18 Mayıs 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI (18 Mayıs 2024)

AKP'li adayın jeotermal kuyusu patladı, günlerce gaz sızdı: 'Kontrolsüz ruhsatlandırma yapılıyor' (Aslı İnanmışık)

Denizli'de AKP’li belediye başkan adayının şirketine ait jeotermal sondaj kuyusu patladı. 16 gün boyunca ilçeye sıcak su ve gaz fışkırırken, kontrolsüz ruhsatlandırmaya dikkat çekiliyor.

Denizli’nin Sarayköy ilçesinde Sakarya Mahallesi Yeni Babadağ Yolu Caddesi'nde kurulması planlanan jeotermal tesisinin sondaj çalışması sırasında 28 Nisan'da bir patlama meydana geldi.

Kuyu yaklaşık bin 260 metre seviyelerindeyken meydana gelen patlama sonrası kimse yaralanmazken, kaynaktan gazla karışık sıcak su fışkırmaya başladı. Sıcak su zaman zaman 100 metreyi yüksekliği aştı.

Bölgeden geçen Babadağ-Sarayköy yolu, güvenlik amacıyla polis ve jandarma ekiplerince bir süreliğine kapatıldı. Sarayköy Cumhuriyet Başsavcılığı olayla ilgili soruşturma başlattı.

16 gün durdurulamadı

Günler sonra yapılan açıklamada AFAD ekipleri sıcak suyla çevreye yayılan koku ve gaza ilişkin yaptığı ölçümlerde insan sağlığına zararlı bir gaz yayılımının bulunmadığını iddia etti. Bölgedekilerse kokudan şikayet etti. 

16 gün boyunca aralıksız süren fışkırmanın ardından 3 gün önce kuyudan çıkan gaz ve sıcak su kontrol altına alındı. Basıncın düşmesiyle kuyunun basınca dayanıklı vana beton yardımıyla kapatıldığı duyuruldu. Jeotermal kaynağın olduğu Sarayköy’de daha önce de benzer olaylar yaşanmıştı.

'Kontrolsüz bir durum söz konusu'

Jeotermal kuyularının kontrolsüz şekilde ruhsatlandırıldığını söyleyen Jeoloji Mühendisleri Odası Başkanı Hüseyin Alan, soL'a yaptığı açıklamada sondajlarla ilgili Maden ve Petrol İşleri Genel Müdürlüğü (MAPEG) tarafından doğru düzgün bir standart tanımlanmadığını belirtti. Böyle yerlerin nasıl açılacağı, hangi hususların dikkate alınacağı ve Denizli'deki bu olası durumlarla karşılaşılması halinde acil durum planlarının ne olacağı, nasıl iş güvenliği tedbirleri alınacağı gibi konularla ilgili bir açıklık olmadığını ifade eden Alan şöyle konuştu:

"Büyük Menderes havası dediğimiz, Denizli'den başlayıp Aydın Söke körfezine kadar giden geniş bir alanda, yoğun bir jeotermal kaynak var. Bu kaynaklar çoğunlukla enerji şirketleri tarafından elektrik üretimi amacıyla kullanılıyor. Bunlar tespih tanesi gibi birbirinin peşi sıra dizili oluyor, bu şekilde ruhsat veriliyor. Dünyanın hiçbir yerinde aynı ortamda bu kadar sık bir ruhsatlandırma yapılmaz. Türkiye'de bu madencilikte de böyle. Ruhsat hukukunda önemli bir açık var. Bu statik kaynaklarda olabilir ama ülkemizde durum dinamik kaynaklar için de geçerli."

Yeraltına yapılan sondajlarla su buharıyla birlikte bir kısmı zararlı olan çeşitli gazların da yukarı çıktığına dikkat çeken Alan, "Bu nedenle bunların etkileşimini tam olarak ortaya koymadan, hidrojeolojik modellemesi yapmadan sadece yüzeyde parsel parsel dağıtırsanız, dinamik süreçleri yönetemezsiniz. Ve yönetilemediği de ortaya çıktı. Pek çok santral arzu ettiği verimi alamıyor çünkü yan yana verilmiş çok sayıda ruhsat var. Açılan sondaj kuyuları birbirlerini etkiliyor. Kontrolsüz bir durum söz konusu" dedi.

Fışkıran gaz ve sıcak su zaman zaman 100 metreyi yüksekliği aştı, 16 gün boyunca kontrol altına alınamadı.

'Şirketlerin arzusu ve iştahı çerçevesinde ruhsat veriliyor'

Odanın, 2007 yılında çıkarılan 5686 sayılı Jeotermal Kaynaklar ve Doğal Mineralli Sular Kanunu'nda düzenleme yapılmasına ilişkin tüm çabalarına rağmen geçen onca zamanda ruhsat hukuku konusunda da bir değişiklik söz konusu olmadığını vurguladı.

"Çevre ve doğayla uyumlu bir jeotermal santral kurmak pek ala mümkün. Plansız bir şekilde sadece şirketlerin arzusu ve iştahı çerçevesinde ruhsat veriliyor" diyen Hüseyin Alan jeotermal kaynakların doğru şekilde kullanılmadığını da anlattı:

"Bu santraller elektrik üretiyor. Yenilenebilir enerji kaynağı olduğu için Enerji Bakanlığı bu enerjiyi alıp satıyor. Bazıları termal turizm amaçlı kullanırken, bazılarıysa seracılık yapabiliyor. 

Bölgede maalesef ısınmada yeteri kadar kullanılmıyor. O kadar zengin jeotermal kaynağı bulunan Aydın'ı doğalgazla ısıtmaya çalışıyoruz. Bu aynı zamanda Türkiye'nin doğalgaz tekellerinin eline nasıl düştüğünü gösteren acı bir örnektir."

Şirketten 'deprem riskini azalttık' iddiası

Söz konusu şirketin kuyudaki patlamanın deprem riskini azalttığını iddia ettiğini ifade eden Alan, "Basınçlı sıcak su geldi diye deprem olmaz veya tersinden basınçlı suyun boşalması depremi de engellemez. Bölgedeki aktif faylar üzerinde gerekli sismolojik çalışmaların yapılması ve bunların ne zaman deprem ürettiği, depremlerin büyüklükleri ve periyotları tespit edilmeli ki, olası bir depremin habercisi olup olamayacaklarını anlayabilelim" diye konuştu.

Hüseyin Alan, volkanik bölgelerdeki doğal kirleticilerin kontrolsüzlüğü halinde başta kanser olmak üzere çeşitli hastalıkların görülebileceğine işaret ediyor.

Şirket AKP'li belediye başkan adayının çıktı

Kuyuyu açan 2017 kuruluşlu Emirler Enerji Elektrik'in sahibi ise AKP’li Halil Pekdemir çıktı. 2003'ten bu yana AKP'de çeşitli görevler verilen Pekdemir, yerel seçimlerde AKP'den Pamukkale Belediye Başkanı adayı oldu ancak CHP'li adaya kaybetti.

Hâlâ Denizli Ticaret Borsası Meclis Üyeliği ve Yönetim Kurulu Başkan Yardımcılığı görevine devam eden Pekdemir'in şirketi, daha önce de köylülerin arazileri üzerinde sismik araştırma faaliyeti yapmak istemiş, köylüler engel olmak istemesine rağmen kaymakamlık özel izin çıkarmıştı.

Şirketin sitesinde, "Büyük endüstriyel kazaların önlenmesi amacıyla santralde acil durum ekipleri oluşturulmuş, gerekli eğitimler ve tatbikatlar yapılmıştır" denilirken, olası bir kazada çevreye ve insanlara gelebilecek zararları "en az seviyeye indirmenin amaçlandığı" iddia ediliyor. Öte yandan 16 gün boyunca durdurulamayan kuyuyla ilgili resmi bir açıklamaya yer verilmiyor. 

Halil Pekdemir'in oğlu da kamuoyunun yabancı olduğu biri değil. Denizli'de Fethullah Gülen Cemaati soruşturması kapsamında yargılanan ve etkin pişmanlıktan yararlanan Mustafa Can Pekdemir. Mustafa Can Pekdemir, savunmasında kapatılan Denizli İş adamları Derneği (DİAD) yönetimi ile ABD'ye gittiğini ve Gülen'i villasında ziyaret ettiklerini anlatmıştı.

AKP'li Pekdemir seçim dönemi boyunca Denizli'de tekstil fabrikalarını gezerek işçilere oy çağrısı yapmış.

'Açık Cezaevi neden boşaltılmak istendi, bölgede çökme riski mi var?'

CHP Denizli Milletvekili Gülizar Biçer Karaca, patlamanın ardından bölgeye giderek AKP'li Halil Pekdemir'le görüştü. ANKA'nın haberine göre, görüşmenin ardından konuşan ve fışkıran gazın içeriğinin kamuoyuyla paylaşılması gerektiğini söyleyen Gülizar Biçer Karaca, Sarayköy Açık Cezaevi'nin geçtiğimiz günlerde boşaltılmak istenmesinin konuyla ilişkili olup olmadığını sorguladı:

"İlk olarak geçtiğimiz günlerde Sarayköy Açık Cezaevi neden boşaltılmak istendi? Neden son dakikada vazgeçildi? İkincisi: Çökme tehlikesi var mıdır? Yok mudur? Buna ilişkin birtakım bilgilendirmeler ve duyumlar var. Bunun araştırılması ve bu bölgede bir çökme riskinin olup olmayacağı da mutlaka belgelendirilmeli ve raporlandırılmalıdır.

Çevrede bulunan yurttaşlarımız sürekli bizi arıyor. Boğaz yanması, geniz yanması, göz yaşarması, alerjik astım ve benzeri üst solunum yolu rahatsızlığı bulunanlar kendilerini çok rahatsız hissettiklerini ve bu nedenle burada hastalıklarının daha da ilerleyeceği kaygısı taşıyorlar."

Şirket sahibi AKP'li Halil Pekdemir, CHP'li vekile çıkan gazın hidrojen sülfür olmadığını iddia etti.

                                                                    /././

 Halkın temsili için (Aydemir Güler)

Bir, sağırlaşmış, körleşmiş, duyarsızlaşmış bir kalabalık. İki, belirlenmeye teslim olmuş bir cahillik. Üç, satın alınabilir bir vicdansızlık. Düzenin halk hakkındaki temel varsayımı budur. 

Türkiye birkaç gündür yeni bir krizi tartışıyor. Bir mafya liderinin tasfiyesinden başladık, neredeyse devlet krizine vardık! Ayhan Bora Kaplan olayı AKP içi hizip çatışmalarıyla, MHP dengeleriyle, bürokrasiyle iç içe gelişerek boyutlanıyor. Okur, soL’un önceki günkü haberinde yeterli bir özet bulacaktır.

Ben bu çatışmaların şifrelerini çözmeye kalkışmayacağım. Bunu iyi yapanlar var. Örneğin Barış Terkoğlu.

Elbette en zor sorunun bile bir yanıtı vardır. Bahçeli’nin “darbe”, Erdoğan’ın “bürokratik vesayet”, Yerlikaya’nın “Cumhurbaşkanına tuzak” diye diye iyice içinden çıkılmaz hale getirdikleri Kaplan vakası, eninde sonunda aydınlığa çıkacak. Ancak sanki adı geçen siyasiler, iktidar medyasının manipülatör ve yorumcuları, emniyetçiler, savcılık ve diğerleri, hep birlikte konuyu önce anlaşılmaz hale getirmekte ortaklaşmış bulunuyorlar!

Beni de burada işin bu kısmı ilgilendiriyor…

Türkiye yıllar önce, adı en fazla hafızalara kazınan olduğu için onu anayım, Ergenekon sürecinden de bir şey anlamamıştı! 

Nasıl anlaşılsın ki; İslamcı, dolayısıyla Doğucu olduğu varsayılan AKP’liler demokrasinin önündeki engelleri temizleyecekti. NATO’dan yetişenlerin yönettiği TSK’da Batı’yı tehdit olarak gören ve mesafeyi açmayı hiddetle savunanlar vardı. Orduda gerçekten darbeciler var mıydı? İyi de, aynı ordu daha önce darbe yaptığında, toptan Amerikancı konum almamış mıydı? 

İş mahkeme faslına geldiğinde, birleştirilen soruşturma dosyalarından varılan iddianamenin hacmi bir milyon sayfayı aştı! Sonuç olarak, benim diyen araştırmacının okuyamayacağı bu yığın hakkında kamuoyunun edineceği kanaati, ekranlarda en fazla olanak verilen yorumcular belirledi. 

Egemenlerin toplumda hangi düşüncelerin egemen olmasını nasıl belirlediğinin örneğidir…

Bir krizin sonucu baştan kestirilemeyebilir. Ama şurası kesin: Kazanan ve egemenliğini teyit eden taraf, işin aslını kendine göre yazıp ilan edecektir. Şu anda ortalığı alabildiğine bulandıranlar, birbirlerini bir kaşık suda boğmaya ant içmiş görünseler de, aslında bu noktada mutabakat halindeler. 

Olaysa gerçekten karmaşıktır. Çatışma eksenleri birbirinin içine geçmekte ve birbirlerini kesmektedirler. Piyasa ekonomisi ile mafya ekonomisi çatışmaktadır. Atlantikçilik ile “yerli ve millicilik” çatışmaktadır. Bir yerde AKP ile MHP de çatışmaktadır. Ama aslında AKP’nin hizipleri aralarında çatışmaktadır. Bunların her biri tarikatlarla bağlantılıdır, ama tarikatçılık ile görece daha kuralcı bir meşruiyetçilik de çatışmaktadır. Herkes FETÖ’cülük heyulasını birbirinin üstüne itmektedir, ama hiç de tüketilmiş olmayan Gülenciler de kendi cephelerinden çatışmaya girmektedir. 

Bu öylesine rezil bir tablo ki, birbirlerinin yeminli düşmanları, üstünü örtmekte elbirliği yapmaya mahkûm! Sıradan emekçi insanların, yani çocuğunun okulu, ailenin beslenmesi, hastasının bakımı ile uğraşan yurttaşların önüne olanca çıplaklığıyla serilmesi mümkün değildir. Herkes karnından konuşmak durumundadır.

Çünkü işin içinde gerçekten uyuşturucu pazarı ve büyük tekellerin kârları vardır. Cinayetler ve ülkenin etrafını kuşatan savaşlar vardır. Ortaçağ kaçkını yapılar ve ajanlık müesseseleri vardır. Devletin kâğıt üstünde topluma hizmet üretmesi beklenen kurumları ve çeteleşme vardır. Bunlar “herkesin içinde” konuşulması akıldan bile geçirilemeyecek pornografik bir bütün oluşturmaktadır. Bu arada bugün birbirlerini ortadan kaldırmak için savaşanların önünde sonsuz kez safları yeniden harmanlayacakları bir gelecek de uzanıyor olabilir!

Sıradan insanların oluşturduğu halkın bu çatışmada yeri yok. Yalnızca toplumun en lümpen unsurlarının tetikçi olarak kiralanması söz konusu olacak, çok ama çok büyük çoğunluk ise kendisine yukarıdan sunulanın alıcısı olmaya mahkum kılınacak. Tabii, eğer o güne kadar bıkıp kulaklarını tamamen kapatmamışsa…

Daha doğrusu, krizin taraflarının ve genel olarak egemen güçlerin “halk” dendiğinde algıladıkları durum budur. Bir, sağırlaşmış, körleşmiş, duyarsızlaşmış bir kalabalık. İki, belirlenmeye teslim olmuş bir cahillik. Üç, satın alınabilir bir vicdansızlık. Düzenin halk hakkındaki temel varsayımı budur. 

Asıl kavga pornografik tabloda değil, tam da buradadır. Asıl eksen halkımızın bu varsayımı teyit etmekten kurtulup kurtulamayacağından geçmektedir. Ve halkın örgütlenmesi, temsil edilir hale gelmeye başlaması siyasete görülmemiş bir sadelik ve dolayısıyla zihin açıklığı armağan edecektir. Kavgamız bunun içindir. 

                                                          /././

Bu da 'yerli ve milli' tasarruf: Kamuya araç alımı yasaklandı ama TOGG hariç (Emre Alım)

Şimşek'in "sıkı" tasarruf paketi TOGG'a işlemedi. Diğer tüm markalardan araç almak yasaklanırken, TOGG'a sağlanan alım garantisi pekiştirildi. Erdoğan'ın "beş babayiğidi"nin üzülmesine izin verilmedi.

Bu haftanın dillerden düşmeyen kelimesi "tasarruf"tu. Televizyonlarda, sosyal medyada, gazete köşelerinde her boyutuyla tartışıldı ama bir unsuru satır arasına gizlenmişti. O unsur, iktidarın tasarruftan ne anladığının da bir özeti aslında. 

"Enflasyonla mücadele" adı altında uygulanan kemer sıkma programının son halkası pazartesi günü açıklanan kamuda tasarruf paketi oldu. 

Hacmi, bütçenin yüzde 1'ine bile denk düşmeyen paket aslında sembolik bir değer taşıyor. AKP'li isimlerin "amaç maddi değil psikolojik" demesi de bunu kanıtlıyor.  

Paket esasında üç alandaki kısıtlamalara dayanıyor: Personel alımı, inşaat faaliyetleri ve taşıtlar.

Bu kısıtlamaların ayrıntıları geçtiğimiz gün Resmi Gazete'de duyuruldu. O detaylardan biri, tasarruftan ziyade harcamaya yönlendiren bir maddeydi. Karara göre, savunma ve güvenlik gibi hizmetler dışında kamuya 3 yıl boyunca yeni taşıt alımı ve kiralaması yapılmayacak.

Ancak bunun bir istisnası var:

"Kamu taşıtlarının yerli ve milli elektrikli taşıtlara dönüştürülmesi amacıyla; kullanımdaki taşıtların tasfiye edilmesi kaydıyla kamu alım garantisi kapsamında ilgili mevzuatına göre elektrikli taşıt satın alınabilecektir."

Erdoğan imzalı metinde açıkça ifade edilmese de burada kastedilen yalnızca bir otomobil markası: TOGG.

Görünen o ki, kamu harcamaları sınırlandırılırken dahi kimi "seçilmiş" patronlara kaynak aktarmanın bir yolu bulunmuş.

Hafta başında duyurulan paket, içerdiği tedbirlerden çok dışarıda bıraktığı tasarruf alanlarıyla konuşulmuştu. soL'da yer verdiğimiz haberde patronlardan alınabilecekken vazgeçilen 1,8 trilyon liralık vergiye, kamu özel işbirliği projelerine ödenecek 162 milyar liralık garanti tutarına ve bütçenin saklı yükü yatırım teşviklerine dikkat çekmiştik.

TOGG patronlarına verilen söz de bu listeye dahil edilebilir. Tasarruf genelgesinde bahsedilen "alım garantisi" 1 yıl önce, TOGG'un ilk modelinin tanıtımı yapılır yapılmaz ilan edilmişti. Daha aracın satış fiyatı kamuoyuna duyurulmadan devlet 2035'e kadar 30 bin adet alacağının garantisini vermişti bile.

Peki, diğer markalardan araç alımı yasaklanırken, TOGG'u ayıran şey ne?

TOGG'a kurulduğu günden bu yana birçok ideolojik anlam yüklendi, yükleniyor. "Yerlilik" kisvesi altında sahip çıkılan aracın fotoğrafları AKP seçim bürolarını süsledi, test sürüşünü bakan yaptı, kontağını ilk kez cumhurbaşkanı çevirdi.

Ancak "yerlilik" tek başına yeterli bir gerekçe değil. Zira Türkiye'de üretilen ve elektrikli olan tek araç TOGG değil. TOGG'un farkı, patronları.

Şirket, Erdoğan'ın "beş babayiğitler" dediği ortaklardan oluşuyor. Anadolu Grubu, BMC, Turkcell ve Zorlu Holding'un her biri yüzde 23 hisseye sahip. Kalan yüzde 8'lik paysa TOBB'un.

Rekabetin çetin olduğu otomotiv pazarı yeni bir marka için oldukça riskli. Örneğin Türkiye'nin yanıbaşındaki Avrupa'ya araç satmak kolay değil. Çin’de milyon adeti bulan firmalar dahi bu pazara girmekte güçlük çekiyor.

Bu noktada "kâr özelin, zarar kamunun" anlayışı devreye giriyor. Yerli otomobilin yerli patronları zarar etmesin diye satıştan reklama her türlü destek devletten geliyor. Mehmet Şimşek'in "sıkı" maliye politikası bile bu desteğin önünde duramıyor.

Yılın ilk çeyreğinde satış adedini artıramayan TOGG, nisan ayına özel finansman kampanyası düzenleyerek satışlarını ivmelendirmişti.  -  Kaynak:ODMD

Üstelik TOGG patronlarına sağlanan tek destek alım garantisi değil. 

Destekten çok "soygun" adlandırmasını hak eden teşviklerin bir kısmı şöyle:

  • 4 bin 400 dönüm büyüklüğünde yatırım yeri bedelsin tahsis edildi
  • KDV ve gümrük vergisi alınmıyor
  • Yüzde 100 yatırıma katkı oranı uygulanıyor. Yani hiç vergi alınmıyor
  • Gelir vergisi stopaj desteği uygulanıyor
  • Projede çalıştırılan 300 nitelikli personelin her biri için asgari ücretin aylık brüt tutarının 20 katına kadar ücretler bütçeden ödeniyor
  • Şirketin batarya yatırımına proje bazlı devlet teşviği uygulanıyor
  • 31 Aralık 2027 tarihine değin kullanılacak yatırım kredilerinin yüzde 80’i de bütçeden karşılanıyor
  • Kamu bankaları TOGG'a özel avantajlı taşıt kredisi sağlıyor

Bu teşviklerin tamamına yakını 2032 yılı sonuna dek sürdürülecek. Servet transferinin üstü milliyetçilikle örtülecek. "Yerli ve milli" vurgusunun bu kadar yoğun olmasının nedeni bu.

Gel gelelim diğer markaların otomobilleri ne kadar bu halka ait değillerse, TOGG da o kadar yabancı. 

TOGG kamuya ait olmadığı sürece bu durum değişmeyecek. "Türkiye'nin otomobili" bu haliyle sadece metal sektöründe sömürünün derinleşmesine ve devlet teşvikleriyle emekçi sınıfların yarattığı kaynakların sermayeye aktarılmasına hizmet edecek.

                                                                    /././

Türkiye’nin Irak’taki arayışı dış politika değişimlerine ışık tutuyor (Erhan Nalçacı)

Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.

Nisan sonunda Erdoğan geniş bir heyet ile uzun yıllar sonra Irak’a resmi bir ziyaret gerçekleştirdi. Irak devleti ile 26 anlaşma imzalanırken Erbil ile de görüşüldü.

Türkiye-Irak ilişkilerinin geldiği hâl ve yakın tarihi Türkiye’nin dış politika dönüşümlerine de ışık tutuyor. Ziyaretin ayrıntısına girmeden bu süreci ele alalım.

1958’de Irak’ta burjuva devrimi gerçekleştiğinde Türkiye en aşağılayıcı ABD’ci dönemini yaşıyordu. Öyle ki Irak halkı için mutlak bir ilerleme anlamına gelen bu devrime karşı Menderes Hükümeti hemen cephe almıştı ve daha deneyimli emperyalist güçler tutmasa Irak’a savaş açacaktı.

Irak burjuva devrimi 20. Yüzyılda tipik olarak hanedana, onun temsil ettiği feodal düzene ve ABD ve İngiliz emperyalizmiyle işbirliğine karşı yapılmıştı. Bu haliyle sınıfsal kompozisyonu farklı olduğu halde Sovyetler Birliği’ne zorunlu olarak yaslandı.

Türkiye sermayesi ise o dönemi çoktan aşmıştı, bir NATO ülkesi olarak Irak’a mesafeli davrandı. Dünya nispeten işçi sınıfı ve emperyalist güçler arasındaki dengede daha kararlıydı. Ancak işçi sınıfı siyasetinin gerilediği yerlerde paylaşım savaşları çıktı ki, İran-Irak arasındaki kanlı savaş tam da bu gerileme ve yenilgilerin ürünü olarak kabul edilebilir.

Türkiye sermayesi 1980’lere kadar ABD hegemonyasını kabul etmekle birlikte yayılmacı bir siyasetten çok kendi ulusal bütünlüğünü korumaya odaklanmıştı.

1990’da Sovyetler Birliği’nin bir karşı-devrimle yıkılması bütün bu tabloyu değiştirecekti.

Büyük bir zafer kazanan ABD emperyalist dünyanın mutlak hâkimi olarak Sovyetler Birliği sonrası dünyanın yeniden yapılandırılmasına girişecekti. Tuzağa düşürülüp işgal edilen ilk ülkelerden biri Irak oldu.

Türkiye sermayesinin yayılmacı damarlarının kabarmaya başladığı yıllardı. Irak için “bir koyup üç alacağız” sözü Özal’ın mıydı tartışıldı sonradan ama sermaye sınıfının ahlaksız pragmatizmini yansıtması açısından bir döneme damgasını vurdu.

Türkiye sermayesi Sovyetler’den boşalan Balkanlar, Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu’da mevziler elde etmek için girişimlerde bulunmaya başladı. Ancak bu girişimler büyük ölçüde başarısız oldu.

Türkiye’de sermaye ihraç edecek kadar yeterli bir sermaye birikimi henüz sağlanmamıştı. Ayrıca henüz ortada boşluk bırakan bir emperyalist hegemonya krizi de gözükmüyordu.

ABD’nin 90 sonrası Ortadoğu’daki bütün operasyonlarından (Irak, Suriye, Libya) Türkiye sermayesi en azından başlangıçta zararlı çıktı. 

İster kapitalizm ister sosyalizm altında olsun komşu ülkeler bir ekonomik havza oluştururlar ve doğal olarak birbirleriyle ekonomik ilişkiler geliştirirler. ABD’nin ve yardakçısı İngiltere gibi emperyalist devletlerin bu doğal ekonomik-kültürel havzalara barbarca müdahalesi korkunç oldu. 

Irak’ta milyonlarca can kaybının dışında, kültürel zenginlikleri yağmalandı, öğretim üyeleri, kültür insanları özellikle öldürüldü, ulusal bütünlüğü parçalandı, ABD yanlısı fiili Kürt devleti(leri) ortaya çıktı, Sünni-Şii çatışması belirleyici oldu, iç savaş koşullarında ülke ekonomisi büyük bir kayba uğradı, Sünni direnişinden ABD araçsallaştırdığı IŞİD’i icat etti ve halen Irak seyrelmiş de olsa ABD işgali altında.

Türkiye sermayesi Kürt sorununu içinde çözemeyince ayrılıkçı Kürt siyasetini Irak’a sürerek kendisi için ayrı bir sorun yarattı ve sermaye için bir “ulusal güvenlik sorunu” doğdu. Bu sorun Irak içine sonu gelmeyen askeri operasyonlarla çözülmeye çalışıldı.

Buna karşılık Türkiye’de farklı bir süreç işliyordu ve dış politika, dolayısı ile Irak siyaseti kökten değişti.

Bu değişikliğin bir nedeni kamu mülklerinin yağmalanmasına dayalı ve asıl olarak AKP döneminde gerçekleştirilen sermaye birikimiydi. İkincisi ise yine AKP döneminde emeğin örgütlülüğünün dağıtılması ve kuralsız bir emek rejiminin oluşturulmasının dışardan sermaye yatırımlarını çekmesiydi. Buna bir de 2008’i milat olarak alabileceğimiz emperyalist hegemonya krizi eklendi.

Türkiye sermayesi yurt dışına giderek artan oranlarda sermaye ihracatına başladı. Sermaye ihracı teknik bir terim gibi gözükür. Oysa başka bir ülkeye yatırım yapmak ve orada ücretli emeğin sömürüsünü örgütlemek o ülkenin yasaları, yargısı ve yürütmesine rağmen yapılan bir iştir ve deneyimle yürür. Ayrıca sermaye devletinin sermaye yatırımı yapılan ülkede bir hegemonya inşası için yeniden örgütlenmesi gerekir.

Irak biraz ekonomik olarak toparlanınca Türkiye sermayesinin yayılmaya çalıştığı başlıca coğrafyalardan biri haline geldi. Aşağıdaki grafik Irak ile giderek artan ticaret hacmi konusunda fikir veriyor. Türkiye’nin Irak’a ihracatı 2005’te 3 miyar dolar civarındayken 2022’de 14 milyar doları bulduğu bildiriliyor. Ayrıca bu ticaretin Irak için eşitsiz olduğunu ve Irak’tan çok az ithalat yapıldığını ekleyelim.

Tablo 1: 2005 ve 2019 yılları arasında Türkiye ile Irak arasındaki ticaret hacimleri ve ticaret dengesinin Irak aleyhine dış ticaret açığı yaratarak yıllar içinde nasıl arttığı izleniyor.

Kendi için emperyalist olma eğilimine giren Türkiye sermayesi artık Irak’ta sadece bir “ulusal güvenlik riski” görmüyor, kendi çıkarları doğrultusunda bu ülkeyi yön verebilmek istiyor ve bu işi zaten yapmaya çalışan İran ile rekabete giriyor.

Daha önce bahsetmiştik, Türkiye’nin 7 milyar dolar sermeye yatırımı ve inşaat şirketleri ile katılacağı Basra Körfezi’nden Mersin Limanı’na kadar döşenecek otoyol ve çok hatlı demiryolu projesini içeren Kalkınma Yolu bu aşamada büyük bir önem kazandı.

Şekil 1: Basra Körfezi’nden başlayıp Türkiye’ye Ovaköy’den girecek Kalkınma Yolu Projesi görülüyor. Hemen bütün önemli Irak kentlerine uğrayan projenin çevresinde ekonomik serbest bölgeler oluşturacağı tahmin ediliyor

Şimdi Türkiye bu yol için İran ile rekabet ediyor, Irak’taki sulama kanallarından güvenliğe kadar her konuda bir hegemonya inşa etmeye çalışıyor.

Ancak Türkiye kapitalizminin gücü hegemon bir gücün altında kendi kazandığı yetenekleri pazarlayan ve payını müzakere eden bir pozisyondan öteye gidemiyor.

Şimdi bütün düzen siyasetleri AKP’si, CHP’si vb. kendi içerinde hangi hegemon güce yeni emperyalist yetenekleri sunmalı tartışması üzerinden kutuplaşıyorlar.

Eğer Kalkınma Yolu ekonomik bir değer taşıyacaksa bu başlıca Çin’den olmak üzere doğudan gelecek mal ticaretine bağlı.

Öte yandan Türkiye sermayesi ABD’nin patronajında Batı emperyalizminin mali sermayesine muhtaç duruma düştü.
Bu ahlaki olmayan gidiş gelişler, uluslararası gerilimler, emekçi halklar için boşa harcanan zamanlar…

Bunların hepsi bölgede işçi sınıfı siyasetinin yeterince güçlü olmaması ile ilişkili. Türkiye işçi sınıfı siyasetinin böyle bir dönemeçte tüm bölgede öncü bir rol oynaması tarihsel bir öneme sahip gözüküyor. 

                                                            /././

Topbaş'la akrabalıktan, Fas Başbakanıyla ortaklığa: Espressolab nasıl bu kadar büyüdü? (Yalçın Çuğ)

Sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa öyküsü…

Her şey 29 yaşındayken bir üniversite yerleşkesine açtığı küçük bir kahve dükkânıyla başladı. Kurduğu bu küçük işletme sadece 10 yılda, 11 farklı ülkede 200’ü aşkın şubeyle faaliyet gösteren bir marka haline geldi. Geçen yıl ise bu marka 1 milyar liranın üzerinde ciro yaptı.

Esat Kocadağ’ın öyküsü tam da liberallerin örnek göstereceği “başarı” hikâyelerinden. Deneyim kazan, fırsatları gör, çok çalış ve başarıyı yakala… Ki Kocadağ da her fırsatta 15 yaşından beri sektörün içerisinde olduğunu, fırsatları kovaladığını ve yeri geldiğinde günde 15 saat çalıştığını sıkça vurguluyor.

Peki, “başarıya” ulaşmak için gerçekten bunlar yeterli mi? Yoksa zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek ve siyasi bağlantılar da gerekiyor mu?

Sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa öyküsü…

1,5 yılda 134 şube açtı

Espressolab’in kurucusu ve CEO’su Esat Kocadağ, markanın kurucu ortağı ise Esat Kocadağ’ın ağabeyi ve Beşiktaş eski Asbaşkanı Emre Kocadağ. Kocadağ Aile Şirketleri Grubu’na bağlı olan markanın, 234 şubesi bulunuyor. Öte yandan İstanbul Merter’de bulunan eski bir fabrikaya kurulmuş olan “Espressolab Roastery” isimli şube, hem kavurma merkezi hem de Avrupa’nın en büyük kahve dükkânı unvanına sahip.

Esat Kocadağ’ın deyimiyle “üç günde bir yeni şubesi açılan” marka, 134 şubesini son 1,5 yıl içinde açtı. Kocadağ’ın iddiasına göre bu şubelerden yalnızca 22’si onlara ait, diğerleri imtiyaz hakkı kapsamında başkaları tarafından işletiyor. Ancak diğer şubeler, isim hakkı nedeniyle 700 bin TL'yi ve cirolarının da yüzde 5’ini Kocadağlara veriyor. Marka bu sayede geçtiğimiz yılı 1 milyar 200 bin lira ciro ile kapattı.

2024 yılında 400 şubeye ulaşmayı hedefleyen marka, 11 ülkede faaliyet yürütmekte: Mısır’da 15, Fas’ta 13, Kuzey Kıbrıs ve Katar’da 4’er, Dubai, Ürdün, Almanya ve Irak’ta 3’er, Güney Afrika’da 2, Portekiz’de ise 1 şube bulunuyor. Kocadağ talep olursa Moğolistan’a bile şube açabileceklerini söylüyor.

Tanzanya, Etiyopya, Endonezya, Guatemala, Kolombiya, Brezilya ve Kenya’daki yerel çiftliklerden alınan kahve “Espressolab Roastery”de kavruluyor. Espressolab’in internet sitesinde yer alan bilgilerde ise “yerel çiftçiyi destekleme, bilimsel tarıma katkı sağlama, genç çiftçileri teşvik etme, sosyal sorumluluk projeleriyle çiftlik bölgelerindeki kadın ve çocukları güçlendirme, çiftçileri iklim değişikliğine karşı bilinçlendirme” gibi halkla ilişkiler çalışmalarına dair vurgular bir hayli fazla.

Aynı zamanda babadan kalma Sütiş'in de sahibi

Peki, Esat Kocadağ’ın markasını bu kadar hızlı şekilde büyütmesinin alametifarikası neydi? Çok çalışması mı, fırsatları görerek cesur girişimlerde bulunması mı, iyi kahve çekirdekleri mi?

İşte bu noktada karşımıza Kocadağ ve Topbaş aileleri çıkıyor.

Esat Kocadağ, 1953 yılında Sütiş’i kuran Mevlüt Kocadağ’ın çocuğu olarak dünyaya geldi. Türkiye’nin en büyük tatlıcı zincirlerinden olan Sütiş’in Azerbaycan, Kuveyt ve Katar dâhil olmak üzere toplam 24 şubesi bulunuyor. Sütiş yalnızca şubeleriyle de sınırlı değil, aynı zamanda Sütiş Çiftliği ve buradan elde edilen hayvansal ürünlerin işlendiği bir tesise de sahip. Marka, tatlı ve yemek menüsünün yanı sıra kahvaltılık ürün, et ve temel gıda satışı da yapıyor.

Esat Kocadağ, sektördeki ilk deneyimini 15 yaşından itibaren yaz tatillerinde çalıştığı Sütiş’te kazandığını söylüyor. Kocadağ, Espressolab’in yanı sıra şu anda Sütiş’in de sahibi olarak gözüküyor.

Kadir Topbaş ve kıyaklar

Sütiş’in büyümesinin etkenlerinden birisi de 17 yıl boyunca İstanbul’u yöneten ve adı çeşitli hukuksuzluklara karışan AKP’li eski İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın, Sütiş’in kurucusu Mevlüt Kocadağ ile kuzen olması.

Öykünün ilginç tarafı Topbaş’ın da Türkiye’nin en büyük tatlıcı zincirlerinden olan Saray Muhallebicisi’nın sahibi olması. Saray Muhallebicisi’nin tanıtım bültenine göre hedefi “Beyoğlu’nda zarif hanımefendi ve beyefendilere tatlıların en güzelini yedirmek” olan Kadir Topbaş’ın babası Hüseyin Topbaş, ilk dükkânı 1935 yılında açtı. Şu anda 21 şubesi olan marka aynı zamanda Türkiye’nin en büyük manda çiftliğine de sahip. Saray Muhallebicisi de yemek ve tatlı menüsünün yanı sıra Sütiş gibi süt ve süt ürünleri, kahvaltılık ürünler, çay, kahve, kuruyemiş, çikolata ve lokum satışı yapıyor.

Kocadağ ve Topbaş aileleri her ne kadar aynı sektörde yer alan rakipler gibi görünse de Topbaş’ın kuzenine birçok kıyağı oldu.

Sütiş’e çekilen peşkeşlerden yalnızca birkaçı şöyle:

  • Rumelihisarı’nda bulunan Sütiş şubesinin faaliyet gösterdiği tek katlı binaya yasak olmasına rağmen kaçak kat çıkılması ve mekânın değerinin 12 milyon dolara yükselmesi.
  • Topkapı Saray’ın bulunan Sütiş şubesine ait bahçesinin genişletilmesi.
  • 1811’de inşa edilen ve korunması gerekli kültür varlığı olarak tescillenen Tarihi Bostancıbaşı Abdullah Ağa Yalısı’nın Sütiş’e kiralanması ve yalıya restorasyon projesine aykırı uygulamalar yapılması hakkında iki kez karar çıkmış olmasına rağmen müdahale edilmemesi.
                                        Abdullah Ağa Yalısı hâlâ Sütiş'in kullanımında.

Oğullar ortak oldu, tedarik babalardan

İki kuzen arasındaki ilişki yalnızca “imar kolaylıklarıyla” sınırlı değildi.

Kadir Topbaş’ın oğlu Mustafa Ömer Topbaş ile Mevlüt Kocadağ’ın oğlu Emre Kocadağ, 2007 yılında ortak oldu. Pigastro markası altında önce Koç Üniversitesi kantininin işletmesini aldılar ardından Bilgi, Kadir Has ve Sabancı üniversitelerine yeni Pigastro şubelerini açtılar.

Kahve, sütlü tatlı ve yemek menüsüne sahip olan Pigastro’nun ürünleri ise Sütiş ve Saray Muhallebicisi’nden temin edildi.

Liberallerin özellikle üzerinde durduğu "yaratıcı ve girişimci zekanın" önemine dair en büyük kanıtlardan biri, ikilinin isimlerinin baş harfleriyle yarattıkları "çok hoş" şirket isimleri: MOTEK ve EKMOT. Topbaş ve Kocadağ, Sabancı Üniversitesi kantinini işletmek için MOTEK, diğer üç üniversite kantini için de EKMOT adlı iki ayrı şirket kurdu.

EKMOT Gıda’nın şu anki Yönetim Kurulu Başkanı Arif Kocadağ, Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı da Mustafa Ömer Topbaş. MOTEK Gıda ise satılmış durumda.

Üniversitelerde büyüdü

Ömer Topbaş her ne kadar Pigastro’yu kurduktan sonra "Belki başka bir sektörde babamın Belediye Başkanı olmasının çok büyük artısı olabilirdi. Ama sonuçta gıda sektöründe, bir ürünü yaptıysanız insanlar bunu yediklerinde beğenirse tekrar gelir. Burada Kadir Topbaş'ın ya da başka birinin oğlu olmak önemli değil” dese de o dönem kimi iddialar gündeme geldi.

Pigastro’nun yaklaşık bir yıl içerisinde İstanbul’daki dört üniversitede şube açması, dönemin İBB Başkanı Topbaş’ın bağlantılarına yoruldu. Hatta Kocadağ ve Topbaş ailelerinin, üniversitelerdeki işletmeleri Pigastro ile sınırlı kalmadı. Esat Kocadağ’ın ilk Espressolab şubesini Bilgi Üniversitesi’nde açması ve markanın şubeleşme sürecine İstanbul’daki diğer üniversiteler üzerinden devam etmesi söz konusu iddiayı daha güçlendirdi.

Çünkü Bilgi Üniversitesi’ndeki “küçücük bir köşe”de başlayan Espressolab, sonrasında kısa süre içinde İstanbul’daki birçok üniversiteye giriş yaptı. Espressolab’in İstanbul’daki farklı üniversite yerleşkelerinde toplam 15 şubesi bulunuyor.

1853 yılında inşa edilen Sarıyer Büyükdere İskelesi, 1971 yılında Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Kurulu tarafından koruma altına alınmıştı. Restore edilen tarihi iskele, şu anda Espressolab’in şubesi olarak kullanılıyor. Sahibi ise Mustafa Ömer Topbaş.

İlk şube: İşçilerin küçücük alanına göz dikmiş

Emre Kocadağ’ın İstanbul Bilgi Üniversitesi’nde bir işletme satın aldığını belirten Esat Kocadağ, 2014 yılında hizmete başlayan ilk Espressolab’in açılışını şöyle anlatıyor:

“Baktım personelin yemek yediği küçücük bir köşe var. 'Bana burayı versen ben burayı kahveci yapsam' dedim. Ve Espressolab ilk o köşede başladı.”

Tam da liberallerin başarılı örnek olarak gösterebileceği bir hamle daha: her şeye paraya dönüştürülebilme potansiyeli üzerinden bakmak... 

İşçilerin yemek yediği o küçücük köşe Espressolab'e dönüştürüldükten sonra, işçilerin yemek ihtiyaçlarını nasıl karşıladığını maalesef bilmiyoruz. Ancak şu anda marka altında çalışan işçilerin yemek haklarında nasıl kısıtlamalar yapıldığına hakimiz.

Çalışma politikaları şubeden şubeye farklılık gösteren Espressolab'de, işçilerin ortak bir sorunu var, o da yemek hakları. Günlük yemek ücretleri yetersiz kalırken, şubelerdeki "tasarruf" da işçilerin yediği yiyecekten ve içtiği kahveden yapılmaya çalışılıyor. Örneğin Espressolab'in Vialand şubesi ilk açıldığı zamanlarda, her işçinin günlük ikişer kahve ve yiyecek hakkı bulunuyordu. Kısa bir süre sonra kahvelere aroma katmak masraf gerekçesiyle kısıtlandı, yiyecek tercihi ise açma ve poğaçayla sınırlandırıldı.

Sabah yazarı Hülya Güler’e konuşan Kocadağ, “Starbucks'a yönelik boykot, düşünüldüğü gibi fırsat olarak gördüğüm bir şey değil. Bana tek kolu bağlı bir rakibe karşı oynamak gibi geliyor. Bazı çevreler boykotu bizim yaptırdığımızı düşündüler. Starbucks tüm dünyada boykot ediliyor, bizi nasıl gözlerinde büyüttülerse, uluslararası bir boykotu yöneteceğimize bile inanıyorlar. Kısacası başarımızın boykota bağlanmasına üzülürüm” demişti.

Erdoğan ve Bahçeli'den reklam çalışması

Öte yandan Espressolab'in Türkiye genelinde bilinirliğinin artmasının nedenlerinden biri de AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli olmuştu.

2020 yılında müze statüsünden çıkartılarak camiye çevrilen Ayasofya'nın ibadete açıldığı gün, Erdoğan ve Bahçeli birlikte namaz kıldı. Erdoğan ve Bahçeli, Ayasofya'da kılınan namazın ardından basın mensuplarının eşliğinde Espressolab'de kahve içmeye gitti. 

Orada bulunan bir kişi de Erdoğan ve Bahçeli ile çektiği özçekim fotoğrafı "Cuma çıkışı dostlarla Espressolab’de birer kahve içtik" açıklamasıyla sosyal medyada paylaştı. Hem söz konusu paylaşım hem de haberin Espressolab vurgusuyla servis edilmesi, adeta markaya reklam çalışması oldu.

Sonrasında Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın da Sakarya ziyareti kapsamında Espressolab'e gitmesi, markanın adına yapılan vurgu ile haberleştirilmişti.

                  "Cuma çıkışı dostlarla Espressolab’de birer kahve içtik" notuyla yapılan fotoğraf paylaşımı

Ortaklarından birisi Fas Başbakanı Ahnuş

Ailesinden sahip olduğu sermaye ve bağlantılarıyla kısa sürede işlerini büyüten Esat Kocadağ'ın Fas’taki ortağı da tanıdık bir isim: Fas Başbakanı Aziz Ahnuş.

Ahnuş yalnızca başbakan değil, aynı zamanda Afrika’nın en zengin milyarderleri arasında bulunuyor. Zaten Esat Kocadağ da Ahnuş ile olan ortaklıklarını "Fas'ta başbakanla ortağız ve Fas'ın da en zengin iş adamı" diye anlatıyor.

Kocadağ için Ahnuş’la olan ortaklığının başka önemli bir boyutu daha var. Yıl içerisinde 3 milyon avro yatırım ile Kemerburgaz’da bir kutulama tesisi açmayı planlayan marka, hazır kutu kahve ile marketlere ve benzin istasyonlarına girmeyi hedefliyor. Bu hedefin bir ayağı da ihracat:

“Şöyle bir avantajımız var; Fas'taki ortağımızın 560 benzin istasyonu var. Bu noktalarda eğer böyle bir ürün yaparsak ihracata da başlamış olacağız."

Akwa Group'un CEO'su olan Ahnuş 2007'den 2021'e kadar da Fas Tarım Bakanı olarak görev yapmıştı. Akaryakıt fiyatlarının serbestleştirilmesi kararının ardından fiyat düşürmemek için ortak anlaşmaya varan şirketlerden birisi de Akwa'ydı. Akaryakıt şirketlerin bu dönemde kârları yaklaşık 17 milyar dolara ulaşmıştı. 

Espressolab'de çalışan bir öğrenci de 'başarıya' ulaşabilir mi?

Sonuç olarak; deneyim kazanmak, fırsatları görmek ve çok çalışmak "başarıya" ulaşmak için gerçekten yeterli mi? Yoksa "başarı" için zengin bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmek ve siyasi bağlantılar da gerekiyor mu?

Eğitim masraflarını karşılayabilmek için Espressolab'de çalışmak zorunda olan herhangi bir üniversite öğrencisi bu "başarıya" ulaşabilir mi? Yoksa bu yalnızca Esat Kocadağ'ın alametifarikası mı?

Bu soruların yanıtları; sermayesinin temeli Sütiş’e, reklam çalışması Erdoğan ile Bahçeli’ye, akrabalığı Topbaş'a, ortaklığı ise Fas Başbakanı Ahnuş'a dayanan Espressolab’in kısa hikayesi içinde mevcut.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder