29 Nisan 2024 Pazartesi

Birgün KÖŞEBAŞI - 29 Nisan 2024 -



Taksim 1 Mayıs’la özdeştir! (Aziz Çelik)

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim Meydanı 1 Mayıs İşçi Bayramı ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını engellemek hak ihlalidir. Hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır.

1 Mayıs 2024’te yine keyfi bir “Taksim yasağı” gündemde. DİSK, KESK, TMMOB, TTB ve TDB’den oluşan emek örgütleri bu yıl 1 Mayıs İşçi Bayramı’nı İstanbul’da Taksim Meydanında kutlama kararı aldı. Geçmişte sayısız kez engellenen Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bu yıl da keyfi bir yasak ve engelleme ile karşı karşıya. Üstelik 2023 tarihli yeni iki Anayasaya Mahkemesi (AYM) kararına rağmen! İstanbul Valiliği AYM kararlarını hiçe sayarak 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engellemek istiyor. Oysa AYM kararında açıkça belirtildiği üzere Taksim Meydanı Türkiye’de 1 Mayıs’ın hafıza mekanıdır ve 1 Mayıs ile özdeşleşmiştir.

İstanbul Valiliği Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını güvenlik ve şehrin en işlek yeri olması bahanesiyle engellemek istiyor. Valilik Taksim’de güvenliği sağlamanın zor olduğunu iddia ediyor. Nereden baksanız tutarsız ve inandırıcı olmayan bir gerekçe!

GÜVENLİK BAHANESİ

İstanbul Valiliği DİSK’in Taksim’de 1 Mayıs kutlaması bildirimine verdiği yanıtta  “Taksim Meydanı, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu kapsamında belirlenen yer ve güzergâhlar arasında bulunmamaktadır. Bu nedenle, Taksim Meydanı ve çevresinin konumu itibari ile toplantı ve gösteri yürüyüşü için uygun olmadığı, araç ve yaya akışının çok yoğun olduğu, güvenlik tedbirlerinin alınmasını zorlaştıracağı ve kişi hak ve özgürlüklerinin korunmasında zafiyet oluşturabileceği aşikardır” denmekte ve “güzergâh sınırlaması” getirildiği iddia edilmektedir. Oysa bu “sınırlama” hakkın özünü ortadan kaldırıyor.

Valilik sözlü olarak ise “Taksim’de yeterince önlem alınamaz, Taksim’de yapmayın ama İstanbul’da istediğiniz başka bir meydanda yapabilirsiniz” diyor. Taksim’de güvenliği sağlamak konusunda tereddütlü olan İstanbul Valiliği kentin başka büyük meydanlarında (40 adet) güvenliği nasıl garanti ediyor? Sözün özü hükümet isterse İstanbul’da herhangi bir yerde güvenliği sağlayabilir. Geçmişte İstanbul’u 1 Mayıslarda hayalet şehir haline getirebilecek gücü olan hükümetin “Taksim’de güvenliği sağlayamayız” iddiası kof bir iddiadır. Dahası bu inanılmaz bir skandal ve aczin ifadesidir. Bir hükümet nasıl olur da “ biz orada güvenliği sağlayamayız” diyebilir!

AYM 2023 tarihli iki kararında Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesini şu ifadelerle hak ihlali olarak gördü: "İşçi ve sendika kültürünün yapı taşlarından biri olan Taksim Meydanı yalnızca 1 Mayıs günü orada bulunanların dayanışmasını değil aynı zamanda emekçilerin ortak hafızasının varlığını göstermektedir. Bu durumda kendisini o kültürün bir parçası olarak gören her kişinin 1 Mayıs günlerinde Taksim Meydanı'nın ifade ettiği anlamı doğrudan tecrübe etmek ve edindiği tecrübeyi kuşaklar boyunca aktarmak için orada bulunma hakkı vardır. 1 Mayıs'ın Taksim Meydanı ile özdeşleştirilmesi nedeniyle anılan mekânın sınırlanması aktarılmak istenen düşüncenin de sınırlanmasına neden olmaktadır."

İstanbul Valiliği Taksim’i yasaklayarak AYM kararını hiçe sayıyor. AYM Taksim’de 1 Mayıs kutlanmasının sınırlanmasının aynı zamanda ifade özgürlüğünün sınırlaması olarak görmektedir. İdarenin yapması gereken AYM’nin bu kararının gereğini yapmak ve yeni bir hak ihlalinin önüne geçmektir.  DİSK makul bir süre önceden Valilik ve Hükümetle görüşerek bunun için yeterli zaman önceden bildirimde bulunmuştur. Hükümetin hiçbir bahanesi yoktur.

TAKSİM RİYASI!

Öte yandan siyaseten dün Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının propagandasını yapıp bugün karşı çıkmak riya değilse nedir? 2010’da bizzat AKP İstanbul İl Başkanlığı İstanbul’un pek çok yerine “1 Mayıs hem Taksim hem bayram” şeklinde pankartlar astı. 1 Mayıs 2009’da Taksim’de fiilen kutlandı. 2010, 2011 ve 2012’de ise üç kez izinli olarak devasa mitingler yapıldı. Kimsenin burnu kanamadı.

Hükümet üç yıl üst üste Taksim Meydanı’nda güvenliği sağladı. Hükümet Taksim’de 1 Mayıs kutlamasıyla övündü. Hatta Başbakan Erdoğan 2 Mayıs, 2010 günü AKP grup toplantısında yaptığı konuşmada Taksim Meydanı’nda 32 yıl önce 1977’de yaşanan acı hadisenin ardından, ilk kez bu alanın resmi kutlamaya ev sahipliği yaptığını vurgulayarak hayatını kaybedenlerin saygıyla anıldığını, yakınlarının bir nebze olsun gönül rahatlığına kavuştuğunu söylüyordu.

"Dün Taksim Meydanı’nda yaşanan o tarihi an, 2010 yılı 1 Mayıs’ı asla ve asla bir tesadüfün eseri değildir" diyen Erdoğan, 2010 yılı 1 Mayıs’ının mutlaka hafızalara kazınacağını, tarihte kendisine unutulmaz bir yer bulacağını da ekliyordu. Erdoğan aynı konuşmada 1 Mayıs 2010’un, Türkiye’nin nasıl değiştiğinin, olgunlaştığının, tabularını nasıl yıktığının, statükoyu nasıl aştığının, tahrik ve provokasyon korkularından nasıl sıyrıldığının, somut bir abidesi olduğunu söylüyordu (2.5. 2010, Milliyet).

Sonra birden bire 1 Mayıs 2013’ten başlayarak AKP hükümetinin 1 Mayıs fobisi nüksetti! Taksim’de miting yapmak “güvenlik”, “kalabalık” ve benzeri gerekçelerle engellenmeye başlandı. Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlere karşı şiddet kullanılmaya başlandı.

Oysa Taksim Meydanı geçmişe göre çok daha büyük. Önemli ölçüde trafikten arınmış durumda. Çevre düzenlemesi 1 Mayıs kutlaması için çok daha uygun. Mitinge ulaşım ve dağılım çok daha kolay. Kısaca Taksim’de 1 Mayıs kutlamasının engellenmesinin nedeni “güvenlik” değil.

Şu sorunun yanıtı yok: 2010, 2011 ve 2012’de güvenliği sağlayan Valilik şimdi güvenliği sağlamaktan aciz mi? Oysa emniyetin gerek personel ve gerekse teknik donanım açısından 10 yıl öncesine göre çok daha geniş olanaklara sahip olduğu biliniyor. İstenirse 1 Mayıs’ta Taksim’de güvenliği sağlamak mümkün.

Öte yandan “Taksim’de güvenliği sağlamak zor, Taksim riskli” demenin hiçbir inandırıcı yanı yok. İzinli meydanlarda ve mitinglerde de ciddi güvenlik zaafları ve ihlalleri söz konusu oluyor. Dahası izinli mitinglerde büyük katliamlar yaşanıyor. 10 Ekim 2015 Ankara Gar Meydanında miting için toplanan kalabalığa yönelik İŞİD katliamı hafızalarda. 1996’da Kadıköy’de izinli 1 Mayıs mitinginin bizzat güvenlik kuvvetlerinin provokasyonu sonucu kana bulanması da bir diğer örnek.

Maksat güvenlik ise İstanbul Valiliği ve Hükümet bunu sağlayacak kadro ve teknik kapasiteye sahiptir. Hükümet ve Valilik isterse İstanbul’un herhangi bir yerinde güvenliği sağlayabilir. Bunun aksini iddia etmek devleti “zaaf içinde” göstermek değil midir?

1 MAYIS MEYDANLARI

AKP hükümeti 1 Mayıs’ın İstanbul’un en önemli ve merkezi meydanında kutlanmasını engellemeye çalışırken 1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinde, bu şehirlerin en önemli meydanlarında ve en merkezi yerlerinde kutlanıyor. Bizdeki gibi fobiler ve tabular pek yok “Trafik aksar, şehir merkezinde gösteri olmaz” diye saçma sapan gerekçeler pek yok. Tersine dünyanın büyük şehirlerinde 1 Mayıs gösterileri en merkezi ve en önemli meydanlarda yapılıyor. İşte dünyanın 1 Mayıs meydanları:

Londra’nın Trafalgar Meydanı: Londra’nın merkezindeki en büyük ve en önemli meydanlardan biri. Sadece 1 Mayıs’a değil geçmişten bugüne çeşitli siyasal ve toplumsal gösterilere de ev sahipliği yapıyor.

Paris’in Bastille Meydanı (Place de la Bastille): Paris’te 1 Mayıs gösterilerinin yapıldığı meydan Paris’in en merkezi yerlerinden biri ve aynı zamanda 1789 Fransız devriminin simgesi. 

Washington DC’de Union Station, Capitol Building, Beyaz Saray güzergahı: 1 Mayıs gösterileri bu güzergahta yapılıyor. Bu güzergah Washington DC’nin kalbi sayılır. Ankara’da TBMM veya Anıtkabir’in hemen yanında 1 Mayıs gösterisi yapmakla eşdeğer.

New York’ta Union Square: New York Manhattan’daki önemli ve tarihi meydanlardan biri. Bu meydan da geçmişten bu yana gösterileriyle meşhur.

Moskova’da Kızıl Meydan: Siyasal ve tarihsel önemi ve konumu üzerinde fazla söze hacet yok. Sadece Moskova’nın değil Rusya’nın hatta dünyanın en önemli meydanlarından biri ve Kremlin’in önü.

Berlin’de Alexanderderplatz (Alexander Meydanı): Berlin’in önemli meydanlarından biri, Roma’da San Giovanni Meydanı, Sidney’de Macquarne Caddesi ve Parlamento önü; Viyana’da City Hall (Belediye Önü), Atina’da şehir merkezi, Barcelona’da şehir merkezi, Belfast’ta Art College Square (şehir merkezi),  Havana’da Devrim Meydanı,  Hong Kong’da Victoria Park ve Hükümet Meydanı,  Los Angeles’ta şehir merkezi, Manila’da City Hall (Belediye) ve Başkanlık Sarayı Ön. Tel Aviv’de Rabin Meydanı.

1 Mayıs dünyanın önde gelen şehirlerinin en merkezi ve en önemli meydanlarında kutlanıyor. İşçiler, emekçiler şehirlerin en merkezi yerlerinde seslerini yükseltiyor.  Görüldüğü gibi bizdeki saçma sapan takıntılara pek rastlanmıyor. Dünyanın önde gelen şehirlerinde en işlek ve kalabalık merkezler 1 Mayıs için uygun ama İstanbul’da Taksim uygun değil. Oralarda trafik ve “kamu güvenliği” sorun değil ama Taksim’de sorun!

ÇALIŞMA BAKANI NEREDE?

Memleketin çalışma hayatında 1 Mayıs gündemi varken, Taksim’de 1 Mayıs yasağı gündemdeyken konunun asıl muhataplarından Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı nerede ve ne yapıyor? Çalışma hayatı ile ilgili sorunlar Çalışma Bakanının gündeminin ilk sıralarında olmalıdır. Oysa Çalışma Bakanı 1 Mayıs’ın kutlanması konusunda taraflarla görüşüp çözüm aramak yerine hariçten gazel okumayı tercih ediyor.

Çalışma Bakanı Vedat Işıkhan geçtiğimiz günlerde Taksim’de 1 Mayıs’ı kutlamak isteyen DİSK ile polemik yaparcasına "İşçimizin alın teri, Taksim Meydanı'na sığmayacak kadar büyük" deyivermiş. İlginç bir tutum! Taksim’de 1 Mayıs kutlamak isteyenlerle görüşmek onları anlamak ve çözüm aramak yerine demagoji ve polemiği yeğleyen, 1 Mayıs'ın ve Taksim'in anlamından ve öneminden bihaber bir Çalışma Bakanı!

Bakan polemikte ve demagojide sınır tanımıyor ve şöyle diyebiliyor ‘‘1977 yılında Taksim'de kaybettiğimiz 34 işçimizi, emekçimizi rahmetle yad ediyorum. Ancak Taksim'de hayatlarını kaybeden emekçilerimizin isimlerini bile hatırlamayanların, onların aziz hatıralarını kullanarak, bu alanda kitlesel kutlama inadı, 1 Mayıs'ın dayanışma ruhunu zedelemektedir.’’ Acaba kendisi 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin birinin bile adını biliyor mu? Hiç sanmam. Dahası 1 Mayıs 1977'de öldürülenlerin sayısını bile yanlış biliyor. 1 Mayıs 1977’de 34 değil 41 yurttaş katledildi.

Çalışma Bakanı tam 1 Mayıs haftasında içi boş bir Çalışma Meclisi toplayarak zevahiri kurtarmaya çalışıyor. Türk-İş, Hak-İş, Memur-Sen, Kamu-Sen ve işveren örgütleri arasında mekik dokuyor, İstanbul Sanayi Odası toplantısı için İstanbul’a geliyor, bir parti faaliyeti için Samsun’a gidiyor.  Ancak yaklaşık bir yıldır görevde olan Bakan Işıkhan DİSK'e bir kez bile gitmiyor. Böylesine kritik bir 1 Mayıs öncesinde bile ziyaret etmiyor. Tuhaf değil mi? Bir çalışma bakanı neden böyle bir ayrımcılık yapar? Ziyaret etmediği gibi daha da ilginç olanı 1 Mayıs üzerinden DİSK'le tuhaf polemiklere girmesi!

AYM kararında vurgulandığı gibi Taksim 1 Mayıs ile özdeştir ve Taksim’de 1 Mayısı engellemek aynı zamanda ifade özgürlüğünü engellemektir. Valiliği, Emniyeti, İçişleri ve Çalışma Bakanlığıyla hükümetin görevi işçilerin ve yurttaşların 1 Mayıs’ı Taksim’de ve istedikleri her yerde güvenli ve barış içinde kutlaması için gerekli önlemleri almaktır. Aksi bir tutum bir kez daha hak ihlali olacak ve 1 Mayıs’ın Taksim’de kutlanmasını engelleyenler hukuk karşısında sorumlu olacaktır.

Bırakın 1 Mayıs, 1 Mayıs olsun!

                                                          /././

Lübnan karışırsa Ortadoğu yanar (İbrahim Varlı)

İsrail’in Gazze saldırılarının ve İran ile hesaplaşmasının ikinci cephesi olan Lübnan çok aktörlü bir denklemin merkezinde. Dr. Sezer, Lübnan’daki çok boyutlu kapışmanın sönümlenmeyeceğini vurguluyor.

Hamas’ın 7 Ekim saldırısı sonrası İsrail’in Gazze Şeridi’nde 34 binden fazla Filistinliyi katlettiği savaşın bir diğer cephesinde çatışmalar şiddetleniyor: İran destekli Hizbullah’ın güçlü olduğu, yıllardır kemikleşen iç krizleriyle boğuşan kuzeydeki Lübnan.

Savaşın ilk günlerinden bu yana çatışmanın yayılmasına yönelik endişeler her geçen gün daha yüksek sesle dile getirilirken, son haftalarda İran ile İsrail arasındaki saldırılar, bu korkuların hiç de yersiz olmadığını gösterdi. Uluslararası toplumda çığ gibi büyüyen tepkiye karşı İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu için de bu durum, çatışmayı bölgeye yayarak üzerindeki baskıyı azaltmak ve Ortadoğu’daki krizin yükünü bölgeye paylaştırmak için bir fırsat.

İsrail’in Şam’daki İran Büyükelçiliği’ne düzenlediği ve Devrim Muhafızları’ndan 2’si üst düzey olmak üzere 7 komutanın öldürüldüğü saldırıya İran ilk kez direkt olarak füzelerle İsrail topraklarını vurarak yanıt verdi. İsrail’in bu saldırıya İran’ı kamikaze İHA ile karşılığı sonrası bu çatışmanın nereye evrileceği tartışmaların merkezinde.

Lübnan Hizbullah’ı ile İsrail ordusu arasındaki çatışmalar hız kazanırken sınırda yeni bir göç dalgasına yol açtı.

İstanbul Gedik Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden Dr. Öğr. Üyesi Selim Sezer, Lübnan cephesindeki çatışmaları BirGün’e değerlendirdi.

İsrail-Filistin savaşının/krizinin bir diğer önemli cephesi de Lübnan. Lübnan neden önemli?

Lübnan her şeyden önce konumu itibarıyla bölgede önemli bir yer tutuyor. Batı Akdeniz’in en önemli limanlarından bazılarına ev sahipliği yapan ve geçmişte bölgenin ticaret ve finans merkezi olan Lübnan, şaşaalı günlerini geride bırakmış olsa da halen pek çok bölgesel ve uluslararası aktörün kontrol altında tutmak istediği bir ülke. Aynı zamanda Lübnan açıklarında önemli doğalgaz kaynakları bulunuyor ve önümüzdeki on yıllar boyunca Akdeniz gazı, Ortadoğu’nun en önemli iktisadi ve siyasi meseleleri arasında yer alacak.

Bunun dışında din ve mezhep yönünden heterojen bir nüfusa sahip olan Lübnan’da farklı cemaatler geçmişten beri farklı bölgesel aktörlerin etki alanı içinde yer aldı. Osmanlı’nın son dönemlerinden itibaren başlayan ve manda döneminde derinleşen Fransız etkisi ve özellikle kültürel nüfuzu da, en azından toplumun bir kısmı nezdinde bugünlere kadar devam etti.

Bu saydıklarımız Lübnan’ı genel olarak Ortadoğu’nun önemli ülkeleri arasına yerleştirirken, özel olarak İsrail’in bu ülkeye olan “ilgisinin” çok açık bir sebebi var: 1973 yılındaki Yom Kippur Savaşı’ndan sonra Filistinliler dışında İsrail’le savaşan sadece Lübnanlılar oldu ve sayısız girişime rağmen tasfiye edilemeyen Lübnan direnişi, bugünlere kadar daha da güçlendi.

İsrail’in savaşı yayma planlarının en kırılgan halkası olan Lübnan’a savaş sıçrar mı?

Ekim ayından beri hem İsrail’in hem de Lübnan Hizbullahı hareketinin çatışmayı asgari düzeyde tutma eğiliminde olduğunu görüyoruz. Yapısı itibarıyla sadece kısa süreli ve odaklanmış savaşlara hazır olan İsrail ordusu, kuzeyde ikinci bir cephenin açılmasından her zaman endişe etti. Üstelik bu ihtimalin gerçekleşmesi halinde söz konusu cephe Gazze cephesinden tamamen farklı olacaktır; olası bir İsrail-Lübnan savaşı halinde İsrail karşısında en az konvansiyonel bir ordu kadar güçlü, ama aynı zamanda “gerilla” savaşı konusunda da deneyimli bir kuvvet bulacaktır. Hizbullah’ın 2006 yılından bu yana askeri kapasitesini tam olarak hangi düzeye getirdiği de İsrail tarafından bilinmiyor. Dahası, İsrail Gazze’de uyguladığı kuşatmayı Lübnan’da uygulayamayacak, ayrıca savaşa Hizbullah’la birlikte başta Emel olmak üzere farklı siyasi grupların milis güçleri, hatta belki de Lübnan ordusunun en azından bir kısmı katılacaktır. Bu, İsrail’in kolayca göze alabileceği bir şey değildir; Gazze Savaşı devam ederken kuvvetlerinin önemli bir bölümünü kuzeye kaydırmayı da istemeyeceklerdir.

HİZBULLAH’IN ÇEKİNCELERİ

Öte yandan Hizbullah’ın da tam kapsamlı bir savaşa girmekten kaçınmak için sebepleri var. Lübnan’daki siyasi ve iktisadi kriz ortamında yeni bir savaş her şeyi daha da ağırlaştıracaktır. Ayrıca 2006 savaşında Lübnanlı güçlerin önemli bir bölümü Hizbullah’ın yanında yer almış ya da sürecin dışında kalmıştı. Ancak son yıllardaki iç siyasi denklem Hizbullah’ı bazı açılardan sıkıştırdığından, Hizbullah çeşitli güçlerin (özellikle sağcı Maruni güçlerin ve genel olarak 14 Mart İttifakı’nın) kendilerini “ülkeyi savaşa sokmakla” itham edeceği ve/veya Hizbullah’ın silahsızlandırılmasını isteyeceği bir tablonun oluşmasını istemeyecektir.

Bütün bunlara rağmen Hizbullah, Gazze Savaşı sürerken İsrail güçlerinin bir kısmını oyalamayı ve zayıflatmayı bir görev olarak kabul etti ve altı ayda iki yüzden fazla kadrosunu kaybetti. İsrail de Hizbullah saldırılarında kesin sayısı bilinmemekle birlikte çok sayıda askerini kaybetti ve Lübnan’ın güneyine yönelik hava saldırıları da dahil olmak üzere çeşitli biçimlerde karşılık verdi. Olağan koşullarda beklenmesi gereken, Gazze’de ateşkes sağlanıncaya kadar kuzey sınır bölgelerinde de düşük yoğunluklu çatışma halinin devam etmesidir, ancak bölgedeki denklemler hızlı bir şekilde değişebilmektedir.

Washington’dan dahi “Lübnan-İsrail sınırında ‘sert bir gerilim’ yaşanabileceği uyarısı” gelirken savaşın Lübnan’a sıçramasının sonuçları ne olur?

Bu uyarılara ilave olarak cuma günü Lübnan basınında, Hizbullah’a yakın bir kaynağın “Çarpışmalarda yeni bir safhaya geçmeye hazırlanıyoruz” dediği bilgisi de yer aldı. Eğer durum benim tanımladığım “düşük yoğunluklu çatışma” halinden çıkıp “tam kapsamlı savaş” halini alırsa, her şeyden önce bunun yıkıcı sonuçları olacaktır. Başkent Beyrut’un bile elektrik de dahil olmak üzere temel imkanlardan kısmen yoksun olduğu kriz koşullarında savaş Lübnanlılar için – can kayıpları ve göçlere ilave olarak – hayatın daha da zorlaşması anlamına gelecektir.

Benzer bir durum İsrail için de geçerlidir. Gazze’deki soykırım sebebiyle yapılan boykot ve yatırımların geri çekilmesi çağrılarının kayda değer bir karşılık bulmasının sonucunda zaten zor bir durumda olan İsrail ekonomisi daha da ciddi düzeyde hasar görecek, halihazırda önemli ölçüde boşalmış olan kuzey bölgelerinden göçler daha da artacaktır. Dahası, eşzamanlı iki savaş, İsrail’den dışarıya göçleri de artıracak, İsrail’e göçleri ise bir süreliğine de olsa sıfıra yakın bir noktaya getirecektir. Bu da İsrail’in varoluşunun temellerinden olan Yahudi nüfus çoğunluğunu kendileri bakımından tehlikeye atacaktır.

‘MAĞDUR’ OLMAK İSTEYEBİLİR

Ancak anlaşıldığı kadarıyla Netanyahu ve hükümetindeki isimlerin en azından bir kısmı (özellikle de Ben-Gvir ve diğer “aşırılıkçılar”) yeni savaşlar istiyor. Zira yeni bir savaş ve özellikle İsrail’in “saldırıya” uğraması dikkatleri Gazze’den uzaklaştırabilecek, İsrail’in dünya kamuoyuna kendisini “mağdur” olarak lanse etmesine zemin sağlayacak, aynı zamanda da çeşitli faktörlerin etkisiyle sınırlı hale gelmeye başlamış Amerikan desteğini yeniden konsolide etmeyi sağlayacaktır. Her ne kadar Joe Biden yönetimi Lübnan’la yeni bir savaşı istemediğini defaatle ifade etmiş olsa da, tam kapsamlı savaşın patlak vermesi halinde ABD’nin İsrail’e askeri, mali ve siyasi destek sağlayacağı kesindir.  

Kimlik siyaseti üzerinden bölünmüş, çok etnili, çok dinli, çok kültürlü Lübnan’ın olası bir çatışmanın/savaşın içine çekilmesi Suriye’yi nasıl etkiler?

Önceki on yılda bazı bakımlardan bunun tersi denebilecek bir süreç yaşandı. Suriye çatışması Lübnan toplumunu da ikiye böldü. 1 milyondan fazla Suriyeli mültecinin gelişi de bu bölünmeyi güçlendirdi, zira Lübnan’a göç eden Suriyeliler arasında hem Beşar Esad yanlıları hem de Beşar Esad karşıtları vardı ve Lübnan, kendi nüfusuna oranla en fazla Suriyeli mülteci kabul eden ülke oldu. Şimdi bunun tersini, yani farklı din ve mezheplerden, farklı siyasi çizgilerden Lübnanlıların olası büyük çaplı bir savaşta Suriye’ye göç etmesini görür müyüz bilmiyorum, buna fazla bir ihtimal vermiyorum. Ancak her durumda bu iki ülkeden birinde yaşanan gelişmeler, sınırın diğer tarafına çok doğrudan şekilde yansır. Zaten Suriye-Lübnan sınırı Fransız mandası zamanında keyfi olarak çizilmiş, yapay bir sınırdır ve aslında Suriyeliler ile Lübnanlılar, heterojen bileşimlerine rağmen, en geniş haliyle tek bir toplumun parçasıdır.

LÜBNAN ÇIKMAZDA

İran-İsrail arasında siyasi-askeri hesaplaşmaya sahne olan Lübnan’ı nasıl bir gelecek bekliyor?

Lübnan’ın geleceğin dair kimsenin pozitif öngörüleri olmadığı gibi, herhangi türden bir gelecekten bahsedebilenlerin sayısı da giderek azalıyor. Bu yalnızca yakın zamanda ya da yalnızca İran ve İsrail arasında yaşanan süreçlerden kaynaklı değil. Öncelikle Lübnan siyasetinde etkili olan başka dış aktörler de var, bunların başında da Suudi Arabistan ve Fransa geliyor. İkinci olarak sistem yıllardır tam bir açmaza girmiş durumda.

2019 yılında başlayan ve tabandan gelişen protesto hareketleri, Lübnan siyasetini bir anlamda tekeli altına almış tüm siyasi aktörlerin sahneden çekilmesini talep etmesi ve geleneksel mezhep temelli mekanizmaların aşılması talepleriyle heyecan yaratmıştı. Ancak bu hareketler zaman içinde sönümlendiği gibi, 4 Ağustos 2020 tarihinde gerçekleşen Beyrut Limanı patlaması, bir anlamda ülkenin tabutuna son çiviyi çaktı. Hiç kimsenin bir çıkış planının olmadığı koşullarda Lübnan’ın yeniden Fransız mandası altına girmesini talep edenler bile çıktı – ki aslında mevcut sorunların derin kökenleri tam da bu manda döneminde inşa edilen mekanizmalar olduğundan, bu talep epey ironikti.

Geride kalan dört yıl boyunca liman patlamasıyla ilgili soruşturmada yol kat edilememiş olması, sistemdeki genel çürümemin göstergelerinden biri. Ayrıca son yıllarda siyasi kriz ve ekonomik kriz birbirini karşılıklı olarak besleyip derinleştirdi ve son yıllarda Lübnan’ı terk edenlerin sayısı, 1860-1914 yıllarındaki uzun süreli büyük göç dalgasında o dönem Cebel-i Lübnan olarak adlandırılan bölgeden göç edenleri geride bıraktı. Mevcut çatışma durumu ve çatışmaların derinleşmesi ihtimali, tablonun daha da kötüleşmesi anlamına geliyor.  

Hizbullah’ın iç ve dış politikadaki varlığı-gücü Lübnan’ı nasıl etkiliyor?

Hizbullah’ın Lübnan iç siyasetinde oynadığı role dair çokça eleştiriler var ve bunlar tamamen haksız değil. Özellikle 2019-2020 sürecinde ve sonrasında Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart koalisyonunun çürümüş bir düzenin bekçisi konumuna düşmesi büyük bir talihsizlik.

Ancak Hizbullah’ın silahlarını bırakması talebi adil ve makul bir talep değil. Zira Hizbullah, Lübnan ordusunun sahip olmadığı bir güce ve caydırıcılığa sahip. Hatta geçmiş süreçleri, esas olarak da 1980’lerin ortalarından itibaren Güney Lübnan’da gelişen direnişi ve 2006 Temmuz Savaşı’nı düşününce, “Hizbullah olmasaydı bugün Lübnan’dan geriye bir şey kalır mıydı ki” demek de mümkün. Aslında diğer taraflar da bunu biliyor, keza Lübnan Kuvvetleri gibi sağcı oluşumlar Hizbullah’ın silahlarını kendisine karşı kullanmayacağını da biliyor. Ancak siyasi hasımlarını zayıflatmak için bu argümanı kullanmaktan da geri durmuyorlar. 

LİDERLİK DÜĞÜMÜ

Lübnan’da cumhurbaşkanlığı krizi ABD, Fransa, Suudi Arabistan, Mısır ve Katar’ı içeren Beşli Komite’ye rağmen aşılabilmiş değil. Kriz ne kadar derinleşecek?

Lübnan daha önce de cumhurbaşkanlığı ve krizleri yaşamıştı. Son Cumhurbaşkanı Mişel Aun, Baabda Sarayı’nın 2 yıl 5 ay boş kalmasından sonra göreve başlamıştı. Ondan önceki cumhurbaşkanı Mişel Süleyman da altı aylık bir krizden sonra cumhurbaşkanı olmuştu. Bu durum, biraz iç siyasi hizipleşmelerden, biraz da Lübnan’ın sorunlu siyasal sisteminden kaynaklanıyor. 1943 tarihli Ulusal Pakt’tan beri Lübnan’da Cumhurbaşkanı Maruni Hıristiyan, Başbakan Sünni Müslüman, Meclis Başkanı ise Şii Müslüman olmak zorundadır. Ancak bir kişinin cumhurbaşkanı seçilebilmesi için 128 sandalyeli Lübnan parlamentosundan en az 65 milletvekilinin bu kişi için oy vermesi gerekir. Meclis’te de dinler ve mezhepler için belirlenmiş kotalar vardır ve Marunilere ayrılan sandalye sayısı 34, Hıristiyanların toplam sayısı 64’tür.

İşi daha da karmaşıklaştıran durum, Lübnan siyasi tablosunun, her ikisi de farklı mezheplerden partileri barındıran iki ana koalisyon (8 Mart ve 14 Mart) arasında bölünmesi, 13 milletvekilinin ise tüm geleneksel çizgilere karşı olması, bazı başka milletvekillerinin de iki ana çizginin dışında kalmasıdır. Bu tablo içinde 65 kişinin birden onaylayacağı bir isim bulmak hemen hemen imkansızdır. 14 Martçıların kendi adaylarını seçtirmesi mümkün değildir; Hizbullah’ın da dahil olduğu 8 Mart da Meclis’te çoğunluğa sahip değildir ve önceki Cumhurbaşkanı Aun gibi hem Maruni olup hem Hizbullah’ın desteğini alacak bir isim bulmak pek kolay değildir. Dolayısıyla mevcut tablo altında krizin çözülmesini beklemiyorum.

                                                            /././

Büyük güçler ne kadar büyük? (Selçuk Candansayar)

Yerel seçimler sonrası siyasal alanın kurum ve aktörlerinde anlaşılabilir bir dalgalanma oluştu. Giderek derinleşen ekonomik krizin çaldığı felaket tamtamlarının sesi daha da yükseliyor. Bu gürültünün bir değişimin habercisi olduğu konusunda hemen herkes hemfikir. Birbirinden çok farklı gibi olsalar da hemen tüm yorumlarda bir ortak nokta var: Büyük güçler Türkiye’yi “dizayn” ediyorlar!

İstanbul’daki 23 Nisan törenlerinde İmamoğlu’nun yanına gelen çocuk ve babaannesi hikâyesini hemen herkes okudu. Babaanne, bir sosyal medya trolünce Alman ajanlığıyla suçlandı! Yetmedi, Almanya Cumhurbaşkanı’nın İmamoğlu ve Yavaş ile görüşmesi çok ama çok manidar bulundu. Basit dezenformasyon, algı oluşturmadan öte bir durum var burada. Sosyal medya olmasaydı, kahvehanede bir kaç kişinin “Vay anasına” diye kuracağı komplocu düşünceler olur geçerdi bunlar. Ama mesele biraz daha derin. “Büyük güçler Türkiye’yi dizayn ediyor, her şey bir plana bağlı işliyor” inancı trollerle sınırlı değil.

“Kılıçdaroğlu’nu kimler getirdiyse, onu gönderip yerine Özel’i getirenler de aynı!” ya da “RTE’yi getirenler şimdi onun yerine kimi getireceklerini planlıyorlar!” benzeri çözümlemeler “okumuş yazmışlarda” da çok yaygın. Bu düşünceye göre kendi içlerinde bazen çatışsalar da, dünyada büyük güçler var, olup bitenler de hep onların planı!  Bu inancın karikatür hali “illüminati” ise, daha ayakları yere oturanı “büyük sermaye.”

∗∗∗

Olup bitenlerin büyük güçlerin planladığı doğrultuda işlediği düşüncesinin kaderci bir yanı var. Her hamlenin bir sonraki hamleyi de belirleyecek şekilde yapıldığına inanıyorsak, bir “büyük plan” olduğuna da örtük olarak inanıyoruz demektir. Örneğin, daha ABD Afganistan’da Sovyetler’e karşı mücahitleri örgütlerken, ilerde mücahitlerden Taliban ve El Kaide’yi kurmayı planladığını da düşünebiliriz. Bu durumda, 11 Eylül İkiz Kule saldırılarının da büyük güçlerce Afganistan’ı işgal etmeye bahane olması için planlandığı sonucuna varan bir komploya inanmaktan başka çaremiz kalmaz.

Büyük sermayeye, kapitalizme Allah muamelesi yapmaya gerek yok. Büyük güçler var ve planlar da yapıyorlar. Ama kapitalist aklın işleyişine uygun, kısa vadeli ve faydacı planlamalar yapabiliyorlar. Sovyetler, Afganistan’ı mı işgal etti? Yerelde neyi kışkırtabiliriz? Siyasal İslamcılığı o zaman hemen kışkırtalım. Sonra Taliban ve El Kaide ortaya çıkınca her iki yapıyı da istenmeyen etki (collateral damage) olarak yorumluyorlar ve bu kez ona yönelik yine tek atımlık plan yapıyorlar. Kapitalist aklın kısa vadeli, en hızlı ve o an en faydalı olan mantığı bu şekilde işliyor.

Geçmişe bakarken, önce gelenin kendinden sonrakini içerdiğini “sanmak” başka, önce gelenin kendinden sonrakinin nedeni olduğunu anlamak ise bambaşka. İlki insan zihninin bir işleyiş özelliği, ikincisi ise bir düşünme yöntemi. Tarihte bir şey olmuşsa ancak başka türlü olamayacağından olmuştur demek başka, tarih sonu belli bir olaylar zincirinden başka bir şey değil demek başka. Nesnel gerçek dünyada toplumsal ve siyasal dinamikler nedenin sonucu içerdiği şekilde işlemiyor. İşlese zaten “devrim” dediğimiz o büyük an olamazdı.

∗∗∗

İnsan zihninin işleyişinin bir özelliği daha var: İnsan, kendisini ve dünyayı “kendine özgü” bir kerteriz noktasından anlamlandırabiliyor. Deneyim ve bilginin inşa ettiği bir görme açısı. Çok sayıda etmenle ve egemen ideoloji tarafından biçimlenen bir nokta. Olup bitenler ve olmakta olacak olanlar hakkındaki yargıları bu kerteriz noktasına göre algılayarak anlamlandırıyor. “Senin bakış açından öyle görünüyor” denir ya… O bireysel bakış açısını belirleyen temel etkenlerden biri de kişinin dünya üzerindeki kendi konumlanması hakkındaki özgül inancı.

Kendisini içten içe sevilmeye değer bulmayan biri, başkalarının eylemlerinde sevgi işaretlerinden çok sevilmediğine dair işaretler bulmaya yatkındır. Çünkü kerteriz noktası sevilmeye değer olmadığıdır. Kendisini güçsüz, çaresiz hisseden biri de olup bitenlerin arkasında çok ama çok büyük güçler olduğuna dair örtük bir inanışa tutunmak zorunda kalır. Olup bitene müdahale edemeyecek kadar zayıf olan benim duygusunun yıkıcılığından sıyrılmanın yolu, olup bitenlerin planlayıcılarının (büyük güçlerin) kimsenin baş edemeyeceği kadar güçlü olduğuna dair düşünceler geliştirmektir.  Bu düşünme biçimi bireye, topluma siyasal özne olma imkânı tanımıyor.

Türkiye, zayıf düşmüş, düşürülmüş bir ülke. Derin bir ekonomik-politik krizin içinden geçerken, siyasetçisinden sokaktaki insanına kadar kendisini güçsüz hissediyor. Büyük güçlerin bir planı olduğuna dair inanç, giderek, umarız bir planları vardır inancına evrilebilir. Asıl kriz o zaman ortaya çıkacaktır, içinde umut kadar karanlığı da içeren bir kriz. Çünkü büyük güçler o kadar da büyük olmayabilir ve insanları dayanışmacı siyasal öznelere çevirecek örgütlenmelerin yokluğunda devrim potansiyeli yıkım fantezilerine dönüşebilir.

(Birgün)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder