16 Haziran 2024 Pazar

Cumhuriyet KÖŞEBAŞI (16 Haziran 2024)

 

Yaşlı bir nineden hikâyeler (Işıl Özgentürk)

Sevgili okurlarım dokuz günlük bayramın ilk günü. Bu bayramı hiç sevmem. Çünkü tüm ülke kan kokar ve bir telaş kesilen kurban etleri derin dondurucuya özenle yerleştirilir. Elbette kurban parasını çeşitli yardım kuruluşlarına bırakanlar da vardır. Ama ne yazık ki büyük çoğunluk en az altı aylık etini kendine saklar. Yıllar önce bir caminin girişindeki pankartı anımsıyorum: “Bir kurban kes ve günahlarından kurtul!”  Kıyak iş değil mi hem yıllık etini garantiye alacaksın hem de günahların silinecek.

Canım oldukça sıkkın çünkü bir bayram sevinciyle gelen CHP’li belediyeler tasarruf genelgesine uymak için pek çok ilde, ilçede kültür işlerine ayrılan ödeneği hiç acımazca, yıldırım hızıyla kestiler. Tarsus Belediyesi tiyatroyu dağıttı ve oyuncuları bahçe işlerine verdi, Nilüfer Belediyesi tiyatrosuna emek vermiş, ileri götürmüş yöneticisine yol verdi. İzmir’de iki yıldır yapılan çok başarılı tematik bir festival olan uluslararası film ve müzik festivalinin bu yıl yapılıp yapılmayacağı belirsizliğini koruyor. Ben de bu tasarruf önlemlerinden payımı aldım. İzmir’de üç yıldır yaptığım “Hadi Bir Film Yapalım!” başlıklı kısa film atölyesini sanırım artık yapamayacağım. Üstelik atölye çalışanlarıyla yaptığımız “Savaş Bir Film Değildir”  filmi uluslararası bir dakikalık yüz filme seçilmiş olmasına ve dünyanın her yerinde İzmir Büyükşehir Belediyesi’ni temsil etmesine rağmen. Bu davranış beni öylesine üzdü ki usuldan kendimi ölümü bekleyen yaşlı bir nineye benzetmeye başladım. Bu arada Uluslararası Altın Koza Adana Film Festivali, yedi yıl boyunca yaptığım ve mutlaka bir kısa bir film çektiğimiz atölyemi de “Konsept değiştiriyoruz”  diye yok saydı. Ah canım ciğerim Kadir Beycioğlu bu kadar erken niye gittin? Gelelim Kadıköy Belediyesi’ne. Yaşamımı sürdürdüğüm Kadıköy’de, Selami  başkan zamanında 10 yıl devam ettirdiğim, her meslekten, her yaştan 125 kişinin emeğiyle otuza yakın kısa film çektiğimiz atölyemi yeniden oluşturmak için yaptığım başvurular Kadıköylü sanatçıları pek sevmeyen belediye başkanları ve yardımcıları tarafından yanıt bile verilmeye değer görülmedi.

Bu arada çok sevindiğim bir şey oldu. 9 Haziran’da gazetemde yazdığım “Yalan yok doğduğum ülkeyi özlüyorum” yazısına pek çok okurumdan kendi hayatlarını, çocukluklarını anlatan hikâyeler geldi. Bende hemen bir kitap yapma fikri doğdu, sevgili dostlarım üşenmeyin çocukluk hikâyelerinizi bana gönderin, hep birlikte  “Yalan Yok Doğduğum Ülkeyi Özlüyorum! başlıklı bir kitap yapalım.

Hadi bir de anımı anlatayım: Sevgili okurlarım o günlerde İran’dayım, İran’da kadınların şarkı söylemesi yasaktır. Neden kadınlar? Bunu çevremdeki herkese sordum, “Öyle” dediler. Sonra gizlice bir eve gittim. Evde pencereler kapalıydı, ışık yoktu, birkaç mum geniş bir odayı aydınlatıyordu. Demli çaylarımızı içerken yaşlı bir kadın geldi, bir mindere oturdu ve yumuşak bir sesle, sanki insanlığın ilk zamanlarından beri dünyayı dolaşan tuhaf ve etkileyici bir şarkıya başladı. Kadın arka arkaya birkaç şarkı söyledi, öyle yorulmuş, öylesine kendinden geçmişti ki bir süre sonra iki genç kadın onu kollarından şefkatle tutup odadan çıkardılar.

Kadın gittikten sonra ışıklar yandı, pencereler açıldı. Ve anlattılar, kadın önemli bir halk şarkıcısıymış, şarkı söylemesi yasaklandığından beri yemeden içmeden kesilmiş. Ona zorla yemek yedirmeye çalışıyorlarmış, şarkı söylediği günler yemeği kabul ediyormuş, sadece şarkısını söylediği günler.

Ben dehşet içinde kalmıştım. Ansızın kendi ülkem aklıma gelmişti. Ülkemde Grup Yorum’un elemanları şarkılarını söylemek için ölüm orucuna yatmışlardı. Ve ölümler olmuştu. Birden koşarak yaşlı kadının yattığı odaya girdim ve ona sarılıp hiç utanmadan hüngür hüngür ağladım.

İşte bu kadar, nineniz el öpmeye gelenleri bekliyor.

Not: Sanılmasın ki ben bu atölyelerden çok para kazanıyorum. Kısaca atölyeler için harcanan para az kişilik bir belediye yemeği kadar. Ayrıca bu satırların yazarı cümle belediyeler tarafından aforoz edilmeyi göze almıştır.

Bir de teşekkür: Ciddi bir rahatsızlığımı özenli bir biçimde tedavi eden, Afyon Klasik Müzik ve Caz Festivalleri’nin sağlık sponsorluğunu da yürüten kurumun başkanı Mustafa Arabacı’ya ve beni şefkatle kucaklayan tüm hekimlere, hemşirelere teşekkür ederim.

                                                        /././

Avrupa’da aşırı sağ geliyormuş vah vah! (Miyase İlknur)

Hay Allah! Ne öngörülmez bir durum. Avrupa sosyal demokrat ve merkez partileri ayvayı yedi mi şimdi? Avrupa’da kıyamet koparsa ya?...

Baba Erenlerin dediği gibi “Kopsun imanım kıyamet. Kopsun da dünyanın altı üstüne gelsin. Belki de altı üstünden daha iyidir.”

Avrupa solu ayvayı çoktan yemişlerdi. Sadece yedikleri ayvanın nelere yol açtığını defi hacet yaparken fark ettiler.

Aslında bu yedikleri ikinci ayva. İlkini Birinci Dünya Savaşı’nda yemiş ve II. Enternasyonal’in dağılmasına yol açmışlardı. Avrupa solunun ünlü liderleri Basel ve Stuttgard kararlarına ihanet edip kendi burjuvazi sınıfının peşine takılarak yaptılar.

Özellikle Alman, Fransız, Belçika sol partilerinin önderleri, emperyalizmin birinci paylaşım savaşını “vatan savunması” kılıfı ile meşrulaştırdılar.

Savaşın yol açtığı tahribat kendi tabanlarını vurunca ayıldılar ama atı alan Üsküdar’ı geçmişti. O saatten sonra başlattıkları “Savaşa hayır” kampanyalarına kulak asan olmadı. Egemelerin çıkarlarının devletler hukukuna dönüştüğü ve yenilen devletlerin bileği bükülerek imzatılan antlaşmalara bir tek Ankara’da kurulanan Büyük Millet Meclisi karşı çıktı ve Osmanlı tarafından imza atılan Sevr Antlaşması’nı verdiği mücadele ile yırtıp attı.

Ülkelerinin kölelik antlaşmalarına imza atan devletlerin yoksullaşan insanları milliyetçiliğe sarıldı ve başlarında Mussolini ve Hitler gibi çılgınları getirdi. Bu da İkinci Dünya Savaşı’nın yolunu açtı.

Bundan ders almayan Avrupa solu, bu kez de Doğu Bloku yıkılınca neoliberalizmin kayığına bindi. İlk kez Birinci Körfez Savaşı’nı başlatan baba Bush’un ağzından duydukları “Yeni Dünya Düzeni”ne biat ettiler.

HANİ YENİ DÜNYA DÜZENİ HER ŞEYE KADİRDİ?

Bush, Yeni Dünya Düzeni’ni cicili şeker kâğıtlarına sarmalayarak sunduğu BM konuşmasında şunları söylüyordu: “ABD Pax Amerikana peşinde değildir. Ancak bir evrensel barış peşinde olacaktır. Demokrasi ile serbest piyasa ekonomisi bir bütündür. Birinin olmadığı yerde ötekisi olamaz. Bilgi devriminin despotizmi ve izolasyonu yerle bir etmesiyle malların ve düşüncelerin serbest dolaşımı gerçekleşecektir. Devletin gücünü sınırlayıp, bireyin önünü açarsak bilgi iletişim çağı özgürlük çağına dönüşebilir.”

Fukuyama da dünyanın sonunun geldiğini ilan ettiğine göre artık emeksermaye çelişkisine direnmek anlamsızdı.

Birey özgürleşecek, otoriter yönetimler yerle bir olacaktı.

Peki BOP planı nereye koyacağız?

Bu BOP planı BAAS yönetimlerini hedef alıyor da Suudi ve Körfez şeyhlerine ilişmiyordu?

ABD ve İngiltere, herhalde bu ülkelerin vatandaşlarını Körfez ülkelerin vatandaşlarından daha çok seviyor olmalıydı.

Avrupa’nın insan haklarına önem veren ülkeleri de bu savda olmalıydı ki itiraz bir yana destek vermekte tereddüt etmediler. Akıllarına, “Bu ülkelerin serbest piyasa ekonomisi önünde engel oluşturduğu için olabilir mi” diye sorgulamak gelmedi. Ha bir de İsrail’in frenlediği gerçeğini tabii.

SOSYAL DEVLETLE BİRLİKTE SİZ DE ÖLDÜNÜZ

1990’lı yıllarda devletin gücünü sınırlamak modasına sosyal demokrat partilerin iktidarda olduğu ülkeler de uydular. Özelleştirme furyasına kayıtsız kalamazlardı. Sosyal devlet de ne ola ki?

Öyle ya; bilgisi olan ve bilgiyi iyi kullanan bireyin zaten sosyal devlete ihtiyacı olmazdı. Hem Tony Blair de İngiltere İşçi Partisi’nin yörüngesini liberalizme doğru kırarak seçim başarısı elde etmemiş miydi?

Bir COVID-19 salgını ve yerle bir ettiği ülkelerin insanların Avrupa’ya akını neoliberalizmin cilalarının dökülmesine yetti.

Sığınmacılar yüzünden aşırı sağ yükseliyormuş. O sığınmacıların yollara dökülmesine sizin payınız yok değil mi?

Ne sandınız; sermaye ve bilgi sınırları aşacak ama insanlar ülkelerinin sınırlarını aşamayacak öyle mi?

Ektiğinizi biçiyorsunuz.

                                                                /././

Acıyan bize acısın...(Özdemir İnce)

Avrupa Parlamentosu (AP) seçimlerinden sonra ülkemiz gazetelerinin attıkları manşetleri gördükçe ve dürendiş (uz ve öngörülü) köşemenlerini okudukça kimi zaman kahkahayla gülüyor, kimi zaman da sakalımı sıvazlıyorum. 11 Haziran 2024 tarihli Hürriyet gazetesinin cafcaflı birinci sayfa manşetine göre, kal neymiş, Avrupa’nın “beş kâbusu” varmış da bunlar Marine Le Pen (Fransa), Tino Chrupalla-Alice Weidel (Almanya), Geert Wilder (Holanda), Tom Van Grieken (Belçika), Herbert Kickl (Avusturya) imiş.

Böyle abartılar var! Bu beş kâbus iktidara gelseler de ülke siyasetlerinde köklü bir şey değişmez. Sadece seçmenler kendi partilerinin iktidara gelmesinden ve gelmemesinden dolayı değişik tepkiler gösterirler. Hiçbir seçmen “İmdat! Yandık, mahvolduk!” diye haykırmaz. Lakin, aşırı sağı ülkelerine yakıştırmayanlar Fransa’da olduğu gibi gösteri yapar. Bu yazdıklarım kimilerine atmasyon gibi gelebilir ama bekleyin ve görün. Ancak bir ricam var: Yazımı okurken kafanızdan R.T. Erdoğan ve tarikatını eksik etmeyin!

Kâbus gören beş ülkeyi tanıma sıralamam şöyledir: Fransa, Belçika, Almanya, Hollanda ve Avusturya. Ben sadece durumun vaziyetini irdelemek için bir frankofon Türk olarak Fransa’yı örnek alacağım. Marine Le Pen Fransa anayasasının aşağıda yazılı maddelerine karşı olduğunu kesinlikle açıklamamıştır:

Madde 1: Fransa bölünmez, laik, demokratik ve sosyal bir cumhuriyettir. Fransa köken, ırk veya din ayrımı yapılmaksızın bütün vatandaşların kanun önünde eşitliğini sağlar. Her inanca saygı duyar.

Madde 2: Cumhuriyetin düsturu “hürriyet, eşitlik, kardeşlik”tir. İlkesi: Halk tarafından, halk için halk hükümetidir.

Madde 3: Milli egemenlik Fransız halkına aittir. Halkın hiçbir parçası ve hiçbir fert milli egemenliğin kullanılmasını kendisine izafe edemez.

Marine Le Pen, 1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’ne karşı olduğunu kesinlikle dile getirmemiştir. Ayrıca 1789 Devrimi’nin bütün ayrıcalıkları (imtiyazları) elinden alınan kilise ve ruhban sınıfının haklarının iadesine dair herhangi bir girişimde bulunmamıştır.

Fransa’da 1905 yılında devlet ve kiliseyi birbirinden tamamen ayıran yasal düzenleme gereği devlet okullarında din eğitimine yer verilmemektedir. Fransa’daki bu uygulama Müslüman toplumun devlet okullarında din eğitimi alabilme/yapabilme özgürlüğünü de sınırlandırmaktadır. Marine Le Pen’in bu maddeye karşı olduğu ve bizim imam hatip okullarına benzer okul açılmasını istediği duyulmamıştır.

Fransa’da Marine Le Pen’in programının sağın ve solun ötesine geçtiğini ve neredeyse sosyalist önlemler içerdiğini iddia edenler vardır. Küreselleşmeden nüfusun üçte ikisinin yararlanmadığını söylüyor. Sosyal kurumlar kısıtlanacak ve genişletilmeyecek ve yeniden dağıtımdan ziyade ulusal gücün hizmetine sunulacak: Yabancılara yapılan harcamaların azaltılması (8 milyar tasarruf umuluyor); sosyal güvenlik dolandırıcılarını avlamak (14 ila 40 milyar arasında)…

1920 ve 30’ların ulusal ve uluslararası özel koşullarının ürünü olan Salazar (Portekiz), Franco (İspanya), Mussolini (İtalya) ve Hitler (Almanya) örneklerinin bugün bu ülkelerde tekrarlanması olanaksız. Aynı şeyi eski Varşova Paktı ülkeleri için aynı kesinlikle söyleyemem ama Avrupa Birliği içinde yeni bir Stalin, yeni bir Hitler çıkartmaları çok zor.

Beni şaşırtan, AKP&MHP’nin aşırı sağ, faşist ve İslamcı iktidarına alkış tutanların ülkemizi uyarmaları. Fransa vatandaşı olsaydım Jean-Luc Mélenchon’un “Boyun Eğmeyen Fransa” (La France Insoumise) Partisi’ni desteklerdim ve Fransız halkının 1789 Devrimi’ne bağlı Marine Le Pen’in güçlenmesi karşısında da karalar bağlamazdım.

Avrupa’da yasal koşullarda çalışan Türkler için hiçbir sorun çıkmaz. Bir, uyum sağladıkları için; iki, Avrupa’nın emeklerine ihtiyacı olduğu için. İslamofobi Türklere yönelik değil, işsiz güçsüz, uyumsuz Araplarla, Afganlarla, Pakistanlılarla ve Afrika Müslümanlarıyla ilgili. Bizimkiler de onlardan şikâyetçi.

Ağalar, beyler ve efendiler, Hürriyet gazetesininin AB’nin “beş kâbusu” ilan ettiği siyasal partiler, bizim partilerle karşılaştırılırsa CHP, sol, sosyalist ve komünist partiler dışında kalan partilerin tamamının solunda kalırlar. “Beş kâbus”la bizi korkutacağınıza, Türkiye’yi içinde yaşadığı İslamofaşist cehenneminden kurtarmak için ter dökenlerin saflarına katılın!

Gelişmiş ülkeleri ve ülkemizi tehdit eden yabancı göçmen saldırısı bir başka yazının konusudur.

(Cumhuriyet)

                                        


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder