10 Nisan 2024 Çarşamba

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 10 Nisan 2024 -


AKP medyasında neler olacak (Barış Pehlivan)

Sabah gazetesinden Yavuz Donat’ın CHP lideri Özgür Özel ile yaptığı söyleşiyi nasıl okumalı? Dahası, bu söyleşinin gazetenin manşetine taşınması ne anlama geliyor? Ve hatta aynı gün Sabah’ın birinci sayfasında bir tane bile AKP haberinin ve Erdoğan fotoğrafının olmaması tesadüf mü?

Sanmayın ki sadece “bizim” mahallede tartışıldı bu sorular. Bizzat hem iktidar çevrelerinde hem de AKP medyasında “Sabah’ın ne yapmaya çalıştığı” sorgulanıyor.

Sandığın mesajından kendilerini de sorumlu gördükleri bu süreçte, ben de iktidar medyasının koridorlarında gezdim. Ve şu soruya yanıt aradım: Seçim sonuçları iktidara destek veren medyayı nasıl etkiler?

Hepsi çok bilinen, iktidar medyasında çalışan dört ayrı televizyoncu ve gazeteci ile konuştum. Görüştüğüm medya mensuplarının ortak kanısı şuydu: “Değişmeliyiz!”

Ancak iktidar medyasında arzulanan değişimin olup olmayacağı konusunda farklı görüşler mevcuttu. Tartışma kapısını daha da aralasın diye içinde farklı görüşler de barındıran o sözleri aktaracağım. İşte AKP medyasını içinden bilen isimlerin “Bundan sonra ne olur” sorusuna verdikleri yanıtlar...

- Seçim medyayı da etkilemez olur mu, etkileyecek. Unutmayalım ki belediyelerin el değiştirmesiyle CHP muazzam bir maddi güç elde etti. Aynı şekilde iktidar da ciddi bir maddi güç kaybı yaşadı. Bunu sadece “toplu gazete alımı” ile düşünürsek yanılırız. Özellikle iktidar medyası her belediye ile yıllık sözleşmeler yapıyordu. Bu muhalif medyada da var. Ancak bu gelir ve güç artık iktidar medyasında yok. İktidarda kalan belediyelere de daha çok yük biner.

- Her şeye rağmen Cumhurbaşkanı Erdoğan medyadan zaten memnun değildi, etkili olduğunu düşünmüyordu. Şimdi kaliteyi artırmak zorundayız. Öyle ya seçim döneminde onca yayın organı o kadar haber yaptı; sonuç ne? Sıfır!

- İktidar medyasında ekonomik daralmalar olacaktır. Bazı gazeteler kapanma ya da sadece dijitalde yayın yapma gibi radikal kararlar alabilir.

SABAH, A HABER ve TRT

- Demek ki bir başkan adayını gereksiz şekilde çok parlatmakla seçmeni etkileyemeyebiliyormuşuz. Sabah gazetesinin Özgür Özel manşeti derinlikle izlenmeli. Çünkü madem olabiliyordu, seçim kampanyası döneminde neden yapmadılar? Kaldı ki o manşetin Ankara’dan talimatla yapılmadığına, aslında Erdoğan’a bir mesaj içerdiğine dair ciddi bir söylenti var.

- Hiçbir yerde değişim olmasa bile, Sabah ve A Haber’de dönüşüm yaşanabilir. Erdoğan’ın bile kabul ettiği ekonomik kriz yokmuş gibi davranmaları, muhalif olan herkese amansızca saldırmaları ve diğer muhafazakâr medyaya yaşam hakkı tanımamaları camiada rahatsızlık yaratıyor.

- TRT’de ise şu an sessizlik hâkim. Hemen hemen herkes rahatsız ancak köklü bir değişim olması beklenmiyor. Halbuki TRT’nin özellikle son üç senedir çok daha kötüye gittiğini bilen biliyor. Özel hayatına dair gelişmeler ortaya çıkana kadar, haber dairesi Hilal Kaplan’dan soruluyordu. Ancak Emine Erdoğan’ın devreye girmesiyle Kaplan’ın kanal içinde pasifize edildiği konuşuluyor. Dahası TRT’de “Cumhurbaşkanına rağmen ama onun sorumluluk yüklediği insanların yönetim hatalarından yaşanan bir geriye gidiş var” görüşü ağırlıkta.

                                                       /././

Faşizm tanımında Cumhur İttifakı (Öztin Akgüç)

Cumhur İttifakı’nın siyasal yelpazede yerini belirlemek için faşizmin ilke ve özelliklerini belirttikten sonra Cumhur İttifakı’nın ne ölçüde örtüştüğünü irdelemek gerekir.

Sosyoekonomik ideoloji olan faşizmin başlıca ilke ve özellikleri şöyledir:

  • Totaliter: Devletin benimsediği ideoloji adına tüm kişisel ve toplumsal etkinliklerin sıkı biçimde kontrol altına alınmasını, yönlendirilmesini hedefler. Devlet, totaliter anlayışla yönetilir.
  • Otoriter: Karar verme, emretme, istek ve önerilerini kabul ettirmede buyurgan, yürütme erkinin siyasal yetkileri sınırsız olarak kullandığı yönetim sistemidir. Anayasal rejimden otoriter devlet anlayışına geçiştir.
  • Tek parti hegemonyası: Parlamento işlevsizleştirilerek, siyasal partilerin etkinliği sınırlanarak, toplumsal hareketler engellenerek, sistem karşıtlığı hoş görülmeyerek cezalandırılarak tek partinin egemenliği sağlanır.
  • Lider yönetimi: Tek kişinin (duce, führer, başkan) herkesten, topluluktan daha doğru, isabetli karar vereceği kabul edilerek yetkiler tek kişide toplanır. Lider ilkesine göre örgütlenir.
  • Hiyerarşik örgütlenme: Yönetim kademeleri emir-komuta zinciriyle farklı yetkilerle karar alma süreci yukarıdan, tepe yönetimden aşağıya doğru, piramitleşerek yayılır. Örgütte astüst ilişkisi içinde üstün; asta talimat verme, denetleme, gerektiğinde disiplin cezası verme yetkisi vardır. Ast ise kendi anlayış ve takdirine göre değil verilen talimata göre hareket eder. Bu örgütlenme, otoriter ve disiplinlidir.
  • Hukuk işlevsizdir: Kurallar; devlet gücüyle egemen ideolojiye aykırı muhalif sesleri susturma davranışları, eylemleri önleme yönünde uygulanır. Rejim karşıtlarının cezalandırılması devlet politikasıdır.
  • İdeoloji, milli ve manevi değerler olarak kamuya sunulur: Milliyetçilik, vatanseverlik, muhafazakârlık slogan olarak her fırsatta sık tekrarlanır.
  • Komünizme, sosyalizme, liberalizme, demokrasiye karşıdır: Antikomünizm olarak da tanımlanan faşizmde bireylerin devlete bağlı ve kontrol altında olması gerekir. Ayrıca muhafazakârlık anlayışı da laikliğe karşıdır.
  • Medya yayın kuruluşları: İdeolojiye göre yayına zorlanır, aykırı yayınlar cezalandırılır, kapatılır. Toplumsal yaşam tüm alanlarıyla tek ideolojiye bağlanma yönünde düzenlenir.
  • Ataerkildir: Siyasal, toplumsal alanlarda erkeğin, kadına kıyasla iktidar ağırlıklı olarak elinde tuttuğu, erkeğin egemen olduğu sosyal düzendir.
  • İktisadi sistem: Devlet kontrolünde kapitalizmdir. Devlet, sermaye ile emek işveren-işçi arasında hakem görünümünde olmakla beraber, uygulama sermayeden yanadır. Uyuşmazlıklarda sermaye güçlü şekilde temsil edilirken işçi temsilcileri memur statüsündedir. Sermayenin çıkarları korunur. Öyle ki Troçki, faşizmi; tekelci sermayenin toplumu totaliter tarzda örgütlemesi olarak tanımlamıştır. Otoriter politik bir iktidar olmadan kârlarını koruyamayacağını öngören faşizm; kapitalizm, burjuvazi, tekelciler ve toprak ağaları tarafından desteklenir.

Ekonomik bunalım, uzun süreli enflasyon, işçi ve köylülerin yoksullaşması, terör, terör tehdidi, sığınmacı sorunu, toplumda orta sınıfın kaybolması, toplumun güven duygusunu yitirmesi dış güçler tarafından aşağılanma, dışlanma, biat etme, bireyleri emir alma alışkanlığı da faşizme gidişin ortamını hızlandırır.

Cumhur İttifakı, faşizmin çoğu özelliğiyle örtüşür. Lider altında hiyerarşik örgütlenme, yasama organının ve parlamentonun işlevsizleştirilmesi, yargının, yürütmenin güdümünde olması, medyanın baskı altında tekelleşmesi, karşıt görüşlerin cezalandırılması ve tasfiyesi, milli ve manevi değerler söylemi ile totaliterataerkil bir toplumsal düzene yönelme, sermaye ile karşılıklı destek devlet denetiminde kapitalist düzen oluşturma yönlerinden dolayı Cumhur İttifakı, faşizm ile örtüşür. Aynı şekilde faşizm, otokrasi ile benzer özellikler taşır.

Cumhur İttifakı iktidara geliş sürecinde 1980 öncesi terör olayları yaşanmış dış ekonomik ambargolarla başlanmış, halkın güven duygusu zedelenmiş, 1982 Anayasası büyük çoğunlukla onaylanmış, enflasyon sürmüş, ekonomi IMF programı çerçevesinde gerekçesiz şekilde krize çekilmiş, garip bir seçim sistemiyle iktidar olunmuştu. Ancak günümüz sonuçlarına bakarsak seçmen, faşizme gidiş sürecini sonlandırmıştır.

                                                     /././

1921 Anayasası tuzağı (Sinan Meydan)

Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik, Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

Türkiye’de ne zaman yeni anayasa yapmaktan söz edilse kimi çevrelerin, sözü döndürüp dolaştırıp 1921 Anayasası’na getirdikleri sizin de dikkatinizi çekmiştir. Son olarak geçtiğimiz hafta TBMM Başkanı Numan Kurtulmuş, yeni anayasadan söz ederken şunları söyledi: “1921 Anayasası’nda olduğu gibi katılımcı, güçlü bir anayasa yapma imkânı bu Meclis’te vardır. Türkiye’nin demokratik standartlarının yükseltilmesi için bu bir zorunluluktur.”

Peki ama gerçekten öyle mi? 1921 Anayasası katılımcı, güçlü ve demokratik bir anayasa mıdır? Dahası, laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’nden rahatsız olan çevrelerin 1921 Anayasası aşkının sırrı nedir?

OLAĞANÜSTÜ, SAVAŞ ANAYASASI

Yıl 1920, Anadolu ateşler içinde yanıyordu: Bir taraftan İngiliz destekli Yunan işgal kuvvetleri; Anadolu içlerine doğru ilerliyor, diğer taraftan Osmanlı Saray Hükümeti; Kurtuluş Savaşı karşıtı fetvalarla, bildirilerle, Hilafet Ordularıyla, Aznavur’larla kardeşi kardeşe düşürüyordu. 16 Mart 1920’de İtilaf Devletleri İstanbul’u işgal etmişti. 10 Ağustos 1920’de Sevr Antlaşması imzalandıktan sonra 12 Ağustos 1920’de İzmir’de, 26 Eylül 1920’de de Trakya’da Yunan idaresi kuruldu. 4 Eylül 1920’de Gediz, Yunanlarca işgal edildi. 5 Eylül 1920’de İkinci Yozgat İsyanı patlak verdi. 2 Ekim 1920’de Konya’da Delibaş Mehmet ayaklandı. 3 Ocak 1921’de Çerkez Ethem Yunan tarafına geçti. 6-10 Ocak 1921’de Yunan ordusuna karşı I. İnönü Savaşı kazanıldı. İşte Teşkilat-ı Esasiye Kanunu adlı 1921 Anayasası böyle bir savaş ortamında hazırlandı.

Böyle bir ortamda neden mi bir anayasaya ihtiyaç duyuldu? Çünkü Kurtuluş Savaşı, “haklı” ve “hukuklu” bir mücadeleydi. Bu nedenle milli direnişin adı “Müdafaai Hukuk”tu. Atatürk, Anadolu ve Rumeli Müdafaai Hukuk Cemiyeti Başkanı’ydı. Atatürk, Milli Mücadele’nin hukuki meşruiyete sahip olmasını çok önemsiyordu. Dahası, 23 Nisan 1920’de açılan TBMM, Osmanlı saray hükümetinden ayrı, Ankara’da milleti temsil eden yeni bir siyasal otorite olarak ortaya çıkıyordu. Bu yeni siyasal otoritenin yeni bir anayasaya ihtiyacı vardı.

HAZIRLANMASI

TBMM açıldıktan birkaç ay sonra Meclis Başkanı Atatürk’ün isteği ile yeni anayasa çalışmalarına başlandı. Önce 13 Eylül 1920’de Atatürk’ün hazırladığı “Halkçılık Beyannamesi” milletvekillerine dağıtıldı. Sonra 18 Eylül 1920’de TBMM’de “Halkçılık Programı” okunup incelenmek üzere özel bir komisyona verildi. İşte 1921 Anayasası Atatürk’ün hazırladığı bu “Halkçılık Programına” dayanılarak hazırlandı. (Atatürk’ün Bütün Eserleri, C. 9, s. 324-327)

TBMM, dört ay süren çalışmalardan sonra 20 Ocak 1921’de 23 madde ve 1 ek maddeden oluşan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu” (1921 Anayasası’nı) kabul etti. (Kanun No: 58).

TEMEL ÖZELLİKLERİ

1921 Anayasası’nın önemli maddeleri şunlardır:

Madde 1: “Hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir; idare usulü, halkın mukadderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına dayanır.” Bu madde ile Türkiye’de her ne kadar adı konulmamış olsa da “fiilen” ve de “hukuken” cumhuriyet kuruldu. 1921 Anayasası’nda, 29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle cumhuriyetin adı konuldu. (Taha Parla, Türkiye’de Anayasalar, s. 9)

Madde 2: “Yürütme gücü ve yasama yetkisi milletin tek ve gerçek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde belirir ve toplanır.” Bu madde ile yasamanın üstünlüğü ve Güçler Birliği ilkesi kabul edildi.

Madde 3: “Türkiye Devleti, Büyük Millet Meclisi tarafından idare olunur ve hükümeti Büyük Millet Meclisi Hükümeti unvanını taşır.” Bu maddeyle Meclis Hükümeti Sistemi kuruldu.

Madde 4: “Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca seçilen üyelerden oluşmuştur.”

Madde 5: “Büyük Millet Meclisi’nin seçimi iki yılda bir yapılır.”

Madde 7: “Dine ilişkin hükümlerin (ahkâm-ı şeriyenin) yerine getirilmesi, bütün yasaların yapılması, değiştirilmesi, kaldırılması, anlaşma ve barış yapılması, savaş kararı verilmesi gibi temel haklar Büyük Millet Meclisi’ne aittir.” Bu madde ile TBMM’nin üstünlüğü kabul edildi.

Madde 9: “… Büyük Millet Meclisi Reisi Vekiller Heyetinin de reisidir.” Bu madde ile TBMM Başkanı, aynı zamanda hükümetin başkanı oldu.

Madde 11: “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir. İç ve dış siyaset, dini, adli, askeri işler ve uluslararası ekonomik ilişkiler ve birçok ili ilgilendiren işler dışında hükümetin önerisi üzerine TBMM’de çıkarılacak yasalar gereğince vakıf, medrese, eğitim, sağlık, iktisat, tarım, bayındırlık ve sosyal yardım işlerini düzenlenmek il kurullarının yetkisi içindedir.” Bu madde ile yerel yönetimlere bazı konularda belli şartlarda “özerk” hareket etme yetkisi verildi.

1921 Anayasası ile egemenlik kayıtsız şartsız millete veriliyor, yasama ve yürütme, kanun yapma, kanunları değiştirme, savaş ilan etme, antlaşma ve barış yapma yetkileri TBMM’de toplanıyor ve anayasada sultan/halifeden tek kelimeyle bile söz edilmiyordu. 1921 Anayasası, Osmanlı saray hükümetine son verdi. 5 Kasım 1921’de “Osmanlı” deyimi anayasaya aykırı görülerek yerine “TBMM hükümetine bağlı kişi” ifadesinin kullanılmasına karar verildi. (Mahmut Goloğlu, Cumhuriyete Doğru, s. 73). 30 Ekim 1922’de Osmanlı’nın ortadan kalktığını ilan eden 307 no’lu Meclis kararı, 1921 Anayasası’na dayanılarak alındı. 1 Kasım 1922’de de 308 no’lu Meclis kararında “(Türk milleti) Teşkilatı Esasiye Kanunu’nu çıkararak onun 1. maddesi ile hâkimiyeti padişahtan alıp millete vermiştir” denilerek saltanat kaldırıldı. (Parla, s. 9) Ayrıca anayasada “Türkiye Devleti” ifadesi kullanıldı.

Açıkça görüldüğü gibi Teşkilatı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası), saray saltanatını yıktı, millet egemenliğini kurumsallaştırdı, cumhuriyeti hazırladı. Peki ama bugün laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı olanların 1921 Anayasası aşkının nedeni nedir?

1921 ANAYASASI’NDA OLMAYANLAR

Her şeyden önce 23 (+1) maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) gerçek bir anayasa değildir. 1921 Anayasası’nda önsöze, temel hak ve özgürlüklere, yargı organlarına, vatandaşlık tanımına, devlet örgütüne ve değiştirilme yöntemine yer verilmemiştir. Anayasalarda bulunması gereken geleneksel bölümlerden yalnızca birine, (devletin kuruluşuna) yer verilmiştir. (Şerafettin Turan, Türk Devrim Tarihi. 2. Kitap, s. 254, 255; Parla, s. 9)

1921 Anayasası’nda;

  • Türk milleti tanımı yoktur. Dolayısıyla bir Türk vatandaşlığından da söz edilemez.
  • Laiklik yoktur. 7. maddede “Din işlerini yürütmenin TBMM’nin görevi olduğu” belirtilmiştir. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye “Devletin resmi dini İslamdır” ifadesi eklenmiştir.
  • Devletin rejimi açıkça belirtilmemiştir. 1. maddede “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” denilmekle yetinilmiştir. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 1. maddeye “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Devlet başkanı yoktur.
  • Atatürk ilkeleri yoktur. (Atatürk ilkeleri 1937’de anayasaya girecektir.)
  • Devletin başkenti Ankara değildir.
  • Devletin resmi dili yoktur. (29 Ekim 1923’te yapılan değişiklikle 2. maddeye “Türkiye Devleti’nin resmi dili Türkçedir” ifadesi eklenmiştir.)
  • Güçler ayrılığı yoktur.
  • Yargı organları yoktur.
  • Temel hak ve özgürlükler yoktur.
  • Kadınların siyasal hakları yoktur.
  • Üniter bütünlük, ulus devlet yoktur: Çünkü 11. maddede “yerel özerlik” vurgusu vardır

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun (1921 Anayasası’nın) eksikleri nedeniyledir ki, Atatürk, 1921 Anayasası kabul edildikten sonra “Elde mevcut olan Kanuni Esasi’mizi (Osmanlı Anayasası) tamamen ortadan kaldırmıyoruz” dedi. 1 Kasım 1922’de saltanat kaldırılıncaya kadar Kanuni Esasi ve Teşkilatı Esasiye Kanunu birlikte kullanıldı.

1921 ANAYASASI AŞKININ SIRRI

Vatandaşlık tanımının olmadığı, meclis hükümeti sistemine dayanan, kadınların siyasal haklara sahip olmadığı, temel hak ve özgürlüklere, güçler ayrılığına, yargı organlarına yer verilmeyen 1921 Anayasası, çok partili sisteme uygun demokratik bir anayasa da değildir.

Peki ama ilanından 103 yıl sonra birileri niye bu anayasaya sarılıyor?

Çünkü “Yeni Türkiye” dedikleri yapıyı, 1921 Anayasası’nın yoksunlukları üzerinde kurmak istiyorlar. Bugün, 1921 Anayasası gibi bir anayasa hazırlamaktan söz edenlerin, aslında, “Türk milleti” tanımından, başkenti Ankara, resmi dili Türkçe olan laik Cumhuriyet’ten, Atatürk ilkelerinden, kadınların seçme ve seçilme hakkından, üniter bütünlük ve ulus devletten arındırılmış, bunun yerine “yerel özerkliğin” olduğu “dini temelli” bir anayasadan söz ettiklerini iyi bilmek gerekir.

Bugün, 2024 yılında, 103 yıl önce savaş koşullarında hazırlanmış, 23 (+1) maddelik Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nu (1921 Anayasası’nı), “kapsayıcı ve demokratik anayasa” diye toplumun önüne koymak isteyenlerin laik ve üniter Türkiye Cumhuriyeti’ni hedef aldıkları bilinmelidir. Türkiye, bu tuzağa düşmemelidir.

1921 ANAYASASI’NI DOĞRU OKUMAK

Teşkilat-ı Esasiye Kanunu (1921 Anayasası) normal, tam ve ideal bir anayasa değildi. 29 Ekim 1923’te birkaç maddesi değiştirildi. Bu da yetmedi, 105 maddelik gerçek bir anayasa, 1924 Anayasası hazırlandı. Ve 1924 Anayasası da Atatürk’ün sağlığında değiştirilip geliştirilerek laik ve üniter Cumhuriyete uygun hale getirildi.

Her ne kadar 1921 Anayasası ilan edilirken anayasada “cumhuriyet” ifadesi geçmese de anayasanın “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyen 1. maddesi ile bu anayasa “fiilen” ve “hukuken” cumhuriyeti hazırladı. Nitekim 1922’de bu anayasaya dayanarak saray saltanatına son verildi. Ayrıca 29 Ekim 1923’te yapılan bir değişiklikle bu anayasanın 1. maddesine “Türkiye Devleti’nin hükümet şekli cumhuriyettir” 2. maddesine de “Resmi dili Türkçedir” ifadeleri eklendi. Dolayısıyla 1921 Anayasası, 1923 değişiklikleriyle cumhuriyeti ve resmi dili barındırır hale geldi.

1921 Anayasası laik değildi. Ancak anayasanın laik olmaması, istenen bir durum değil, tamamen dönemin koşullarıyla ilgili geçici bir durumdu. Atatürk Nutuk’ta, 1921 Anayasası’nı hazırlayanlara bizzat başkanlık ettiğini, yaptıkları kanuna “şeri hükümler” deyimini koymamak için çok çalıştıklarını, “Devletin dini İslam’dır” maddesinin ise “laik devlet deyiminden dinsizlik anlamı çıkarmak eğiliminde olanlara ve bundan yararlanmak isteyenlere fırsat vermemek için” anayasaya sokulmasına göz yumulduğunu söylüyor. “Yeni Türkiye Devleti’nin ve Cumhuriyet rejimimizin çağdaş karakteriyle bağdaşmayan” bu fazlalıkların ilk fırsatta anayasadan çıkarılması gerektiğini belirtiyor. (Mustafa Kemal (Atatürk), Nutuk, s. 564-566) Nitekim 1924 Anayasası’nda da yer alan “bu fazlalıklar” ilk fırsatta anayasadan kaldırıldı. 10 Nisan 1928’de yapılan anayasa değişikliği ile “dini hükümler” ve “Devletin dini İslamdır” maddeleri anayasadan çıkarıldı. “Vallahi” sözcüğü de “Namusum üzerine söz veriyorum” şeklinde değiştirildi. 1937’de de laiklik anayasa girdi. Böylece anayasa adım adım laikleştirildi.

1921 Anayasası’nın özellikle 11. maddesi başta olmak üzere 10-23. maddelerinde yer alan “yerel özerlik” konusuna gelince; öncelikle bu anayasada kastedilen “yerel özerklik”, belli alanlarla sınırlandırılmıştır ve tamamen TBMM’nin kontrolündedir. Ayrıca anayasanın 22. ve 23. maddeleriyle kurulması öngörülen “Genel Müfettişlik” ile iller, merkezi yönetimin denetimine alınmıştır. “Genel müfettişlerin, yerel yönetimlere ait görevleri ve kararları sürekli denetleyecekleri” belirtilmiştir. İkincisi, 1921 Anayasası’nın “İl, yerel işlerde manevi kişiliğe ve özerkliğe sahiptir” diyen 11. maddesi, 1924 Anayasası’nda değiştirildi. Böylece 1921 Anayasası ile illere tanınan “yerel özerklik” üç yıl içinde uygulanmadan kaldırıldı ve yerel yönetimlere yalnızca “tüzel kişilik” tanındı. (Turan, 3. Kitap, s. 111)

Görülen o ki birileri, anakronik bir yaklaşımla, 1921 Anayasası’nı, -ilan edildiği zamandan ve zeminden koparıp çarpıtarak- laik ve üniter Cumhuriyete karşı bir silah olarak kullanmak istiyorlar. Ancak “1921 ruhu” dedikleri o ruh, saray saltanatını yıkıp cumhuriyeti kuran ruhtur; Cumhuriyete karşı kullanılamaz.

                                                               /././

Medya laiklik mücadelesinin neresinde? (Zülal Kalkandelen)

31 Mart yerel seçim süreci, siyasette dinin yoğun olarak kullanıldığı bir dönem oldu. 22 yıldır AKP döneminde toplumun üzerine çöken siyasal İslam baskısı, en azından dinci bir politika izlemeyen muhalefetin dinin siyasette kullanılmasına tepki göstermesini gerektirirken bir de baktık ki muhalefet partileri sağdan oy kapmak için dincilik yarışına girmiş!

CHP Genel Başkanı Özgür Özel, seçimden birkaç gün önce İzmir Bayraklı’da ayet okuyarak oy isterken AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan, İsmailağa Cemaati’ni ziyaret etti, CHP’li Odunpazarı Belediye Başkanı Kazım Kurt, Eskişehir Emek Mahallesi’nde İsmailağa Cemaati’ne bağlı Hicret Vakfı’nı ziyaret etti.

Ardından CHP Manisa Alaşehir Belediye Başkanı Ahmet Öküzcüoğlu, seçimden sonra ikinci dönemine Kuran’ı öperek başladı, Ekrem İmamoğlu mazbatasını alınca ilk döneminde olduğu gibi yine ailesiyle birlikte makamında imam eşliğinde dua etti ve bu görüntü medya ile paylaşıldı, Erdoğan da kabinenin bazı üyeleri, Diyanet İşleri Başkanı Erbaş ve medya ile birlikte Topkapı Sarayı’ndaki Hırka-i Saadet Dairesi’ni Arapça dualar okuyarak ziyaret etti, YRP’li belediyelerin kapısına üzerinde İslam peygamberi Muhammed’in bir hadisi yazan tabelalar asıldı.

ÇİFTE STANDARTLI GAZETECİLİK OLMAZ

Laikliği çiğneyen bu davranışlar dinci gericiliği savunan yandaş medyada zaten eleştirilmedi. Muhalif/ bağımsız medyanın büyük bir kısmı, sadece Erdoğan ve YRP ile ilgili olanları öne çıkarıp eleştirirken muhalefetle ilgili olanları gündemine almadı. Her ikisini de eleştirenler, anayasadaki laiklik ilkesini savunan bir elin beş parmağı kadar az sayıdaki gazeteciydi.

Oysa seçim sürecinde ve sonrasında tanık olduğumuz bu görüntülerin hepsi anayasadaki laiklik ilkesine açıkça aykırıdır. Seçimi kazandığı için dua etmek isteyen, bunu evinde ya da başka bir özel alanda yapabilir ama belediye başkanının makamı kamusal alandır. Kameralar önünde makamda yapılması, dinin devlet işlerine karıştırılmasıdır.

Aynı şekilde isteyen Hırka-i Saadet Dairesi’ni ziyaret edebilir ama laik bir devlette cumhurbaşkanı ve kabine üyelerinin bunu medyanın önünde yaparak şova dönüştürmesi laik devlet ilkesi ile uyuşmaz.

Tarikatlar ve cemaatler, 1925 tarihli 677 sayılı devrim kanunu ile kapatılmıştır, bu yasaya aykırı oluşumların oy için ziyaret edilmesi, meşrulaştırılmaları sonucunu yaratır ki Türkiye’nin bugün en büyük sorunu budur!

96 YIL ÖNCE BUGÜN LAİKLİK İÇİN DEV BİR ADIM ATILDI

Bir siyasetçinin ayetle oy istemesi, Kuran’ı öperek göreve başlaması, kapıya hadis asması gibi olaylar ise tam olarak din sömürüsüdür. Toplumda herkes inançlı olmadığı gibi farklı inançta olanlar da var. Bir kamu kurumunun belli bir din ya da mezhebi öne çıkarması, tarafsızlığı yok eder. Bu ülkede tam 96 yıl önce bugün, 10 Nisan 1928’de yapılan değişiklikle, anayasanın 2. maddesinde yer alan “Türkiye Devleti’nin dini İslamdır” hükmü çıkarıldı!

Laikliğin özü, kamusal alanı dinin şekillendirmemesi, toplumda egemen olan inancın diğerleri üzerinde baskı kurmamasıdır. Ancak Türkiye’de laiklik sadece yazılı metinlerde kaldı, siyasetçiler tarafından her gün çiğnenir oldu ve medya da bu duruma kendi işine geldiği gibi yaklaştığı için toplum uyutuldu.

Geçen hafta katıldığım bir söyleşide, eğitim düzeyi yüksek, gündemi izleyen ve gazete okuyan bir kitleye bu olaylardan söz ettiğimde, kimsenin muhalefetin seçim sürecinde laikliği hançerleyen davranışlarından haberinin olmadığını gördüm. Hatta yanıma gelip, “Bunları ilk kez sizden duyuyoruz. Medyada yer almadı bunlar” diyenler oldu.

Öyleyse soruyorum: Bağımsız/muhalif medya laiklik mücadelesinin neresinde? Adam kayırmaya devam ederken laikliği gömmeye devam mı? Birini eleştirip diğerini görmezseniz, o gazetecilik ciddiye alınır mı? Eleştirdikleriniz size gülüp geçmez mi?

(Cumhuriyet)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder