Ölüm Yok ki! (Asaf Güven Aksel)
usuldu, uzundu denizin boyu/sanki tüy bacaklı bir tazı/ya da kırmızı ve koyu/bir masaldı, tarçından ve süssüz/bir beden asılmış/gözüm hep onda kaldı/gün akşamlıdır devletlim/ elbet biz de ölürüzSöylemiştim ama, konu Çin’den, Çin Devrimi’nden, hele de Kültür Devrimi gibi en çalkantılı dönemden açılınca, eğer bir-iki cümlelik yargıyla kapatıp rafa kaldırmayacaksanız, uzar gider, köşe yazısının çapını aşar diye. Ama, çevremden gelen bu yönde taleplere karşın, bir devam yazısı olmayacak bu. Varsın, “ee, neticede ne diyoruz bu diziye”nin simli pulları eksik kalsın. Çünkü:
Gerçekten de “Üç Cisim Problemi” dizisi, övgüye mazhar “bilimkurgusal”, “fantastik” boyutlarıyla da, dramatik yapısıyla da, istediği kadar ödül alsın, izlensin, teknik dışında o kadar da kayda değer bir yapım değil. Vasatı şişirmeyelim. Oldu da, fizik zırcahilliğimiz yüzünden, pek bilimsel bazı olasılık göndermelerini anlamadık, orasına Fatih Altaylı baksın.
Dramatik yapıya temel teşkil eden Çin Kültür Devrimi sürecine ilişkin saldırının açtığı tartışma, eğer gerçekten dizinin izlenilirliği ve üzerinde durulurluğu itibariyle esas ilgi odağı olsaydı, belki irdelemeye devam anlamlı olabilirdi. Ama, alışılagelmiş sosyalizme çamur atma genellemelerinin üzerinde özel bir yeri var gibi durmuyor. Bu ilgide Çin’in bu düzlemde görece yeni ve meraklandırıcı bir uzanım oluşunun payı da çok sürmez.
Böyle bir dizinin uyarlandığı yazara, romana, Çin’in taltifle yaklaşması şaşırtıcı geliyor ve yeni bir analiz konusu sanılıyor olabilir. Ama, Çin’de sosyalizmin tarihini birazcık biliyorsak, “ve hatta Maoist!” olmaya da gerek yok, bu o kadar doğal ki… Haydi, buradan iki cümle kuralım bari bu dizi başlığını kapatırken, belki ilgilisi olur.
Dizinin sarsıcı açılış sahnesinden başlayıp uzaylılara “yıkın bu dünyayı” çağrısı yaptıracak sonuçlara yol açan bütün bir sürecin “kâbusu” olan, Kültür Devrimi’nin iki ayrı noktadan eleştirisi yapılabilir. Bütün devrimlerin dönemeçleri gibi…
Birincisi, muhtemelen yazarın ve kesinlikle dizi yapım platformunun bakışıyla, bu sürecin, tarihsel akıştan bir kesit değil, bütün bir sosyalizm denen totaliter kötülüğün aynası olduğudur. Nitekim, günümüzde de Ye Wenjie’nin içi soğumamıştır, belli belirsiz hüznüne rağmen.
İkincisi, Çin Komünist Partisi’nin, daha o yıllarda savunageldiği, “sosyalizmin inşası sırasında yaşanan bir felaket, yok edilmesi için mücadele edilen korkunç bir sapma”nın ürünü olduğudur. Nitekim Mao Zedung Düşüncesi tarihe karışınca “aşırılıklar” mutedilleşmiştir.
Çin’in “bugünü”nün sahipleri açısından, bu “karşıdevrimci, akıldışı sol sapma”nın Netflix’te eleştiriliyor olması, o sürecin sorumlularını “ezerek” girilen bir başka yolun olumlanması anlamı da taşır yani.
Burada niyetim, 29 Eylül 1979’da Çin Halk Cumhuriyeti’nin 30’uncu Kuruluş Yıldönümü vesilesiyle, Ye Cienying’in ÇKP MK adına yaptığı çarpıcı konuşmadan alıntılar aktarmaktı. Önemliydi Çin’i tanımak için, ama çok uzatacaktı yazıyı. Özetin özetiyle: 1966’da Lin Biao’nun (dönemin ÇKP MK Başkan Yardımcısı ve Savunma Bakanı) Mao Zedung’un eşi Çiang Çing’in de aralarında olduğu “Dörtlü Çete”nin, MK içindeki yetkilerini kullanarak Kültür Devrimi operasyonlarında inisiyatif aldıkları, parti merkezini tanımadıkları, uyarıları dinlemedikleri bir “her şey kahrolsun! topyekûn diktatörlük!” döneminin, kültürel birikimin, aydın üretkenliğinin, sanatçı yaratıcılığının yok edilmek istendiği, cinayetlere, toplama kamplarına uzanan, “bir tür dinsel fanatizme dönüşmüş ultra sol zulüm” ve “despotizm, nihilist terör ve yıkıcılık” dönemi olduğunu söyler Ye. Yani o dizinin ve eleştirmenlerin “aşırılık” sahnelerini ÇKP’nin resmî değerlendirmesi budur.
İş de burada çetrefil hal alıyor zaten. Geçen haftaki yazıda da belirttiğim Çin Devrimi’ni korumanın temel problematiği olan, parti içindeki yönetici elitin kontrolden çıkması riski, bu örnekte, Mao Zedung’a rağmen ve onu aşarak yaşanmış, zorlukla alt edilmişti.
Alt edilmişti ama, artık Çin Devrimi deyince, propagandif akla külliyen “Beethoven’in plaklarını kıran köylülük” gelecekti, kimse o ara Mao ve ÇKP ne yapmış diye merak etmeyecekti, bir. Sonrasında bu kontrolü ele alan “alt ediciler”den Hua Guo Feng ve “kapitalist yolcu” Deng Siao Ping eliyle ülkenin girdiği rota, “acaba ‘Dörtlü Çete' haklı mıydı?” dedirtecekti, iki.
(Hani o, dizinin ilk sahnesinde “karşıdevrimci”leri teşhirde kullanılan kâğıt külah vardı ya, Deng‘e de yakıştırılmıştı. Hayat işte…)
Sonuçta, artısıyla eksisiyle, “Üç Cisim Problemi”nin konuya bakışıyla günümüz Çini’nin bakışı paralel, desteklemelerinde şaşılacak bir şey yok. Artısı, günümüz Çini’nin, sosyalizmin bütününe ilişkin bir değerlendirme olmasına itirazı da cılız olabilir dersek de çok yanlış olmaz!
Ha, “dizi öyle bakıyor Kültür Devrimi’ne, ÇKP böyle bakıyor, ya sen?” derseniz… Demeyin. Uzattırmayın, karışıktır mevzu…
* * *
Evet ben bu yazıda, hiç girmeyecektim güya bu konuya…
gün akşamlıdır devletlim
elbet biz de ölürüz
gözüm hep o asılmışta kaldı
Bu yazı 5 Mayıs’ta yayınlanacak…
gözüm hep onda kaldı
Bu gece, 52 yıl önce şafağa yüz tutacak, ve bir delikanlı, “parkam nerede?” diye soracak. Emanet edilecek bir parka, öpüp başa konulan sancak gibi. “Botlarımı bağlayın, düşmesin ayağımdan” diyecek… Hiç çözülmeyecek sonra.
Bir delikanlı sarılacak, bir üç olacak, sımsıkı.
Bu gece 52 yıl önce şafağa dönünce, kupkuru bir dar ağacıyla baharın yeşeren dalları karşılıklı duracaklar. Hızır'la İlyas, o şafakta, bir ferman yırtacak, ayaklarını toprağa basacak, Deniz, Yusuf, Hüseyin'den utanacak. Umutlar, dilekler, özlemler, onları yerine getirecek iradeye bakakalacak. Gökyüzünden beklenenler, yeryüzüne inecek. Sallanan çaputlar, ilmekli iple çarpışacak. Boş inançların bekleyişleri, gerçeklerle yüzleşecek. İnsana yaraşır bir gelecek onuru, faşizme boyun eğdirecek.
52 yıl önce, sabah söküp geldiğinde, hıdırellez, devrim mücadelesi neymiş, öğrenecek.
52 yıl önce ışırken gün, bir bağır yırtılacak kınalı tırnakla. Kınalı avuçları göğe açık, bir ışığın ağıp gelmesini bekleyenlerin kulağına alev alev fısıldanacak: Kalkın ve kendi kaderinizi değiştirin. Özlediğiniz hayat için, umudunuza düşman sınıfla kavgaya girin.
Yarın, 52 yıl önce, üç göğüsten üç nefes verilecek. Bağımsız bir ülke için, işçiler için, köylüler için üç nefes. O gün bu gün, alınan bu nefestir, yüzyıllardır çınlayan bir çağrı gibi.
52 yıl öncenin sabahında, sınıflı toplumlar tarihinin emaneti bir bayrak devredilecek, örse çekiç iner gibi. Bir bayrak ki, o gün bu gün, çırpınmakta, dalgalanmakta.
* * *
Bugün 5 Mayıs.
“Ölüm yok ki” diyor Arif Damar, “ölüm, yok hükmündedir” diyor Hilmi Yavuz.
Yok. Siz üstteki “52 yıl önce’li cümlelerin sonunu edebiyat mı sandınız? Ölüm var mı devrime?
“Aklımız o asılmışta kaldı” ya, haydi o zaman, ayağa! Bakın o çırpınan bayrağı, o asılmışların emanetini yükseltiyor 52 yıl sonra Türkiye Komünist Gençliği ve Solcu Liseliler!
“Sevgili genç kardeşler,
“Tarihimizde köklü bir devrimci miras taşıyoruz. Bu mirasın bayrağı haline gelmiş Deniz Gezmiş'in 52. ölüm yıldönümünde ‘Tam Bağımsız Türkiye’ şiarıyla Ankara’da Sakarya Meydanı’nda buluşuyoruz.
“Kendi geleceğimizi, ülkemizin geleceğini, kaderimizi elimize almak için;
“Tam bağımsız, egemen, eşitlikçi, laik bir cumhuriyet için;
“Deniz Gezmiş'in bayrağı altında toplanıyoruz.
“5 Mayıs Pazar günü, saat 16.00'da Deniz Gezmiş Tam Bağımsız Türkiye Buluşması için Sakarya Meydanı'nda olalım!”
Güvercinler selamlasın sizi, kanatlarında ilk ışıklarla! Siz varken, ölüm yok ki!
Ölümün cam kırığı sessizliğinde / Çıt çıkmıyor / Yel esmiyormuş / İpte boylu boyunca dikiliyor / Tan yerine doğru / Ağır ağır dönüyormuş yiğit / Şafak söktü sökecek / Kıyıcıların (...) / Omuzları elleri silâhları / Korkunun / Korkulu denizinde yüzerken bitkin / Çıt yokken / Birdenbire bir Pat Pat Pat sesi / Baskın mı verdi yoksa memleket emekçisi / Kanları donmuş / Boyunsuz başlarını çevirmişler sesin geldiği yana / Meğer bir güvercinden geliyormuş bu ses bu isyan / Utanmışlar bu kez de korkularından / "Ateş..." demiş paslı bir ses (...) / Güvercini kodunsa bul / Gün açmadan indirilmiş ipteki bayrak (...) / Bilmezler ki / İlk ışığı selâmladı güvercin/ Kanadına değen ilk ışığı / Ölüm yok ki!
/././
Kanziler, Bursa Nutku, Deniz Gezmiş (Berkay Kemal Önoğlu)
"Yüz binlerce öğrenci ne yazık ki hayata sistematik bilgiye dayalı sağlam referanslarla değil, aforizmalarla tutunma yoluna giriyor."
Artık bir kavram çöplüğü haline gelmiş sosyal medyanın ürettiği en yeni kelime oldu ‘Kanzi’.
Önemlice bir süredir kutsanan, bazı kesimlerce büyük bir umut bağlanan, her şeyi değiştireceğine inanılan Z kuşağı gençlerinin Türkçü eğilime sahip olanları için icat edildi bu kelime.
Ötesini berisini düşünmediler hiç. Yalnızca teknolojiyle ulaşımın rahatlaması, her eve internetin girebiliyor olması, ‘bilgi’ye erişimin kolaylaşması gençlerimizi güçlü bireyler haline getirecekti. Yanına yöresine başka söylemler eklense de her yerde öz itibariyle bu görüş pazarlanıyordu. Evrensel değerleri sahiplenen, dünyayı tanıyan, yaşadıkları yeri değiştirme iradesi taşıyan yeni bir nesil yetişmekteydi…
Peki neye dayanarak ileri sürülüyordu bu fikir? Herkesin elinde akıllı telefon bulunmasına öyle mi? Gençler yaşadıkları coğrafyayı değiştirme iradesini yazılım öğrenerek mi geliştireceklerdi? Yeni teknolojiye uyum sağlamak, onunla doğup büyümek kişilere kendiliğinden bir avantaj, bir olağanüstü güç mü sağlamış oluyordu?
Bu abartılı ve pek yaygın nesil çözümlemelerinin ve bunlara paralel inşa edilen Z kuşağı efsanesinin gelip dayandığı yer ‘Kanzilik’ oldu…
Gençliğimizi batıdan ithal fikirlerle anlamaya, analiz etmeye çalıştılar. Çuvalladılar! Oysa üzerinde durulması gereken asıl meseleler başkaydı.
Bugün kendilerini geliştirebilecek başka kanallar bulamadıkları takdirde yüz binlerce genç Türkiye'deki liselerden hayatı ve dünyayı anlamlandırabilecekleri referanslardan yoksun olarak mezun ediliyor. Doğa tarihinden habersiz, devrimler tarihinden habersiz, insanlığın gelişim yasalarından habersiz… Tarikatlara ve holdinglere emanet bu eğitim sistemi gençlerimizi sistematik düşünme becerisinden alıkoymayı iş edinmiş durumda. Kafalarında bir yığınla mezun oluyor lise öğrencileri. Ancak ne bir çerçeve ne de bir çerçeve oluşturabilecek bilimsel bilgiye sahip olabiliyorlar. Kendini geliştirebilme olanağı bulmuş, yeni kanallarla sistemli bilgiye erişme fırsatı yakalamış arkadaşlarımızı tenzih ediyorum. Ancak yüz binlerce öğrenci ne yazık ki hayata sistematik bilgiye dayalı sağlam referanslarla değil, aforizmalarla tutunma yoluna giriyor. Kanziliğe dair büyük meselelerden biri budur.
Bir başka önemli mesele Türkiye'de siyasetin ideolojilerden arındırılmış bir vitrine daraltılma projesidir. Kanzileri aynı anda hem Enverci hem Mustafa Kemalci olmakla eleştirenler bugün siyaseti domine eden ana figürlere de bir dönüp baksınlar. Aynı anda hem Ziya Gökalp, Yusuf Akçura hem de Nihal Atsız demek pek münasip olmuyor evet ama aynı anda hem Deniz Gezmiş hem Süleyman Demirel demek de münasip sayılmaz öyle değil mi? Şu halde ANAP’lı Laz müteahhitin kanziliğine de dikkat buyurmak gerekir.
Bir meseleye daha değinmeden geçmeyelim. Halkımız hayati sorunlar yaşıyor. Bu sorunlar maalesef gençlerimizi teğet geçmiyor. Tam tersi, gençler bu sorunları iliklerine kadar yaşıyor. Sağlıklı koşullardaki konutlarda yaşayabilmek, düzenli ve dengeli beslenebilmek gibi en temel ihtiyaçlarını karşılamada bile olağanüstü zorluk yaşıyorlar. Kültürel, sosyal, sportif aktivitelerden mahrum kalıyor; uyuşturucu batağına çekilmek isteniyorlar. Gençliğin, öğrenciliğin hiçbir özel yanı kalmadı. Ama takdir edersiniz ki kalmalıydı! Üniversite öğrencileri kendilerini geliştirebilecekleri, keşfedebilecekleri, gerçekleştirebilecekleri boş zamana sahip olmalıdırlar. Bu durum aynı zamanda ülkemizin insan potansiyeline hangi açıdan yaklaşıldığını da net bir şekilde gösteriyor. Bugün bizim gençlerimiz ucuz iş gücü olmaktan öte bir değerlendirmenin konusu edilmiyor ne yazık ki! Şu durumda bu keskin problemleri aşmak için halkımız ve bilhassa da gençlerimiz en hızlı ve kolay ulaşılabilir ‘çözüm’lere yöneliyor. Bu kadar çok haksızlığın olduğu ve halkın örgütsüzleştirildiği bir yerde kendilerini bu duruma düşüren egemenleri değil en kolay hedef gösterilebilecek kesimleri düşman ilan etme eğilimine giriyorlar. Bu son derece yanlış bir tutum ama nedenleri ortada ve açıktır ki panzehiri de sınıf siyaseti.
Bugünün kanzi gençlerini yaratan başlıca olgular işte aşağı yukarı böyle. Sonuçta kendilerine ittihatçı deyip İttihat ve Terakki’yi edit videolardan öğrenen, Osmanlı modernleşmesinin öncü örgütünü ırkçılığa varan bir milliyetçi anlayışla kimlik edinmeye çalışan, arayışta olan ama nasıl arayacağını bilmeyen genç bir kesimden söz ediyoruz. Onları bu arayışta yalnız bırakamayız çünkü bu tablonun oluşmasında hepimizin sorumluluğu var. Üstelik Türkiye'de en fazla gerilim biriktiren konuların başında gelen göçmen sorunu ile de ilintili bir mesele bu.
Bu kesim dinamizmini büyük oranda kaçak göçmen sorunu üzerinden devşiriyor. Devlet bu en gerilimli ve dolayısıyla risk başlığı haline gelmiş konunun kontrolsüz sonuçlar doğurmasını istemez. Buna uygun şekilde kuvvetli önlemler aldığını da pekala söyleyebiliriz. Bu toplumsal tepkinin yönlendirilmesinde en etkili isim netice itibari ile devlet görevlisi. Hal böyle olunca da kanziler bir yandan Bursa Nutku referansı ile hareket ederken diğer yandan devlet görevlileriyle her ne sebeple olursa olsun en ufak bir karşı karşıya gelişi terörizmle eşitleyen bir anlayışa sahip olabiliyor.
Yoksa sürekli referans verdikleri Bursa Nutku’nu da mı okumadılar?
Çünkü aynı Bursa Nutku’na göre “fikir ve kanaatlerinin gereğini yerine getiren”, ülkemizdeki fiili ABD işgaline karşı kahramanca savaşan, emperyalizme karşı, İsrail saldırganlığına karşı Filistin'e vuruşmaya giden Deniz Gezmiş’e ‘ama banka soydu’ diye haydut damgası vurmaya kalkmak Bursa Nutku’nun okunmadığına işaret ediyor.
Deniz Gezmiş hayatını Türkiye'nin bağımsızlığı ve egemenliğine, Türk ve Kürt halklarının kardeşliğine, eşit ve özgür bir geleceğe vakfetmiş ve bunu yaparken de en ufak bir çıkar gözetmemiş, ne yaptıysa bu hedefler için yapmış büyük bir kahraman. Böyle büyük ideallerin peşinden ancak devrimci yöntemlerle gidilebilir. Cumhuriyet devriminin kadroları da aynı yöntemlerle mücadele etmişti.
Lafı belki biraz uzattık, kusura bakmayın. Bir yıl dönümü vesilesiyle yan yana geldi başlıktaki kelimeler…
“Yaşasın tam bağımsız Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm'in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın işçiler, köylüler!”
Böyle yürüdü idam sehpasına…
6 Mayıs, Türkiye'nin bağımsız, egemen, laik, eşitlikçi ve refah içinde bir ülke haline gelmesi, halkımızın gündüzlerinde sömürülmeyip gecelerinde aç yatmadığı mutlu bir hayata sahip olabilmesi için verilen sosyalist Türkiye mücadelesinin bayrağı haline gelmiş Deniz Gezmiş ve arkadaşları Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın ölümlerinin 52. yıl dönümü.
Sevgili gençler, tutarlı ve devrimci olun. İnandıklarınızın peşinden gidin ve gereklerini yerine getirmekten geri durmayın. Cumhuriyet yıkıldıysa yıkanlardan hesap sorun. Yeni bir Cumhuriyet’in koşullarını iyi tespit edin. Bunlara uygun bir çizgide birleşin, mücadele edin.
Bugün 5 Mayıs, saat 16.00'da Ankara Sakarya Meydanı'nda Deniz Gezmiş Tam Bağımsız Türkiye Buluşması’na siz de katılın. Emperyalizme ve yerli işbirlikçilerine karşı Deniz olalım
/././
Laiklik Sempozyumu(I): Akademinin mücadeleye dahil olma mücadelesi (İREM YILDIRIM, YİĞİT GÜNAY)- 03/05/2024
Bugün başlayan ve haftasonu sürecek olan sempozyum, önemli bir eksiği giderirken, başka eksikleri de ortaya koyuyor.Bir dizi akademisyen bir araya gelerek can alıcı ve yakıcı olan “laiklik” meselesini ele alıyor, hem de pek çok boyutuna değinmeye çalışarak. Hem siyasi hem akademi açıdan kıymetli olan girişimin ilk etkinliği, Laiklik Sempozyumu oldu.
Düzenleyici ekip, faaliyetlerinin sadece laiklikle ve bu sempozyumla sınırlı kalmayacağını belirtiyor, düzenleyiciler arasında ileriye yönelik bir platform yaratma düşüncesi hakim. Konuşulması uzun süredir ertelenen başlıkları ele alma hedefindeler. Kendi tarifleriyle amaçları, “akademi olarak toplumun verdiği mücadelenin bir parçası olmak”.
İstanbul Kadıköy’de bulunan Barış Manço Kültür Merkezi’nde “Disiplinlerarası Yaklaşımlarla Laiklik Sempozyumu” 3 Mayıs’ta başladı. Sempozyum 5 Mayıs’ta son bulacak. Her oturumda üçer akademisyen, oturum konusunu farklı boyutlarıyla ele alıyor.
Sempozyumun ilk günündeki iki oturum felsefe ve tarih başlıklıydı. Cumartesi günü siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları başlıkları ele alınacak. Son günün konusu kurumlar ile hukuk olacak ve sempozyum, serbest forumla son bulacak.
'Akademi toplumun verdiği mücadelenin parçası olmalı'
Açılış konuşmasında kürsüye Danışma Kurulu adına eski Anayasa Mahkemesi (AYM) üyesi Prof. Dr. Fazıl Sağlam çıktı. Sağlam, bir hukuk normu olarak laiklik ilkesinin somutluk ve bağlayıcılığını anlatarak başladığı konuşmasında Sağlam, eskiden üyesi olduğu AYM’nin kararlarına uyulmamasını eleştirirken AYM’nin de laiklik içtihadını terk eden tutumuna değindi. Sağlam'a göre bu sebeple AYM kararlarına uyulmamasına, laiklikten bağımsız kalma ödünü verildiği için şaşırmamak gerekiyor.
Ardından Düzenleme Komitesi adına Prof. Dr. Cangül Örnek söz aldı. Akademinin sorumluluk alma duygusuyla attığı bu adımın altında yatan nedenleri anlattı dinleyicilere. Liberal islamcı paradigmanın elinde kalan bu alanda zengin bir üretimin mümkün olduğuna işaret etti. Örnek, üniversitelerin bu alana karşı aldığı tavırı da hatırlattı, üretimin düzeyinin parlak olmayışını gerekçelendirirken. Özetle cevaplanması gereken sorulara işaret etti ve akademinin toplumun verdiği mücadelenin bir parçası olması gerektiğini dile getirdi.
Prof. Dr. Cangül ÖrnekFelsefe: Hoşgörü, formasyon olarak laiklik ve Sovyetler
İlk oturumun konu başlığı felsefeydi. 20’şer dakikada her hoca kendi başlığını tartıştı. Prof. Dr. Ateş Uslu, “Laikliğin Aydınlanma Çağı’ndaki Tarihsel Kökleri” başlığını ele aldı. Laikliğin aydınlanma filozoflarının icadı olmadığını savundu. Uslu, ‘hoşgörü’yü merkeze alacak şekilde, konuyu John Locke, Pierre Bayle ve Voltaire üzerinden tartıştı. Bir diğer konuşmacı, Doç. Dr. Bora Erdağı oldu. Erdağı, “Marx, Engels ve bir formasyon olarak laiklik” başlıklı bir tartışma yürüttü.
Bu oturumun son konuşmacısı Dr. Candan Badem, “Sosyalist Devletlerde Din ile İlişkinlenme Biçimleri”ni anlattı. Sovyetler Birliği üzerinden konuyu ele alan Badem, 23 Ocak 1918 tarihli Sovyet kararnamesinde alınan 9 kararı irdeledi. Lenin’in programında vicdan özgürlüğü adıyla karşımıza çıkan laikliğin uygulanışına dair örnekler sıraladı.
Prof. Dr. Sevtap Metin, Dr. Candan Badem, Prof. Dr. Ateş Uslu, Doç. Dr. Bora Erdağı (Soldan sağa)Soru-cevap: Koşulları değiştirmek yerine 'insanların hata yapma hakkı'nı savunmak
Candan Badem’in sunumunun ardından yürüyen bir tartışma, akademideki laiklik tartışmaları güncel siyasete tercüme edilirken nasıl sıkıntılar yaşanabileceğini ortaya koydu.
Sempozyumun düzenleyicilerinden Doç. Dr. Tolga Şirin, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın tamamen kapatılması ve bu işin idaresinin cemaat ve tarikatların inisiyatifine bırakılması yönündeki liberal tezi hatırlatarak, Badem’e “Sizce DİB kapatılmalı mı, yoksa reformize edilip yeniden mi tanımlanmalı?” diye sordu.
Badem, yanıtında, Diyanet’le ilgili sorunun “çok büyük olması, bütçesinin çok büyük olması, kadrolarının çok fazla olması” olduğunu belirttikten sonra, cemaat ve tarikatlarla ilgili, tam anlamıyla liberal şu argümanı kullandı: “Mesela Menzil’in Sağlık Bakanlığı’nda örgütlendiğini herkes biliyor, bunlar olmamalı. Ama birisi de ‘ben Menzil Şeyhi’ne tapacağım’ diyorsa ona niye engel olalım? İnsanların hata yapma hakkı da var.”
Mevcut kanunların dahi yasadışı ilan ettiği tarikatlara mensup olmanın “hata yapma hakkıyla” açıklanması bir yana, örgütlenme hakkı tanınacak cemaat ve tarikatların “uslu uslu duracakları” varsayımının hangi tarihsel gözleme dayandığı bir soru işareti.
Badem’in yanıtına oturum konuşmacıları veya salonda bulunanlardan yorum yapan olmadı.
Tarih: Mezhepleşme, değerler, Fransız modeli
İkinci oturumun konusu tarihti. İlk söz alan Dr. Berkant Örkün, “Ekonomi ve Kültür İlişkileri Bağlamında Türklerin İslamlaşma Süreci” başlığını anlattı. Örkün, İslamiyete geçiş sürecinin ekonomi politiğini anlatırken ticaret ve dinin Türklerin hayatındaki önemini ve belirleyicini tarih perspektifinde sundu. Örkün’ün dikkati çektiği bir diğer yer mezhepleşmeler oldu, aslında tamamen ekonomik saiklerle oluşan gruplaşmalar olduğunu örneklerle anlattı.
Dr. Canan Özcan Eliaçık, Dr. İlkim Özdikmenli, Dr. Berkant Örkün, Dr. Mehmet Cemil Ozansü (Soldan sağa)İkinci oturumun ikinci konuşmacısı Dr. Mehmet Cemil Ozansü, “Avrupa Kamu Düzeninde Laiklik ve Osmanlı’daki İzdüşümleri” konusunu ele aldı. Laiklikten bahsetmenin hukuk tarihinden bahsetmek olduğunu söyledi. Ve cuma gününün son konuşmacısı Dr. İlkim Özdikmenli, “Türkiye’de Erken Cumhuriyet Dönemi Laikliği ve Fransız Laiklik Modeli” başlığında konuştu. Özdikmenli, Türkiye’de Fransız laiklik modelinin doğrudan alındığını söylemenin güç olduğunu anlattı.
Her oturum sonunda olduğu gibi sorular alındı, cevaplar verildi. Yarın, siyasal iktisat konu başlığıyla saat 11:00’de sempozyum devam edecek.
/././
Laiklik Sempozyumu (II): 'Düzen her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktı'(İrem Yıldırım)- 04/05/2024
Laiklik Sempozyumu ikinci günündeydi. Siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları bugünün konularıydı.Bir dizi akademisyen bir araya gelerek can alıcı ve yakıcı olan “laiklik” meselesini ele alıyor, hem de pek çok boyutuna değinmeye çalışarak. Hem siyasi hem akademik açıdan kıymetli olan girişimin ilk etkinliği, Laiklik Sempozyumu ikinci gününde de devam etti.
Sempozyumun ikinci gününde de önemli konular ele alındı: Siyasal iktisat, eğitim ve kadın çalışmaları.
Kolaylaştırıcılığını Prof. Dr. Aziz Çelik’in yaptığı siyasal iktisat oturumunda ilk konuşmacı Dr. Ertuğrul Meşe’ydi. Meşe’nin konu başlığı “İslamcılık: Küresel Ağlar ve Aktörler”di ve konuşmasının özünde tarikatların küresel ilişkilerine değindi. Tarikatların yerli ve milli olduğu tezinin yanlışlığını savunan Meşe, "özellikle 1950’den sonra islamcılığın kökenlerinde millilik yoktur" diyerek ABD ve Nazi Almanyası dönemindeki ilişki öbeklerine değindi. Fethullah Gülen'in dostu, Rabıta ajanı Yaşar Tunagür, Rabıta'nın ve Türkiye'deki Faisal Finans'ın kurucusu Salih Özcan isimleri üzerinde uzun uzun durdu. Salih Özcan ve Turgut Özal’ın asker arkadaşı olduğunu söyleyen Meşe o dönem tabur komutanlarının Kenan Evren olduğunu notu da ekledi.
'Düzen her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktı'
İkinci konuşmacı soL yazarı, Doç. Dr. Fatih Yaşlı oldu. Yaşlı, “Türkiye yönetici sınıfı laiklikten ne zaman ve nasıl geçti?” sorusunu tartıştı. Konu başlığını biraz daha değiştirdiğini söyleyerek başladı sözlerine. Cumhuriyet’in 100. yılındayken 22 yılında cumhuriyeti hedef alan islamcıların iktidarda olduğuna dikkat çeken Yaşlı, bu duruma yanıt olarak komünizmle mücadeleye dikkat çekti. Türkiye yönetici sınıfı laiklikten ya da cumhuriyetten neden vazgeçti sorusuna yanıt veren Yaşlı şunları söyledi:
“Liberal bir paradigma olan merkez-çevre değil şunu görmemiz gerekiyor, devletle Türk sağı arasında kurulan komünizmle mücadele mutabakatı neden kuruldu? Burada önemli üç tarih var, hepsi de düzenin yaşadığı hegemonya krizleriyle ilişkili.”
Yaşlı şu 3 tarihi verdi: 1946, 1980 ve 2001.
Doç. Dr. Fatih Yaşlı, Prof. Dr. Aziz Çelik, Dr. Ertuğrul Meşe, Dr. Sait Çakır. (Soldan sağa)1946’da savaş koşullarının getirdiği yoksulluğa dikkat çeken Yaşlı, “Tek parti iktidarı jandarma ve vergi tahsildarıyla özdeşleştirilmesi bu döneme denk düşüyor” dedi. IMF, Dünya Bankası ve NATO üyelikleri adımları atıldığını hatırlattı.
İkinci miladın 12 Eylül yani başka bir hegemonya krizinin yükselen solla geldiğini anlatan Yaşlı, burada çözümün darbeyle geldiğini aktardı. Buradaki hegemonya projesinin Aydınlar Ocağı olduğunu anlattı.
Son olarak 2001’den bahseden Yaşlı, burada iki karşı hegemonik güç var biri Kürt hareketi diğeri siyasal islam olduğunu söyledi ve ekledi:
“Siyasal İslam kendisine açılan kapılardan içeri girerek devlete meydan okuyor. Düzen bu sefer doğrudan değil, ‘post-modern’ darbeyle çözmeye çalışıyor. Türkiye sermaye sınıfının 2000’lerin başında ihtiyaç duyduğu hareket AKP, askeriyenin duyduğu hareket de AKP, ABD’nin emperyalizmin Türkiye’ye baktığında gördüğü fikir Erdoğan-Gül ikilisi ve AKP. Dinselleşmenin üçüncü aşaması yine düzenin 10-12 yıllık bir hegemonik bunalımına tekabül ediyor. Ve AKP 20 yıllık süreçte sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratmış, dinselliğin dozajını da arttırmıştır.”
Düzenin yaşadığı hegemonya krizleri olarak adlandırdığı bu 3 tarihe parantez açan Yaşlı en baştaki soruya, düzenin her krizden dinsellik dozajını daha da artırarak çıktığı yanıtını verdi. Yaşlı, “Komünizmle mücadele aynı zamanda cumhuriyetle de mücadele olarak yansıdı” dedi. Düzenin yeni bir hegemonya bunalımına doğru ilerlediğini söyleyen Yaşlı sözlerini şu soruyla sonlandırdı:
“Buradan yeni bir hegemonya projesinin düzen kendisine nasıl kuracak? Türkiye sermaye sınıfı nasıl kuracak? Öte yandan da halk, emekçiler, sosyalistler kendi karşı hegemonya projelerini yaratıp bunun üzerinden bir siyasi mücadele örebilecekler mi?”
'AKP’nin doğum lekesi TÜSİAD’dır'
Oturumun son konuşmacısı Dr. Sait Çakır, “Ekonomik Krizde Büyük Burjuvazi ile İslamcı İktidar: Nas ve Faizin Ötesinde” başlığını ele aldı. Çakır, tüm sunumunun özünde şunu söyledi: “AKP’nin "nas politikası", patronların ve sermayenin lehine, işçi sınıfının aleyhine sonuçlar doğurdu”.
2007 “teğet geçti” krizi ve 2018 Brunson krizlerine de değinerek "nas politikalarının" arka planına geçen Çakır, “Erdoğan’ın merkezi iktidarı kaybetmemek için yürürlüğe koyduğu kredi-faiz çekişli büyüme politikası” olduğunu söyledi. Tercih edilme sebebinin liyakatsız kadrolar değil, “2023 seçimlerine matuf büyüme tercihi” olduğunu da dile getirdi. AKP’nin genel olarak sermayenin, özellikle de büyük sermayenin yani TÜSİAD’ın partisi olduğunu söyledi hatta şöyle bir benzetme kullandı: “AKP’nin doğum lekesi TÜSİAD’dır”. Hatta, "nas politikalarından" özel olarak en çok TÜSİAD’ın yarar sağladığını da ekledi.
Verdiği bilgiler arasında 2016-2022 yılları arasında emeğin payının 10 puan azaldığı da vardı. TÜSİAD’a bağlı en büyük 4 holdingin grubunun "Nas" döneminde hem cirolarının hem de kâr paylarının arttığını grafiklerle gösterdi:
'Bu politikalardan en çok TÜSİAD yararlanmıştır'
Çakır, 128 milyar dolarla ilgili de ilgi çarpıcı bir ipucu verdi. Çakır, döviz cinsinden borçlanan özel sektörün, devletin arka kapıdan yani sübvansiyonlu sattığı dolarları aldığını yani özel sektörün dolar borcunun kamulaştırıldığını söyledi:
“Çok çok ağladıkları o politikalarla kendi bilançolarını düzeltip, kamunun yani emekçi halkın bütçeleriyle kurulan bu kamu sektörünün bilançosunu bozmuşlardır.”
Dr. Sait Çakır son olarak şunları söyledi:
“Nas politikaları düşük faizle yüksek enflasyon yaratarak, ne sermayenin iç savaşı ne de bir takım liyakatsız kadroların vermiş olduğu irrasyonel kararlar, bu politika aslında sermayenin emekçi halka karşı ilan etmiş olduğu bir sınıf savaşıdır. Gördüğümüz üzere bu politikalardan küçük ölçekli ihracat yapan kobiler, odalar, MÜSİAD gibi AKP’nin organik tabanı olarak adlandırılan sermaye sınıfından ziyade fiyat belirleme tekeline, pazar gücüne sahip, en büyük oligarşi TÜSİAD yararlanmıştır.”
'Laiklik karşıtı bir laiklik söylemi yükselttiler'
Dördüncü oturumun konusu eğitimdi. Kolaylaştırıcılığını Doç. Dr. Bora Erdağı’nın yaptığı oturumun ilk konuşmacısı Prof. Dr. Ahmet Yıldız’dı. “Türkiye’de Laik ve Karma Eğitim Tartışmaları” başlığını ele alan Yıldız, konuşmasına laikliğin en çok saldırı altında olduğu dönemde olduğu tespitiyle başladı. Laik üzerinde hegemonyanın çok ağır olduğunu ve bu ablukanın dağılması gerektiğini dile getirdi.
Prof. Dr. Yıldız'ın sunum sırasında gösterdiği karikatür.Özellikle taşrada, hatta kentlerin merkeze uzak noktalarında fiilen karma eğitimin bittiğine değindi. Liberallerin ve özellikle islamcıların karma eğitime karşı tartışma yürüttüğünü dile getiren Yıldız, “Eğitim dediğimiz şey çocukların farklılıklarını deneyimleyecekleri mi tersi mi olacak? Toplumsal bütünleşmeyi mi sağlayacak yoksa bu liberal politikalarla ayrışmayı mı sağlayacak? Artık sınıfsallığın keskinleştiği sınıflar var okullarda. Karma eğitim laiklik meselesinin kalbindedir” dedi.
Karma eğitim karşıtlığının liberaller ve islamcılar tarafından yürütüldüğünü saptayan Yıldız, “İslamcılar aslında kız-erkek beraber okusun istemiyordu. Ama bu fikir geniş kamuoyunda kabul gören bir fikir olmadığı için bu referans çerçevesini genişletecek bir bilme biçimine ihtiyaçları vardı ve orada liberaller müthiş bir katkı verdi islamcılara. Laiklik karşıtı bir laiklik söylemi yükselttiler. Özgürlükçü laiklik gibi benzetmeler koyarak laikliğin baskıcı olduğu izlenimini güçlendirdiler. Her saldırıyla da karma eğitime saldırının alanı büyüdü” dedi.
Milli Eğitim Bakanı’nın karma eğitim karşıtı açıklamasına da değinen Yıldız, “Revize edilmiş bir takiyecilik örneği” benzetmesi yaptı.
Dr. Nazlı Somel, Dr. Nurcan Korkmaz, Doç. Dr. Bora Erdağı, Prof. Dr. Ahmet Yıldız. (Soldan sağa)'Fikri hegemonyanın yeniden kazanılması lazım'
İkinci konuşmacı Dr. Nurcan Korkmaz, “AKP’nin Eğitimde İslamizasyon Politikalarında Neoliberal Katkılar” başlığını ele aldı. Korkmaz konuyu 3 farklı örnekle yaklaştı.
Birinci örnek 4+4+4 yasası, ikincisi önlük zorunluluğunun kaldırılması ve öğrencilerin başörtüsü takmasına kadar açılan yol ve üçüncü olarak da sivil toplumculuk kılıfıyla okullara tarikat ve cemaatlerin girmesini ele aldı.
İlk örnekten başladı. Erdoğan’ın sözleri “dindar ve kindar nesil”in söyleminin ilk adımı olarak 2012’de yasalaşan 4+4+4 yasasını ele aldı. AKP öncesinde de olan eğitimin piyasalaşmasıyla dinselleşmenin birleştiğini ve böylece bir saldırı başlatıldığına dikkat çeken Korkmaz, konunun ideolojik değil pedagojik tartışmalara hapsedilmesinin bugün gelinen noktaya sebep olduğunu dile getirdi. SETA’nın, SASAM’ın, sağ-dinci partilerin, kürt muhalefet bloğunun, sol liberallerin yasayı özgürlükçü ve demokratik olduğu söylemiyle savunduğunu da söyledi.
İslamizasyon sürecinin 2012’de alınan formanın kaldırılmasıyla devam ettiğini dile getiren Korkmaz, 2014 yılında da okullarla ilgili kılık kıyafet kanununda yapılan “başı açık” ibaresinin kaldırılmasıyla başörtüsünün okul öncesi eğitime kadar yolunun açıldığını söyledi. Korkmaz, “Hem sol feministler hem de sol liberaller ‘özgürlük’ desteği verdi” dedi. Bu desteğin sonucu olarak da tarikatlarda 6 yaşında çocukların “evlendirilmesi” noktasına gelişi hatırlattı.
Korkmaz, okul kültürünün sivil toplumculuk söylemiyle cemaat ve tarikatların okullara girmesiyle bozulduğunu anlattı. Sözlerinin sonuna doğru, fikri hegemonyanın yeniden kazanılmasının önemine vurgu yaptı.
Üçüncü konuşmacı Dr. Nazlı Somel, “Müfredatı sadeleştirmek: Gericileşen Burjuvazi Müfredatlardan Neleri Çıkardı?” başlığında konuştu. Yurtdışındaki örnekleri inceleyen Somel, sermayeyi elinde bulunduranların eğitim sistemini şekillendirmesine dikkat çekti.
Yarın son gün
Günün son oturumu, yani 5. oturum kadın çalışmaları üzerineydi. Kolaylaştırıcılığını Prof. Dr. Cangül Örnek’in yaptığı oturumda Dr. Funda Hülagü, “Medeni Kanun Çatışmalarında Laiklik, Sınıflar ve Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”, Dr. Nejla Doğan “İslamcılık ve Liberalizm Kıskacında Laik Eğitim ve Kadınlar” başlığını ele aldı. Son olarak Doç. Dr. Yeşim Yasin ise “Bir Eşitlik Reçetesi: Adil, Tarafsız ve Kapsayıcı Sağlık Hizmetlerinde Laikliğin Rolü” başlığında konuştu.
Doç. Dr. Yeşim Yasin, Prof. Dr. Cangül Örnek, Dr. Nejla Doğan. (Soldan sağa)Yarın sempozyumun son günü. İlk oturum saat 11:00’de başlayacak.
Programın tamamı:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder