış olsaydı, bu Meclis toplanamazdı. Bu öyle bir iyd-i milli ki (milli bayramdır ki), bunun üzerinde hiçbir bayram düşünülemez... Bugün yüce Meclis toplanmıştır. Millet kurtuluş ve mutluluk beratını bugün almıştır. Bu inşallah sonsuza kadar devam edecek. (...) Hoca efendi hazretleri, bugünü gökteki melekler bile yüceltiyor, siz neden yüceltmek istemiyorsunuz?”

Yahya Galip Bey sözlerine şöyle devam etti: “Ne vakit böyle bir milli bayram olur; memleketin sevinçli anları olur, bunun içine ‘İslam ahlakı’ sokarlar. Biz bunu temenni ederiz ki, İslam ahlakı tamamıyla gerçekleşsin (...) Ama her gün, her fırsattan yararlanarak temcit pilavı gibi bunu söylemekten ne çıkar? Ben anlamıyorum.”

BÜTÜN MÜSLÜMANLARIN BÜYÜK GÜNÜ

Sonra Saruhan Milletvekili Mahmut Celal Bey (Bayar) söz aldı. İstanbul’un işgalinden bahsetti. “bütün insanlığın, hain ve rezil düşmanı olan İngilizlerin”, halifelik makamına saldırdıklarını söyledi. “Papaz Fru adında bir casus, ne yazık ki bugünkü padişahı avucunun içine almış” dedi.

Neşet Bey (İstanbul), yerinden şöyle bağırdı: “O da onun gibidir. Kahrolsun!”

Mahmut Celal Bey23 Nisan’da umutsuzluğun yenildiğini belirtti. O gün, “Büyük bir ümitle kalplerini birleştirenler, insanlık dünyasına karşı bağırdılar: Biz tutsaklığı kesin olarak reddediyoruz. Bağımsız olarak yaşadık ve yaşayacağız. Bu bizim hakkımızdır. Rica ederim, bu bütün Müslümanlar için büyük bir gün değil midir?” İçeriden “Hay hay” sesleri yükseldi.

ALİ ŞÜKRÜ BEY’İN İTİRAZI

Muhaliflerden Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey, 23 Nisan’ın sadece Meclis’in isteğiyle değil, tüm milletin isteğiyle bayram olabileceğini söyledi. 23 Nisan’ın gayet değerli, önemli bir gün olduğunu ancak henüz Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmadığını, daha özgür olmadığımızı, ne zaman özgür olacağımızın da belli olmadığını belirterek 23 Nisan’ın bayram olmasına karşı çıktı. Ayrıca kazanılacak zaferin millete ait olacağını, bu nedenle “Meclis’in kendi kendine ‘Ben bu işi yaptım. 23 Nisan’da burada toplandığım için bugünü bayram yapıyorum, bugünü siz de bayram yapın” demesinin uygun olmadığını söyledi. Fevzi Efendi (Malatya), “Pek yanlış söylüyorsunuz” diye seslendi.

Ali Şükrü Bey sözlerini sürdürdü: “Efendiler; bunu millet esaretten kurtulup İstanbul’a kavuştuğu, Edirne’sine, İzmir’ine kavuştuğu, Bursa’sına kavuştuğu zaman kendisi yapacaktır. Bizi bu muzafferiyetlere ulaştıran 23 Nisan’da şurada toplayan millettir. Bunu millet yapacaktır. (...) Bizim bunu teklif etmemiz uygun değildir.”

MUHİTTİN BAHA BEY’İN ÇARPICI SÖZLERİ

Bursa Milletvekili Muhittin Baha Bey söz aldı. 22 Nisan ile 23 Nisan arasındaki farkı düşününce, 23 Nisan’ın milli bayram olup olmayacağına karar verilebileceğini söyledi. Sonra aradaki farkı anlattı. “22 Nisan’da bize hıyanet etmiş, yüksek halifelik ve saltanat makamına tecavüz etmiş bir adam (Padişah Vahdettin) ve onun takımı vardı. Millet başsızdı” dedi. Sonra 23 Nisan’da açılan Meclis’in neler yaptığını anlattı. “Biz bugünü milli bayram yapmakla şerefi kendimize almıyoruz. Biz ne yaptık? Yapan millettir” dedi. Sözlerini, “23 Nisan günü bu milletin, özgür ve bağımsız Anadolu’nun sonsuza kadar milli bir bayramıdır” diye bitirdi.

Kırşehir Milletvekili Müfit Efendi, “Efendiler, bugünün bir milli bayram olması gereklidir” diye söze girdi. İki gün önce Afgan Elçisi Sultan Ahmet Han’ı karşılamak için gittiğinde onun, “57 gündür 23 Nisan’a yetişmek için menziller aşarak geliyorum” dediğini aktardı. “Bugünü her bayramdan daha saygıdeğer olarak kabul etmeliyiz” dedi.

MİLLİ BAYRAM

Teklif sahiplerinden Saruhan Milletvekili Refik Şevket Bey, 23 Nisan’ın mutlaka bayram olması gerektiğini savundu: “Efendiler, rica ederim, milli amacımızı gerçekleştirmek için attığımız adımın şerefi hürmetine bunu bir kutsal tarih olarak tespit etmekle yükümlüyüz. (...) Efendiler, yüreklerimizde zafer azmini öyle bir güçlü imanla yaşattık ki bütün bu şereflerin, bütün bu başarıların ilk adımı 23 Nisan’dır. Rica ederim, bunu kabul etmekte ne sakınca vardır?”

Refik Koraltan (Konya), “23 Nisan’ın milli bayram olarak kabulünü rica ederim” dedi.

Tunalı Hilmi Bey (Bolu), “Efendim, milli bayramdır, Türkçe olsun” dedi.

Abdülkadir Kemali (Kastamonu), “Efendim, milli bayram olsun” dedi.

Görüşmelerde, Vehbi Hoca ve Ali Şükrü Bey dışında 23 Nisan’ın “milli bayram” olmasına kimse itiraz etmedi.

Görüşmeler bitince başkan söz aldı:

“Efendim, milli bayram olması teklif ediliyor. Kabul edenler lütfen el kaldırsın. Kabul edildi...” (Görüşmeler için bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre 1, Cilt 10, s. 69-74.) Böylece, “23 Nisan’ın milli bayram kabulüne dair” 112 sayılı kanun çıkarıldı.

1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılınca 1 Kasım da Hâkimiyet-i Milliye Bayramı ilan edildi.

Zamanla 23 Nisan, Milli Hâkimiyet Bayramı olarak kutlanmaya başlanınca 1 Kasım kutlamalarından vazgeçildi.

1935’te çıkarılan 2739 sayılı kanunla bayram, “Ulusal Egemenlik Bayramı” olarak adlandırıldı. 1981’de kabul edilen 2429 sayılı kanunla bayramın adı “23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” oldu.

ÇOCUK BAYRAMI

Atatürk’e göre “Vatanı korumak çocukları korumakla başlar”“Çocukları her türlü ihmal ve istismardan korumalı ve onlar her koşulda yetişkinlerden daha özel olarak ele alınmalıdır.” Atatürk, zorlu savaş yıllarında kimsesiz kalan çocukları, özellikle şehit çocuklarını korumak için 1921’de Ankara’da kurulan Himaye-i Etfal Cemiyeti’ne destek oldu, cemiyeti himaye etti. Cemiyetin etkinliklerine katıldı. Cemiyete para yardımı yaptı. Eşi Latife Hanım cemiyeti temsil etti. Atatürk, Soyadı Kanunu çıktığında, cemiyetin başkanı Fuat Bey’e, Türk mitolojisinde “çocukların koruyucu tanrıçası” Umay’a atfen “Umay” soyadını verdi. Cemiyetin adını da Çocuk Esirgeme Kurumu yaptı.

1922’de Ankara’daki 23 Nisan kutlamalarına öğrencilerin de katılması ayrı bir coşku yarattı. Atatürk’ün desteğini alan Himaye-i Etfal Cemiyeti, 23 Nisan 1923’te yetim ve öksüz çocuklar için, şehit çocukları için yardım toplamaya başladı. Bu sırada yardım amaçlı rozetler çocuklar tarafından satıldı. Böylece 23 Nisan’da çocuklar ön plana çıktı. Atatürk’ün de bu faaliyetlere destek olmasıyla 23 Nisan 1925’te “Çocuk Günü”, 1926’dan itibaren ise “Çocuk Bayramı” olarak kutlandı. İlk kapsamlı “Çocuk Bayramı” kutlamaları Atatürk’ün himayesinde 1927’de yapıldı. 23 Nisanlar, 1929’dan itibaren “Çocuk Haftası” olarak kutlandı.

Yazımızı, 23 Nisan 1937’deki Çocuk Bayramı törenlerinde bir konuşma yapan lise öğrencisi Ayla’nın şu sözleriyle bitirelim: “Kardeşlerim, arkadaşlarım! Bize bugünü çocuk bayramı diye bağışladıkları için ne kadar sevinsek azdır. Bize bu bayramı veren yüce Atatürk ve Kamutay’dır. Yaşasın yüce Atatürk, yaşasın Kamutay’ımız.”

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’mız kutlu olsun. Meclis üstünlüğünün sağlandığı nice 23 Nisan’lara...

                                                            /././

Eğitimdeki dinselleşme kitlesel çocuk istismarıdır! (Zülal Kalkandelen)

Dünkü gazetelerde 23 Nisan dolayısıyla her yıl olduğu gibi ülkemizdeki çocukların içinde bulunduğu koşullara ve çocuk işçiliğine ilişkin haberler vardı. Ancak bunlar kadar önemli olan ve manşetlerde yer alması gereken bir başka haberi aradı gözlerim...

Çünkü 22 Nisan’da psikolog, psikiyatrist, sinirbilimci ve eğitim bilimciler, Türkiye’de çocukların karşı karşıya olduğu en önemli tehlikeyi bilimsel olarak ortaya koydu.

Yayımlanan ortak bildiride, çocukların maruz kaldığı zorunlu din eğitimi, 4-6 yaş Kuran kursları ve ÇEDES gibi projelerle okullara din görevlilerinin atanması gibi uygulamalar hakkında önemli uyarılar vardı.

  • Eğitimin dinselleştirilmesinde yeni bir aşamaya geçildiği,
  • Çocukların 11-12 yaşına kadar soyut düşünme yetisi geliştiremediğini, somut düşünmeleri nedeniyle olaylar arasındaki neden-sonuç ilişkisini tam olarak kavrayamayacakları,
  • Bu nedenle çocuk yaşta din öğretisine maruz kalmanın, depresif bozukluk, kaygı bozukluğu, uyku bozukluğu, ayrılma anksiyetesi gibi hastalıkları tetikleyebileceği,
  • Dini öğretinin çocukları takıntılı, ürkek ve kaygılı bireyler olmaya itebileceği, düşüncelerini baskı altına alacağı, özgür düşünme ve araştırma motivasyonunu azalttığı açıklandı.

UZMANLAR TOPLUMU UYARIYOR

Bildiride altı çizilecek bölümlerden birisi, ahiret, günah, şeytan, cehennem gibi soyut kavramları anlamayan çocuklarda yaratabileceği etkiyi ortaya koymuş.

Örneğin çocukların “Cehennemde yanarsın” sözünü duyduklarında, günlük yaşantılarındaki en ufak bir hatalarında cayır cayır yanacaklarını düşünebileceği belirtilmiş. Hatalı davranışlar, “Allah günah yazar, cezalandırır” gibi söylemlerle engellendiğinde ise çocuğun davranış ve düşüncesinde amaç, cezadan kurtulmak olacağından tutarlı bir vicdan gelişiminin olanaklı olmayacağı vurgulanmış.

Diyanet’in 2024-2028 Stratejik Plan belgesinde 4-6 yaşları arasındaki 1 milyon 322 bin çocuğa dini eğitim verildiği ve bunun üç katına çıkarılmasının hedeflendiğinin açıklandığı da düşünülürse, eğitimdeki dinselleşmenin kitlesel bir çocuk istismarına dönüştüğü yüksek sesle söylenmelidir. 23 Nisan Ulusal Egemenlik Bayramı’nı çocuklara armağan eden bir ülkede, bilim insanlarının bildirisi de bu çerçevede toplumu uyarıyor.

AMAÇ KARŞIDEVRİM TARİKATINA MÜRİT YETİŞTİRMEK

Bildiride altını çizdiğim cümlelerden biri de şuydu:

“Bu durum çocuğun ileride ergenlik ve yetişkinlikte kendi iradesi ile karar verip hareket eden değil, güçlü gördüğü ya da korktuğu kişi ve grupların kontrolüne boyun eğen bir kişilik geliştirmesine neden olur.”

Bu cümle, eğitimdeki dincileşmenin hızlandırılmasının ardındaki temel nedeni ortaya çıkarıyor. Çünkü asıl amaç, karşıdevrim tarikatına mürit yetiştirmek! Cumhuriyet Devrimi’nin değerlerine uzak, kendini ümmet toplumunun bir üyesi olarak gören, laikliği ağzına bile almayan, sorgulamayıp sadece biat eden, siyasal İslamcı iktidarların peşinde ve tarikatların cenderesinde sıkışıp kalmış bir insan modeli yaratılmak isteniyor.

Üzerinde padişahın herhangi bir etkisinin ve yetkisinin olmadığı ilk Meclis’in açılışının 104. yılında, hem çocukların hem de Türkiye’nin önündeki en önemli sorun eğitimdeki dincileşmedir.

Tam bu noktada, geçen hafta 84. kuruluş yıldönümünü kutladığımız Köy Enstitülerinin 1954’te kapatıldıktan sonra nasıl içimizde derin bir sızıya dönüştüğünü de hatırlamalıyız. Yüzyıllardır padişahın kulları olarak yaşayan, karanlıkta bırakılan Anadolu köylüsüne yurttaşlık bilincinin aşılanmasının aracıydı o okullar.

Cumhuriyet Devriminin sürdürücüsü yeni insanı yaratmanın aracı olan özgün Köy Enstitüleri sistemi yok edilerek, bugün çoğunluğunu imam hatip okullarının oluşturduğu, tarikatların ve cemaatlerin egemen olduğu bir eğitim sistemi kuruldu.

Ortaçağı yaşayan Anadolu köylerinde uygarlık yaratmanın öyküsü, emperyalizmle el ele veren gericilerin yüzünden karşı devrime mürit yaratmanın öyküsüne dönüştürüldü. Bu karanlığı tersine çevirip Köy Enstitülerini canlandıramazsak, çocukları tarikatların elinden kurtaramazsak laik Cumhuriyeti sahiplenip yaşatacak insanı yetiştiremeyiz!

                                                     

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder