Türkiye İsrail ile ticarete devam ederken İrlanda soykırım davasına müdahil oluyor (Çağdaş Gökbel)
"SSCB'nin olmadığı bir dünyada, geçmişte faşizmle yaşanan yıkıcı savaşlar sonucunda inşa edilen uluslararası hukuk sözleşmelerinin sonuna geldik. Filistin'de yaşanan soykırım bunun en açık örneği."
İrlanda muhalefeti dünya kamuoyunun sessizlikle geçiştirdiği büyük bir başarı elde etti. 27 Mart günü hükümet tarafından yayınlanan bildiride İrlanda, Güney Afrika'nın Uluslararası Adalet Divanı'nda açtığı soykırım davasına müdahil olacağını duyurdu. İrlanda Başbakan Yardımcısı (Tánaiste), Dışişleri Bakanı ve Savunma Bakanı Micheál Martin'in yayınladığı resmi bildiride şu ifadeler yer aldı: "Micheál Martin, Adalet Divanı'nda Güney Afrika'nın Soykırım Sözleşmesi kapsamında İsrail'e karşı açtığı davaya İrlanda'nın müdahil olacağını duyurdu... Başbakan Yardımcısı (Tánaiste), Güney Afrika ile yapılan müzakereler sonucunda Uluslararası Adalet Divanı Tüzüğü'nün 63. maddesi uyarınca bir müdahale bildirgesi üzerinde çalışmaya başlanılması talimatı verdi."1 Açıklamanın devamında hukuki kavram ve terimlerle İrlanda'nın davaya nasıl müdahil olacağı tüm detaylarıyla anlatılıyor. Bu uluslararası hukuki koruma çerçevesinin, II. Dünya Savaşı'ndan sonra oluşturulduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor. Metnin hukuki terimlerinde bunu görmek mümkün ama önce Micheál Martin'in kamuoyuna duyurduğu resmi bildirideki son cümleye bakalım. "Durum bundan daha dramatik olamazdı. Gazze nüfusunun yarısından fazlası kıtlıkla karşı karşıya ve nüfusun %100'ü (yani tamamı) gıdaya erişemiyor. BM Genel Sekreteri'nin Refah'a yaptığı ziyarette Gazze'ye girmek için bekleyen uzun kamyon kuyruklarının önünde söylediği gibi; 'Gazze'deki yaşamı kurtarmak için ihtiyaç duyulan her şeyi Gazze halkıyla buluşturmanın zamanı geldi. Karşı karşıya kaldığımız seçim çok açık: Ya bir insani dalga yaratacak ya da insanları açlığa terk edeceğiz'. Bugün onun sözlerini yineliyorum."
Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği'nin olmadığı bir dünyada, geçmişte faşizmle yaşanan yıkıcı savaşlar sonucunda inşa edilen uluslararası hukuk sözleşmelerinin sonuna geldik. Filistin'de yaşanan soykırım bunun en açık örneği.
İrlanda hükümetini davaya müdahil olmaya iten süreç, sokakları dolduran onurlu İrlanda halkının tepkisi ve Cumhurbaşkanı Michael D Higgins'in muhalefetten gelen basıncı içeride başarıyla sürdürmesiydi. Higgins, AB'nin dünya savaşı lordu gibi ortalarda dolaşan temsilcisi Ursula von der Leyen'in İsrail'in eylemlerine ilişkin yaptığı açıklamalara verdiği sert tepkiyle İrlanda'nın şerefli tarihinde yeni sayfalar açılmasını sağladı. Olayların sıcaklığıyla tüm bunlar net bir biçimde görülmüyor ancak insanlık bir gün kutlu yolunda yürümeyi başarabilirse, tarih İrlanda'nın bu kritik günlerde attığı cesur adımları takdirle hatırlayacak ve gelecek nesillere aktaracaktır. Sosyalist geleneğin temsilcilerinden biri olan Michael D Higgins, sadece Von der Leyen'e çıkışmadı. Aynı konuşmada uluslararası hukukun korkunç bir hızla ilga edildiğine dikkat çekti. Cenevre Sözleşmesi'nin göstere göstere hiçe sayılması, acil durum çanlarının halatlarına tüm gücümüzle asılmamızın zamanının geldiğini gösteriyor.2 Aynı söyleşme, mültecilik haklarının korunmasını ve gözetilmesini sağlıyor. Ancak İngiltere'deki Tory faşizmi başta, küresel çaptaki kitlesel göçleri bahane ederek, 'mülteciliği' yeni anti-semitist nesneleri olarak çerçeveliyorlar. Yani özetle, SSCB'nin gözetiminde oluşturulan insani kuralların ilgasına güçlü ideolojik gerekçeler ürettiklerine tanıklık ediyoruz. Emperyalizm her zamanki gibi yoksul, eğitimsiz ve çaresiz bıraktığı kitlelerin kör cehaletine sarılıyor. Sosyalizmin olmadığı dünyada barbarlığa yani küresel bir savaşa doğru bu şekilde dev adımlar atılıyor. Afrikalı insanın bir işgal hareketine giriştiğini iddia ederek, göç karşısında siyah adama otomatik tüfeklerini doğrultuyor. Sol-liberalizmin aptalca ürettiği siyaseti bir sıçrama tahtasına dönüştürüp, işçi sınıfı muhalefetini söylem düzeyinde bastırıyor (soluk aldırmıyor). Kimse bu yoksul ama Afrikalı adama göre çok çok zengin olan ve refah şovanizmine boğulan kitleye büyük bir petrol tekeli olan 'Shell' firmasının Nijerya'da işlediği cinayetleri anlatmıyor. Bu cinayetlerin tek yönlü olduğunu sanıyorsanız, öyleyse kocaman bir aptalsınız. Shell, girdiği yerde temiz su bırakmıyor, göllerdeki balıklara varana kadar kirletiyor ve yok ediyor. Afrika'daki işbirlikçi hükümetlerle halka karşı terör estiriyor. Soru şu: Filistin halkının ya da Nijeryalıların böyle bir yaşam tablosu içerisinde göç etmemek gibi bir alternatifleri var mı? 'Eline silah alıp savaşsınlar' diyenleri duyar gibiyim. Peki, savaşanların diri diri yakıldıklarını ve acımasızca işkence edildiklerini biliyor muyuz? İnsanlar bir nevi işbirlikçi devletlerle ortaklaşan şirket tekellerinin yarattığı terörün mağduru oluyorlar. Bizim insanımız aynı terörün mağduru olmuyor mu? Erzincan İliç'te zehirli toprağın altında kaybolan yoksul işçi bedenleri neyin nesi?
Bu yazının ulaşmak istediği zihinler, ırkçılıkla kirlenmiş zihinler değil. Onlar, annesinin tecavüzüne on yaşında tanık olmuş bir çocuğun eline silah alıp savaşmasını isteyecek kadar insanlıktan çıkmış durumdalar. Canlı yayında bir İsrail İHA'sı tarafından takip edilen Filistinli sivillerin nasıl öldürüldüğünü izlediniz mi? İşte SSCB'nin iyi veya kötü ayakta kalamamasının insanlığa kestiği faturanın sadece bir bölümü bunlar. En azından Filistinli çocuklara ve kadınlara 'kapımız sizlere ardına kadar açık ve bizim vatanımız, sizin vatanınız' diyebilecek erdeme kimse sahip değil. Öyle ya herkes göçten yaka silkiyor. Akın akın refaha ulaşmak için göç yoluna düşen insanımız bile aynı dertten mustarip. Göç ettiği ülkeden sesleniyor: 'Ülkemiz göçmenlerle dolduruldu!' diye haykırıyor. Bugün, Gazze'deki çocukların, kadınların ve hatta insan olarak bir türlü sayılamasalar da bekar, evli ya da genç erkeklerin göç yoluna düşmemek gibi bir seçenekleri yok. Herkesten eline silah almasını, kabiliyetli bir savaşçı misali, fırtına gibi oradan oraya koşmasını beklemek günümüz milliyetçiliğinin irrasyonel masallarından biri. Teknik olarak bir toplumda savaşacak insan kapasitesi bellidir. Bir insanı eğitim vermeden cepheye süremeyeceğinize göre, her türlü bombanın ve insanlık dışı katliamın yapıldığı bir cehennemde dış destek olmadan vatan savunması veremezsiniz. Efsaneleriyle değil, gerçekleriyle kendi tarihimize bakarsak eğer ülkemizin kurtuluşu SSCB'nin yaşamsal yardımlarına bağlı olmuştur.
Öyleyse Gazze ve giderek Refah'a doğru genişleyen soykırım çemberinden Filistin halkı kurtarılacaksa eğer, bu sadece Filistin halkının çabalarıyla mümkün değil. İrlanda, soykırım davasına müdahil olarak insanlık cephesindeki yerini aldı. Avrupa'da bu konuda cesur adım atması beklenen tek ülke de yine erdemli duruşuyla Güney Afrika'nın yanında konumlandı. İsrail'in ticari tehdidi gecikmedi ve İrlanda'nın muhalefet tarafından seslendirilen diplomatik ve ticari ilişkileri askıya alma çağrılarından zarar göreceği elçilik tarafından duyuruldu.3 İnsanlığa dair değerleri kanlı parayla ve ticaretle satın almaya alışmış bir canavarlık var karşımızda. Peki, miting meydanlarında mangalda kül bırakmayan ve sözde İslami dayanışmada birinci AKP (Erdoğan) rejimi ne yaptı? Gazeteci Metin Cihan'ın ortaya çıkardığı bilgilere bakarsak eğer çok sevdikleri kanlı para trafiğine ve ticarete devam ettiler. Metin Cihan, 'X'te yaptığı paylaşımda şunları not etti: "İsrail'e tüfek yedek parça ve aksamları gönderen şirketi öğrendim. TSK'ya da üretim yapan ORSAV (Ordu Savunma Sanayi AŞ) gönderiyor. Gazze'de katliam sürerken bile! Belgesi ektedir. Ak Parti'nin gözde firması. Alıcı firma Emtan ise aynı zamanda İsrail ordusunun silah üreticisi".4
Geçen hafta kaleme aldığım yazıyı hatırlayacak olursak. Bir ülke şerefli tarihini devrimcilerine borçludur. Bizler Filistin'e giden devrimcilerin bize bıraktığı şanlı tarihi, haklı olarak ülkemizin tarih sayfalarına altın harflerle not ederiz. Aynı zamanda milliyetçiliğin ya da kökten dinciliğin bu tarihe kara bir leke çaldığını da çok iyi biliriz. Onlar kanlı ticaretlerine ve para kasalarına meftundurlar. Bizler, dün büyük kıtlık döneminde acılar içerisinde kıvranan İrlandalı yüzlere, bugün acılar içinde kurtuluşu bekleyen Filistinli yüzlere meftunuz...
Cork'a bağlı Midleton kasabasında tüylerden oluşan büyük bir anıt var. Bu tüylü anıt bize ne anlatmaktadır? Yokluk ve yoksulluk içindeki Kızılderili halkın büyük kıtlık döneminde İrlanda ulusuna uzattığı eli hatırlatır. Milliyetçiler ya da ırkçılar ne zırvalarsa zırvalasın, ezilen halklar bu emperyalist barbarlığın karşısında yan yana gelmek zorunda. Tarih bu dayanışmanın şanlı örnekleriyle dolu. Paskalya'da bu şanlı örneğin İrlanda'da yaşandığı bir dönem. İrlanda halkının Paskalya döneminde çifte bayram yaşadığını hatırlatarak bu yazıya son noktayı koyalım. Genel Posta İdaresini ele geçirip bağımsızlık ve Cumhuriyet bildirisini yayınlayan yiğit adamların adlarını tek tek analım. Böylece belki insanlığa unutmaya yüz tuttuğu umudu ve cesareti yeniden hatırlatabiliriz. Patrick Pearse, James Connolly, Tom Clarke, Seán Mac Diarmada, Joseph Plunkett, Éamonn Ceannt, Thomas MacDonagh İrlanda'da bağımsızlık ateşini yakan adını burada yazdığımız ya da yazamadığımız yiğit insanlara en içten saygıyla...
- 1.'Statement by the Tánaiste on the South Africa vs Israel case at the International Court of Justice' https://www.gov.ie/en/press-release/4e9a7-statement-by-the-tanaiste-on-… Erişim Tarihi: 31/03/2024
- 2.‘Not speaking for Ireland’ – President Higgins hits out at Ursula von der Leyen’s comments on Israel-Hamas war https://m.independent.ie/irish-news/not-speaking-for-ireland-president-… Erişim Tarihi: 31/03/2024
- 3.'Israel warns Ireland over calls to break trade links' https://www.rte.ie/news/business/2024/0331/1440553-israel-warns-ireland… Erişim Tarihi: 31/03/2024
- 4.https://twitter.com/metcihan/status/1774232611382042925 Erişim Tarihi: 31/03/2024
31 Mart sonuçları, dış yansımaları ve dersleri (Engin Solakoğlu)
"Akepe artık geçen yılki seçimlerin öncesinde Batı’yla ilişkiler bağlamında başlattığı 'ben sana mecburum, bilemezsin' siyasetini, 31 Mart sonrasında daha da berkitmek zorunda."
Seçimler bitti. Alışılmadık ölçüde heyecansız bir kampanyanın sonucu genel bir heyecan yarattı. İktidar yandaşları eşekten düşmenin, muhalefet yandaşları iktidara yaklaşıyor olma duygusunun heyecanını yaşadılar.
24 saattir zaten duyduğunuz ve okuduğunuz klişeleri yinelemek pahasına sonuçların genel değerlendirmesinden başlayalım.
Ülke genelindeki propaganda imkanları adaletsizliğine değinmek bile yersiz. Bütün aşırı sağ iktidarlar gibi bu iktidar da karşı tarafın sesinin duyulmasını engellemek için elindeki meşru ve gayrimeşru bütün enstrümanları çekinmeden kullandığı gibi koltuğunu terk etmemek için bundan sonra da aynı yöntemleri kullanacağını açıkça ortaya koydu.
Akepe seçmeninin kayda değer bir kesimi başka partilere oy vermektense sandığa gitmemeyi tercih etti. Parti tabanının önemli bölümünü oluşturan ev kadınları ve emekliler Şimşek imzalı IMF programının yarattığı sefalete bu şekilde tepki göstermiş oldular. Yine sanırım bu yüzden ilk kez Akepe örgütleri etkin çalışamadılar. Akepe seçmeninde iktidarın Akepe değil Erdoğan ve saray ahalisinin etrafına kümelenmiş devlet olduğu algısı pekişti.
Bu arada Şimşek ve “rasyonel ekonomi” politikalarına da bir parantez açmadan olmaz. Bir seçim zaferinin üzerine göreve gelen “The City” takımının Batmanspor’dan transfer kaptanı dokuz ay içinde Erdoğan’ın ordularını dağıtıp bozguna uğratamasa da en azından ricata mecbur bıraktı. Bu seçim sonucu aynı zamanda başta Akepe seçmeni olmak üzere, halkın ezici çoğunluğunun adı konulmamış bir IMF programına kolay boyun eğmeyeceğini gösterdi.
Türkiye’nin her türlü beklenmedik sıçramaya sahne olabileceğini hiç akıldan çıkarmadan şunu iddia etmek mümkün: CHP’nin önümüzdeki dönemde parti yönetimiyle Cumhurbaşkanı adayını ayıran bir modele yönelebilir. Bunun örneklerini görmek için Fransız ve Alman Sosyal Demokratlarına bakmak yeterli. Başka bir deyişle Özel genel başkan kalırken, sermayenin genç ve parlak çocuğu İmamoğlu Cumhurbaşkanı adayı olabilir.
Avrupa’nın sosyal demokrat ve liberal siyasetçileri ile aynı düzlemdeki kalem erbabı ise “otoriter eğilimli” ve çok daha önemlisi “Rusya’ya gereğinden fazla yakın” buldukları bir iktidarın zayıflamasından ve bir çok konuda benzer bakışı paylaştıkları CHP’nin iktidara aday bir konuma yaklaşmasından duydukları sevinci yüksek sesle dile getirdiler. Türkiye yeni Polonya olabilir gibi yorumlara da denk geldim.
Keza 31 Mart tablosunun, Avrupa’ya ve dünyaya hâkim olan aşırı sağın yükselme eğilimine net bir karşı duruş olduğu yorumları da yapıldı. Yeterince uzaktan bakıldığında ve örnek olsun Bolu ile Afyon’da kazanan CHP adaylarının “iftiharla” sergiledikleri siyasi tutum göz ardı edildiğinde bu müthiş tespit karşısında “peki, olur şekerim” demek mümkün elbette.
Akepe artık geçen yılki seçimlerin öncesinde Batı’yla ilişkiler bağlamında başlattığı “ben sana mecburum, bilemezsin” siyasetini, 31 Mart sonrasında daha da berkitmek zorunda.
İktidar alternatifi olma iddiasını ortaya koyan CHP’nin “Atlantist” eğilimi zaten biliniyor. Bu durumda iktidar ve ana muhalefetin Kuzey Atlantiğe doğru tempolu bir koşu başlatacakları ve her fırsatta emperyalizme ve sermayeye “ben bu işi daha iyi yaparım” mesajları gönderecekleri tahmine müsait. Bu tür durumlarda benim aklıma hep Jacques Brel’in “Ne me quitte pas” şarkısının şu dizeleri gelir:
“Beni terk etme...
Bırak da gölgenin gölgesi olayım
Elinin gölgesi olayım
Köpeğinin gölgesi olayım
Ama beni terk etme”
Böyle bir eğilim özellikle Rusya ile ilişkilerde nasıl bir etki yapar göreceğiz. Kremlin hesaplarını buna göre yapıyor olmalı. Yine de Türkiye sermayesi ile onun iktidar ve muhalefetinin son 25 yılda elde edilmiş kimi özerklik alanlarından kolay vazgeçebileceğini düşünmek hata olur. Bunlar her iki eksen tarafından da her aşamada pazarlık konusu yapılacak, örnek olsun Ege’de verilecek tavizin Suriye’de, Rusya bağlamında verilecek ödünün Afrika’da kısmen de telafi edilebilmesi için elden gelen çaba gösterilecektir.
Son söz olarak da şunları söyleyelim. Son çeyrek yüzyılını Türkiye’de veya Türkiye’yi izleyerek geçirmiş herhangi bir yurtseverin dün gece TRT ve diğer yandaş kanallarda gördüğü Çarşamba pazarına dönmüş suratlardan ve gecenin bir yarısında ittir kaktır toplanmış birkaç yüz kişiye konuşmak zorunda kalan “dünya lideri”nin balkon yalnızlığından keyif almamış olacağına ihtimal vermiyorum.
Yine de aklımızdan çıkartmamamız gereken şey sandığa sıkışmış mutluluğun pek uzun sürmeyeceğidir. Türkiye halkı bu seçim sonucunu, örgütlenmek siyasete doğrudan ve gündelik olarak müdahale etmek ve en önemlisi Akepe’nin üzerimize biçtiği deli gömleğini yırtıp atmak için bir basamak olarak kullanmaz, bu yönde ikna edilmezse, 31 Mart 2024 gecesinde yaşanan sevinç Milli Takım’ın 1956’daki Macaristan galibiyeti gibi, sayısız yenilgiler silsilesi içerisinde hoş bir hatıradan ibaret kalacaktır.
/././
AKP ilk defa Türkiye çapında yenildi(Oğuz Oyan)
"Şimdiki sorun şudur: Anamuhalefet partisi bu IMF’ci ekonomik programa ve NATO’cu dış politika savrulmalarına yanıt verebilecek bir ideolojik/siyasi konumlanmaya geçebilecek midir?"
Pazar günkü yerel seçim sonuçlarıyla ilgili olarak -gazeteci deyişiyle- “bir manşet at” denilseydi başlıktaki saptamayı yeğlerdim. AKP nihayet 22 yıl sonra net bir hezimetle karşı karşıya kaldı. 2009 ve özellikle 2019 yerel seçimlerinde önemli gerilemeler yaşamıştı; 2015 sonrasında da (Haziran 2015; 2018 ve 2023 genel seçimlerinde) TBMM’de çoğunluğunu yitirerek MHP bastonuyla yola devam edebilmişti. Ancak 2024 yerel seçimleri hepsini aşan sonuçlar verdi. AKP, Cumhur İttifakı’ndan kalan koltuk değneklerine rağmen, ilk kez ikinci parti oldu. Koltuk değnekleri (özellikle MHP desteği) dışarda tutulsaydı ilk kez yüzde 30’un altına gerilediği görülmüş olacaktı.
Madde madde seçim analizi
- Cumhur ittifakı, 10 ay önce Millet İttifakı’na karşı elde ettiği başarıyı tek başına karşısına çıkan CHP’ye karşı gösteremedi. Toplumun geniş kesimleri, AKP’nin kibrini ve emekçi düşmanlığını cezalandırmak istedi ve bunu en güçlü rakibi CHP aracılığıyla yaptı.
- Hiçbir anket şirketi CHP’nin Türkiye çapında birinci parti çıkabileceğini öngöremediği gibi birçok ilde/ilçede kazanabileceğini veya oy farkını çok açarak kazanabileceğini öngöremedi. Üç büyük ildeki durum az çok öngörüldü; ama öngörülemeyenler çok daha fazlaydı. AKP mitinglerinin sönüklüğü, taşıma adam dışında meydanlara seçmen yığmakta güçlük çekmesi, AKP adaylarına ve bakanlara seçmen tepkileri vs. bir devrin bitebileceğinin işaretlerini vermekteydi. RTE, seçim günü sandıktan çıkarken, “millet sandığa gitmekten yoruldu, biz de yorulduk” yorumunu yaparken muhtemelen olumsuz sonuçları kısmen tahmin ederek konuşuyordu; göremediği, milletin artık AKP yorgunu olmasıydı.
- CHP yüzde 37,7 ile tarihi bir oy oranına ulaştı. 1960 sonrasındaki döneme bakılırsa, 1977 genel seçimlerinden sonraki en yüksek oy oranını elde etmiş oldu. 1960 sonrasının en yüksek yerel seçim oy rekorunu da kırmış durumda. Ancak 1977 sonrasında ilk kez birinci parti olduğu doğru değil; 1989 yılında SHP, aldığı yüzde 28,7 oyla birinci parti olmuştu. SHP, CHP’nin tam bir ikame partisi olduğu için dikkate alınmalı; ama DSP’nin 1999’da yüzde 22,2 ile birinci parti olmasını dikkate alamıyoruz.
- 1989’daki SHP oyuna kıyasla 2024’te CHP +10 puan farkla birinci parti olmuş durumda. 1989’da karşısındaki oylar ANAP-DYP ve diğer sağ partiler arasında bölünmüş olduğu için kazanılan belediye sayısı bakımından yüzde 28,7’yi çok aşan bir seçim başarısı sağlanmıştı; bu defa CHP’nin karşısında Cumhur ittifakı sürerken ve 10 ay önceki ortakları da yarışa girmişken, CHP hem elde edilen yüksek oy düzeyi hem de kazanılan belediye sayısı bakımından tarihi bir fark yakalamış durumda.
- AKP döneminde 5 yerel seçim yapıldı. Bunlardan 2004 ve 2014’te AKP başarısı kesindi. 2009 oyları güçlü oranda geriledi. Nedeni, iki çeyrektir süren yüzde 10’luk milli gelir küçülmeleriydi. 2019’da esas olarak AKP karşısında sandıkta birleşilmesi rol oynamıştı. 2024’ün olayı neydi? Ekonomi görünürde büyürken, gelirleri aşınan/ enflasyonu resmi TÜFE’den çok daha şiddetli hisseden/milli gelir payı azalan halkın ekonomisi küçülüyordu. Üstelik, uygulanan istikrar programı seçim ekonomisinin önüne geçmiş, seçim sonrasına dönük olarak da daha karamsar koşullar açıklanıp durmuştu: Herkes seçim sonrasında dövizin, fiyatların ve işsizliğin daha da tırmanacağı hesabını yaparken, bizzat programın yürütücülerinin dilinden gelir artışları için hiçbir taviz verilmeyeceği düşmüyordu. Dolayısıyla halk kendisini 2009’daki ekonomik koşullardan daha çaresiz hissediyordu. Demek ki ekonomik koşullar, özellikle enflasyon-satın alma gücü kaybı ve sonuçta yoksullaşma eğilimi kitlelerin kabusuna dönüşmüştü ve seçimleri birinci dereceden etkiledi. Ama ikincisi, CHP etrafında bir Türkiye ittifakı kurulmasının da önemli bir rolü oldu. DEM Batı’da çok asılmadı; İYİP ise kendini tüketti. AKP ise çok aşınmıştı. Sonuçta 2009 ve 2019’un koşulları 2024’te birleşmiş oldu ve iktidar bloğu tarihi bir şamar yedi.
- Seçmen 31 Mart’ta Cumhurbaşkanının yemin ettiği tarafsızlığını gene çiğneyerek ve üstelik tüm kabinesini yanına alarak yerel seçimlere dahi karışıyor olmasına da büyük bir tepki göstermiştir. Önceki seçimde Cumhurbaşkanı seçimi de olduğundan bunu makul gören seçmen, burada çok sert bir tepki vermiştir. İktidar ve Erdoğan, başta İmamoğlu olmak üzere tüm CHP adayları için bir mağduriyet algısı oluşmasına neden olmuş, destek vereyim derken köstek olmuştur. Bu kadar eşitsiz, bu kadar mertlikten uzak, bu kadar yalan-dolana başvurulan bir seçim kampanyası, iktidarın kendi seçmenini de korumasına engel olmuştur.
- Seçimlerin en büyük kaybedeni AKP’dir veya onun temsil ettiği siyasal İslamcı harekettir. İkinci en büyük kaybeden MHP ve İYİP’te temsil edilen milliyetçi sağdır. Kazananlar tarafında ise, CHP’den sonra YRP’yi koymak gerekir. YRP, yükselen siyasal İslamcı hareket olarak AKP’nin yerine taliptir. Ama bu geçişin hemen 2028’de sonuçlanması zordur; kaldı ki ikisinin toplam oyunun eski AKP oyları düzeyine ulaşması çok daha zordur. Topluca bakıldığında bu sürecin siyasal İslamcı hareketin siyasal ağırlığının sınırlanmasına götürmesi beklenir. Milliyetçi sağda İYİP’in devamı artık kolay değildir; AKP türevi partilerin de gelecek umudu tükenmiştir.
- CHP içinde hesaplaşma beklentilerine de nokta konulmuştur. Kılıçdaroğlu’nun siyasi yaşamı artık fiilen de bitmiştir. Şimdiki soru 2028 CB seçimlerine kimin aday gösterileceğidir. Henüz çok var ama, İmamoğlu-Yavaş-Özel arasında çekişme olursa bu nedenle olacaktır.
Seçimler sonrasına dersler
SHP, 1989 yerel seçimlerinin değerini tam bilemedi; sermaye ve sermaye medyası da bu partinin birinci sıradan düşmesi için çok çaba sarfetti. Sonuçta henüz 1991 genel seçimlerinde SHP ancak üçüncü parti olabildi ve DYP’nin kuyruğunda merkezi iktidar koalisyonuna tutunabildi. Üstelik koalisyonun SHP kanadı 1994’te bir IMF programına imza atmaktan da geri durmadı. Daha sonra SHP-CHP çekişmesi 1994 yerel seçimlerinin Refah Partisi’ne hediye edilmesiyle sonuçlandı ve son 30 yılı belirleyen bir İslamcı sağ yükselişine tanık olundu.
Peki şimdiki resim nedir? İslamcı-faşist hareketin eğitimden başlayarak kamu yönetiminin her alanında, yargıda, askeriyede, kamu ekonomisinde yarattığı tahribatın giderilmesi için şimdiden adım atılmaya başlanabilecek mi, yoksa “seçimlerde her çevreden destek alındı, onlara borçluyuz” denilerek CHP etrafında toplanan Cumhuriyetçi tepkinin değeri anlaşılamayacak ve dağıtılacak mı?
CHP, 2024 tepkisini büyütmeye şimdiden başlaması gerektiğinin farkına varacak ve bunu genel siyasete yansıtılabilecek mi göreceğiz. Ancak Pazar akşamı seçim sonuçlarını yorumlayan Özgür Özel’in konuşması bu konuda kuşkular doğruyor. Özel, “bu seçim kimsenin hezimeti değildir” derken eğer farklı parti aidiyetine rağmen CHP’ye pasif destek verenleri kastediyorsa belki anlaşılabilir, ama AKP’yi kastediyorsa bu yanlıştır ve yanlışların süreceğini gösterir.
Türkiye’de her seçimde geçerli olan “stratejik oy kullanma” kaygısının genel olarak aşılamayacağı bir kez daha görüldü. Sosyalist/komünist solun bunu dikkatle değerlendirmesi gerekiyor. Buna rağmen, yerel seçimlerde mevzii başarılar elde edilmesinin mümkün olduğu daha önce gösterilmişti; doğru yerler seçilmesi ve bu yerellerde tek adayda birleşilmesi kaydıyla bu seçimde de tekrar edilebilirdi, nitekim bazı ilçelerde baştan itibaren şans yoktu ama bazılarında (Defne) başarı az farkla kaçırıldı. Kamucu/toplumcu belediyeciliğin mümkün olduğu kadar çok örneğini verebilmek siyasi bir önem taşıyor kuşkusuz.
İslamo faşizmin sınırları görüldü
Bu seçimlerin en hayırhah sonucu da İslamcı-faşist bir rejimin inşasının önünde artık ciddi toplumsal barajların olduğunun görülmesi olmuştur (bu da bu yazının alternatif bir manşeti olabilirdi). Ama buradan AKP’yi bir erken seçime götürme fırsatının doğduğu türü acul birtakım sonuçlar çıkarmamak gerekir. AKP, Mayıs 2023 seçimleriyle aldığı iktidar vizesinin dört yılı önünde dururken bir erken seçime zorlanmamak için her şeyi yapar. Erdoğan’ın 2028 seçiminin hemen öncesinde Meclis’e bir erken seçim kararı aldırarak kendisine bir dönem daha kazandırmak niyeti olabilirdi; ama bu seçim sonuçlarından sonra bu artık biraz zor gibi.
Öte yandan yeni rejim doğrultusunda bir anayasa değişikliği hatta daha ileri gidilerek sıfırdan bir anayasa yazma niyetlerinin siyasi koşulları da büyük ölçüde tükenmiş durumdadır artık. CHP’nin bu AKP projesine ikna edilmediği durumda – ki CHP’nin AKP ile Anayasa yapmak üzere masaya oturması bile bir siyasi zaaf anlamına gelirken bu durum seçimlerden sonra çok daha pekişmiştir- TBMM çatısı altında artık 360 oyu bile bulmak zordur. Kaldı ki, değişikliğin 400 oyun altında yapıldığı ve CHP’nin karşı durduğu her durumda referandum şart olur ki bu iktidarın bu yeni siyasi konjonktürde bunu göze alması mümkün gözükmüyor.
İstikrar programı aynen devam eder mi?
Şu an iktidarın mevcut örtük IMF programını sürdürmekten başka çaresi yok. Her ne kadar seçim öncesinde Erdoğan’ın emekliler lehine bazı hamlelerinin yeni muktedirler Şimşek ve dış/iç sermaye çevreleri tarafından bloke edilmiş olma ihtimali olsa da bunun bazı sitemlere yol açmak dışında bir etkisinin olacağı düşünülmemeli. Dolayısıyla AKP/Erdoğan’ın Şimşek ekibiyle devam etmeye eli mahkumdur.
Hatta bunun bir adım ötesine gidip bol sıfırlı bir kredi sağlanırsa IMF ile anlaşılması da mümkündür. Buna değinmiştim; AKP zaten NATO’ya tam teslim modunda bir pro-Amerikan çizgiye gelmekteydi; bu seçimlerden sonra artık dış politikada daha fazla ödüne, bağımsızlık kayıplarına teşne hale gelmiştir.
Şimdiki sorun şudur: Anamuhalefet partisi bu IMF’ci ekonomik programa ve NATO’cu dış politika savrulmalarına yanıt verebilecek bir ideolojik/siyasi konumlanmaya geçebilecek midir? Bunun için kendi öz-eleştirisini yapabilecek midir? Zor görünüyor. Ama şunun altını çizelim: İktidardaki İslamcı-milliyetçi siyasetin yeniden belini doğrultmasının engellenmesi tam da bu emek karşıtı ve dış politikada teslimiyetçi politikalara cepheden karşı çıkmaktan ve alternatif üretmekten geçiyor. Yoksa AKP yeniden toparlanma olanağı bulabilecektir.
Bazı yerel sonuçların analizi
Üç metropoldeki duruma bakılırsa, en yüksek skoru Ankara’da M. Yavaş’ın yaptığı görülüyor. Bu, İzmir açısından bir ders sayılabilir. Kazanılan yeni ilçelerin sayısı bakımından da Ankara 12 ilçeyle önde gelmektedir. Üstelik toplam 25 ilçenin 12’sinin yeni kazanılmış olması veya CHP’li ilçe sayısının 2’den 14’e yükseltilmesi bakımlarından Ankara oransal olarak da öne çıkmaktadır. Başarı inanılmazdır. İstanbul’da 39 ilçe var; 2019’da bunların 15’ini CHP kazanmıştı. Şimdi CHP 11 yeni ilçe kazanarak bu sayıyı 26’ya çıkardı. Dolayısıyla ilçelerin üçte ikisi (26/39) CHP yönetimine geçmiş oldu. AKP’nin neredeyse topu tüfeğiyle saldırdığı İstanbul seçimlerinden böyle bir başarı çıkarılması büyük kazanım sayılmalı. Her iki metropolde de bundan böyle meclislerde CHP grubunun ağırlık taşıyacak olması da, seçilmiş belediye başkanlarının elini kolunu bir de belediye meclisleri üzerinden bağlayan Erdoğan iktidarına sert bir yanıt oldu. Benzer durum diğer birçok büyükşehir belediye açısından da yaşandı.
İzmir açısından ise başarı ile “başarısızlık” çelişkili bir birliktelik oluşturdu. İzmir’de dört yeni ilçe kazanıldı, buna karşılık 2019’da kazanılmış Menemen kaybedildi. (Gerçi bu ilçenin kaybedilmesi daha önce seçilmiş başkan yerine Meclis içinden yeni başkan seçilirken CHP’li üyelerin bölünmesi veya AKP’li adaya çalışmasıyla ortaya çıkmıştı; şimdi tekrar geriye alınamadı). İzmir’de ilk kez 30 ilçenin 28’inin CHP’ye geçmiş olması önemli bir başarı sayılabilir elbette. Ancak şöyle bir sorun var: CHP sadece dört küçük ilçede oy oranlarını 2019’a göre arttırabildi: Beydağ, Çeşme, Karaburun ve Urla. Elindeki tüm diğer ilçelerde 2019’a kıyasla oy oranları ciddi anlamda geriledi. Bunun derslerini çıkarması gerekecektir.
İlginç bir örnek de Manisa’dır. Büyükşehir MHP’nin elinden alınmakla kalınmadı, toplam 17 ilçeye sahip bu ilin 14 ilçesi yeni kazanıldı. 2019’da 17 ilçeden sadece 3’ü CHP’de iken şimdi bu sayı 14 oldu. Üstelik Saruhanlı’da ilçe seçim kuruluna liste tesliminde geç kalınmasaydı daha önce yüzde 54’le kazanılmış bu ilçe de yeniden kazanılmış olacak ve sayı 15’e çıkacaktı. Burada Ankara ile kıyaslanabilir bir başarı yüzdesi söz konusudur. Manisa gibi sağ kökenleri güçlü bir ilde olağanüstü sayılmalıdır. Bütün bunları emeklilerin tepkisi üzerinden açıklamaya çalışmanın ne kadar sığ olduğu da belirtilmeli. Manisa gibi Türkiye’nin tarımsal üretim bakımından ikinci sırada gelen bir ilinde, tarımsal desteklerin milli gelirin binde 2 düzeyine geriletilmiş olmasının etkisi nasıl hesaba katılmaz? Kaldı ki bütün iller bakımından küçük çiftçilerin etkisinin hissedildiği söylenebilir.
Sonuç olarak, CHP bu seçimlerde kendisinin de beklemediği bir seçmen desteğine ulaşmıştır. Bu fırsatı heba etmemesini ve yüzünü emekçi kesimlere dönerek siyaset yapmasını umalım.
(soL)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder