16 Haziran 2024 Pazar

Birgün KÖŞEBAŞI - 16 Haziran 2024 -

 


Küçük, daha küçük, en küçük…(Atilla Aşut)

“Dilin Kemiği” köşesi, Türkçeye ilgi duyan okur ve yazar dostlarla birlikte yürüttüğümüz verimli bir düşünce alanına dönüştü. Dilseverlerle büyük bir aile oluşturduk diyebilirim. Yıllardır çoğalarak sürüyor birlikteliğimiz. İmece, katılımcılık ve paylaşma, bizim dünya görüşümüzün özünü oluşturuyor. O nedenle çok mutluyum başka yerlerde bu olanağı bulamayan okurların sesine ses olmaktan. Keşke yerimiz geniş olsa da daha sık sunabilsek okur / yazar dostlarımızın değerli katkılarını… 

Bu hafta birkaç dilseverin medya eleştirisi ile benim yanıtlarımı bir arada okuyacaksınız. Hepinize Türkçe tadında bir bayram diliyorum! 

***

“Merhaba Attila Bey

Bazı TV kanallarında ‘Tiny House’ haberleri izledik. 27 Mayıs 2024 tarihli BirGün’ün 2. sayfasında da ‘Bozcaada’da Tiny House Yasağı başladı’ başlıklı benzer bir haber vardı. Sözlük anlamı olan ‘küçük / minik ev’ yerine neden İngilizcesi kullanılır??? 

                                                     “Tiny Hous” da ne ola? (BirGün, 27 Mayıs 2024)

Siz bu  yabancı sıfat tamlaması yerine ne önerirsiniz? Türkçemizde bu evlere ne diyebiliriz? 

Saygılarımla.” 

Halil AYDINCAK  - (Jeoloji Mühendisi) 

                                                            ***

Şimdilerde tüm dünyada “minimalist” (en az, en küçük, küçücük, küçümen, artık hangisini beğenirseniz!)” takılma eğilimi yaygınlaşıyor. Yazın alanında bile bunun yansımalarını görüyoruz. Hız çağında yaşıyoruz ya, uzun yazı okumaya üşenenler için artık “minimal öyküler” dönemi başladı! Bu akıma yakınlık duyan yazarlar, birkaç paragraflık, hap gibi küçümen öyküler yayımlıyor dergilerde. Bunlar için ne kadar “öykü” denebilir, orası ayrı konu… 

Tiny house”lara gelince, değerli okurumuz Halil Aydıncak, adını koymuş zaten: “Küçük ev”. Geçmiş yıllarda TRT’de izlediğimiz bir televizyon dizisinin adı da böyleydi zaten. 

Tiny house”, İngilizce bir tanımlama olarak, şimdilerde moda olmaya başlayan yeni yaşam felsefesine uygun minik yapılar için kullanılıyor. Geleneksel evlerde oturmaktan sıkılanlar, doğa ile iç içe yaşamak için son zamanlarda daha çok bu tip evlere yöneliyor. Durağan ya da taşınabilir türleri de varmış. Bir çeşit tekerlekli ev ya da karavan diyebiliriz sanırım. Bu gidişle kaplumbağalar gibi evlerimizi sırtımızda taşıyacağımız günler de gelecek galiba! 

GÜLÜNÇ YANLIŞLAR! 

“Sayın Aşut, merhaba. Öyle görünüyor ki dil yanlışlarına değinmenin sonu gelmeyecek. Üstelik bir de yerleşen yanlışlar var ki onları düzeltmek olanaksız görünüyor: Süre yerine süreç, karşılık yerine karşın demek gibi. Gülünç diyebileceğimiz örnekler de var: Filancanın mahiyyetinde çalışmış. Çok mütehassıs olmuş. Köşeyazarlarında sıklıkla gördüğüm bir yanlış var ki evlere şenlik: Mütevazılık (göstermiş). Oysa böyle bir sözcük yok. Alçakgönüllülük demeyecekseniz ‘tevazu göstermek’ deyin, ille eski sözcük kullanacaksanız ‘mütevâzıâne’ deyin bari ama sakın mütevâzı yerine mütevâzi (paralel) demeyin, gülünç olursunuz. 

‘Rol model öğretmen’e takılmayayım artık. Çünkü ‘rol modeli’ olmak kolay olmasa gerek. Türkçesi kıt olanlara benim önerim çok basit: Elinizin altında bir sözlük bulundurun. 

Selam ve saygılarımla.” 

Bekir ONUR  - (Emekli Öğretim Üyesi) 

                                                              ***

“ORGANİZE SUÇ ÖRGÜTÜ” 

“Sayın Attila Aşut

Yazılarınızı kaçırmadan okuyorum. Geçenlerde ‘organize suç örgütü’ ifadesinin doğrusunu fotoğraflı olarak yazmıştınız. Bu söylem dilimize ve basınımıza öylesine yerleşmiş ki söküp atamıyoruz! Yazanlar ve konuşanlar da kendilerini düzeltmek için çaba göstermiyor.  

Gazetemiz yazarı Sayın Timur Soykan, 17 Nisan 2024 günkü yazısının birçok yerinde ‘organize suç örgütü’nden bahsediyor. Kendisine ulaşamadığım için size yazıyorum. Lütfen bu yanlış ifadeyi kullanmasın. 

Sağlıcakla kalınız.  

Saygılarımla.” 

Şenel BAŞAR 

                                                             ***

Okurumuzun da belirttiği gibi, bu yanlış tanımlama çok yaygın biçimde kullanılıyor. Biz elimizden geldiğince uyarı görevimizi yapmaya çalışıyoruz ama genç kuşak gazetecilerde doğru Türkçeyi öğrenme konusunda belirgin bir isteksizlik gözlüyorum. Başta İsmail Küçükkaya olmak üzere, çok izlenen kanalların sunucuları da aynı yanlış söylemi sürdürerek gençlere kötü örnek oluyor. 

***

“İÇİN” GİTTİ, “ADINA” GELDİ! 

“Sayın Aşut, 25 Mayıs 2024 tarihli Milliyet gazetesinin spor sayfasındaki ‘Özel Konuklar’ başlıklı haberde, ‘NBA’in efsanelerinden Scottie Pippen de mücadeleyi izleme adına salona geldi’ denmiş. 

Mücadeleyi izlemek için’ yazılamaması, günümüzde muhabirlerin ve editörlerin dilbilgisinin epey gerilerde olduğunu düşündürüyor.     

Saygılarımla.” 

Aziz Naci DOĞAN  - (Yazar ve Düzeltmen)

                                                             /././     

Elbise askısına dolanan milli değerler (Gözde Bedeloğlu)

Milli Eğitim Bakanlığı (MEB), mayısın son günü ‘Mezuniyet Günü Etkinlikleri’ konulu bir genelge yayınladı. Okul müdürlüklerine gönderilen genelgeye göre, mezuniyet etkinlikleri ülkemizin örf, adet ve geleneklerine uygun olacak; milli, manevi, ahlaki ve kültürel değerlerine aykırı olmayacaktı. Etkinlikler için okulların uygun mekan ve alanları kullanılacak, okul dışında mezuniyet töreni gerçekleştirilmeyecekti. Ancak il ya da ilçe milli eğitim müdürlüklerinden onay alınarak yapılabilecek mezuniyet törenleri öğrenci merkezli, birlik ve bütünleşmeyi sağlayan aktiviteler olarak planlanacaktı. 

                                                               ***

Sondan başlayalım. MEB’e göre yeni düzenleme öğrenci merkezli fakat öğrencileri sadece okul içinde yapılacak etkinliklerle sınırlıyor, ki bu Türkiye’de her okulun tören düzenlenebilecek uygun bir sosyal alana sahip olduğu varsayımına dayanıyor. Öğrenci merkezli bakış, çocukların imkanlarını kısıtlamakla değil aksine istek ve ihtiyaçları doğrultusunda artırıp zenginleştirmekle mümkün olur. Diğer yandan MEB’in, etkinliklerin milli, manevi değerlere, örf ve adetlere uygun olarak düzenlenmesi gerektiğine dair yaptığı vurgu sorunlu. Bu tarz muğlak, yoruma açık ifadelerin günün sonunda keyfi karar ve davranışlara sebep olması sıklıkla deneyimlendiği gibi kaçınılmaz. 

                                                          ***

Bunun bir örneği, Kocaeli’nin Gebze ilçesindeki Alaettin Kurt Anadolu Lisesi’nde yaşandı. ‘Kıyafet yönetmeliğine uymayan kıyafetler giydikleri’ gerekçesiyle bazı kız öğrenciler okul bahçesinde düzenlenen mezuniyet törenine alınmadı. Okul yönetimi duruma itiraz eden öğrenci ve ailelerinden özür dilemek yerine karşılarına jandarma dikmeyi tercih etti. Sosyal medyada yayınlanan görüntüler, tartışmanın sebebini kuşkuya yer bırakmayacak açıklıkta gösteriyordu. 

                                                              ***

Muğlak ifadelerle bezeli MEB genelgesini okuyan okul müdürü ve yardımcıları görünen o ki, kız çocuklarının askılı elbiselerini milli ve manevi değerlerimize ters, örf ve adetlerimize aykırı bulmuştu. Çünkü neden olmasın? Milli ve manevi değerler başlığı altında dayatılan her kural muhatabına yorumlama fırsatı ve kendi ya da mensubu olduğu cemaatin ahlak tanımı çerçevesinde uygulama kolaylığı tanıyor. İdarecinin vizyonu nereye kadar uzanabiliyorsa izin de yasak da ancak bu sınıra göre belirleniyor. Gençlerin vaktinden ve neşesinden çalan bu kaosun orkestra şefi ise de elbette MEB.  

                                                                 *** 

Milli kültür, değer, örf, adet ve geleneğe uygunluk kriterleri kız çocuklarının askılı elbiseleri üzerinden belirlenip toplumsal huzur, barış ve sigortası olan laiklik aşındırılmaya çalışıladursun, Türkiye’de çocuk işçiliği, çocuk emeği sömürüsü almış başını gidiyor. TÜİK verilerine göre, 2023 yılında derin yoksulluk içinde yaşayan çocukların oranı yüzde 33. Yoksulluk sebebiyle eğitimden kopan çocuklar fiziki, sosyal, duygusal ve zihinsel gelişimlerini sekteye uğratan; yaşları ve bedenleriyle uyumsuz, bilgi ve deneyimlerini aşan ağır işlerde çalışmak zorunda bırakılıyor. 

                                                              ***

İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Meclisi’nin (İSİG) 11 Haziran’da yayınladığı son rapora göre, 2013’ten bugüne en az 695 çocuk işçi hayatını kaybetti. Bir MEB projesi olan Mesleki Eğitim Merkezleri (MESEM) aracılığıyla, ortaokulu bitiren öğrencilerin örgün eğitimden koparılarak haftanın dört günü bedava işgücü olarak patronların sömürüsüne sunulmasını eleştiren İSİG’in raporunda ayrıca yoksul ailelerin çocukları için MESEM tercihinin bir zorunluluğa dönüştüğü vurgulanıyor. 

                                                                  ***

Geçen ay, mesleki eğitim veren kurumlarda çalıştırılırken ölen çocuk işçi sayısındaki artışın nedenlerinin araştırılması için CHP tarafından meclise sunulan önerge AKP ve MHP oylarıyla reddedilmişti. Çocukların, mezuniyet törenlerine askılı elbiseyle katılmasını değil, yoksulluğun pençesinde, ağır iş kollarında çalıştırılırken ölmesini kendine milli dert edinecek bir iktidara ihtiyacımız var.

                                                               /././ 

Neoliberal merkezin krizi (Güven Gürkan Özkan)

Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor.

AB içindeki kaygan politik zemin, hem neoliberal kapitalizminin krizine dair ilginç veriler sunuyor hem de Batı’daki aşırı sağın söz konusu krizden nasıl beslendiğini gözler önüne seriyor. Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinin neticelerini bu çerçevede değerlendirmek mümkün. Seçimlerin en net sonucu, aşırı sağ partilerin Avrupa’nın merkez ülkelerinde elde ettiği zaferden zafere koşması. Özellikle Almanya ve Fransa’da aşırı sağa giden her ilave oyun AB bünyesinde çarpan etkisi yarattığını hesaba katarsak karşımızdaki tehlikenin küçümsenmeyecek cinsten olduğunu pekâlâ ifade edebiliriz. AP’nin içindeki matematiksel dağılımın radikal bir değişim geçirmemiş olmaması, bu durumun vahametini ortadan kaldırmıyor. 

2024 AP seçimleri, bir öncekine nazaran farklı bir politik-ekonomik atmosferde gerçekleşti. Evvelki seçim sürecinde 2008 ekonomik krizinin artık geride kaldığı, yeni bir refah dönemine geçilebileceğine dair umutlar dolaşımdaydı. Liberaller, yeşiller ve sosyal demokratlar AB projesinin demokratik bir güç merkezi olarak tahkim edilebileceğini varsayıyordu. Ancak Covid-19 Pandemisi ile birlikte bu varsayımlar yerle yeksan oldu. Pandemi neoliberal kapitalist düzendeki mevcut sorunları görünür kıldığı gibi yeni sorunları da beraberinde getirdi. Neoliberal düzen bildiği yöntemlerle krizi atlatamadı, düzenin asli parçası olan merkez sağ ve sol siyaset de toplum nezdinde ikna edici özelliklerini yitirme konusunda adeta bir yarışa girişti.  

Almanya’da AfD’nin ikinci parti haline gelmesi, Fransa’da Le Pen’in partisi RN’nin Macron ile özdeşleşen koalisyonu tehdit etmesi, İtalya’da Meloni’nin yükselişini sürdürmesi, buna mukabil yeşillerin, liberallerin hatta sosyal demokratların gerilemesi temsili liberal demokratik süreçlerde yaşanan sıradan bir “yol kazası” değil, bu doğrudan neoliberal kapitalizmin türettiği bir kriz. Üstelik gün geçtikçe derinleşiyor ve patlamaya hazır bir kazan haline geliyor.  

Avrupa merkez sağı, bir yandan aşırı sağa karşı kendini en güçlü alternatif olarak sunmaya çalışırken bir yandan da çok temel meselelerde aşırı sağın siyasi söylemine meyleden bir çizgi izliyor. Böylelikle iklim krizinden göçmen meselesine kadar birçok başlıkta daha önceleri radikal çıkışlar olarak algılanan argümanlar siyaset sahnesinde normalleşiyor. AP seçimlerinden avantajla çıkan aşırı sağ partiler, her ne kadar tüm konularda aynı çizgide olmasa da neoliberalizmin krizinin yarattığı öfkeyi benzer bir biçimde manipüle edebiliyorlar. Bilhassa geleceksizlik korkusu yaşayan genç Avrupalı erkeklere ve her geçen gün yoksullaşan ücretlilerin en kırılgan kesimine hitap ederek destek topluyorlar. Bu esnada düzenin kendisini değil ama yarattığı sonuçları birer sebep olarak kodlayarak aslında düzenin devamına hizmet ediyorlar. 

1990’lardan bu yana emeğin, sınıfın taleplerinden uzaklaşan sosyal demokratlar düzene karşı yükselen sesleri kendi hanelerine yazdıracak, bunu politik bir ivmeye dönüştürebilecek bir siyasi ufka sahip değil. Talepleri ehlileştirmek ve kitlelerin politik bağlarını temsili mekanizmalar içerisinde tutmaya çalışmak Avrupa solunun yerinde saymasına neden oluyor. Sosyal demokratların ve yeşillerin piyasacılığı tartışma dışında tutan tutumlarının, ekonomik sorunlara göçmenleri sınır dışı edelim, iklim yatırımlarını feshedelim gibi “radikal” çözümler öneren aşırı sağın ekmeğine yağ sürdüğü aşikâr. Üstelik yeşillerden sosyal demokratlara kadar farklı aktörler, Ukrayna Savaşı ve Gazze katliamı gibi çok hayati konularda antimilitarist bir siyaset izlemekten özenle kaçınarak neoliberal düzene cansuyu veriyor.  

AP seçimleri belli ki bu sefer Fransa’dan Belçika’ya birçok örnekte iç politikayı doğrudan etkileyecek bir tablo yarattı. Macron’un Meclisi feshettiği Fransa’da solun bir cephe halinde aşırı sağ ile mücadele etmesi gibi girişimler bir yana, Avrupa’nın ilerici güçlerinin bu seçim sonuçlarını nasıl analiz ettiği, toplumsal taleplere ne kadar yüzünü dönebilecekleri merak konusu. Bu süreçten Türkiye’deki siyaset adına da çıkarılacak dersler var. Yoksullaşan, ötekileştirilen, ikinci sınıf vatandaş yerine konan milyonlarca yurttaşın öfke ve taleplerini gerçekçi bir siyasi çizgide, güçlü bir biçimde dillendirmek içinde yaşadığımız siyasi ve iktisadi buhrandan çıkış için tek çare.  

                                                                /././

Sınıfsal vergileme işbaşında (Oğuz Oyan)

Aslında Şimşek’in tasavvurlarını aşan gelişmeler yaşanmakta. Erdoğan-Özel görüşmesinden iktidara ve Şimşek’e büyük destek ikramiyesi çıkmış durumda.

Hazine ve Maliye Bakanının aklına vergi gelmiş ama sermayeyi vergilemek gelmemiş! Neden acaba? Baştan söylemiş olalım, bu yazı bunun üzerine.  

Sermayeyi vergilendirmek? 

Önce bir yanlış kavrayışı düzelterek başlayalım. ABD’nin sayıları bir elin parmaklarını geçmeyen bazı süper milyarderleri arada bir "bizi niçin daha iyi vergilendirmiyorsunuz?" çıkışını yaparlar. Buna bakarak sermayenin kendisini de hedef alan hatta servet vergilerini de kapsayan bir vergilendirmeyi istediği yorumu yapılabilir mi? Başka açıdan, marjinal da olsa kimi sermayedarlar böyle pozisyon alabildiğine göre, sermayenin daha fazla vergilendirilmesini talep etmek pek de sistem karşıtı olmayabilir yani sol bir tavır sayılmayabilir mi?  

Buna tekrar dönmeden önce şunu belirtelim: Multimilyarderlerin bu çıkışları bir gösteriden ibarettir; bunun bir yere varmayacağının farkındadırlar. ABD Gelir İdaresi’nin (IRS) bu beyanlara bakarak milyarderleri veya süper milyarderleri daha ağır vergilendiremeyeceğini bilirler. Bu, yasamanın konusudur. Çift meclisli ABD sisteminden sermaye aleyhine vergi düzenlemeleri geçirmek ise olanaksıza yakındır. Öncelikle Kongre’de etkin uzantıları olan sermayenin geniş bölümleri böyle bir tasarıyı hemen bloke ederler. Birkaç süper milyarderin şımarık hezeyanlarına göre davranmayacakları bilinir. 

Öte yandan, bu yanlış varsayımdan yola çıkıldığında, Türkiye (ve dünya) pratiğinde sermayenin vergilendirilmekten şiddetle kaçındığını ve kendisini birazcık kapsama alabilme ihtimali olan tasarılardan bile (1998 tarihli Temizel yasasını anımsayalım) dehşetli ürkerek hemen sınıfsal reflekslerini harekete geçirdiğini saptamanız zorlaşır (Bu konuda bkz. "Sermaye Düzeninin İşleyiş Tarzı" başlıklı yazımız, BirGün Pazar, 23 Temmuz 2023).  

Dolayısıyla bu tür fantezilere dayanarak solun mücadele gündemi belirlenemez. Tam tersine, bu tür yanlış konumlanmaların sol cenaha bulaşmaması için uyanık olunması gerekir. Emek-sermaye çelişkisini hafifleteceği veya öyle göstereceği, emekçilerin sınıfsal nefretini törpüleyeceği gerekçesiyle sermayenin daha ağır vergilendirilmesini gündeminden çıkarmaya kadar götürebilir. Bir kere bu yola girilince bunun nerede duracağı da bilinemez: Asgari ücret artışını, emekli maaşları artışını talep etmek de sistemle olan keskin çelişkileri yumuşatmaya hizmet etmez mi? Peki, bunların mücadelesi verilmeyecekse kitle tabanı nasıl kazanılacak? Daha ötesinde, sendikaların TİS mücadeleleri de aynı kapsama girmez mi? (Elbette, sendikaların bir işlevi de sınıf uzlaşmasıdır. Ama bu nedenle bu mücadele alanı terkedilebilir mi? Yapılması gereken, sendika yöneticilerinin ücret sendikacılığına –ve daha da kötüsü, iktidar sendikacılığına– hapsolmalarına karşı tavır ve alternatif geliştirmek olmalıdır). 

Türkiye’de dolaysız vergilerin payı 40 yıl önce yani Özal döneminin başında yüzde 58,2’dir. AKP döneminde yüzde 30’a kadar gerilemiştir. Bunu isteyen ve yaptıran sermayedir. Bunun tersine döndürülmesi ise sermayeye rağmen yapılmak zorundadır. Sermayeyi kayıran vergi istisna ve muafiyetlerinden (sadece 2024 yılında 2,2 trilyon TL), gelir vergisinin bile bir ücretliler vergisine dönüştürülmesinden hiç bahsetmiyorum bile... 

Peki, vergi ayağı olmayan kamuculuk talepleri boşluğa düşmez mi? Sonuçta her kamuculuk talebi, kamu harcamalarının/hizmetlerinin ve devletin üretici faaliyetlerinin emek lehine yeniden düzenlenmesi anlamındadır. Ama bu da ister istemez sistemin çelişkilerini yumuşatmaya götürüyor diye mücadelesi verilmeyecek mi? Kaldı ki, daha fazla kamuculuk için gelir/vergi sisteminin de aynı yönde (sermaye aleyhine-emek lehine) dönüştürülmesi gerekir. Bu da ancak emekçi sınıfların bütçe ve vergi sistemine dönük taleplerini temel birer mücadele başlığına çevirmeleriyle olabilir. 

Erdoğan ve Şimşek Esasta Ne Tasarlıyor? 

Aslında Şimşek’in tasavvurlarını aşan gelişmeler yaşanmakta. Erdoğan-Özel görüşmesinden iktidara ve Şimşek’e büyük destek ikramiyesi çıkmış durumda. Bugünkü 24 Ocak türevi politikaları uygulamak için zaten 12 Eylül askerî darbesi türü bir desteğe ihtiyaç olmadığını daha önce yazmıştık; AKP’nin sivil darbe rejimi tüm kitlesel sendikal ve siyasal muhalefeti baskıladığı veya yanına çektiği için buna gerek yoktu.  

Nitekim şimdi artık Şimşek ile CHP "ekonomi kurmayları" bir araya gelip neoliberal programı birlikte tartışacaklarına göre, iktidarın sermaye lehine uygulamakta olduğu "darlık iktisadına" muhalefetin itirazları baştan elenebilecek demektir. Esasen "Altılı Masa"dan biliyoruz, ana muhalefetin neoliberal programın alternatifi olabilecek bir yaklaşımı yoktu. Temelden itiraz yerine şuradan buradan bazı sosyal soslar eklenmek isteniyordu. Yeni yönetimde de bunun dışına çıkılabileceğinin işaretleri alınmadı. Şimdi eğer Şimşek ile istişareler bir sonuca bağlanmaz ve anamuhalefet bu görüşmelerden çekilirse, iktidar gene istediğine ulaşmış olacaktır: Uyguladığı programın meşruluğunu sağlamış, kitlesel tepkilerin önünü kesmiş ve ana muhalefeti "mızmızlıkla" ve "ülkenin ortak sorunlarına çözüm aramaktan yan çizmekle" suçlayabilecek bir konuma yerleşmiş olacaktır. 

"Ülkenin ortak sorunları ve çıkarları" denilince akan suların durması gerekir çünkü. Burada "ülkenin" yerine "sermayenin" sözcüğü konulursa herşey yerli yerine daha iyi oturur. "Partiler-üstü" denilen siyaset tam da budur. Sistemin (sermaye düzeninin) çıkarları esastır. Sermaye (iç ve dış), AKP-CHP arasında en azından neoliberal iktisadi politikalar ile Atlantikçi ve AB’ci dış politikalarda mutabakat olmasını arzu eder ve bunun dışına çıkışları ideolojik olarak mahkûm eder. Din devleti kurulması ve otoriter rejimin hegemonyasının pekişmesi gibi kültürel-yönetsel alanı ilgilendiren konularda sermaye içi farklı görüşler olabilir, ama en nihayetinde bir yerlerde buluşulabilir. Sermayenin Erdoğan-Özel buluşmasını desteklemesinin hatta zorlamasının altındaki asıl nedenler ise, sayılan ekonomi ve dış politika tercihlerinde uzlaşmanın sağlanmasıdır. 

Vergi Önerileri Neleri Kapsıyor? 

Şimdiye kadar ortaya somut bir yasa teklifi çıkmış değil. Ancak bazı düzenlemeler CB Kararı’yla da yapılabiliyor. Örneğin Çin malı otomobillere konulan gümrük vergilerinin, elektrikli araçlar dışındaki içten yanmalı ve hibrit motorlu araçlarda da yüzde 40’a çıkarılması bu kapsamdadır. Burada mali amaçtan ziyade sermayenin talepleri doğrultusunda ekonomik amaç (korumacılık ve dış açığı düşürme) ön plandadır. 

Borsa İstanbul’daki işlemlerden onbinde 1-2 vergi alınması düşüncesinin bile kopardığı gürültüye bakılınca, sermayenin direnci hafife alınmamalıdır. Kaldı ki, (i) kâr-zarar edene bakılmaksızın işlemden vergi alınması daha fazla tepki çeker; kazançtan daha yüksek oranlı (yüzde 2 gibi) vergi alınmasına dönülebilir. (ii) her durumda toplamda 4-5 milyar TL vergi için bu çabaya değer mi tartışılır (Kripto para işlemlerine vergi konulmasıyla belki rakam daha yukarı çıkabilir). Oysa 2,2 trilyon TL’lik vergi harcamalarında ayıklama daha verimli sonuçlar verir. Şimşek’in sermayeden çok ücretli lehine kimi indirimlere göz dikmesi şaşırtıcı olmaz.  

Torba düzenlemelerde asıl ağırlığın gayrimenkul alanında olacağı anlaşılıyor. GYO kazançları için tanınan kurumlar vergisi istisnasından vazgeçilebilecek mi göreceğiz. Gayrimenkullerdeki değer artışlarının 5 yıllık süreye bakılmaksının gelir vergisine tabi tutulması düşünülüyor; ancak bu, geniş kitleye yük getirecektir. "Tapudaki devirlerde gerçek piyasa/satış değerine geçilmesi" zaten yapılması gerekli bir düzenlemeydi, ancak tapu harcı oranları aşağıya çekilmezse muvazaalı satışlar gene yüksek olabilir. 

Şimdi de CHP-AKP görüşmelerinden yeni vergi paketine ilişkin ortak bir çalışma yapılması beklentisi oluşmuş durumda. Buradan ne çıkar izleyip göreceğiz. Her durumda Torba teklifin Ekim’e sarkan düzenlemeleri artacak demektir. 

(BİRGÜN)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder