2 Mayıs 2024 Perşembe

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI - 2 Şubat 2024-

İYİ Parti’nin yeni rotası nasıl olacak (Barış Pehlivan)

İYİ Parti’nin yeni A takımında en dikkat çeken isimlerden biri de İzmir milletvekili Ümit Özlale oldu. Öyle ya Özlale, “ilk günlerdeki heyecanının kalmadığını, makul çözümler sunmanın mümkün olmadığını ve siyaset üretmenin imkânsız olduğunu” belirterek İYİ Parti’den istifa ettiğini açıklamıştı.

Peki, nasıl oldu da istifa eden bir isim İYİ Parti’nin genel idare kuruluna (GİK) girebildi?

Bu sorunun yanıtı için Prof. Özlale’yi aradım...

Özlale itifasını sosyal medyadan duyurmuş, Meral Akşener’e ve parti yöneticilerine iletmiş, İYİ Parti’nin WhatsApp grubundan da ayrılmıştı. 23 Nisan için toplanan Meclis’teki özel oturumda da partideki arkadaşlarıyla vedalaşmıştı. Ancak nezaket gereği resmi istifa dilekçesini kurultaydan hemen sonraki pazartesi günü genel merkeze iletecekti.

Gelin görün ki...

Hafta sonu parti kurultayını televizyondan izlerken birden telefonları çaldı. Partideki arkadaşlarından öğrendi ki yeni genel başkan Müsavat Dervişoğlu adını GİK listesine yazmıştı. Sonrasını Ümit Özlale’den aktarıyorum:

“Sayın Dervişoğlu ile pazartesi günü bir konuşma yaptık. Yakın gelecekte anayasa değişikliği ile plan ve bütçenin tartışılması meseleleri olacak... ‘Senin iktisadi ve ekonomi kabiliyetlerine ihtiyacımız olacak. Benden daha çok partinin ve muhalefetin gereksinimi var. Bizim için bu ayrılığı erteleyebilir misin?’ dedi. Özetle, verebileceğim bir katkı olduğuna inandırdı beni Müsavat Bey ve kabul ettim. Müsavat Bey’in İYİ Parti’yi makul bir çizgide tutacağına ve anayasa değişikliğinde çok daha sert bir muhalefet yapacağına inandım. GİK üyeliğinde ve büyük ihtimalle genel başkan yardımcılığında görev alacağım.”

DERVİŞOĞLU: "AKP BELASINDAN KURTULMAMIZ LAZIM"

Ümit Özlale’ye İYİ Parti’nin artık nasıl bir siyaset izleyeceğine dair görüşlerini de sordum. Şu yanıtı aldım:

“Müsavat Bey’in Cumhur İttifakı ile yani AKP ve MHP ile uzlaşıya gitmeyeceğine adım gibi eminim. Müsavat Bey, CHP ile işbirliğine yakındır. Göreceksiniz, anayasa değişikliği sürecinde en az CHP kadar muhalif bir tavır sergileyecektir. Önyargılardan kurtulabilirsek sayın genel başkan milliyetçi bloku CHP ile de buluşturabilir. Zira Müsavat Bey, ‘Bizim bu ülkeyi AKP belasından kurtarmamız lazım’ der... En kırılgan nokta ise Kürt siyasi hareketi ile ilişkiler olacaktır.”

Bu arada...

Prof. Özlale’yi tam da İstanbul’da yeni bir eve taşınma telaşındayken aradım. Zira, İYİ Parti’nin kurmaylarından olmasının yanı sıra hayatında önemli bir değişikliğe de gidiyor; evleniyor. Özlale, Sözcü TV’nin ekran yüzlerinden olan meslektaşımız  Serap Belovacıklı ile hayatını birleştiriyor. Öğrendim ki ağırlıklı olarak İstanbul’da yaşayacak çiftin nikâhı temmuz ayında kıyılacak. 

                                                    /././

Erdoğan’ın ‘görüşmeyin’ dediği lider (Barış Terkoğlu)

2013 yılının son günleri...

Türkiye, eski ortaklar AKP-FETÖ kavgasına hazırlanıyor.

İşte o günlerde Bakanlar Kurulu’nda yaşanan sıra dışı bir olayı belki de hiç konuşmadık. Bülent Arınç’ın pazartesi günkü “kahramanım Özgür Özel”  açıklaması olmasaydı, “Başkan Arınç” kitabına uzanıp bakmasaydım, ben de fark etmeyecektim.

Yazarı Ömer Şahin. Arınç’a çok yakın bir gazeteci. O gün, kitapta şöyle anlatılıyor:  “Bakanlar Kurulu toplantısı devam ederken (Başbakan Yardımcısı) Arınç’ın önüne bir not iletilmişti. Önemli olmalıydı ki toplantı bitimi beklenmemişti. Nota baktığında Joe Biden’ın görüşme talebi yazıyordu. Türkiye saatine uygun bir zamanda iki tercümanın hazır bulunacağı güvenli bir telefonla görüşme talebiydi bu.”

Arınç’ın o anda hissettikleri şöyle aktarılmış: “Arınç, sevinç ve endişe duygusunu bir arada yaşamıştı. ‘Zaman zaman görüşelim, sizi bizzat arayacağım’ diyen Biden, sözünü tutmuştu. Bu sevindiriciydi. Asıl muhatabı olan başbakan ve dışişleri bakanı durur iken aranıyor olması ise düşündürücüydü.”

Arınç’ın, o gün dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu’na danıştığını okuyoruz:  “Davutoğlu’nun söylediği şu oldu: Başkanım bu iyi bir şey ama bunun altından başka şeyler çıkabilir. Tayyip Bey buna razı olmayabilir. Onun bilgisi dışında bir görüşme olursa zor durumda kalabilirsiniz!”

Arınç da gidip Erdoğan’dan izin istemiş. Ancak “Biden’ın kendisinden başka biriyle” görüşme girişimi, Erdoğan’ı rahatsız etmiş. Arınç’a verdiği cevap kitapta şöyle yer alıyor: “Görüşmeniz uygun değil!”

BIDEN: BİZZAT ARAYACAĞIM

Dikkatinizi çekmiştir. Biden, Arınç’a daha önce arayacağını söylemişti. İşte o detay da kitapta yer alıyor. 22 Kasım 2013’te, Arınç ile o dönem ABD başkan yardımcısı olan Biden’ın Beyaz Saray’daki görüşmesinden bahsediyorum. Trafik, önce Ankara’da, ABD Büyükelçisi Ricciardone ile Arınç arasında başlamış. Beyaz Saray’a ulaştığında ise Biden, Arınç’ı kapıda karşılamış. 45 dakika olarak planlanan görüşme, Biden’ın isteğiyle yarım saat daha uzamış. İçeride şiirler okunduğunu, iki liderin kaybedilen evlatlarına dair özel yaşamlarını konuştuğunu öğreniyoruz. Erdoğan’ın ABD ile arasında soğuk rüzgârlar eserken Arınç, Beyaz Saray’da farklı bir konuşma yapıyordu: “Türkiye ve ABD, ister Suriye olsun ister Irak olsun ister diğer konularda olsun çatışma içinde değil, hemen hemen görüş birliği içerisinde.”

Kitapta, görüşmede yer alan Büyükelçi Namık Tan ile Arınç’ın bir diyaloğu da var:

“- Sayın başkanım farkında mısınız size çok önemli bir mesaj verdi?

- Neydi o mesaj Namık Bey?

- Bölgeye geleceğini söyledi. Davet ederseniz size de gelirim demek bu.

İşte Bakanlar Kurulu sırasında Arınç’ın önüne konan not, bu görüşmenin sonucuydu. Ancak bu olay, her seferinde Beyaz Saray randevusu bekleyen Erdoğan’ın hoşuna gitmemişti.

Şahin’in kitabı sonunu şöyle veriyor: ‘Görüşme için müsait değiliz’ mesajı iletildi ve Biden ile telefon trafiği olmadı.”

ERDOĞAN’IN YENİ DERDİ

Neden mi hatırlattım?

Seçimlerden sonra ilk kez pazartesi günü Erdoğan’la görüşen Devlet Bahçeli’nin salı günü grup toplantısında defalarca yaptığı vurgu nedeniyle: “Türkiye’ye ziyaret düzenleyip önce İstanbul’a gelen, alelacele belediye başkanıyla görüşme yapan Almanya cumhurbaşkanı, (...) iç siyasete dahil olan, CHP’li belediye başkanlarını ayağının tozuyla ziyaret eden Almanya cumhurbaşkanı (...)”

Duyumlar ve açıklamalar gösteriyor ki bir zamanlar en yakınındaki Arınç’a bile güvenmeyen Erdoğan’ın dertlerinin arasına, 31 Mart’tan beri yeni dertler eklendi. Joe Biden’la görüştü görüşecek derken, randevu tarihi ne zaman diye sorgularken, “Meğer görüşme yokmuş”a varan Erdoğan, 31 Mart’tan beri Batı nezdinde bir temsiliyet sorunu yaşıyor. Bir süredir Batı’yla yeni denge arayışına giren Erdoğan’ın seçimlerdeki irtifa kaybı, ülkede “Erdoğan’dan önce konuşulacaklar” listesi yarattı. Erdoğan’la görüşmenin ertesi günü Bahçeli’nin göndermeleri bu duruma işaret ediyor.

Erdoğan’ın; “CHP, yurtiçinde ana muhalefet partisi, sınırların dışına çıkınca Türkiye’nin partisi”“Erdoğan’ın dünyada temas ettiği pek çok lider sosyal demokrat, sosyalist, bu konuda ben kiminin yardımcısıyım, kiminle aynı masadayım” diyen Özgür Özel ile bugünkü buluşması, kendisi adına ortaya çıkan bir güven sorununu çözme arayışı olarak da okunabilir.

Çoğu zaman bir sebep ararlar. Oysa güvensizlik ağacı insanın içindeyse, büyümesi için toprağa gerek yoktur.

                                                     /././

‘Bu Çin niye böyle yapıyor?’ (Ergin Yıldızoğlu)

Bir Wall Street Journal yazarı soruyor: “Çin neden ihtiyacı olduğundan daha fazla otomobil üretiyor?” (28/04). Çin yılda 40 milyon otomobil üretiyor, bunun yalnızca 22 milyonunu ülke içinde satıyor. 

FAZLA KAPASİTE NEREYE GİDİYOR?

Bu 18 milyon araçlık “fazla kapasite”, dünya piyasalarına, özellikle de zengin ülkelere gidiyor. Batı medyasında, Çin’in, otomotiv sanayisini, özellikle elektrikli araçlar piyasasında, tehdit ettiğine ilişkin yazıların sıklaşması da bundan. Financial Times’ın aktardığına göre, Avrupa elektrik araç piyasasında, Çin’den gelen araçların satışları 2020’de 1.6 milyar dolardan, 2023’te 11.5 milyar dolara yükselmiş. Bunların piyasa payı da dört kat artarak yüzde 8’e ulaşmış; 2027’de bu oran yüzde 20’ye çıkacakmış. 

Çin ekonomisi olgunlaşırken büyüme oranı da yılda ortalama yüzde 7-9’lardan yüzde 4-5’lere gerilemeye başlıyor. Buna karşılık Çin, imalat sanayisinde kapasite inşa etmeye devam ediyor. İç piyasadaki talebi aşan üretim fazlasını ihraç ediyor. Çin’in ticaret fazlasının 2022- 23 döneminde toplam 1.7 triyon dolara ulaştığını aktaran bir Foreign Affaires makalesine (27/03/2024) göre, “Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Japonya ve diğer gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler bu eğilimin devam edeceğinden, Çin’in ekonomik yavaşlamadan çıkış yolunu ihraç etmeye hazırlandığından endişe ediyorlar”. 

YENİ DÜNYA DÜZENİNE DOĞRU... 

Peki, Çin niye “kapasite fazlası” üretiyor: Birincisi, “üretici güçlerini geliştirecek” (partinin yeni sloganı), toplumsal refahı artıracak artık değer yaratmaya devam etmek için. Ancak bu kapasite fazlasının ürettiği artı değer gerçekleşmesi, ürünlerin metalaşması, bunun için de dış piyasalara gitmeleri gerekiyor. 

Halen yüzde 28.4 payıyla dünyanın en büyük imalat sanayisine sahip Çin, birçok sanayi uzmanının katıldığı gibi (WSJ), “daha yaratıcı, daha rekabetçi”, giderek teknoloji bileşeni daha yüksek (elektrikli taşıtlar, güneş enerjisi panelleri, bilgisayar, cep telefonu, 5G...) ürünlerle dünya piyasalarında kendine yer açmanın ötesinde, egemen olmaya, diğer bir deyişle, yeni bir dünya düzenini inşa etmeye doğru gidiyor. 

Böyle uluslararası rekabetin sertleştiği dönemlerde, sanayi verimliliği görece düşük ekonomilerde ya üretim kapasitesi, istihdam yok olmaya başlar ya da bu ülkelerin devletleri üretim kapasitesini, istihdamı dünya ekonomisinden gelen rekabet karşısında koruyacak politikalara yönelirler. New York Times’ın aktardığına göre, son bir yıldır ekonomi basınında, IMF ve Dünya Bankası toplantılarında tartışılan konuların başında “sanayi politikaları”, “korumacı önlemlerde” artış geliyor. Bir IMF çalışmasına göre, özellikle gelişmiş ülkelerde bu yönde alınan önlemlerin hızla artıyor olması da bu yüzden. 

Diğer taraftan, otomotiv piyasalarında Avrupa Birliği-Çin rekabeti örneğinde olduğu gibi, üretkenlik düzeyleri arasındaki farklara bağlı olarak kimi zaman, korumacı önlemler de yeterli olmayabiliyor. Örneğin, bir Financial Times araştırmasına göre, Çin, iç pazarda 20 bin Avroya sattığı otomobilleri Avrupa’da 40 bin+ Avroya satabilmektedir. Bu koşullarda AB’nin ithalat vergisini yüzde 30’a hatta yüzde 50’ye çıkarması bile Çin şirketlerin kâr marjını caydırıcı olacak düzeyde etkileyemeyecektir. 

Aslında, yalnızca farklı verimlilik düzeylerinden değil, iki farklı “sermaye birikim rejiminin” kapasitelerinden söz ediyoruz. Çin modeli, ekonomiyi ve siyaseti birlikte düşünen bir anlayışa, devlet kapitalizmine tabi özel kapitalizme dayanıyor. Planlama, yönlendirme, mali teşvik, destek, gerektiğinde devletin doğrudan katılımı, şirketleri birleşmeye zorlayabilme, bu rejimin bileşenleri içinde. Neoliberal serbest piyasa modeli bu “Pekin modeliyle” ekonomik yollardan rekabet edemiyor. Kaçınılmaz olarak gündeme ya “Pekin modeli”ni kopyalamak ya da siyasi askeri yollardan direnmek geliyor. “Pekin modeli”nin, güçlü devlet, vasıflı disiplinli bürokrasi, gelir dağılımı dengelerini denetim altında tutmaya, toplumsal istikrara özellikle önem veren bir siyasi parti (“modern prens”) gibi özellikleri de var. 

Bu özellikleri neoliberalizmin atomize ettiği Batı toplumlarının kültürel, ideolojik dünyasına taşıyınca, plütokrasiyi (müstehcen gelir dağılımını) ve tarihin mirasını (sömürgecilik, faşizm, emperyalizm) düşünce karşımızda bir “süreç olarak faşizm” olasılığı şekillenmeye başlıyor.

                                                           /././

Anayasa bu kez Erdoğan’a uydurulmamalı (Mehmet Ali Güller)

1) Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok, Erdoğan’ın yeni bir anayasaya ihtiyacı var. 

2) Mevcut anayasadaki son büyük değişiklik de yine Türkiye’nin ihtiyacıyla değil, Erdoğan’ın ihtiyacıyla yapılmıştı. Çünkü Erdoğan yine anayasaya uymuyordu, Türkiye’yi anayasada belirlenen kurallara aykırı bir şekilde yönetiyordu. Öyle ki MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli “Madem Erdoğan anayasaya uymuyor, biz anayasayı Erdoğan’a uyduralım” diyerek “Erdoğan için anayasa” yolunu açmıştı. 

YENİ REJİME ANAYASALLIK KAZANDIRMA TUZAĞI 

3) Anayasa dün Erdoğan’a uydurulmuş olsa da bugün yine uymamaktadır. O nedenle yine Erdoğan’a uyan bir yeni anayasa yapılmak istenmektedir. Çünkü anayasa, Erdoğan’a başkanlık yolunu sınırlamaktadır. Zaten anayasaya aykırı olarak üçüncü kez cumhurbaşkanı olan Erdoğan, dördüncüsünü zorlayacak güçte değil, partisi artık ikinci parti. Erdoğan o nedenle yeni anayasa ile kendisine yeniden başkanlık yolu açmak istemektedir. 

4) Erdoğan, 22 yılın sonunda rejimi yıktı ve inşa etmekte olduğu yeni rejime yasallık, anayasallık kazandırma peşinde. İkincil olarak da bu nedenle yeni anayasa istemektedir. 

‘12 EYLÜL ANAYASASI’ ALDATMACASI 

5) Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı yok, mevcut anayasaya uyan bir iktidara ihtiyacı var. 

6) Erdoğan rejimi bir kez daha Taksim Meydanı’nı işçiye, emeğe, demokrasiye yasakladı. Oysa Anayasa Mahkemesi, daha bes¸ ay önce aldığı kararla, Taksim yasağının “Anayasanın 34. maddesinin güvence altına alınan toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkının engellenmesi” olduğuna hükmetmiştir. 

Erdoğan rejiminin Taksim yasağında ısrarı ideolojiktir, hangi sınıfın sözcüleri olduğuyla ilgilidir. Anımsayın, Erdoğan sürekli uzattıkları OHAL rejimini işçilere karşı kullandıklarını da belirtmişti; patronlara “Bir tane fabrikada grev söz konusu mu? Böyle bir şeyde anında müdahalemizi yapıyoruz. OHAL anında çözüm kaynağı oluyor” diyerek seslenmişti. 

Erdoğan Taksim üzerinden sınıfını savunmakta ve Taksim üzerinden işçi sınıfıyla mücadele etmektedir ama Erdoğan aynı zamanda Taksim üzerinden son seçimde yenildiği rakibiyle güç mücadelesi yürütmektedir. 

7) 12 Eylül Anayasası, çoğu Erdoğan döneminde olmak üzere değiştirildi. Ancak onca değişikliğe rağmen, YÖK başta 12 Eylül’ün anayasadaki asıl izlerine hiç dokunmadılar. Çünkü AKP de 12 Eylülcüler de son tahlilde Atlantik-neoliberal düzeninin aktörleridir. Bu nedenle “12 Eylül anayasasından kurtulmayı” yeni anayasa ihtiyacına gerekçe yapmaya çalışmaları aldatmacadır. 

ANAYASAYA UYMAYANLARLA MÜZAKERE EDİLMEZ 

8) Erdoğan-Bahçeli düzeni anayasaya uymamakta, Anayasa Mahkemesi’nin kararlarını uygulatmamaktadır. Öyle ki Erdoğan “Anayasa Mahkemesi kararına uymuyorum, saygı da duymuyorum” diyebilmekte, Bahçeli ise kararını beğenmediği Anayasa Mahkemesi’nin kapatılmasını isteyebilmektedir. 

Dolayısıyla yeni anayasa propaganda ettikleri gibi demokrasinin gereği değildir, tersine bu anlayışa yeni anayasa yaptırtmamak demokrasiyi savunmanın gereğidir. 

Sonuç olarak anayasaya uymayanlarla, anayasayı sürekli kendine uydurmaya çalışanlarla, anayasaya aykırı bir şekilde işçi sınıfına Taksim’i yasaklayanlarla, Türkiye’nin birinci partisinin genel başkanını Taksim’e sokmayanlarla müzakere edilmez, mücadele edilir! 

                                                  /././

Taksim bir kültürel mirastır ve ne anayasası ayol? (Orhan Bursalı)

Anayasa Mahkemesi’nin kararı var. Taksim Meydanı 1 Mayıs törenlerine kapatılamaz diyor. On yıllardır emekçi sınıfı Taksim’deydi. Şehitler verdi, öldü öldü dirildi, hak aradı, sesini orada dünyaya duyurdu. Kazancı Yokuşu’nda şehitler verdi; devletle ilgili gizli ve açık örgütlerin provokasyonlarına karşı mücadele verdi.

Bir canlı anılar müzesidir Taksim. İşçi sınıfının belleğidir, sevincidir, kederidir, derdidir. Ve Taksim emekçilerin düşüncelerini özgürce dile getirdikleri bir tarihsel mekândır.

Bunu değiştiremezsiniz.

Çünkü nesilden nesile bu düşünce özgürlüğü ve taptaze bir anı gibi dünden bugüne ve yarına akmaktadır.

Bu açıdan Taksim’e bir “kültürel miras” olarak da bakabiliriz.

Anayasa Mahkemesi Taksim’in bu toplumsal belleğine gönderme yaparak alanın yasaklanmasını düşünce yasağı kapsamında değerlendirmiştir.

Ne kadar içerikli, derin bir üst hukuk kararı!

İktidar, Saray keyfi öyle istediği için Anayasa Mahkemesi’nin kararını tanımıyor.

Emekçilerin Taksim hafızasını yok etmeye çalışıyor...

Şu kısacık ömründe bu mümkün değil.

SARAY’IN HAFIZASI

Evet orada da bir başka hafıza vardır, birikmiştir. Taksim’i ideolojik yeniden yapılandırma ve gerçekleştirme amacı... Gezi Parti, Topçu Kışlası, cami. Bu sonuncusunu gerçekleştirdiler. Gezi Parkı’nı alamadılar.

Saray’ın hafızasında asla değişmeyecek olan ise Gezi Parkı olaylarıdır.

Bir ağaç koruma gibi sıradan doğal isteği bir cehenneme çeviren iktidarın kendisidir. Ve Gezi masum hareketini Türkiye çapında iktidara karşı adeta bir isyan hareketine dönüştüren de.

Saray bu konuda hep gözü kara hareket etti. Mahkemeler kurdu, mahkemeler yıktı, beraatleri bozdu ve Gezi olaylarından bir avuç suçlu insan yarattı. Dava dava değil, hukuk hukuk değil, suç suç değil, dünya tarihinin en ucube kararlarından birini sırtına yükledi.

Gezi bir halüsinasyon gibi kendini anımsatıyor.

NE ANAYASASI?

Bu tutum aynı zamanda “güç gösterisi”dir. Kişisel. Büyüklük. Mutlak otorite. Hınç.

Saraçhane’deki Valens Kemeri’nin önüne yığılmış tankı vb. ile çevik kuvveti, “Çanakkale geçilmez” havasında, aslında Saray’ın iradesinin ta kendisidir. Ne vali ne içişleri bakanı.

Anayasa tartışmaları komiktir. Zırvadır.

Ne anayasası?

Türkiye gerektiğinde anayasasız bile idare edilebilirin örneğini veren bir iktidarın, anayasa yapalım diye ortalıkta dolaşması, dünyanın en trajikomik olaylarından biridir.

Neyse, anayasa zaten yok, gereği olmayan ve olmayacak olan bir anayasa için niye tartışılıyor?

                                                  /././

Saray’ın, polis ordusuyla 1 Mayıs operasyonu, Pirus Zaferi (Şükran Soner)

Kanlı 1 Mayıs 1977’de, emperyal güç odaklarının emrinde, iç iktidar erklerinin katkılarıyla, yaşatılanların bugünlere uzanan akışının sonuçları ortada... Ülkemiz işçi sınıfı, emeği ile geçinen tüm çalışanlarının örgütlü hakları, yaşam koşulları dünyanın en az gelişmiş bilinen ülkelerinin bile çoğunluğunun gerisinde. Emek tarihi deneyimlerimiz, toplumsal, kültürel birikimlerimizin gerçekleri ile çatışmalı bu tablonun değiştirilmesinde, dipten gelen dalgaların gücünün öne çıktığı bir sürecin de içindeyiz...

Saray’ın kadrolaşmasını yaptığı günümüz sürecinin içinde, Anayasa Mahkemesi’nin verdiği kararın içeriği de çok açık.

Örgütlü işçi sınıfının özgür iradesi ile 1 Mayıs’ın kutlanması istenen meydanlara yasaklama konamıyor. Taksim’in yaşanmışlıkları ile anlamı, önemi de ortada. Saray’dan hayır denemeyecek, CHP-DİSK ağırlıklı barışçı bir çağrı, yaklaşım gerçekten çözüm için Saray’ın da lehine bir çözüm getirebilirdi. Bütün yaşanmış geçmişin deneyimleri ile bir gün öncesinde kafamdan geçmiş bir anı sizlere de anımsatmak istiyorum. Şeriatın öldürme kastıyla attırdığı bir bomba ile ayaklarını kaybetmiş, dünya ölçeğinde değerli bilim insanımız Prof. Dr. Server Tanilli’nin yürekli çıkışıyla yaşanmış sahnelerin şeridi gözlerimin önünden geçti.

DİSK yöneticileri ile ancak protokol anma için kapı açıldığı törene hocamız da davetli idi. Genç bir işçi, hocayı yasağı delmek isteyenlere gazlı bombaların atılmakta olduğu anlar içinde, koşarak meydana sokma görevini almıştı. Sıkı koşusunda arkasından var gücümle koşturuyorken arkamdan Şişli’den yola çıkan kalabalıkların coşkuyla peşimizden katılmalarını anımsıyordum. Hocamızla birlikte kalabalıklar Taksim Meydanı’nı hızla dolduruyorlardı. Cumhurbaşkanı Erdoğan gelişmelerin haberini aldığı anda, daha atak davranmış, Taksim’in işçi sınıfımıza açılması kararını vermişti.

Acaba iç sesleriyle bu kez nasıl bir karar verilecekti? Öngöremediğimin, iyimser arkadaşlarımın umutlarına katılamadığımın, sessiz kaldığımın ayrımındaydım.

                                                 ***

Dün Saraçhane Meydanı’nda, CHP ile DİSK liderlerinin önderliğinde toplananlara gaz, bombalı engellemelerin bir saatlik yaşatılanlarının sonucunda, umutlu bekleyiş bulutları Kafdağlarının arkasına sürüklenmişti. İçimden geçen gerçek öngörülerimle, Saray’ın, söz konusu yeni inadı, kararlarıyla ancak “Pirus Zaferi” elde edebildiğinin altını çizmek istiyorum. Sağduyulu, sağlıklı anlık karar verebilme yetisinin yerine, öfkenin egemen olduğunu apaçık gözlemlemiş oluyoruz. Sonrası toplumumuz, ülkemiz yaşayanları, örgütlü ya da örgütsüz, olumlu ya da olumsuz katkılarıyla hep birlikte örecekleri yapı taşlarıyla belirleyecekler.

Yaşamımızdaki sorunlar yumağımız öylesine bir yükselişte ki... Sanıldığının aksine eskisi gibi uzatmaların, çok uzun yılların aynı zikzakları içinde oynatılabilmesinin olanağı yok gibime geliyor. 1977’lerden günümüze her yıl yaşananlar, gerçekler üzerinden çok sıkça altını çizdiğim bir vurguyu yeniden paylaşmak isterim. Ülkelerin 1 Mayıs kutlamaları, etkinlikleri, barışçılık, çatışmacılık boyutları, sadece o ülkelerin örgütlü işçi sınıfı haklarının değil, o ülkelerin demokrasilerinin de aynası olduğunun altını çizmişimdir.

Dün Saraçhane’de gazlı sulardan paylarını almış, bir aile ile gazetenin önünde karşılaştığımda elbette içlerindeki karamsarlık söylemlerine de yansımıştı. Gülümseyerek iyimserliğimi paylaştığımda inanın Polyannacılık oynamıyordum.

(Cumhuriyet)






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder