30 Haziran 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI -30 Haziran 2024-

Dinbazın “sözde”si! -Atilla Aşut-

Anaakım medyamız, yaftalayıcı sözcük ve yakıştırmaları çoğu zaman yanlış biçimde kullanıyor. En gülünç etiketleme tümceleri ise “sözde” klişesiyle kuruluyor. Nesnel bir haber metninde olmaması gereken bu sözcük, özellikle PKK ile ilgili haberlerde sürekli karşımıza çıkıyor…

BirGün’de defalarca dile getirdiğim bu konuya Medya Ombudsmanımız Faruk Bildirici de geçenlerde kendi köşesinde değindi:

Sözde’, gazetecilerin diline pelesenk olmuş bir sıfat. 1980’lerde devletin ‘Sözde Ermeni soykırımı’ adlandırmasıyla başlayıp zaman içinde gazetecilerin diline pelesenk olan ‘sözde’ sözcüğü artık bir etiket gibi olur olmaz her yere yapıştırılıyor. (…) Oysa ‘sözde’ sözcüğünün anlamı, ‘Gerçekte öyle olmadığı halde öyleymiş gibi kabul edilen’‘sözümona’‘güya’... Bu durumda ‘PKK yöneticisi’nin önüne ‘sözde’ sözcüğü konulduğunda ‘Gerçekte PKK yöneticisi olmadığı halde öyle kabul edilen’ denilmiş oluyor!”

Evet, tam da öyle denmiş oluyor! Acaba terör örgütleri için “sözde” sıfatını bilinçsizce kullananlar neye hizmet ettiklerinin ayırdındalar mı?

∗∗∗

İzmir’de yaşayan yazar ve kütüphaneci dostumuz Recai Şeyhoğlu, sürekli okurlarımızdandır. Zaman zaman mektuplarıyla da konuk olur “Dilin Kemiği”ne. Yani Türkçeye özen gösterdiğini düşündüğüm biridir. Ama geçenlerde benimle de paylaştığı bir yazısında “sözde” sözcüğünü, tam da yukarıda eleştirdiğimiz biçimde kullandığını görünce şaşırdım. Yazısının bir yerinde şöyle diyordu:

“Hem cumhuriyete bağlı, hem de dinin gereklerini yerine getiren laikler bir yana, nedense din adına konuşan, sözde dinbazların tarihsel süreç içinde ne sömürüye ne de demokrasi için verdikleri bir mücadeleye tanık olunuyor.” (Gazete Karşıyaka, 20-26 Şubat 2024)

“Dinbaz”Tayfun Atay’ın dilimize kazandırdığı bir sözcüktür. Bu adı taşıyan bir de kitabı vardır: Parti, Cemaat, Tarikat - 2000’ler Türkiye’sinin Dinbaz-Politik Seyir Defteri (Can Yayınları, 2017).

Tayfun Hoca bu sözcüğü “dinle oynayan” anlamında kullanıyor. Yani sözcüğün anlamı zaten olumsuzdur. Bu sözcüğe “sözde” sıfatını eklerseniz, eleştirdiğiniz dinbazın gerçekte dinle oynayan biri olmadığını söylemiş olursunuz.

Oysa değerli dostumuzun anlatmak istediği bu değil! Tam tersine, dinbazların tarihteki uğursuz rolüne vurgu yapıyor. Öyleyse bu tümcede “sözde”nin yeri yok!

HAFTANIN NOTU

Bir bir gidiyor güzel insanlarımız!

Erken ölümlerin ve yoldaş acılarının sonu gelmiyor. Geçen hafta Kadir Sev, şimdi de Nurettin Abacıoğlu…             

Türk Eczacılar Birliği’nin 1984-1990 yılları arasındaki Genel Sekreteri, değerli öğretim üyesi, sevgili dostumuz Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu, çalışmakta olduğu Lefkoşa’daki Yakın Doğu Üniversitesi’nde (YDÜ), 26 Haziran günü beklenmedik biçimde aramızdan ayrıldı.

Nurettin Hoca, Türkiye’de emekli olduktan sonra YDÜ’de öğretim üyesi olarak çalışmaya başlamış; Farmakoloji Anabilim Dalı Başkanlığı ve Meslek Bilimleri Bölüm Başkanlığı yapmış, ayrıca Girne Üniversitesi Eczacılık Fakültesi’nin Kurucu Dekanlığını üstlenmişti.

Bir dönem SİP/TKP’de ve soL Meclis’te birlikte çalışmıştık. Duygu ve sevgi dolu bir insandı. Akademik çalışmalarının dışında güncel siyasetle ve kültür-sanat konularıyla da yakından ilgiliydi. Yeni TİP’in “İleri Haber” sitesinde köşeyazıları yazıyordu. Ressamlığını ise ne acıdır ki ölümünden sonra öğrendim. Meğer çok özgün tabloları varmış. Ustalıkla biçimlendirdiği renk cümbüşü içindeki ilginç figürlerini daha önce görmediğime hayıflandım!

Bir ay önce Lefkoşa’daki bir etkinlikte görüşmüş, ayaküstü söyleşmiştik. “Sevgili yoldaşım, çok sevindim seni gördüğüme” diyerek sıkı sıkı sarılmıştı bana. Demek veda kucaklaşmasıymış!

14 Mayıs 2024’teki Eczacılık Günü’nde öğrencilerine seslenirken şöyle demişti:

“Gür siyah saçlarım vardı. Sağlık ve ilaç meselelerinin peşinden koşarken ağardım, beyazladım. Belki yorgunum, belki en önlerde koşamıyorum. Fakat düşmana inat, sol mememin altındaki cevahiri dingin ve dirençli olarak koruyorum.”

Ölümünden dört gün önce, Facebook sayfasındaki son paylaşımı ise şöyleydi:

“Her gece yatıp / Gözlerimi kapattığımda... / Seyrettiğim içimdeki ben... / Her sabah uyanıp / Aynaya baktığımda... / Seyrettiğim dışımdaki ben…”

Aynalar da üzgün şimdi!

Böyle ani ölümler daha çok koyuyor insana.

Nurettin Hoca, yitirdiklerimizin ardından yazdığım anma ve uğurlama yazılarına hep “Sonsuzlukta, ışıklarda olsunlar” diye not düşerdi. Ben de şimdi kendisi için aynı dilekte bulunuyorum:

Sonsuzlukta ışıkta ol değerli Hocam, sevgili yoldaşım...

                                                          Prof. Dr. Nurettin Abacıoğlu

NOT: Dün sabah(28 Haziran) YDÜ Sağlık Bilimleri Fakültesi’nde düzenlenen uğurlama töreninin ardından İzmir’e getirilen Nurettin Abacıoğlu’nun cenazesi, (29 Haziran-cumartesi) öğle namazından sonra Dikili’de toprağa verilecek.

                                                             /././

CHP erken seçimi zorluyor mu, bekliyor mu? -Berkant Gültekin-

Doğan abinin (Tılıç) perşembe günü gazetemizde yayınlanan Özgür Özel röportajı, siyasetin gündemini belirledi. CHP Lideri’nin, “Vatandaş da, anketler gösteriyor ki, yavaş yavaş seçim istemeye başladı. Erdoğan 5 yıllığına seçildi ama bence seçildikten 2.5 yıl sonra, bugünden 1.5 yıl sonra erken seçim olur. Ben erken seçimden kaçmam, bunun için koşarım” sözleri, erken seçim tartışmasını alevlendirdi.

Sözlerinin tartışma yaratmasının ardından Özel, aynı konuyla ilgili iki açıklama daha yaptı. Bunlardan ilkini, basın mensuplarının sorularını yanıtlarken yaptı ve “Erken seçim yapılabilmesi için 360 milletvekilinin oyuna ihtiyaç var. Bugün için böyle bir milletvekili sayısı bizde ve muhalefette yok zaten. İktidar istemeden erken seçim teknik olarak mümkün değil. İstiyor muyum, gelecek hafta olsun istiyorum. Parti birinci partiyken bu kadar zor durumdaki insanların umudu CHP olmuşken neden istemeyeyim” dedi.

Dün ise İsmail Küçükkaya’ya konuk olduğu Halk TV yayınında, “Parlamentoda 360 oy gerekiyor. Erken seçim şu anda teknik olarak mümkün değil. Şartlar böyle giderse önümüzdeki yıl talebi dillendiririz. 2,5 yıl olduğunda erken seçimi isteriz” değerlendirmesinde bulundu.

Özgür Özel’in sonraki iki açıklamasında işaret ettiği ‘360 vekil’ meselesi önemli. Zira Özel, Meclis aritmetiğinin altını çizerek, kendisinin erken seçim istediğini ancak partisinin bunu yapacak gücünün olmadığını anlatma uğraşında. Bu nedenle konunun kendi niyetinden çok, sandalye dağılımıyla ilgili olduğuna dikkat çekti; “İstiyor muyum? Vallahi gelecek hafta olsun, gelecek ay olsun istiyorum seçim. Neden seçim istemeyeyim?” ifadelerini de bu nedenle kullandı.

Konuya buradan bakınca, Özel’in mesajlarının önceki sözlerine göre tek farkı, erken seçime dair bir tarih belirtmesi oldu. Özel, yerel seçimlerin ardından yaptığı açıklamalarda da yerel seçim başarısını erken seçim talep etmek için kullanmayacaklarını, halkın talebine kulak vereceklerini belirtmişti. Son erken seçim mesajlarında da aslında bu tutumu boşa düşüren bir ifade yoktu. Özel sadece, erken seçimin zamanlaması konusundaki tahminini, beklentisini paylaştı. Görüşünü de şöyle temellendirdi:

“10 bin lira emekli maaşı dünyanın hiçbir yerinde izah edilemezken siz bu sese kulak tıkarsanız; üzüm üreticisinden çay üreticisine, fındıktan buğday üreticisine hepsini perişan ederseniz bıçak kemiğe dayanır, vatandaş erken seçim ister ve sizi gönderir. Bence 5 yıl tamamlanmaz, 2.5’uncu yılda, tam ortasında erken seçim olur. Bugünden 1.5 yıl sonra bir erken seçimi olası görüyorum.”

Elbette anamuhalefetin lideri olarak Özel’in son sözleri, erken seçimin ne kadar erken olacağına ilişkin topluma bir veri sunması bakımından diğer demeçlerinden farklıydı. Artık tüm aktörler planlarını, erken seçimin 2026 başlarında gerçekleşme ihtimalini gözeterek şekillendirecek.

Bununla birlikte CHP’nin erken seçimi zorlayan değil bekleyen tarafta olduğunu da not etmek gerek. Denklem değişmedi; muhalefet hâlâ, erken seçimde ittirici değil, daha çok gözleyici konumda kalmayı tercih ediyor. Eş zamanlı olarak karşı mahalledeki karşılığını da bu yıkım sürecinde artırabileceğini düşünüyor. Dolayısıyla “normalleşme-yumuşama” sürecinin düne göre farklı bir yoğunlukla da olsa devam etmesi muhtemel.

Öte yandan erken seçim bahsinde hesaba katılması gereken bir diğer detay da siyasetin, ekseriyetle profesyonel politikacıların mesleği olduğu. Özel, neden erken seçimin son genel seçimden 2,5 yıl sonra yapılabileceğini düşünüyor? Çünkü 2 yılı doldurup özlük hakkını almayan vekiller, kolay kolay erken seçime ikna edilemez. Bu da partiler üstü bir “realite”.

Erken seçim, Erdoğan’ın 3. defa (gerçekte 4. defa) cumhurbaşkanı adayı olmasının tek yasal yolu. Henüz emeklilik sinyali vermeyen Erdoğan’ın, eğer koltuğunda oturmaya devam etmek istiyorsa erken seçime ihtiyacı var. Öncesinde ise toplumun üzerinden zam, vergi ve faiz üçlüsüyle silindir gibi geçen Şimşek programının yeni bir seçim ekonomisini devreye sokmak için “başarı” sağlamasına muhtaç.

Özel’in tahmininin doğru çıktığını varsayarsak esas soru şu: Ülke 1,5 yıl sonra sandık başına gittiğinde, iktidar bugünkünden daha zayıf, muhalefet ise daha avantajlı olacak mı? Bu kritiğin doğru yapılması gerekiyor. Çünkü erken seçimin zamanlaması ve hangi şartlar altında yapıldığı, sonucu belirleyen temel faktörler olacak.

                                                                   /././

KKTC’de suç işleyen TSK askeri neden Türkiye’de? -Gözde Bedeloğlu-

Tarih 15 Haziran. Yer Kuzey Kıbrıs, Lefke Gemikonağı. Sabaha karşı gerçekleşen trafik kazasında, 22 yaşındaki alkollü sürücü Mehmet Eren Erdoğan, aşırı sürat nedeniyle direksiyon hakimiyetini kaybederek, deniz kenarındaki bir bankta oturan 26 yaşındaki Pakistan uyruklu Naveed Akbar’a çarparak ağır şekilde yaraladı. Akbar kaldırıldığı hastanede hayatını kaybetti. 

Mehmet Eren Erdoğan, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ta bulunan askeri gücü Türk Silahlı Kuvvetleri’nde görevli bir asker. TSK’nin yurt dışındaki en fazla askeri KKTC’de konuşlu. Sayının 40 bin civarında olduğu söyleniyor. Askerler doğrudan Türkiye Genelkurmay Başkanlığı’na bağlı, daimi askeri birlik statüsünde. 

Kaza sonrası hastaneye ağır yaralı olarak kaldırılan Naveed Akbar’ın nişanlısı Aycan Taliman, Yeni Düzen gazetesinden Serap Şahin’e o gece yaşadıklarını anlattı. “Hastaneye gittiğimde bir tarafta Naveed’in Pakistanlı arkadaşları diğer bir köşede askerin arkadaşları vardı. Ben acil kapısında ağlarken bir polis beni kenara çekti ve ‘ağlama, askerlerle Pakistanlıları kavga mı ettireceksin’ dedi. Sonra bekleyen askerilere sessizce bir şeyler söyledi, onlar da arabaya binip gitti.” 

Hastaneye gelen komutan ve polislerden sorumlunun yakalanmasını isteyen, aksi halde nişanlısının kanının hepsinin ellerinde olacağını söyleyen Taliman polisin üzerine yürüdüğünü söyledi. “O polis bana bağırıp üstüme yürürken bir çocuk video çekti. Polis videoyu çeken çocuğu darp etti ve elindeki görüntüyü zorla sildirdi. 

                                                          ***

Nişanlısı Naveed Akbar’ın öldüğünü vefatından dört saat sonra öğrenebildiğini söyleyen Aycan Taliman cenazeyi görmek istediklerinde bunun ancak polis eşliğinde mümkün olabileceğinin söylendiğini ve yaklaşık dört saat kadar daha bekletildiklerini anlattı. “Polisler geldikten sonra beraber içeriye girdik ama Naveed yoktu. Meğer bize bilgi verilmeden arka kapıdan çıkartıp Lefkoşa hastanesi morguna sevk etmişler.” Cenaze Pakistan’a gönderildi. Taliman, pasaportu olmadığı için törene katılamadı. 

TSK askeri Mehmet Eren Erdoğan, olayın ardından polis merkezine götürüldü. Ancak mahkemeye çıkarılmadı. Onun yerine serbest bırakılarak Doğancı (Elia) köyündeki askeri birliğine teslim edildi. Aradan geçen beş güne rağmen Erdoğan’ın yargı önüne çıkarılmamasını protesto eden Akbar’ın ailesi, arkadaşları ve KKTC’de okuyan yabancı uyruklu öğrenciler düzenledikleri yürüyüşle adalet çağrısı yaptı. 

Kazadan dokuz gün sonra açıklama yapan Türkiye Büyükelçisi Metin Feyzioğlu, Naveed Akbar’ı öldüren TSK mensubu Mehmet Eren Erdoğan’ın Türkiye’ye gönderilerek Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı tarafından tutuklamaya sevk edildiğini ve Ankara Sulh Ceza Hakimliğince tutuklandığını söyledi. “Süreç yakından takip edilmektedir” dedi ancak sürecin detaylarına dair bilgi vermedi. 

Kıbrıs Türk Barolar Birliği İnsan Hakları Komitesi Başkanı Avukat Aslı Murat, soruşturması tamamlanmadan Erdoğan’ın apar topar Türkiye’ye gönderilmesinin, Kıbrıs’ta bazı kişilerin cezai sorumluluktan azade tutulduğuna dair soru işareti oluşturduğuna dikkat çekiyor. Askerlik görevi dışında suç işleyen TSK mensuplarının yargılanmasında tüm yetki KKTC mahkemelerindeyken sanık Erdoğan neden Türkiye’ye gönderildi? İzaha muhtaç bir soru. Adli sürecin yeterince işletilmeyeceği veya konunun gözden kaçırılarak unutturulmaya çalışılacağına dair yaygın bir kanıdan da söz edilebilir elbette. Türkiye, dünyaya karşı KKTC’nin eşit ve egemen bir devlet olduğunu savunurken, Kıbrıs’ta suça karışmış kendi askerinin neden KKTC mahkemelerinde yargılanmasını istemez? 

                                                              ***

30 Kasım 2023’te Somali Cumhurbaşkanı’nın oğlu Muhammed Hasan Şeyh Mahmud, İstanbul’da motokurye Yunus Emre Göçer’in kullandığı motosiklete çarpmış ve ağır yaralı halde hastaneye kaldırılan Göçer hayatını kaybetmişti. Gözaltına alınan Mahmud kısa sürede serbest bırakılmış ve ülkesine dönmüştü. Adli Tıp Kurumu raporuna göre Mahmud ‘asli kusurlu’ bulunmuştu. Yunus Emre Göçer’in eşi Öznur Göçer şikayetini geri çekti. Mahmud, 27 bin 300 lira para cezasına çarptırıldı. 

Türkiye ve Somali arasında ticari ilişkiler var. Türkiye’ye göre, KKTC’de bulunan askeri gücünü artırarak korumak bir beka sorunu, zorunluluk. Hal böyleyken ihmalkar bir sürücünün sebep olduğu ölümlü trafik kazasında son sözü adalet değil siyasi ve ticari çıkarlar söylüyor. Nerde eşit hak, nerde eşit hukuk?

                                                                  /././

Yakınma sendikacılığı -Oğuz Oyan-

Şimdilerde TÜRK-İŞ Başkanı ile CB Erdoğan İmam-Hatip kardeşliği üzerinden iş bağlıyorlar. Bu arada TESK ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği, son 20 yıldır esnaf ve çiftçinin ekonomik durumunu gündeme getirecek kapalı salon toplantıları bile yapamıyorlar.
"Talep iletme muhalefeti" ile "şikâyet iletme sendikacılığı" buluşuyor. Türk-İş Başkanı Atalay, Sözcü’den Saygı Öztürk’e demecinde (23.06.2024) "Ben, 25 yıldır enflasyonun bu kadar ezdiği bir dönem görmemiştim, yaşamamıştım" diyor. Doğrusu bizler de son 25 yıldır işçi sınıfı sendikalarının bu kadar suskun ve eylemsiz olduğu bir dönemi daha önce yaşamamıştık. Sakın arada bir bağlantı olmasın? 

1989-99 döneminde TÜRK-İŞ’in başını çektiği ciddi bir sendikal hareketlenme yaşanmıştı. Yapılan ücret sendikacılığıydı ama en azından 1980’lerin tahribatını giderecek kazanımlar elde edilmişti, hem işçiler hem de memurlar açısından. Üstelik, 1997 sonrasında Refahyol Hükümetinin laiklik karşıtı duruşuna karşı TÜRK-İŞ, DİSK ve Türkiye Esnaf ve Sanatkârlar Konfederasyonu’nun (TESK’in) başını çektiği siyasi mitingler dahi yapılabilmişti.  

Nereden nereye! Şimdilerde TÜRK-İŞ Başkanı ile CB Erdoğan İmam-Hatip kardeşliği üzerinden iş bağlıyorlar. Bu arada TESK ve Türkiye Ziraat Odaları Birliği, son 20 yıldır esnaf ve çiftçinin ekonomik durumunu gündeme getirecek kapalı salon toplantıları bile yapamıyorlar. Bu kuruluşlarda yöneticilerin koltuklarını çeyrek yüzyıl ve ötesinde koruyabilmeleri temel gaileye dönüşmüş bulunmakta; bu da iktidarla iyi geçinmeyi gerektiriyor! 

ASGARİ ÜCRET VE İKTİDAR SENDİKACILIĞININ SEFALETİ

Atalay, "asgari ücretin yılda iki kez belirlenmesi kanunda yok. Ama içinde bulunduğumuz koşullar nedeniyle konuyu sürekli gündemde tutuyoruz" diyor demecinde. Asgari ücret müzakerelerine katılma hakkı olan tek işçi konfederasyonu başkanı bu yanlışa nasıl düşebiliyor? Asgari ücretin yılda bir kez belirlenmesi de kanunda yok! 4857 sayılı İş Kanunu’nun 39. maddesinde "ücretlerin asgari sınırları en geç iki yılda bir belirlenir" hükmü yer alır. "En geç" ifadesi, yılda iki veya dört veya daha fazla defa belirlenmesine kapı aralamış olur. Yüksek enflasyon dönemlerinde de bu kapı açık tutulur. Şimdi adı konulmamış IMF programı altında bu kapı kapalı tutulmak isteniyor. TÜRK-İŞ Başkanı ise "kanuni dayanağı yok" diyerek talebini zayıflatıyor ve iktidara mazeret hazırlamış oluyor! 

Şunlar de Atalay’dan: "Enflasyonun durdurulması, asgari ücrette de iyileştirme yapılmak zorunda. Enflasyon durdurulmazsa, yapılacak bir iyileştirmenin hükmü bir ay bile sürmez." Enflasyon hemen durdurulamayacağına göre "iyileştirmenin hükmü yok" ne anlama gelir? Boşuna uğraşmayalım anlamına gelir. Bir otomobil bile frene basınca hemen durmaz ama duvara çarparsa hemen durur. Ekonomide enflasyonu aniden durdurabilecek bir duvar metaforu yoktur! Çok hızlı yavaşlatılması halinde ise ciddi bir durgunluk ve işsizliğe yol açar. Peki, düşük faiz uygulamalarıyla sermayeyi fonlayan ve hanehalkının borçlanmasını kolaylaştırarak Mayıs 2023 seçimlerinde koltuğunu koruyabilen Erdoğan’ın 2021 sonundan itibaren enflasyonu patlatan uygulamaları ve şimdi bunun yükünü emekçilere çektirmek istemesi hakkında Atalay’dan herhangi bir eleştiri duyan oldu mu? Burada tekrar baştan üçüncü paragrafa dönünüz. 

ŞİMŞEK KİM ADINA KATI?

Uygulanan program Şimşek’in icadı değil. Bu, IMF ve DB çevrelerinden övgüler almış örtük bir IMF programı, halkın alım gücünü ve talebini kısmaya ayarlanmış bir yoksullaştırma diyeti. Geçen yılın Eylül ve Ekim aylarında resmileşen OVP (2024-2026) ve 12. Plan’da (2024-2028) zaten çerçevesi belirlenmiş. Hiçbir sürprizi yok. Seçimler de geçtiğine göre, katılıkta bazı esnemeler yapmanın siyasi ortamı da yok. TCMB araştırmasında bile asgari ücretin enflasyon etkisinin çok zayıf çıkmasının bir hükmü yoktur (Hayri Kozanoğlu, BirGün, 26.6.2024). 

Bu bakımdan Karatepe-Şimşek görüşmesi nafile bir buluşmaydı. Eğer anamuhalefet, “biz uzlaşma için elimizden geleni yaptık bundan sonra meydanlar konuşur” tavrında kararlıysa (ki bunun dillendirilmesinin bile Erdoğan’ı pek rahatsız ettiği görülüyor), bu da bir kazanç sayılabilir. İktidarın anlayacağı tek dil budur. Ama dikkat: Meydanlara yetersiz kalabalıklar toplanırsa, ekonomi yönetimi bunu "kitleler ses veriyor ama bizi yolumuzdan saptıracak kadar değil, demek ki program çalışıyor" biçiminde yorumlayacaktır. 

Şimşek, dış ve iç sermaye çevreleri adına hareket eden bir teknokrat siyasetçi. Ama sınırlarını çizen bir de "başyüce" ve onun etrafına kümelenenler var. Katılıklarının sınırları böyle çiziliyor. IMF programından sapamaz; ama IMF istese bile Saray rejminin yolsuzluklarının da üzerine gidemez. Sermayenin vergi ayrıcalıklarına da ciddi sınırlar koyamaz. 

Bu bakımdan Karatepe’nin 5520 sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30/7 maddesini hatırlatıp "Cumhurbaşkanınca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden (...) yüzde 30 oranında vergi kesintisi yapılır" hükmünün işletilmesiyle kaynak sorununa çözüm bulunabileceğini iletmesi iyi olmuş. Bunu 26 Haziran tarihli BirGün’de Ankara Temsilcisi Nurcan Bilge Gökdemir haber yaptı. Prof.Aziz Konukman ve ben, bu düzenlemenin yapıldığı 2006’dan beri, Başbakanın (2018 sonrasında Cumhurbaşkanının) "ülke isimlerini ilan etmesini" ve böylece yasal boşluğu doldurmasını talep edip durduk. Ama boşa çaba. Bu sadece yandaş sermaye çıkarlarının kollanmasından kaynaklanamaz; ancak burjuva-siyasetçiler de işin içindeyse 18 yıldır sürdürülen bir "engelleme" anlam kazanabilir. 

VERGİ PAKETİ MUAMMASI!

İktidarın vergi paketi, toplumsal tepkilere göre durmaksızın yeniden şekilleniyor. Bu toplumsal tepkilerden en güçlü olanı da kuşkusuz çeşitli sermaye çevreleri üzerinden gelenler. Birçok düzenleme geriye çekilmiş görünüyor. Geniş kitlelerin üzerindeki vergi yükünü artıracak olanlar için iyi de oldu denilebilir. Şimdilik geriye kalanlar arasında bir "küresel asgari kurumlar vergisi" olacak gibi görünüyor. Yabancı şirketleri ilgilendiren bu asgari verginin yerleşik büyük sermayenin "vergi rekabetinde eşitlik" talebinin uzantısında olduğu söylenebilir. 

Bu vergi paketinin mali amaç taşımayan hükümleri de olacağı anlaşılıyor. Yurtdışına çıkış harçlarının 150 TL’den en azından 1.500 TL’ye çıkarılmasının ekonomik amacı daha önde gözükmektedir. Uygulanan program enflasyon artışının gerisinde kalan kur artışları (yani aşırı değerli TL) yoluyla sıcak para çekme derdindedir. Ancak bu, ithalatı ve dış seyahati ucuzlatmaktadır. O halde dışa çıkışlar ve ithalat caydırılmalıdır. İthalatta da şimdilik Çin’den ithal edilen otomobillere yüzde 40’lık Gümrük Vergisi ilavesiyle bir fren yapılmıştır. Bu tür önlemlerin devamı gelebilir. 

SONUÇ: EMEĞİN TALEPLERİ

Buna karşılık Kurumlar Vergisi’nin yarısı düzeyinde olan vergi istisna ve muafiyetlerine kimsenin dokunmaya niyetinin ve gücünün olmadığı görülüyor. Aynı şekilde sermaye şirketleri ortaklarına dağıtılan temettülerin (kâr paylarının) düşük bir stopaj kesintisi ödemek yerine Gelir Vergisi’nin artan oranlı tarifesine tabi tutulması da gündemde değil! Gelir Vergisi tarifesinin ücretliler lehine yeniden düzenlenmesi, örneğin ücretliler için ayrı bir tarife yapalarak ilk oranın yüzde 15’ten yüzde 10’a indirilmesi, dilim genişliklerinin ikiye katlanması, tarifedeki basamak sayısının 5’ten 6’ya yükseltilmesi ve son basamaktaki marjinal vergi oranının yüzde 40’tan 50’ye çıkarılması emek kesimlerinin talebi olabilir ancak. Sendikaların bu konudaki taleplerini ortaklaştırmaları şarttır. Emek yanlısı siyasi partilerin önemli bir mücadele başlığı da vergi yükünün emekten sermayeye transfer edilmesi konusu olmalıdır.

(BİRGÜN) 

                                             

 

Evrensel KÖŞEBAŞI -30 Haziran 2024-

Gri listeden çıkış hikayesi -Bülent Falakaoğlu-

Sicil affının ağır şartı

Mehmet Şimşek ‘Başardık’ mesajıyla duyurdu.

Türkiye gri listeden çıktı!

Niye girdik? Bedeli ne oldu? Başarı ne?

                                                   ***

Cevaplardan önce hatırlatma…

Listeye alan: Mali Eylem Görev Gücü (FATF).

Türkiye’nin de üyesi olduğu bir oluşum. 200’e yakın ülkeyi takip edip denetler.

Kara para aklama ve terörün finansmanında ‘riski yüksek’ ülkeleri belirler.

İş birliğinde bulunmayan… Mücadelede önemli eksiklikleri olan ülkeleri ‘kara liste’ye alır.

Ayrıca…

Riskli ve gözlem altındaki ülkeleri sıraladığı, ‘gri liste’si vardır. Ve Türkiye 2021 yılından itibaren o listedeydi!

TÜRKİYE GRİ LİSTEYE NASIL GİRDİ?

O dönemin İçişleri Bakanı Süleyman Soylu şöyle gerekçelendiriyordu: “Osman Kavala’yı serbest bırakmadık, Demirtaş’ı serbest bırakmadık, PKK ve FETÖ ile mücadelede kimseden talimat almadık diye Türkiye’yi gri listeye aldılar”…

Açıkça, gerçekleri gizlemek üzere, demagoji yapıyordu!

Mehmet Şimşek ise… Hiç bu demagojiye itibar etmedi. Göreve gelir gelmez hedef belirledi: “Gri listeden en kısa sürede çıkmak için gerekenleri hızla gerçekleştireceğiz. Ülkemizin uluslararası kamuoyu nezdindeki olumlu intibasını güçlendireceğiz.”

                                                   ***

Niye girmişti Türkiye listeye, niye hükümlüydü?

AKP hükümetlerinin ekonomi politikalarının… Türkiye kapitalizminin sermaye birikim tercihlerinin sonucunda gelmişti bu hüküm.

Hatırlayalım.

2003-2013 yılları arasında Türkiye’ye bol ve ucuz döviz yağıyordu.

2013’e gelindiğinde dünyadaki bütün carry trade fonların (yani sıcak paranın) 1 trilyon dolar olduğu tahmin ediliyordu. Bu sıcak paranın dörtte biri yani 250 milyar doları Türkiye’deydi.

2003’te 130 milyar dolar olan Türkiye’nin dış borçları, 2013’te 400 milyar dolara yükselmiş... Ne gam!

Ekonomik büyüme… Kredi ile tüketim… Düşük kur üzerinden enflasyonu tek hanelerde tutma… Ve bunlar üzerine bina edilen seçim başarıları… Tüm bunlar oldukça hiç dert değildi hükümet için dış borç.

2013 yılından itibaren paranın yöne değişti o zamandan itibaren işler de tersine döndü. TL’de değer kayıpları arttı, sıcak paranın kârlılığı her geçen gün azaldı, para çıkışı hızlandı.

İşte o andan itibaren ‘saadet’ sürsün diye, hükümetin de hamleleri geldi.  

                                                      ***

Gri listeye uzanan bir birikim modeli hayata geçti.

Önce mega projeler üzerinden inşaat rantına abanıldı; ülke 2013 yılından sonra tam anlamıyla şantiyeye dönüştürüldü.

Toprak ve doğa rantına dayalı birikim hızlandırıldı; inşaat-maden, enerji şirketleri istilasının önü açıldı.

Kamu bankalarının kredi musluğu, ‘içeriyi’ besleyebilmek için kullanıldı.

Rant ve kredi sistemi kaynakları kara delik misali yutunca da tulumbaya su, illegal ticaretten akıtıldı!

Ülkenin boğazına kadar uyuşturucuya batması tesadüf değildi. Mafya sicilli ‘Çakıcı’ların, ‘Peker’lerin, derin devlet sicilli Mehmet Ağarların görünür olması da…

Mülksüzleştirmeye dayalı birikim halkası da eklendi sisteme: Çökme, haraç, komisyon, kamulaştırma ve bölüşme!

Marina çökme haberleri… ABD’de yargılanan Sezgin Baran Korkmaz devlet ilişkileri… Öyle bulutsuz havada çakmadı.

Bu fotoğrafın özetlediği gibi… Kar topu gibi büyüyen bir ekonomik ilişkilerin sonucuydu.

Mehmet Ağar, Sezgin Baran Korkmaz (SBK) ve Mansimov’un (Mehmet Ağar'ın üzerine ‘çöktüğü’ Yalıkavak Marina’nın eski sahibi) katıldığı Bereket-Yasemin Öner çiftinin nikahında şahit ABD’deki Ermeni mafyasından olduğu söylenen Lev Aslan Dermen.

Sanırım başka söze gerek yok.

Halkalar hep çoğaldı: Yasa dışı bahis…  Kripto para

Türkiye’nin, ekonomik büyüklüğü 17. sıradan 20. sıraya gerilerken, kripto parada ilk 5’te yer alması… Sürecin doğasına uygun!

                                                       ***

Türkiye’nin gri listeye alındığı 2021’e gelindiğinde ise… Çıkarılan bir yasa ile kocaman bir halka eklendi: “Ne olursan ol gel, yeter ki döviz getir”.

Yurt dışından döviz olarak gelen paralardan vergi kaldırıldı.

250 bin doları bastırana vatandaşlık hakkı tanındı.

Ödemeler dengesindeki net hata ve noksan kalemi yani nereden geldiği ve nereye gittiği bilinmeyen paraların yazıldığı kalem, 2022 yılında yaklaşık 26 milyar dolara yükseldi.

İş artık, ‘anket hataları’, ‘İhracatçının dışarıda tuttuğu paralar’, ‘Zaman farklılığı nedeniyle henüz yurda getirilip hesaplara girmemiş paralar’ vb. durumlarla açıklanamayacak boyuta ulaştı.

Ülke tam da… 2016 yılında Dönemin Başbakanı Binali Yıldırım’ın İstanbul finans merkezinin  açılışında sarf ettiği kıvama geldi: “Finansman yani dünyadaki nakit para artık yeni adresler arıyor. Niye? Çünkü Amerika, Avrupa fazla sıkıyorlar. 50 tane soru soruyorlar. Bu parayı nereden aldın, nerede buldun, nasıl getirdin? İnsanlar da parasıyla rezil olmak istemiyorlar. Onun için İstanbu,l finansman için, yatırımcılar için, yatırımcılara kaynak için en ideal yer”.

                                                      ***

Küçük bir ek… Savaş, kara para ilişkilerini besler.

1990’lı yıllarda, ‘düşük yoğunluklu savaş’ diye tanımlanan çatışmalı dönemde Başbakan Tansu Çiller’in, ‘terörle mücadele’ için harcadıklarını söyledikleri milyar dolarların bütçede karşılığı yoktu.

Şimdi de… Suriye’den Libya’ya Türkiye’nin dahil olduğu savaşlarda, savaşın finansmanına dair iddialar çok çeşitli.

MESELE İYİ PARA MI?

Söz konusu çark; finans piyasalarını, bankacılık sistemini, ekonomiyi yağladı!

2021 yılında düşük faiz politikası da eklendi çarka…

Ekonomi büyüdü büyümesine de… Üretim artışı, milli gelir artışının yarısında kalmaya başladı. Çünkü finans büyümesi milli gelir artışını ikiye katladı.

Tüketim artışı ekonomik büyümenin 5 katına ulaştığı dönemler oldu.

Süreç boyunca…

Ekonomide saadet zincirinin bir başka versiyonu olan sanal bir zenginlik yaratıldı. Gelir uçurumu derinleşti. Enflasyon patladı. Yoksulluk derinleşti. Bu yağmayı besleyebilmek için emek ucuzladı!

                                                       ***

2023’ün ikinci yarısından yani genel seçim kazanılıp Mehmet Şimşek başa getirildiğinden itibaren başka hatta girildi (Girilmek zorunda kalındı).

Batı kapitalizmi ile uyum. Bakan şimşek ülke ülke, kıta kıta gezip para babalarına davette bulundu.

Suç örgütleri operasyonu başlatıldı, kara para akladığı söylenen fenomenlere operasyon yapıldı.

‘Gri listeden çıkmak için’ denildi.

Uluslararası sermaye akışında cazibe eksikliği son bulması için…

Ülkeye sıcak para akışının hızlanması için…

TL’de değer kaybının önlenmesi için…

Kamu ve özel sektör için ekonomik yaptırımların gelmemesi için…  

Merkezi ve yerel yönetimlerin, özel sektörün dış borçlanmayı daha az maliyetli yapabilmesi için vs. önemli bulundu! 

Ve gri listeden çıkıldı.

Mesele… ‘Kötü para iyi parayı kovar’ klişesinin karşılığı olarak iyi paraya alan açılması mıydı?

Hayır…

‘Rüşvet’, ‘yolsuzluk’, ‘İhale’ çarkı aynen sürmesine… ‘Nereden buldun?’ diye katiyen sorulmamasına rağmen… FATF’ye bir iki mafya operasyonu, ‘kripto paraya hukuki düzenleme’ yetti!

Neden?

Yabancı sermaye için önümüzdeki 24 ayda oluşabilecek pek çok risk minimuma seviyeye indi.

2003-2013 döneminde kazandıkları astronomik kârları hatırlatan bir süreç yaşanıyor; Faiz yüksek, kur artışı kontrol altında.

Hükümet bir süredir uyguladığı kısmi sermaye kontrolünü de kaldırdı.

Onlar için pek âlâ! Yağma sofrasına gelmeye hazırlar.

Tabii ki gelecek sermaye, kendisine gizli rantçı bir kemirgen istemez, buna itiraz eder ama asıl derdi kazanç!

                                                      ***

‘İyi halden’, şartlı sicil affı geldi; Türkiye gri listeden çıkarıldı. Lakin o ‘şart’, ‘Asgari ücrete zam yapma’, ‘Emekliyi süründür’ diyen istikrar programının kararlılıkla uygulanması.

Yani anlayacağınız… Gri listeden çıkışın karası emekçilere kaldı, listeye girişin müsebbiplerine değil!   

                                                     /././

1 kW enerji kaç cana mal olur? -Deniz İpek-

Elektrik Mühendisleri Odası (EMO) geçen hafta Diyarbakır ve Mardin bölgesinde meydana gelen yangının özelleştirildiği için tahribata uğrayan altyapıdan kaynaklandığına; elektrik enerjisi alanındaki bakım, denetim ve teknik personel eksikliklerine dikkat çekmişti. Elektrik dağıtım şirketlerinin özelleştirilmesinin ardından hayata geçirilen az işçi-çok iş yaklaşımıyla, özellikle arıza-onarım-bakım servisinde çalışan enerji işçileri çok ağır bir iş yükünün altına sokuldular. Yoğun iş yükü ve iş yetiştirme baskısıyla birlikte, işçi sağlığı ve iş güvenliği önlemlerinin de alınmaması, enerji sektöründe işçi katliamına yol açıyor.

EMEKÇİLERİ ÇARPAN, SERMAYEYİ SEMİRTEN

Enerji sektöründeki işçilere sözde ekstra kazanç olarak müjdelenen, allanıp pullanan “performans primi” masumiyetini kaybetti, gerçek yüzü ortaya çıktı. Enerji sektörü patronları tarafından, işyerlerinde örgütlü çalışmaya karşı dayatılan performans değerlendirme çalışması, bireyciliği öne çıkaran bir modern kölelik sistemi haline geldi. Hem halkın, hem patronların gözleri hep enerji işçilerinin üzerindedir. Neden derseniz, üretim ve kapitalist bölüşüm ilişkilerinde; emekçileri çarpan, sermayeyi semirten de elektrik enerjisidir de o yüzden. Elektrik kesintilerinde de halka karşı karalanan enerji işçisi oldu. Enerjinin üretimi, nakli ve dağıtımına ilişkin zorlukları, işçilerin bu esnada yaşadıklarını ise bilen ya da anlatan pek yoktur. Çünkü 1 kilovat (kW) enerjinin kaç cana mal olduğu değil, kaç paraya mal olduğu konuşulur hep.

Çalışma Bakanlığı enerji iş kolunu “çok tehlikeli iş kolu” olarak tanımlarken, işçilerin yıpranma tazminatı ise hiç hatırlarına gelmedi. İşçiler haklarını hatırlatmak için sokağa çıktığında ise “Hop durun bakalım! Stratejik iş kolundasınız” dendi. Sektörde taşeron sistemi, her ne kadar şimdilerde kaldırdık deseler de, bir tür dayıbaşı sistemi olarak varlığını sürdürüyor. Velhasıl geçen son çeyrek asır boyunca kârlar yükselirken kaybedenler hep enerji işçileri oldu.

SON 10 YILDA 400’ÜN ÜZERİNDE İŞ CİNAYETİ

Enerji işkolundaki iş cinayetlerinde son 10 yılda 400’ün üzerinde işçi hayatını kaybetti. Elektrik çarpması, yüksekten düşme, patlamalar ve yanma ilk sıralardaki ölüm nedenleri. Temel önlemler alınsa ve denetimler yapılsa bu ölümlerin önlenebileceği aşikâr. (İSİG Meclisi’nin tasnifleri tüm işkollarına göre yapıldığı için enerji işkolundaki ölüm nedenlerinin ayrıntılı incelenmesi gerekir. Zira elektrik çarpması, ark parlaması, yüksekten düşme, yanma, kalp krizi gibi ölüm nedenleri bir çok işkolunda iç içe geçmektedir.)

Enerji altında çalışma ve enerji hatlarına yakın çalışma yaygın olduğu için alçak gerilim ve yüksek gerilimde elektrik akımına kapılıp ağır yanık (çoğu bölgede ve büyükşehirlerde yanık tedavi üniteleri de yok) ve yaralanmalara maruz kalan çok sayıda işçi var. Yine manyetik alan ve radyasyona maruz kalma da işçilerde rastlanan hastalıkların nedenleri arasında.

Son 10 yılda iş cinayetlerinde ölen işçilerin çalıştıkları şirketlere baktığımızda Anadolu Yakası EDAŞ, Gediz EDAŞ, Aydem Enerji, Boğaziçi EDAŞ, Aras Edaş, Meram Edaş, Dicle Edaş, Vangölü EDAŞ, Trakya EDAŞ, Toroslar EDAŞ, Akdeniz EDAŞ, Kayseri ve Civarı EDAŞ, Sakarya EDAŞ, Yeşilırmak EDAŞ, Fırat EDAŞ, Aras EDAŞ, Çamlıbel EDAŞ, Çoruh EDAŞ, Uludağ EDAŞ, Afşin-Elbistan Termik Santrali, Orhaneli Termik Santrali, Tunçbilek Termik Santrali, Seyitömer Termik Santrali, Kemerköy Termik Santrali, Yeniköy Termik Santrali, Çan Termik Santrali, TEİAŞ, DSİ, İSKİ, İGDAŞ, Sulama Birlikleri, Rüzgar Enerji Santralleri, Hidroelektrik Santraller vd. bulunuyor.

ÖRGÜTLENMEZSEK İŞ CİNAYETİ GELİR BİZİ VURUR

Elektrik enerjisi “hadi hadi”yi dinlemez, 34 bin 500 kilovatlık gerilimi hiçbir insan bedeni durduramaz, ancak örgütlü işçilerin yöntemleri durdurur. İstanbul’da, trafo patlaması sonucu kaybettiğimiz enerji işçisi Sedat kardeşimizin, “Örgütlenmezsek iş cinayeti gelir bizi vurur” nasihatini unutmayacağız. İş cinayetlerine işyerlerinde örgütlülüğü artırarak cevap verilebilir.

                                                        /././

Kapitalizmin fiziği: Yıkıcı enerji arayışı -Erald KOLASI-

İnsanlar kapitalizmi ekonomik açıdan düşünme eğilimindedir. Karl Marx, kapitalizmin, insan emeğinin üretkenliğini, üretim araçlarına sahip olanlar için büyük kârlara ve getirilere dönüştüren politik ve ekonomik bir sistem olduğunu savundu. Kapitalizm savunucuları, kapitalizmin serbest piyasayı ve bireysel özgürlüğü destekleyen bir ekonomik sistem olduğunu iddia ediyor.

Fizikteki bazı temel kavramları keşfederek, kapitalizmin enerji yoğun faaliyetlerinin insanlığı ve gezegeni nasıl değiştirdiği de dahil olmak üzere, tüm ekonomik sistemlerin nasıl çalıştığına dair daha iyi bir anlayış geliştirebiliriz.

Kapitalizmin fiziksel düzeyde nasıl işlediğine dair sağlam bir kavrayış, bir sonraki ekonomik sistemimizin neden daha ekolojik olması, uzun vadeli istikrara ve insanlığı ayakta tutan küresel ekosferle uyumluluğa öncelik vermesi gerektiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Canlı organizmalar ve insanlar olarak doğal varoluşumuzun temel özellikleri, bu temel fiziksel gerçeklikler tarafından tanımlanan kolektif etkileşimlerden ortaya çıkar. Bu kavramları belirli modellere ve teorilere atıfta bulunulmadan tanımlamak zor olsa da, genel özellikleri ana hatlarıyla belirtilebilir ve analiz edilerek fizik ile ekonomi arasındaki güçlü kesişim ortaya çıkarılabilir.

ENERJİ AKIŞI MOTORDUR

Enerji, farklı sistemler arasında değiş tokuş edildiğinde iş veya ısı gibi hareket üretebilen, korunmuş herhangi bir fiziksel özellik olarak tanımlanabilir. Farklı sistemler arasındaki enerji akışları kozmosun motorunu temsil eder ve her yerde gerçekleşir, o kadar sık ​​gerçekleşir ki onları fark etmeyiz bile. Isı doğal olarak daha sıcak bölgelerden daha soğuk bölgelere doğru akar, bu nedenle sabahları kahvemiz soğur. Elektrik yükleri yüksek voltaj bölgelerinden düşük voltaj bölgelerine doğru hareket eder ve böylece akımlar iletkenler aracılığıyla serbest bırakılır. Enerji akışları ayrıca mekanik iş üretebildikleri için de önemlidir; bu, bir kuvvete yanıt olarak herhangi bir makroskobik yer değiştirmedir.

Fizikçi Erwin Schrödinger'in 1940'larda biyolojinin temel özelliklerini incelemek için denge dışı termodinamiği kullandığında önerdiği gibi, tüm yaşam formlarının temel fiziksel amacı, enerjiyi sürekli olarak dağıtarak çevrelerinin geri kalanıyla termodinamik dengeden kaçınmaktır. Bu hayati hedefe entropik zorunluluk diyebiliriz. Tüm canlı organizmalar, enerjiyi dış ortamdan tüketir, bunu hayati biyokimyasal süreçleri ve etkileşimleri beslemek için kullanır ve daha sonra tüketilen enerjinin çoğunu çevreye geri dağıtır. Enerjinin dış ortama yayılması, organizmaların kendi biyokimyasal sistemlerinin düzenini ve stabilitesini korumalarına olanak tanır. Yaşamın temel işlevleri, sindirim, solunum, hücre bölünmesi ve protein sentezi gibi işlevler de dahil olmak üzere bu entropik stabiliteye kritik derecede bağlıdır.

KAPİTALİZMİN YIKICI ARAYIŞI

Tarih boyunca, ekonomik büyüme büyük ölçüde insanların doğal çevrelerinden daha fazla enerji tüketmesine bağlı olmuştur. İnsanlar avcı ve toplayıcı olduklarında, mekanik işleri gerçekleştiren birincil varlık insan kasıydı. Göçebe yaşam tarzımız yaklaşık 200 bin yıl sürdü, ancak Buzul Çağı'ndan sonra önemli bozulmalar yaşadı. Binlerce yıl boyunca, dünyadaki değişen ekolojik koşullar, çok sayıda grubu çoban ve tarımsal stratejiler benimsemeye zorladı. Tarımsal ekonomiler, yiyecek ve diğer mal ve kaynakların fazlasını üretmeye yardımcı olmak için büyük ölçüde ekili bitkilere ve evcilleştirilmiş hayvanlara güveniyordu. Bu tarımsal üretim ve tüketim biçimleri, insan toplumlarına yaklaşık 10 bin yıl boyunca egemen oldu, ancak sonunda yeni bir ekonomik sistemle değiştirildi. Kapitalizm, sömürgeci genişleme, sanayileşme dalgaları, salgın hastalıkların yayılması, yerli halklara karşı soykırım kampanyaları ve yeni enerji kaynaklarının keşfi yoluyla ortaya çıktı ve yayıldı.

SONSUZ BÜYÜME VE KÂR FANTEZİSİ: DEVASA ENERJİ TÜKETİMİ

O zamandan beri küresel ekonomi, finans, bilgisayarlar, fabrikalar, araçlar, makineler ve çok daha fazlasından oluşan birbirine bağlı bir sistem haline geldi. Bu sistemi yaratmak ve sürdürmek, doğal çevrelerimizden enerji aktarım oranında büyük bir yukarı yönlü geçişi gerektiriyordu. Bizim göçebe zamanlarımızda kişi başına günlük enerji tüketimi 5 bin kilokalori civarındaydı. 1850'ye gelindiğinde kişi başına düşen tüketim günde yaklaşık 80 bin kilokaloriye yükseldi ve o günden bu yana bugün yaklaşık 250 bin kilokaloriye yükseldi. Fizik açısından bakıldığında, tüm kapitalist ekonomilerin temel özelliği, ekonomik büyümeyi ve maddi fazlalıkları artırmaya odaklanan aşırı enerji tüketimidir. Sermaye varlıklarının toplu olarak konuşlandırılması, diğer görevlerin yanı sıra insanların daha fazla üretmesine, uzun mesafeler katetmesine ve ağır nesneleri kaldırmasına olanak tanıyan inanılmaz düzeyde mekanik iş üretebilir. Kapitalizm, daha önceki herhangi bir ekonomik sistemden çok daha fazla enerji yoğundur ve kendi varlığını tehdit edebilecek benzeri görülmemiş ekolojik sonuçlara yol açmıştır. İnsanlığın kapitalizmin enerji yoğun faaliyetlerini ne kadar sürdürebileceği belirsizliğini koruyor, ancak sonsuz büyüme ve kolay kâr fantezisinin devam edemeyeceğine şüphe yok. Tüm dinamik sistemler eninde sonunda sona ermek zorundadır.

Son iki yüzyıldır verimsiz kapitalist ekonomiler büyük miktardaki enerji kayıplarını atık, kimyasallar, kirleticiler ve sera gazları şeklinde doğal çevrelerine boşalttılar. Tüm bu israfın ve israfın toplam etkisi, temel olarak ekosferdeki kritik enerji akışlarını değiştirmek ve doğal dünyada büyük bir sosyal ve ekolojik krizi tetiklemek oldu.

KAOS

Atmosferde, sera gazları olarak bilinen ve dışarı çıkan ısı radyasyonunu emebilen çeşitli gaz türleri vardır. Atmosferdeki bu gazlar, radyasyonu yakalayıp gezegenin yüzeyine geri yaydığında, çok sayıda foton, sera etkisi adı verilen bir süreçte yüzeydeki elektronları, atomları ve molekülleri daha yüksek enerji düzeylerine uyarır. Mikroskobik seviyedeki bu ek uyarılmalar ve dalgalanmalar toplu olarak makroskobik seviyede deneyimlediğimiz sıcaklığı temsil eder. Sera etkisi kritiktir çünkü Dünya’yı yaşanabilir hale getirecek kadar ısıtır.  Ancak son 2 yüzyıldır zengin ve sanayileşmiş ülkeler atmosfere büyük miktarlarda yeni sera gazı pompalayarak bu doğal süreci güçlendiriyor ve bu da daha fazla küresel ısınmaya neden oluyor.

Ortaya çıkan kaos, küresel ısınmayı hafifletmek için yapılan insan girişimlerini boşuna kılacaktır. Bizi endişelendirmesi gereken şey tam olarak budur: Kapitalist sistem aracılığıyla gezegende serbest bıraktığımız kaos, insan medeniyetinin kendisini tehdit eden yeni bir tür düzen üretmenin bir yolunu bulacaktır. Kapitalizm genişledikçe ekolojik kriz kötüleşecektir. Tekrarlayan doğal afetlere maruz kalan yüksek nüfus yoğunluklu bölgeler özellikle savunmasızdır. Bhola Kasırgası 1970 yılında Doğu Pakistan'ı vurduğunda yaklaşık 500 bin kişinin ölümüne yol açmış, bir dizi büyük isyan ve protestoyu tetiklemiş, bu da bir iç savaşa yol açmış ve Bangladeş adında yeni bir ülkenin kurulmasına katkıda bulunmuştur.

ORTADAKİ BİLİM Mİ?

Bu argümanlar modern ekonomi teorisindeki en derin kusurlardan birini vurgular: Bilimsel bir temelden yoksundur. Parasalcılıktan neoklasik senteze kadar ortodoks ekonomi felsefeleri, kapitalizmin geçici finansal özelliklerini tanımlamaya odaklanır ve bunları değişmez ve evrensel doğa yasaları sanır. Kapitalist ekonomi büyük ölçüde, amacı ekonomi için bilimsel bir temel sağlamak değil, küresel bir seçkinlerin zenginliğini ve gücünü korumak için tasarlanmış karmaşık bir propaganda üretmek olan metafizik bir felsefeye dönüştürülmüştür. Ekonominin herhangi bir bilimsel açıklaması, enerji akışlarının ve ekolojik koşulların-piyasanın herhangi bir "görünmez eli"nin değil- tüm ekonomilerin uzun vadeli makroskobik parametrelerini belirlediğinin farkına varılmasıyla başlamalıdır. Bu doğrultuda önemli katkılar, özellikle Ekonomistler Nicholas Georgescu-Roegen ve Herman Daly'nin öncü çalışmalarında, ancak aynı zamanda Sistem Ekolojisti Howard Odum'dan da ekolojik ekonomi alanından gelmiştir. Marx'ın kendisi ekolojik kaygıları, ekonomik ve politik düşüncesine dahil etmiştir. Bu ve diğer düşünürlerin katkıları, dünyanın ekonomik özelliklerinin, altta yatan fiziksel gerçeklikler ve ekolojik koşullar tarafından şekillendirilen ortaya çıkan özellikler olduğunu ortaya koydu ve bu koşulların anlaşılmasını, ekonomi biliminin temel bir anlayışı için kritik hale getirdi.

‘VERİMLİLİK’ DENİYORSA DİKKAT, YALANDIR!

Pekin'den Silikon Vadisi'ne kadar, teknokapitalistler kapitalizmin enerji verimliliğindeki kazanımlarla yoluna devam edebileceğini savunmayı seviyorlar. Bu stratejinin uzun vadede başarısız olmasının temel nedeni, doğanın teknolojik ilerlemenin hiçbir aşamasının üstesinden gelemeyeceği mutlak fiziksel verimlilik sınırları dayatmasıdır. İlk kez on dokuzuncu yüzyılın ortalarında İngiliz İktisatçı William Stanley Jevons tarafından formüle edilen paradoks, enerji verimliliğindeki artışların genellikle birikimi ve üretimi genişletmek için kullanıldığını, bunun da verimlilik iyileştirmelerinin koruyacağı varsayılan kaynakların daha fazla tüketilmesine yol açtığını belirtir. Verimliliğin artırılması daha ucuz mal ve hizmetlere yol açar, bu da daha fazla talebi ve daha fazla harcamayı teşvik ederek daha fazla enerji tüketimine yol açar.

YÜKSEK BÜYÜME YÜKSEK KAYIP

Tarih boyunca teknolojik yeniliklerin baskın teması, enerji kullanımının yükünü insan kaslarından hayvanlar, makineler ve bilgisayarlar gibi diğer fiziksel ve biyolojik sistemlere kaydırma çabası olmuştur. Arabaları, bisikletleri, uçakları, mikrodalga fırınları, bulaşık makinelerini, elektrikli süpürgeleri ve modern yaşamın hemen hemen tüm "harikalarını" düşünün: Bunların temel amacı enerjiden yararlanmak ve normalde insan kaslarının çalışmasını gerektiren görevleri gerçekleştirmektir. Robotlar ve yapay zeka son zamanlarda çok popüler hale geldi; aniden devreye girip yapmak istemediğimiz sıradan görevleri yerine getirmeye hazırlar. Teknolojik ilerlemenin kolaylaştırdığı mekanik üretimdeki artış, tipik olarak, üretim araçlarını kontrol edenlerin daha fazla artı değer ve kâr elde edebildiği, daha fazla enerji yoğun toplumlara yol açmaktadır. Özellikle kapitalizm altında teknolojik yenilik, ekonomilerin üretebileceği kolektif mekanik iş miktarını artırdı ve aynı zamanda doğal çevremizdeki enerji tüketim oranını da artırdı. Ancak kolektif verimliliği temelden değiştirmedi, bu da daha yüksek ekonomik büyüme oranlarına genellikle daha büyük enerji kayıplarının eşlik ettiği anlamına geliyor.

Ekonomik sistemler genellikle verimliliği temelde iyileştirmek için değil, üretimi, tüketimi ve birikimi genişletmek için yeni enerji kaynakları kullanırlar. Bitkilerin yetiştirilmesinden ve hayvanların evcilleştirilmesinden fosil yakıtların yakılmasına ve elektriğin icadına kadar, yeni enerji kaynaklarının ustalaşması ve keşfi genellikle daha fazla enerji yoğun toplumlar yaratmıştır.

180'den fazla ülkeden 15 bin bilim insanından oluşan bir grup, ekolojik kriz ve gelecekte bizi neyin beklediği konusunda alarm veren bir mektup imzaladı. Tahminleri kasvetliydi ve önerileri -kasıtlı veya değil- modern kapitalizmin toptan reddedilmesi anlamına geliyordu. Temel sorunumuz kolayca ifade edilebilir: Modern medeniyet çok fazla enerji kullanıyor. Ve bu sorunun çözümü de aynı şekilde kolayca ifade edilebilir ancak uygulanması çok zordur: İnsanlık, modern zamanlarda hakim olan enerji tüketim oranını düşürmelidir. Bu oranı düşürmenin en iyi yolu, teknolojik ilerlemenin mesihçi sanrıları değil, kâr ve üretim odaklı kapitalizmin yapılarını ve teşviklerini kırarak ve doğal dünyamızla uyumlu bir geleceğe öncelik veren yeni bir ekonomik sistem kurmaktır.

Socialist Review’dan Evrensel tarafından çevrilmiştir.

Görsel: Peter Schmidt/Pixabay

                                                            /././

Enerji ve geçiş yolları: Emperyalistlere çıkarılan davetiye -Mustafa Yalçıner*-

Ortadoğu’da bulunmayan emperyalist ülke yok gibidir, petrol ve doğal gaz rezervleri tümünü kendine çekmektedir. Ve bölgenin çekim gücü sadece enerji rezervleri dolayısıyla değildir.

Ortadoğu’da bulunmayan emperyalist ülke yok gibidir, petrol ve doğal gaz rezervleri tümünü kendine çekmektedir. Ve bölgenin çekim gücü sadece enerji rezervleri dolayısıyla değildir; dünyanın petrol rezervlerinin 2/3’ünün bulunduğu toplam dünya üretimininse 1/3’ünün kıyısı olan ülkelerde gerçekleştirildiği Basra Körfezi ve Hürmüz Boğazı gibi petrol sevkiyatı yoluyla kıtalararası geçiş yolu Süveyş Kanalı bu coğrafyadadır. O nakil yolları ki, en son Yemen Husilerinin İsrail bağlantılı şilepleri vuracağını açıklamasıyla vazgeçilmezlikleri bir kez daha gündeme gelmiş, Afrika’yı güneyinden dolaşmanın ciddi bir alternatif olmadığı yeniden kanıtlanmıştır. Afrika’yı dolaşmak, 9.6 bin km ve on günlük fazladan yoldur ve nakliye maliyetine yükü misliyledir. Süveyş’in önemi, 1956’da Nasır tarafından millileştirildiğinde İngiltere-Fransa-İsrail’in ortak saldırısı sonucu Kanal’ın ele geçirilmesiyle patlayan büyük kriz ve 2021’de kaza ya da bir sabotaj sonucu kanalın 7 gün kapalı kalmasının yol açtığı zararın günlük 9.6 milyar dolar oluşuyla da kanıtlıdır.

Ticari ve mali olarak bütün emperyalistler Ortadoğu’dadır; ancak ABD doğrudan ve portföy yatırımları, ticari ve mali ilişkileri ve hükümetlerin başındaki işbirlikçilerinin yanı sıra Napoli merkezli Akdeniz’de konuşlu 6. Filo ve Bahreyn merkezli Süveyş-Basra Körfezinde konuşlu 5. Filoyla hepsinden çok oradadır. Üstelik Avrupa’dakiler bir yana, ABD kuzey Suriye’deki iki büyük üsle birlikte, Türkiye, Kuveyt, Katar, Bahreyn, Suudi Arabistan, BAE, İsrail, Ürdün, Irak ve Umman’da çok sayıda askeri üsse sahip ve bu ülkelerin başlıca silah tedarikçisi. Ve bir “üs” daha: ABD ile aralarında özel bir ilişki bulunan İsrail, aleyhindeki tüm BM kararlarını veto eden bu ülke tarafından neredeyse gözü kapalı olarak desteklenip zorlaştırıcı etnik/dinsel etkene karşın bölgede bir “ileri karakol” olarak kullanılıyor. ABD’nin, ayrıca Kıbrıs’taki İngiliz üssü Akrotiri’de de varlığını kabul etmediği asker ve askeri ekipmanı var. Tüm askeri üslerindeki toplam 180 bin civarındaki askeri personelinin 60-70 binini Ortadoğu’da bulunduruyor.

Sınırlarını cetvelle çizdiği Ortadoğu’nun eski egemeni İngiltere de bölgede şüphesiz. Artık eski gücünde değil, ama başta British Petroleum ve önemli bir bölümü ABD ile iç içe geçmiş Vanguard, Capital ve PİMCO gibi finansal yatırım fonları olmak üzere tekelleri bölge ülkelerinde faal. Eskiden imparatorluğa ait ya da himayesi veya etkisi altında olan bölgede İngiltere şimdi Kıbrıs’ta iki büyük askeri üsse sahip. Ayrıca, Irak’taki üs ve askerlerini boşaltan İngiltere, BAE, Katar, Suudi Arabistan, Bahreyn ve Umman’da askeri üslere sahip, Suriye’de ise asker bulunduruyor.

Fransa, başta petrol şirketi Total olmak üzere tekelleriyle doğu Akdeniz ve hemen tüm Körfez ülkelerinde faal; BAE-Abu Dabi ve Cibuti’de askeri üsleri, Suriye’deyse Tabka’daki Amerikan üssü ve petrol sahalarında topçu bataryalarıyla askerleri bulunuyor.

Rusya yatırımları olduğu Suriye’de hava ve deniz üslerine sahip, müttefiki İran’daysa örneğin VTB Bank gibi finans şirketleriyle en büyük dış yatırımcı ve iki ülkenin de başlıca silah tedarikçisi. Baf’ta savaş uçakları, Limasol’daysa savaş gemileri ikmal yapabilen Rusya, Ukrayna savaşının ardından konan batı yaptırımlarına Kıbrıs’ın uymasıyla 2022 martından bu yana bu olanaklardan yararlanamıyor.

Çin’in ise, giderek gelişen ekonomik, mali ve ticari ilişkilere sahip olduğu hemen bütün bölge ülkelerinde yatırımları, ancak sadece Cibuti’de bir askeri üssü var.

Bu verilerden bakılınca, Ortadoğu’da, ABD ve başta onunla çok sıkı ilişkiler içindeki İngiltere olmak üzere, özellikle Ukrayna savaşıyla birlikte, çıkarlarını, peşine takılmış görüntü verdikleri ABD stratejisi çerçevesinde gerçekleştirme çabasındaki Avrupalı emperyalistlerin ezici denebilecek bir hegemonyaya sahip oldukları düşünülebilir. Bu tamamen doğru değildir.

İlk neden, ekonomik gücü itibarıyla rakipleriyle boy ölçüşemeyecek olan Rusya’nın küresel olarak ABD’nin askeri gücünü dengeleyecek nükleer ve konvansiyonel silah yığınağına sahip oluşudur. İkinci neden, bu ülkenin ABD’ye benzer şekilde yayılmasının önde gelen bir “aleti”nin ordusu ve askeri ilişkileri; geçmişten gelen silah tedarikçisi olma, askeri eğitim verme vb. yeteneğinin olmasıdır. Sömürgeci geçmişi bulunmamasıyla birlikte, bu yeteneğinin iş gördüğü, son birkaç yıl içinde Ortadoğu’ya görece yakın 5 Afrika ülkesinde başarı kazanan askeri darbelerin arkasındaki başlıca güç oluşuyla kanıtlıdır. Yine, hele Ukrayna savaşının ardından, ABD tepkisine rağmen, petrol fiyatlarının düşmesini önlemek amacıyla üretim miktarı ve fiyatlarını belirlemek üzere Suudilerle birlikte davranabilmesi hesaba katıldığında, topraklarındaki devasa petrol ve doğal gaz rezervleri ve enerji ihraç olanağı elindeki bir diğer önemli silahtır.

Üçüncü neden, Çin’in ABD dahil tüm ülkeleri geride bırakan ekonomik yayılması ki, “Kuzu postuna bürünme” olanağı sağlayan sömürgeci geçmişe sahip olmayışı bunu kolaylaştırıyor. Çin, borç ve kredi vererek, teknoloji ihraç ederek, doğrudan ve portföy -tek başına ve ortak- yatırımlarla geliştirdiği ekonomik, ve mali ilişkileriyle -kuzey Amerika hariç- bütün kıtalarda rakiplerini geride bıraktı. Dünya ihracat şampiyonu kariyeri ve büyük bir ithalatçı olarak hemen tüm ülkelerle yüksek miktarlı ticari ilişkiler içindedir. Büyük bir enerji alıcısıdır, kendisi için önemli bir zorluk oluşturmasına karşın paradoksal olarak bu durum örneğin Rusya, İran ve Suudi Arabistan gibi ülkelerle ilişkileri açısından Çin’e ülkeleri kendisine bağımlı kılma ek olanağı sağlamaktadır.  Öte yandan Çin, “petro-dolar” türü sermaye fazlası olan ülkeler için hâlâ iş gücünün görece düşük oluşu dolayısıyla yüksek kârlar elde edebilecekleri önemli bir yatırım alanıdır. Ve giderek harcamalarını artırdığı silahlanması ve askeri gücü de şimdiden küçümsenebilir türden değildir.

Son birkaç yılda hızı yavaşlamaya başlasa bile yüksek büyüme hızıyla GSYİH’leri arasındaki farkı hızla kapatmakta olduğu başlıca rakibi ABD karşısında sadece dünyanın yeniden paylaşımını talep etmemekte, bunu gerçekleştirmektedir. Bu, Ortadoğu açısından da geçerlidir.

* Mustafa Yalçıner’in Teori ve Eylem dergisinin 64. sayısında yayımlanan “Kaynayan Kazan Ortadoğu” başlıklı yazısından alındı.

                                                       /././

Enerji üzerinden talan ve enerjik siyaset gerekliliği -Yücel Demirer-

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan 2015'te düzenlenen 6. Dünya Enerji Düzenleme Forumunda cumhuriyetin yüzüncü yılı olan 2023'te Türkiye'nin enerjide dışa bağımlılığını sonlandırmayı hedeflediklerini ileri sürmüştü: “Enerjide dışa bağımlılığımızı azaltmaya yönelik çalışmalar kapsamında, özelleştirmeler başta olmak üzere, devletin boşalttığı alanlarda özel sektörün aktif olması için gayret gösterdik.” (Fotoğraf: TCCB)

Adalet ve Kalkınma Partisi yönetimleri Türkiye’de toplumsal yaşamı, siyaset yapma biçimlerini ve ekonomik dinamikleri altüst etti. Bilinçaltında yeni rant alanları icat etmek, yandaşını zenginleştirmek ve seçmeni ekonomik çıkar sağlayarak ikna etmek olan bir siyasal akıl tozu dumana kattı. Bu dönemde, siyasal rıza üretimi süreçlerinde akçalı yöntemler açık ara öne geçirildi.

1980’ler, neoliberal politikaların etkisiyle özelleştirmelerin yoğun olarak yaşandığı bir dönemin başlangıcı olmuştu. Bu eğilimin ilk örneklerinden biri ‘kamu-özel iş birlikleri’ ve ‘özelleştirmeler’ şeklinde enerji alanında başladı. Elektrikte Türkiye Elektrik Kurumunun tekelinin kalkması, özellikle 1990’lardan itibaren dönemin iktidarına yakın aktörlerce bir yolsuzluk imkanına dönüştürüldü.

Bu dönemde özelleştirilen Çukurova ve Kepez Elektrik’in hisselerinin bir bölümünü alan Uzan Grubu, daha sonra küçük hissedarların hisselerini toplayarak kontrolü ele geçirdi. Çok geçmeden bu şirketlerin kaynaklarını kendi grubunun İmar Bankasına boşaltması sürece damgasını vurdu; sonrasını hatırlıyorsunuz, banka battı(!?), Uzan kardeşler başka bir ülkede refah içinde yaşamak üzere kaçtı. Sonradan şirket hesaplarında yapılan incelemelerde, yurttaşlara gönderilen elektrik faturalarının şişirildiği ve tesislere gereken bakımların yapılmadığı ortaya çıktı. Ancak, daha ucuz ve yaygın elektrik sunumu iddiasıyla başlatılan bu kötü deneyimden ders alınmadı. Bu dönemde gerçekleştirilen talanın izleyen yıllarda geliştirilerek model alındığı görüldü. Yakın geçmişte Isparta’nın kış ortasında saatlerce elektriksiz kalmasının sorumlusunun, gerekli bakım ve iyileştirme çalışmalarını zamanında yapmayan dağıtım şirketi olduğu biliniyor. Son olarak Diyarbakır Mardin arasında büyük bir alanın yanmasına, 15 kişinin hayatını kaybetmesine, sayısı henüz bilinmeyen binlerce hayvanın telef olmasına neden olan yangının da dağıtım şirketinin sorumluluğunda olan elektrik tellerinden kaynaklandığı bilirkişi raporunda belirtildi.

Adalet ve Kalkınma Partisi kontrolündeki yıllarda, uzunca bir süredir planlandığını düşündürten adımlarla, enerji sektörü istismara daha da açık hale getirildi. 2004 yılında TEDAŞ’ın özelleştirilmesiyle başlayan süreçte, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarından geride kalan yerli yatırım ve devlet kontrolü altındaki enerji sektörünün yapısı ve dinamikleri darmadağın edildi. Torba yasalara eklenen maddelerle kurumlar parçalandı, faaliyet alanları bölünüp ihale madrabazlıklarına uygun hale getirildi. Elektriğin toptan fiyatının üç katı halktan tahsil edildi.

Yargıtayın ‘kayıp-kaçak ücretlerinin iptali’ kararlarına rağmen kayıp-kaçak bedellerinin tahsilatı sürdürüldü. Bazı dağıtım şirketlerinin yazılımları kırarak üretmediği elektriği satmış gibi gösterdiği görüldü. Kömür madenlerinin ruhsatları elektrik üretme şartıyla özel sektöre devredildi. Enerji sektörü iktidara yakın grupların garantili kazanç elde ettiği bir alan oldu.

Yurttaşlar kamu kurumlarıyla muhatap olduğunu zannederken, en yağmacı kapitalist ortamlarda bile dokunulmayan ve korunması gerektiği düşünülen enerji sektörü özelleştirmeye sonuna kadar açıldı. Petrol, doğal gaz ve nükleer enerji alanları da hükümete yakın sermaye gruplarının kârını gözeten öncelik sıraları içinde yönetildi. 

Bu kontrollü süreçte bir ayağı medya sektöründe olan ve siyasal sistemi ayakta tutmakta rol verilen yandaş sermaye palazlandırıldı. Süpermarket açar gibi enerji santralleri kurduruldu. Temiz enerji kılıfı altında verilen teşviklerle yeni zenginleşme ve sermaye aktarımı alanları üretildi. Özel sektör tekelleri fiyatları sürekli biçimde yukarı doğru çekti. Tarım alanlarını ve kıyıları koruma işlevli kısıtlayıcı hükümler etkisiz hale getirilerek binlerce zeytin ağacı sökülerek, dereler kurutularak yapılan santraller ortalığı kapladı. Dağıtımda daha önce bu alanda faaliyeti bulunmayan birkaç büyük şirket kelimenin tam anlamıyla tekelleşti.

***

Helen Thompson 2022 tarihli, “Disorder: Hard Times in the 21st Century-Kargaşa: 21. Yüzyılda Zor Zamanlar” başlığını taşıyan kitabında İkinci Büyük Paylaşım Savaşı sonrasında kurulan dünya düzeninin çöküşünü jeopolitik durum, uluslararası ekonomik düzen ve demokrasinin uluslararası düzlemde geldiği nokta üzerinden değerlendiriyor. Jeopolitik durumu değerlendirirken özellikle enerji konusuna odaklanıyor. Petrol ve doğal gaza erişim mücadelesinin, uluslararası düzenin kurulması, devam ettirilmesi ve nihayet zayıflaması sürecinde nasıl merkezi bir rol oynadığını gözler önüne seriyor.

Thompson’ın yorumunun anahtarı; fosil yakıtlar, daha genel bir tanımla enerji meselesi ve içinde yaşadığımız ‘zor zamanlar’ın tarihsel ve birbiriyle etkileşim halinde kökleri olduğu. 2016 yılından günümüze uzanan kesitin ekonomik, toplumsal ve siyasal şoklarının nedenlerini tartışırken, enerji alanında, ekonomik bölüşüm alanında ve siyasal alanda yaşanan bozulmanın birbirini nasıl beslediğine ve bir kargaşaya dönüştüğüne ışık tutuyor. Fosil yakıtlı enerji için sürdürülen kuralsız mücadelenin başlattığı ve daha uzunca bir süre bizimle kalacak çıkmazları gösteriyor. Daha önemlisi, sınırlandırılmamış fosil yakıt (Siz bunu enerji diye okuyun) tüketiminin hem siyasal hem de epistemolojik bir istikrarsızlık kaynağı olduğunu hatırlatıyor.

***

Ülkemizde enerji alanının her alt başlığının sınırsız bir yağmaya açıldığı günlerden geçiyoruz. Konuya sadece rant ve yolsuzluk boyutuna odaklanarak değil bütünsel olarak yaklaşılması bir zorunluluk. Yolumuzu açacak dil, enerji meselesini Erdoğan rejimi günceliyle sınırlamayan bir bakışla değerlendirmekten, çıkmazları yaratan sistemik dinamiklerle yüzleşmekten, sermayeye değil de halka gerekli olan enerji miktarını bilmekten, enerji bağımlısı kapitalist üretim biçiminin öncelik sırasına itiraz etmekten, yeni enerji kaynaklarının kilidini açmaktan, kesişen sömürü ilişkilerinin haritasını çıkarma becerisi göstermekten ve olası korkunç sonuçlara dair kuru uyarılar yapmakla yetinmeyip enerji üzerinden sömürüye karşı enerjik bir siyaset kurmaktan geçiyor.

(EVRENSEL)