3 Mayıs 2024 Cuma

Birgün KÖŞEBAŞI - 3 MAYIS 2024 -


Lanet olası radikaller! (Berkant Gültekin)

Tartışmalarla dolu bir 1 Mayıs’ı daha geride bıraktık. Ödenen vergiler halka, polis barikatları, plastik mermiler, biber gazı, kapanan yollar, geniş ulaşım kısıtlamaları, faşizan uygulamalar, “terörizm” suçlamaları vs. olarak döndü.

İktidar “Darbe zihniyetinden kurtulmak için yeni anayasa yapalım” diyor ama İstanbul dün, darbe sonrası ilk sabaha uyanmış gibiydi. Devlet, Avrupa yakasında kuş uçurtmamak için dünyanın en büyük metropollerinden birini resmen kilitledi. En işlek caddeler trafiğe kapatıldı, Taksim’e bağlanan tüm güzergahlarda yaya geçişlerine bile izin verilmedi. Ulaşım sisteminin fişi çekildi, sokak aralarına varıncaya kadar yüzlerce noktaya polis barikatı konuldu. Caddelerde, köşe başlarında bekleyen polis grupları, gelen geçene kimlik kontrolü yaptı. Turistler kendilerini bir film setinde bulmuş gibi şaşkın şaşkın yaşananları seyretti.

Bozdoğan Su Kemeri’nin altındaki görüntü ise tarihe geçti. Kemerin altında kaskları, kalkanları ve bilumum koruyucu ekipmanlarıyla yan yana dizilen, arkalarına TOMA’ları alan polisler, şehrin meydanı ve tarihsel 1 Mayıs alanı olan Taksim’e yürümek için Saraçhane’de toplanan emekçilerin önüne set ördü. Sanki karşılarında İstanbul’da 1 Mayıs kutlaması yapmak isteyen yurttaşlar değil de kenti işgal etmeye gelen kuvvetler vardı. Su kemeriyle Taksim arasında kalan bölümde de onlarca polis kontrol noktası oluşturulmuştu. AYM kararına rağmen Saraçhane’de toplanan kalabalığa polis aracından sürekli “Yaptığınız eylem kanunsuzdur” anonsu geçildi. Esas kanunsuzluğu kimin yaptığı ise ortadaydı.

1 Mayıs’a dair değerlendirme yaparken, öncelikle İstanbul’daki ablukaya rağmen Saraçhane’de ya da başka bir noktada bir araya gelen herkesi tebrik etmek gerekir. Çünkü evden çıkıp bir eylem noktasına gitmenin başlı başına mesele olduğu bir günde, inandıkları değerler adına kilometrelerce yürüyen yurttaşlar, elbette bunu alkış için yapmıyorlar ama hiç şüphesiz ki alkışın en büyüğünü hak ediyorlar. Bu duruş, iktidarın her türlü baskı ve sindirme politikasına rağmen halkı teslim alamayacağını bir kez daha gösterdi.

Saraçhane’deki 1 Mayıs’ın en olumsuz yanı ise kitlenin sergilediği özverinin, sorumlularca gereken kararlılığın gösterilmemesi sonucu sahipsiz bırakılması, kaderine terk edilmesiydi. DİSK başta olmak üzere tertip komitesi iyi bir sınav veremedi. Toplanma alanı, Taksim’e dair daha önce dile getirilen iddiayla denk düşmeyecek ölçüde çabuk terk edildi. Sözün arkasında duracak, iddiayı kuvvetlendirecek, binbir zorlukla alana ulaşan kalabalığa güven verecek netlikte bir tavır takınılamadı. Çok açık ki insanların Saraçhane’ye gelmeden önceki beklentisi, daha uzun erimli, inatçı bir direniş pratiğiydi. Ama buna karşılık gelecek bir 1 Mayıs refleksi geliştirilemedi. Haliyle insanlardan, “Madem yürümeye çalışmayacaktınız, madem sözünüzün arkasında durmayacaktınız, neden buraya geldiniz?” diye son derece haklı bir tepki yükseldi.

CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in ve İBB Başkanı Ekrem İmamoğlu’nun tutumları da dillerindeki Taksim idealine yakışmadı. Burada Özel’i ayırmak gerekiyor çünkü CHP lideri, Taksim’de oldukça ısrarcı gibiydi. Özel, salı günkü grup toplantısında, Taksim’de 1 Mayıs kutlamasını hak gören AYM kararını okumuş, kararı kartona bastırıp kürsüden kameralara göstermişti. Saraçhane’de de aynı yazı elindeydi. Dahası Özel, partinin başına geçmeden önce açıkladığı Tutum Belgesi’nde “CHP, yeni dönemde toplumun hak taleplerinin yalnızca parlamentoda değil, sahada ve sokakta da sözcüsü olacaktır” demiş, parlamento dışı etkin muhalefet yöntemlerini destekleyeceklerini vadetmişti. Ama 1 Mayıs gibi özel bir günde bile açıklama yapıp olay yerinden uzaklaştı. Barikatın önüne gelecek mi gelmeyecek mi diye tartışılırken Özel, alanda dahi durmamayı tercih etti. Sözünü eylemiyle kıyaslayınca, “Dağ fare doğurdu” desek hata olmaz.

1 MAYIS SOLDUR, “SOLCU BAYRAMI”DIR

Bir de TV kanallarında ve sosyal medyada 1 Mayıs’a dair o denli hayret verici yorumlar yapıldı ki, onlar da en az devlet şiddeti kadar dikkat çekiciydi. “1 Mayıs solcu bayramı değildir. 1 Mayıs işçi ve emekçilerin birlik, mücadele günüdür” türü sözler, büyük bir özgüvenle dile getirildi. Anlaşılıyor ki postmodern teoriden türeyen kimlik siyaseti, muhalif çevrelerde bile büyük bir fikri tahribat yaratmış. Ağızlardan çıkanı kulaklar duymuyor.

Bu akla göre “işçi” ve “solcu”, birbirine karşıt iki kavram. Birinin varlığı, diğerinin yokluğunu zorunlu kılıyor. İşçi varsa sol, sol varsa işçi olmamalı; emek mücadelesi de solun kapsama alanına girmemeli. Çünkü solun, sınıf mücadelesinin taşıyıcısı olduğu, geçmişe ve bugüne sınıfsal bir çerçeveden baktığı, yaşamı ve politikayı sınıf çatışmasını süzerek anlamlandırdığı unutulmuş. Sol, sadece etnik, kimliksel ve kültürel taleplerle ilgilenmesi gereken, yaşam tarzına müdahaleden kaynaklı sorunlara muhalefet etmeyi kendine merkez alan bir siyasi akım olarak zihne kazınmış.

Halbuki 1 Mayıs’ın, II. Enternasyonal’in 1889’da Paris’te düzenlediği kongrede alınan karar sonrası “İşçi Bayramı” olarak kabul edildiği gerçeği bile bu kavrayışı baştan boşa düşürüyor. Eğer bugün dünyada, emeğini sermayedara satarak, artı değer üreterek, alın teriyle geçinen insanlara adanmış bir gün varsa, bunda en büyük pay, solun, sosyalizmin, Marksist ideolojinindir. İşçi yığınlarını bir “sınıf” olarak tanımlayan, onun sosyal ve ekonomik gerçekliğini tarihsel bağlama oturtan, “her şey özünde sınıfsaldır” diyen, özgürlüğün ancak sınıfın kurtuluşuyla mümkün olabileceğini tespit eden ve bu doğrultuda devrimci faaliyet yürütmeyi kendine görev bilen Marksizmdir, sosyalistlerdir. Bu yüzden bazılarına öyle görünmeyebilir ama 1 Mayıs soldur, solun en büyük bayramıdır. İşçilerin tarih boyunca kazandığı bütün haklar da egemenlerin hediyesi değil, sol siyasal aklın ve mücadelenin sonucudur. 1 Mayıs’la ilgili konuşmadan önce bu gerçeğin hazmedilmesi gerekir.

Yine solu 1 Mayıs’tan izole etmek isteyen bu hatalı kavrayışla birlikte, solun her eylemini marjinalleştirmeye meyilli bir algı yaratma çabası da göze çarpıyor. Devrimcilerin gözü pek tavrı, “radikallik” denilerek itibarsızlaştırılmak isteniyor. Bu tezviratı Saraçhane’de de gördük. “Radikallik” denen de Anayasal hakları ayaklar altına alınmış yurttaşların polise yönelik tepkisi. Kullanılan en sert alet, bayrak çubuğu... Bir şehrin üstüne karabasan gibi çökülmüş, her köşe başı tutulmuş, hayat felç edilmiş, 1 Mayıs’a gelen gelmeyen herkes cezalandırılmış, ortada Ağrı dağı kadar büyük bir Anayasal suç var ama radikal olan bu suçu işleyenler değil, bu zorbalığa çıplak elleriyle direnenler, polis kalkanına karşı göğsünü siper edenler… Aklın terazisi şaşarsa, sözün çapı da bu kadar oluyor işte.

80 öncesi “radikallik” denince insanların aklına farklı şeyler geliyor, derin teorik ve politik tartışmalar yürütülüyordu. Fakat düzen, 12 Eylül sonrası öyle bir zihin dünyası şekillendirdi ki, süreci akışına bırakıp her sataşmaya “eyvallah” desek, bir süre sonra trafik polislerinin kestiği cezalara itiraz etmek bile “marjinallik” sayılacak. Meşru bir hak için direnmenin adı “radikallik” olmuş ama tabii bu da coğrafyaya göre farklılık gösteriyor. Mevzu Türkiye’de olunca devreye “muktedire saygı”, “makbul vatandaş” olma çabası giriyor. Batı’daki Gazze eylemlerinde, polisle çatışan, barikatlara yüklenen direnişçilere “provokatör”, “marjinal”, “radikal” denebiliyor mu? Hayır, ne münasebet! O mertebe sadece bizim solcularımıza ait. Edirne’den öteye geçince bir anda entelektüel kapasite yükseliyor, bilinçler parıl parıl parıldırıyor.

1 Mayıs böyle geçti. Yasakların, baskıların, şiddetin olmadığı, özgürce kutlanacak nice 1 Mayıs’lara…

                                                            /././

3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü: “Basını Süpürün” (Gözde Bedeloğlu)

Anayasa’nın 34. maddesi çok açık; “herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir.” Anayasa Mahkemesi (AYM), 2023 yılının Ekim ayında verdiği kararla, yıllardır Taksim Meydanı’ndaki 1 Mayıs kutlamalarının engellenerek, gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının ihlal edildiğine hükmetmiş ve 1977 1 Mayıs’ına gönderme yaparak, Taksim Meydanı’nın ortak hafızadaki önemini vurgulaşmıştı. Buna rağmen işçinin, emekçinin Taksim Meydanı’na gidişi bir kez daha engellendi.  

                                                            *** 

Saraçhane’de toplanarak Taksim’e yürümek isteyen işçilerin önüne polisten duvar örüldü. Artan yoksulluk ve sömürüye karşı sesini duyurmak isteyen işçilerin üzerine polis biber gazı sıktı, plastik mermi kullandı.

217 kişi gözaltına alındı. AYM’nin Anayasa’ya uygundur dediği yürüyüşü İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya ‘kanunsuz’ ilan etti. İstanbul Valisi Davut Gül, anayasal hakkını kullanırken gözaltına alınan işçiler için “devlet yarına bırakır ama yanına bırakmaz” dedi. Cumhurbaşkanı Başdanışmanı Oktay Saral, anayasal hakkı konusunda direten işçileri hukuk ve kural tanımamakla suçlayarak, “sizin gibilere demokrasi çok fazla, ya devlet başa ye kuzgun leşe” ifadelerini kullandı. Bütün bu sözler, iktidarın ‘daha özgürlükçü ve kapsayıcı bir Anayasa’ yapma iddiasıyla siyasi parti ziyaretlerine başladığı bugünlerde kayda geçti. 

                                                       *** 

Gerek Saraçhane’de toplanan Emek Partisi üyelerinin ellerindeki Evrensel gazetesine polis arama noktasında el konulduğuna dair basına yansıyan bilgi olsun, gerek korteji takip eden gazetecilere yönelik polisin canlı yayında duyulan “basını süpürün” emri olsun, gerekse Taksim’in işçiye kapatılmasıyla AYM kararına açıkça karşı çıkılması olsun, bunların hiçbiri daha fazla özgürlük için yeni Anayasa konuşulan bir ülkede yaşanmaz, yaşanamaz. Basın, ülkedeki tüm özgürlüklerin güvencesidir ve yıllardır olduğu gibi bağımsızlığını yok etmek, maddi-manevi baskı altında tutarak işlevsizleşmesine sebep olmak aynı zamanda toplumun da özgürleşmesine engel olmak demektir. Özgür basın, demokrasinin sağlıklı işleyebilmesi için gerekli olan bir kamu hizmetidir.  

                                                        *** 

Bugün, 3 Mayıs Dünya Basın Özgürlüğü Günü. 1993 yılında Birleşmiş Milletler’in aldığı bir kararla hükümetlere bir çağrıda bulunulmuş ve gazetecilerin görevlerini yapabilme özgürlüğünün güvence altına alınması istenmişti. Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 26’ıncı ve 28’inci maddelerinde açıkça belirtildiği gibi, “Herkes, düşünce ve kanaatlerini söz, yazı, resim veya başka bir yolla tek başına veya toplu olarak açıklama ve yayma hakkına sahiptir. Bu hürriyet resmi makamların müdehalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsar. Basın hürdür, sansür edilemez.” Dolayısıyla 1 Mayıs günü emekçinin yürüyüş hakkıyla birlikte, alandan ‘süpürülmek’ istenen gazetecilerin de görevlerini yapabilme özgürlüğü gasp edildi.  

                                                           *** 

Türkiye’de her yıl çok sayıda gazeteci fiziksel saldırıya uğruyor, sözlü olarak tehdit ediliyor, sansürleniyor, gözaltına alınıyor, tutuklanıyor. Basın kuruluşlarının haber içeriklerine erişim engelli getiriliyor, para ve yayın durdurma cezaları veriliyor, basın kartları iptal ediliyor. Basın İlan Kurumu ve Radyo-Televizyon Üst Kurulu gibi denetleme görevi bulunan kuruluşların kestiği cezalar gazeteler ve televizyon kanalları üzerinde baskı oluşturuyor, ayakta kalmaları zorlaştırılıyor. Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün hazırladığı 2023 Dünya Basın Endeksi’ne göre Türkiye, 180 ülke içerisinde 165’inci sırada. Rapora göre Türkiye’de ulusal medyanın yüzde 90’ı hükümet kontrolünde. Yerelde gazetecilik yapmak ise çok daha zor. 22 Nisan Kürt Gazeteciler Günü’nden bir gün sonra Mezopotamya Ajansı, Yeni Yaşam Gazetesi ve Yeni Özgür Politika çalışanı 9 gazeteci, yaptıkları haberler sebebiyle gözaltına alındı, 3’ü tutuklandı. Medya ve Hukuk Çalışmaları Derneği’nin (MLSA) gazetecilik ve ifade özgürlüğü davalarını takip ederek oluşturduğu haftalık listeler, adliyelerin gazeteciler için nasıl da ikinci bir mesaiye dönüştürüldüğünün kanıtı. 

                                                              *** 

AKP iktidarının basın özgürlüğüne karşı son hamlesi de 2022 yılında yürürlüğe giren ‘Dezenformasyon Yasası’ oldu. Buna göre TCK’ye ‘yanıltıcı bilgiyi alenen yayma’ suçu eklendi. ‘Yanıltıcı bilgi’ olduğu ileri sürülen haber veya sosyal medya paylaşımlarını beğenen ve paylaşan kişilere de hapis cezaları verildi. Uluslararası Af Örgütü’nün Dünyada İnsan Haklarının Durumuna İlişkin hazırladığı 2023/2024 raporuna göre Türkiye’de terörle mücadele ve dezenformasyon yasaları ifade özgürlüğünü sınırlandırmak için kullanıldı. Raporda, 6 Şubat depremlerinden sonra hükümetin deprem bölgesine müdehalesini eleştirdikleri gerekçesiyle gazeteciler dahil en az 257 kişinin gözaltına alındığına yer verildi.   

İktidar, bir yandan ülkenin ‘yeni, sivil, demokratik, özgürlükçü ve kapsayıcı’ bir Anayasa’ya ihtiyacı olduğunu söylüyor, diğer yandan 1 Mayıs’ta, sadece bir gün içinde, Anayasa’nın 3 maddesine birden karşı gelen kararlar alıyor. Söz, eylemle örtüşmüyor.

                                                                 /././

Yine, yeniden Anayasa (İlhan Cihaner)

Siyasetin, dolayısı ile medyanın ilgisi yeniden Anayasa tartışmasına yoğunlaştı. Bu yoğunlaşmanın nedeni ise Cumhurbaşkanı ile Sayın Özel’in yapacakları görüşme. Görüşme, ben yazıyı gönderdiğim sırada yüksek olasılık devam ediyor olacak. Ama bu gündem epey devam edecek gibi. Ben de eksik kalmayıp bir “Anayasa” yazısı yazayım!

Öncelikle genel olarak hukuk devleti, özgürlükler ve siyasete dair tartışmaları ve Anayasa tartışmalarını “halkın gerçek sorunu bu değil, millet aç” diye özetleyebileceğimiz yaklaşımla ötelemek pek doğru değil. Halkın açlık ve yoksulluktan kurtulması için verilecek mücadele ile hukuk devleti, özgürlük ve Anayasa mücadelesi birbirini dışlayan şeyler değil. Bu bahaneye sığınanlar zannedersiniz her gün barikatları parçalıyor! Ayrıca özellikle siyasal özgürlükler ve etkin bir hukuk devleti, emek mücadelesine alan açar. İşte dün Taksim, Saraçhane ve Beşiktaş’ta yaşananlar. 1 Mayıs, iktidarın emek düşmanı bir pratiği olduğu kadar hukuk devleti ve Anayasayı ayaklar altına almasıyla sonuçlandı. 

GELELİM ANAYASA’YA

Ülkemizde herkesin Anayasa ile bir “derdi” var. Ancak anayasaların “hükmünü icra etmeleri” ancak belirli bir “hukuki, toplumsal ve siyasi iklim/zemin” varsa söz konusu olabilir. O da en genel tanımıyla hukuk devleti ve anayasaya saygı. Anayasa tartışmalarını başlatan ve ülkenin çeyrek yüzyılına hâkim olan siyasi iktidarın derdi ne peki? Cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi Kılıçdaroğlu’nun gündeme getirmesi ile gollük pas haline gelen başörtüsü, aile ve LGBTİQ+ meselesi, laiklik mi? Erdoğan’ın tekrar seçilmesi, 50+1 oranının değiştirilmesi ya da parlamenter sisteme geçiş mi? Ya da 31 Mart sonuçları ve ekonomik yıkımın seçmen tercihlerinde etkili olmaya başladığı iklimi değiştirmek mi? Biri, birkaçı veya hepsi olabilir. Bence göz ardı edilmemesi gereken bir husus da iktidar, bürokrasi ve sermayenin Erdoğan sonrasına hazırlığı, bu bağlamda mevcut “kazanımlarını” Anayasal güvence altına alma istekleri. Ne de olsa AKP/MHP sonrası hiçbir iktidar bu kadar pervasız davranamayacaktır.

Burada AKP’nin anayasa ve yasalarla kurduğu ilişkiyi hatırlamak gerekli. AKP dönemi anayasacılığı “İstismarcı Anayasacılık, Askıda Anayasa” gibi kavramlarla açıklanır oldu. Hele söz konusu kanunlar ve yargı kararları olunca durum daha vahim. Detaylandırmaya bile gerek yok. Anayasa değişikliklerinin hepsinde izledikleri şablon (hatta suç yolu/iter criminis diyebiliriz) aynı: önce sistemi/kurumu işlemez hale getir, sonra bunun propagandasını yap, az konuşan ağır adamlarını ve “Lümpen Anayasacıları” (bu da benim Anayasa literatürüne katkım olsun!) sahaya sürüp süslü cümlelerle kamuoyunu ikna et, uzlaşmaz görünmekten ürken muhalefeti arkana tak ve amaca ulaş. Sonra yeri geldiğinde kendi değiştirdiğin kurallara bile uyma! Böylelikle anayasa dahil mevzuatımız kanunlar hiyerarşisinin alt üst olduğu bir “bulamaca” dönüştü. AKP/MHP iktidarının kadro ve zihniyet olarak bu tutumundan koptuğuna dair en küçük bir işaret yok. İşte 1 Mayıs, Can Atalay, Kobane Davası, Gezi Davası, basın özgürlüğü, akademinin hali...

Tam da burada, anayasayı artık zemini kalmayan sivil/askeri anayasa, tüm sorunları anayasaya bağlama, anayasanın geçirdiği değişimleri görmezden gelme, anayasa yapmayı metine indirgeme gibi tuzaklara düşmemek gerek. Bu yaklaşımlar devletin niteliğini ve iktidar ilişkilerini saklar ki asıl amaç bu ilişkileri ezilenlerden ve hukuk devletinden, barıştan yana kuracak bir dinamik yaratmak olmalı. Anayasa arkasından gelir. Tüm sorunları anayasaya bağlama yaklaşımının yanlışlığını ise bizatihi AKP döneminde yaşadık. Aynı metin olduğu halde bazı özgürlükler aşama aşama yok edilebildi. Mahkemeler bile anayasayı takmıyorum diyecek noktaya geldiler. Özetle: sorunumuz bir anayasa yazma (hatta Anayasa) sorunu değil. “…çünkü sorunlar öncelikle metnin kendisinden kaynaklanmamaktadır. Metinler, daha çok kendi tarihsel, toplumsal koşullarının bir ifadesi, yansıması, temsili ve en fazlasından hayata giydirilmek istenen kuralların bir manzumesidir. Her durumda anayasa metinleri, belirli bir sosyo-politik durumla koşullanmış ürünlerdir. Bu çerçevede metinler iktidar ilişkileri içinde şekillendikleri gibi, aynı ölçüde kendileri de şekillendirilmek istenen yeni iktidar ilişkilerini vaaz ederler…” (Ayhan Yalçınkaya)

BU OYUNA ALIŞTIK

Tabii ki anayasa üzerine çok uzun yazılabilir. Ama güncel tartışma Sayın Özgür Özel’in yapacağı görüşme. AKP tarafı bu görüşmeyi açıklamalarla ve TBMM başkanının ziyaretleri ile anayasa eksenine oturtmaya çalışıyor. Sayın Özel TBMM başkanı ile görüşme sonrası özetle “önce mevcut anayasaya uyun, sonrasına bakarız” diyerek doğru tutum aldı. Ancak yukarıda değindiğim hukuksuzluklar duruyor ve iktidar geçmiş tutumundan kopmamış iken komisyon kurmak gibi tuzaklara düşmemek gerekir. Ayrıca değişimin kurumsal ve siyasi hafızayı sıfırlamasına gerek yok. Bu oyunu çok yaşadık.

Yapılması gerek her görüşme masasına ezilenlerin, yağmalanan çevrenin, yoksulların, özgürlüğün, barışın temsilcisi olarak oturmak ve bu tartışmaları halka mal etmek.

                                                            /././

Yusuf Tekin’in ‘eğitim sektörüne’ büyük katkısı: Orta direk özel okul kapısında (Ozan Gündoğdu)

4+4+4 sisteminin dayatıldığı 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 66,8 lirasını en yüksek gelirli yüzde 20’lik dilim yapıyormuş. Geride kalan 10 yılda, orta gelirliler de özel eğitim harcamasına katlanmaya başlıyor.

Eğitim bir sektör müdür? Yoksa kamusal bir hizmet mi? İktisat tarihi bu sorunun tartışıldığı metinlerle dolu. Fakat en liberal metinler dahi, eğitimin tıpkı sağlık gibi olumlu toplumsal fayda yarattığını kabul ediyor ve en liberal metinler dahi eğitim ve sağlığı “yarı kamusal hizmet” şeklinde kategorize ediyor. Yani, özel kesim tarafından da sunulabilir, fiyatlanabilir ama kamusal fayda yarattığı için kamu tekeli de müdahil olmalıdır.

Peki Türkiye’de eğilim ne yönde değişiyor? Eğitimin özel kısmı mı yoksa kamusal kısmı mı ağırlık kazanıyor?

Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin’in talimatıyla hazırlanan yeni müfredat, Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli başlığıyla bakanlığın web sitesine konuldu. Bugün müfredatı incelemek isteyenler için son gün.

Yusuf Tekin yeni müfredatı “Yerli ve milli, milletimizin maneviyatına ve fıtratına saygılı” olduğunu söyleyerek savunuyor. Müfredatın detayları konunun uzmanları tarafından detaylıca ele alındı ve inceleme süreci devam ediyor.

Buna göre Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli’nin gayesi son derece açık; İslamcı anlatının kendi ifadesiyle söylemek gerekirse “ahlaklı bir nesil yetiştirmek” arzusundalar. Bu anlatıda, Türkiye’nin içinde bulunduğu tüm sorunların kökeninde ahlaksızlık yatıyor. Haliyle yeni müfredatta göze çarpan dersler ahlak temasını işliyor. 80 yıllık vatandaşlık dersi ‘Ahlak ve Vatandaşlık’ dersine dönüşüyor. Ortaokul ve liselere Türk Sosyal Hayatında Aile dersi ekleniyor. Kültür ve Medeniyetimize Yön Verenler dersinde, Sezai Karakoç, Nurettin Topçu, Necip Fazıl Kısakürek gibi antikomünist isimler çocuklara rol model olarak tanıtılıyor. Tarih derslerinde ideolojik arka plan derinleşiyor, biyoloji derslerinin ağırlığı azaltılıyor. Matematik ise fazlalıklardan kurtuluyor. Örnekleri çoğaltmak mümkün. Buna karşın, İslamcı olmayan geniş halk kesimleri için müfredatın ideolojik arka planı tedirginlik veriyor. Peki bu tedirginlik piyasada ne tip reaksiyonlara neden oluyor? 

KAMU OKULLARINI BEĞENMİYORSAN ÖZELE GİT

Yusuf Tekin, Türkiye’nin Milli Eğitimi’nin son 10 yılına damga vurdu. 2013-2018 arasında “gölge bakan” olarak anılan bir bakanlık müsteşarıydı. 2018’de müsteşarlıklar kaldırılınca, Hacı Bayram Veli Üniversitesi’ne rektör olarak atandı. 4 Haziran 2023’ten bu yana da Milli Eğitim Bakanı…

Yusuf Tekin idaresindeki milli eğitimde son 10 yılda yaşanan bir değişimi verilerle sunalım. MEB’in Örgün Eğitim İstatistikleri’ne göre 4+4+4 sistemine geçilen 2012/2013 Eğitim Yılı’nda 992 adet özel ilkokul varmış. Bunun yanında aynı yıl 904 ortaokul bulunuyormuş. İlk ve ortaokulda toplam özel okul sayısı 1896 olarak kayda geçmiş.

Sonra ahlaklı, maneviyatına ve mukadderatına sahip çıkan modern dindar bir nesil yetiştirme hayaliyle yanıp tutuşulan 10 yıl geride kalmış.

2022/2023 Eğitim Yılı’na geldiğimizde özel ilkokul sayısının 2065’e, özel ortaokul sayısının 2266’ya çıktığını görüyoruz. Aynı dönemde öğrenci sayısı da özel ilkokullarda 167 bin 381’den 348 bin 720’ye, özel ortaokullarda 164 bin 294’ten 376 bin 426’ya çıkmış. Yani nereden baksanız, kamusal olmayan “Eğitim Sektörü”nü 2 kat büyütebilmiş Yusuf Tekin. Bu haliyle, tüm özel okul patronlarının gençlerin maneviyatı için yanıp tutuşan Yusuf Tekin’e bir teşekkür borcu var. Zira Yusuf Tekin sayesinde eğitim harcamaları milyarlarca dolarlık bir pastaya dönüşüyor. Zincir kolejlerin iktidarla temaslı sahipleri de Türkiye’nin yeni zenginler listesine adlarını yazdırıyorlar.

ÖZEL OKULLARIN YENİ MÜŞTERİLERİ ÜCRETLİLER

Özel okul tercihinin arkasında türlü türlü nedenler var. Güvenlik, mesai saatlerinin uyumsuzluğu, dil eğitimi vs. vs… Fakat tüm bu nedenlerin içinde bir kök neden oracıkta duruyor. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının çok önemli bir kısmı Türkiye Cumhuriyeti’nin Milli Eğitim Bakanlığı’na güvenmiyor. Böylece imkanlar zorlanıyor ve çocuklar özel okullara gönderiliyor.

2010’lu yılların başına dek, özel okul tercihi, yüksek gelir gruplarının tüketim alışkanlıklarındandı. Fakat, son 10 yılda, orta gelir grubunun da özel okulları tercih etmesi üzerine düşünmeye değer bir takım veriler sunuyor.

TÜİK’in Hanehalkı Tüketim Harcamaları verilerine daha yakından göz atalım.

4+4+4 sisteminin dayatıldığı 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 66,8 lirasını en yüksek gelirli yüzde 20’lik dilim yapıyormuş. Geride kalan 10 yılda, özel eğitim hizmeti en zenginlerin tekelinden çıkıyor ve orta gelirliler de özel eğitim harcamasına katlanmaya başlıyor. Böylece 2022’ye gelince her 100 liralık eğitim harcaması içinde en zengin yüzde 20’lik dilimin ağırlığı 59,6 liraya düşüyor. Peki en zenginlerin payı 7 puan kadar azalırken kimin payı artıyor? Cevap alt ve üst orta gelir gruplarında…

Açıklama: Son 10 yılda en yoksul ve en zenginlerin eğitim harcamasındaki payı azalırken,
bütün yük orta gelirlerin sırtına yükleniyor.

ORTA DİREK KOLEJLERİN KAPISINDA İNDİRİM PEŞİNDE

2012’de en zengin ikinci yüzde 20’lik dilimin 100 liralık eğitim harcamasının 16,7 lirasını üstlendiğini görüyoruz. 2022’de bu tutar 19,4 liraya çıkıyor. 2012’de en zengin 3’üncü yüzde 20’lik dilimin 100 liralık eğitim harcamasının 9 lirasını üstlendiğini görüyoruz. 2022’de bu tutar 10,9 liraya çıkıyor. En zengin 4’üncü dolayısıyla en yoksul ikinci yüzde 20’lik dilim 2012’de her 100 liralık eğitim harcamasının 5,6’sını üstenirken bu tutar 2022’de 8,6’ya yükseliyor. En yoksul grubun eğitim harcamalarındaki payı geçmiş 10 yılda diğer grupların tersine artmak bir yana azalıyor. 2012’de eğitim harcamalarının yüzde 2,3’ünü üstelenen bu grup, 2022’de eğitim harcamalarının yüzde 1,5’unu üstleniyor.

Özetle; son 10 yılda eğitim sektörünün tüketici pazarı en zenginlerden orta gelirlilere doğru genişliyor. Bu genişleme sayesinde özel okul sayısında da dudak uçuklatan artışlar gözleniyor. Burada tespit edilmesi gereken bir diğer nokta, yeni müşterilerin hemen hepsinin ücretli, meslek sahibi gruplardan oluşmasıdır.

Eğer, eğitimi de inşaat gibi, sanayi gibi, bankacılık gibi bir ekonomik faaliyet olarak kavrıyor, eğitimin kamusal niteliğini göz ardı ediyorsanız -ki eğitimin kamusal niteliğini en radikal liberaller dahi yadsımıyor- bu gelişme son derece olumlu sayılabilir. Nitekim, Yusuf Tekin’in çabaları sayesinde, halk kesimleri kamu okullarından kaçmaya başlamış, özel sektör böylece büyümüş. “Bu durum Türkiye’nin ekonomisine de katkı sağlıyor, istihdam artıyor, büyüme hız kazanıyor” da denilebilir.

Fakat Yusuf Tekin, ahlaklı nesiller yetiştirmeye çabalarken, eğitim sisteminin de tümüyle çökme riskiyle karşı karşıya olduğunu belirtmek gerekir. En zenginlerin yurtdışına, orta direğin zincir kolejlere, garibanın mesleki eğitim merkezlerinde torna tezgahına geri kalanların da proje okullara veya imam hatiplere gönderildiği bir eğitim modeli… Adına Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli deniyor. 

                                                                /././

Marifet iltifata tabi (Yalçın Karatepe)

Ekonomim gazetesine bir röportaj veren Uluslararası Para Fonu (IMF) Türkiye Masası Şefi James Walsh, “TCMB’nin para politikasını sıkılaştırma ve finansal sistemi reforme etme konusunda uzun bir yol kat ettiğini; faiz oranlarını bu kadar yükselterek, para politikasını ve finans sektörünün verimliliğini engelleyen birçok mali düzenlemeyi de basitleştirdiği için büyük övgüyü hak ettiğini” söylemiş.

Evet, yapılan açıklamadan ekonomi yönetiminin IMF’nin övgüsüne mazhar olduğu anlaşılıyor. Sanırım iktidar da bundan memnun olmuştur. Peki, IMF Türkiye’de iktidarın yaptıklarını neden övüyor? Bunun gerekçesini şu sözde bulabiliriz: Marifet iltifata tabi. Meali: yaptıkları takdir edilen, övülen kimse daha fazlasını yapmaya çalışır.

IMF, ekonomi yönetimine dizdiği övgüyü aleni bir biçimde ifade ederek aynı yolda yürümesini ve daha fazlasını yapmalarını teşvik ediyor.

Peki, IMF’den takdir alan işlerin sonucu ne oluyor, isterseniz bir de ona bakalım. Dün İstanbul Sanayi Odasının(İSO) “Türkiye PMİ İmalat Sanayi Nisan Ayı Raporu” yayımlandı. Satın alma yöneticileri anketi olan PMİ ekonominin nereye gitmekte olduğunun öncü göstergesi olarak kabul ediliyor. Nisan ayında endeks 49,3 seviyesine gerilemiş. Bu değerin 50’nin altında olması imalat sanayinde üretimin yavaşladığının bir göstergesi olarak yorumlanır. Evet, ekonomi “soğuyor.” Bunun yakın zamanda istihdama nasıl etki edeceğini de tahmin edebiliriz. Pek çok insan işini kaybedecek. Olsun, pek de önemli değil. Zaten programın bu sonucu ortaya çıkaracağı beklenerek uygulandığını da biliyoruz. Başka türlü iç talebi nasıl “dengeleyecekler?” IMF’den Walsh aynı mülakatta şunu da söylemiş: Türkiye’de […] iç talebin zayıfladığını görmek istiyoruz.

İşsizlik artarken çalışanların maaşlarına da zam yapmazsanız IMF’yi memnun edecek olan iç talebin zayıfladığını görürsünüz. İstedikleri de bu. Peki, bu olunca ne olacak, iktidarın dört gözle beklediği yabancı yatırımcı hemen gelecek mi? O kadar kolay değilmiş, biraz daha aynı yolda yürümek gerekiyormuş. Walsh diyor ki “Türkiye’ye ilgi duyan birçok yatırımcıyla konuştuk. Duyduğum mesaj şuydu: Reformlar iyi ve doğru yönde gidiyor. Ancak bugünlerde bu reformlara katılan çok sayıda ülke var. Yani herkes birçok farklı pazara bakıyor. İlerleme kaydetmeye devam etmek önemli olacak.”

Bunun anlamı ne? Öyle kolay para yok. Eğer yabancı sermayenin gelmesini istiyorsanız, onların işlerini kolaylaştıracak, istedikleri zaman gelip istedikleri zaman gitmelerine imkân verecek düzenlemeler yapmaya devam etmelisiniz. Sizin dışınızda başka ülkeler de var. Eğer Türkiye’de daha fazla para kazanacaklarını düşünürlerse gelirler, yoksa başka yerlerde kazanma imkânları var oralara giderler.

Zaten önemli olanın “yabancı sermayenin” kolay para kazanması değil mi, başka türlü nasıl düze çıkarız? Peki, kim kaybedecek? Onu siz zaten biliyorsunuz. İnsanlar önce işini kaybedecek, işini kaybetmeyenler ise ellerine geçen para miktarı artmayacağı için satın alma güçlerini kaybedecekler.

Demem o ki “kazan-kazan” bir model kurgulamadılar. “kazan-kaybet” sistemi uyguluyorlar. Kazananın ve kaybedenlerin kim olacağını biliyoruz. İktidar ve onun yandaşları da bunu açıkça söylüyorlar. Bedel ödemeden enflasyonu düşürmek mümkün değil diyenleri hatırlıyor musunuz? İşte o “bedel ödeyecek” grubun kim olduğunu iyi bilin.

                                                               /././

O barikat, o barikatınız...(Zafer Arapkirli)

Çarşamba günü İstanbul Fatih’de, tarihi Bozdoğan Kemeri’nin önüne kurulmuş olan “yüksek yoğunluklu tahkimat” görünümlü polis barikatı, 1 Mayısların daha doğrusu yasaklı 1 Mayısların, faşist yasakların tarihi simgelerinden biri haline geldi, şimdiden…

Üniformalı kasklı insan vücudu, galvanize metaller, sert plastik kalkanlar ve benzeri malzemelerden müteşekkil o duvarın temelinde, Cumhuriyet tarihinin en pervasız, en sorumsuzca hak ihlâllerinin yanı sıra, yürürlükteki T.C. Anayasası’nın 34’ncü maddesi, 2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’nın 3’ncü maddesi ve hepsinden de “taze bir hüküm” içermek suretiyle, Anayasa Mahkemesi’nin 12.10.2023 tarihli kararı vardı.

Hani meteoroloji jargonunda “perfect storm” (bilinen tüm unsurları ve en aşırı özellikleri ile bir araya gelmiş mükemmel fırtına) diye bir tabir vardır ya... Tam da öyle bir “mükemmel hukuksuzluk” abidesi gibi duruyordu o duvar orada.

∗∗∗

Temelinde, yukarıda saydığım unsurların yanı sıra, 2009 yılında AKP hükümetinin (evet, yanlış okumadınız. Bugünkü AKP hükümeti ve bugünkü “şahsım”) aldığı kararla “1 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi”, bununla da yetinilmeyip 2009, 2010, 2011, 2012 yıllarında “Tabuları yıktık” diyerek Taksim’de kutlanması gibi tarihi çelişki içeren emsaller bile vardı.

Başka bir tabirle, bu sayılanların “alayını toprağa gömüp”, üzerlerine tonlarca ağırlıkta beton döküp, o betonun üzerinde yanyana dizilen kasklı, kalkanlı, gaz bombalı, plastik mermili tertibat vardı.

Ama bütün bunlardan daha elim ve daha vahim olmak üzere...

O barikat, faşizmin “kendi yaptığı yasalara, kendi yapıp millete onaylattığı anayasaya, o anayasadaki ‘AYM kararları kesindir (...) Herkesi bağlar...’ şeklindeki kesin hükümlere” utanmazca nanik yapan bir iradenin vücut bulmuş haliydi.

İşte o barikatın önüne gelen her yaştan ve her meslekten emekçiler, çıplak elleriyle, plastik bayrak sopalarıyla, tekmelerle, buna isyan ediyorlardı.

Ceberut iktidarın temsilcileri, onların yandaşı ve yardakçısı kiralık medya organları ve sözüm ona “muhalif cenahtan” sözüm ona “mutedil, barışçı, aklıselim sahibi” takılan tatlı su liboşları, hep bir ağızdan “Ama olmadı ya... O şiddet görüntüleri, polise saldırılar” gibi iğrenç bir söylemle, o isyanı o direnişi karalamaya çalıştılar.

Hani şu meşhur lâf vardır ya:

“Şimdi durduk yerde tatsızlık çıkmasın canım ya...” muhabbeti.

O barikata karşı çıkan ve “Açın yolu, özgürlüğümüzü kullanalım,” (elinde Anayasayı ve AYM kararını göstererek,) yasa dışı bir emri uyguluyorsunuz” diyen kitleyi “tatsızlık çıkarmakla” suçlayanlar hiç utanmadan, görmezden geldiler “asıl tatsızlığı çıkaranın”, o duvarı örenler, o gün İstanbul halkını evlerine hapsedenler, geçmişin sevimsiz sıkıyönetim ve olağanüstü hâl hayaletini canlandıranlar olduğu gerçeğini.

∗∗∗

Haydi daha açık yazalım:

Biri gelip, evinizin önüne elinde kalkanı ile dikilecek. Yasa ve vicdan dışı bir şekilde, üstelik taptaze bir mahkeme kararına rağmen kapınızı açmanızı engelleyecek ve siz o kapıyı zorlamayacaksınız? Orada öyle bekleyip “Aman abi şimdi boş yere tatsızlık çıkmasın” diye eliniz kolunuz bağlı kalacaksınız? Öyle mi?

Ama işte, faşizmin esir aldığı kafalar böyle düşünmenizi ve oturup kabullenmenizi ister.

Bütün bunlar da yetmiyormuş gibi...

1 Mayıs öncesinde, (mealen) “Emekçilerin Taksim’e gelip kutlamaya hakları var. Üstelik bu konuda AYM kararı var. Ben de orada olacağım. Tek bir olay çıkmaması, kimsenin burnunun bile kanamaması konusunda kefilim” diyecek kadar güçlü ve alkışlanacak bir “önderlik” görüntüsü içinde olan, son seçimde halkın “Türkiye’nin birinci partisi” unvanını verdiği CHP’nin lideri, o duvara direnen kitleleri “barikatın önünde bırakıp gitmeseydi” daha iyi olmaz mıydı?

Onunla birlikte, Taksim için bildirimde bulunan ve “Mutlaka orada olup hakkımız olan kutlamayı yapacağız” diyen sendika ve meslek örgütlerinin liderlikleri de, barikata dayanan ve zorlayan kitlenin bizzat önünde “ya önderliğini yapmak, ya da birlikte çıkıp gitmek” konusunda inisiyatif almaları gerekmez miydi?

Antifaşist mücadele azimlerinden ve bu konudaki pırıl pırıl geçmişlerinden/sicillerinden zerre kadar şüphemiz olmayan bu insanların, Çarşamba günü son anda yarattıkları hayal kırıklığını sorgulamamız gerekmez mi?

Ama bütün bunlara karşın, o barikatı zorlayan ve dün gazetemiz BirGün’ün manşetinde özlü biçimde dile getirildiği üzere, “Üstüne üstüne yürüyen” kitle, gaz ve cop ve plastik mermi yeme, gözaltına alınma pahasına oradan başı dik ve alnı açık ayrılmıştır.

Zaten o duvarlar, o barikatlar ve bu halkın sonunda özgürlüğü tadacağı güne kadar giderek zayıflamaya mahkûm o engeller, o kitlenin sayesinde bir bir yıkılacaktır.

Formülü ve güzergâhı da, Nazım Hikmet şöyle dile getirmiştir, 99 sene önce, ta 1925’te:

“O duvar,

O duvarınız

Vız gelir bize vız.

Bizim kuvvetimizdeki hız,

Ne bir din adamının dumanlı vaadinden,

Ne de bir hülyanın günlü yakışındandır.

O yalnız

Tarihin durdurulmaz akışındandır...”

99 sene sonra, Usta’nın o “yol tarifinden” hareketle tekrar ediyoruz.

O barikat, o barikatınız.

Vız gelir bize vız...

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder