16 Haziran 2024 Pazar

soL KÖŞEBAŞI (16 Haziran 2024)

 


Ruhunu bunlara teslim etme Sunay Akın (Erkan Yıldız)

Borsayla, yatırımla işim yok. Muhtemel ki bu kitaptan da haberim olmayacak ve bunca şeyi yazmak zorunda kalmayacaktım. Ta ki sosyal medyada Sunay Akın'ın paylaşımı önüme düşene kadar.

Türkiye'nin ilk borsa aracı kurumuymuş. Başta İş Bankası olmak üzere, 13 bankanın ortaklığıyla kurulmuş bu şirket 48 yıldır biriktirdiği deneyimlerden faydalanmamızı bekliyormuş. Son teknolojiden faydalanıp, yenilikçi bir perspektifle aklınızı başınızdan alıyorlarmış.

Şirketin adı Yatırım Finans. İnsanlara hayal satıp karşılığında zenginliklerine zenginlik katıyorlar. 13 banka ve 48 yıllık deneyimle Sülün Osman'ın yaptığı işe kurumsallık katmışlar. Benim anladığım bu.

Şirket, şimdilerde çocuklara gözünü dikmiş durumda. Karne tatili hediyesi olarak dağıtılmak üzere bir kitap hazırlatmışlar. Kitabın tanıtım bülteninde şöyle ifadeler geçiyor. 

“Her yaştan yatırımcının sermaye piyasalarına ilgisini çekmeyi ve Türkiye’de finansal okuryazarlık bilincini geliştirmeyi amaçlayan Yatırım Finansman, ‘Ağaç yaşken eğilir’ diyerek çocukları borsayla tanıştırıyor. “

MEB marifeti, MESEM eliyle çocukların istismar edildiği, katledilği, tarikatların, uyuşturucu baronlarının gölgesinin çocukların üzerine düştüğü yetmiyormuş gibi şimdi de hayal tacirleri eliyle çocukların zihni iğdiş edilmeye çalışılıyor. Çocukların “finansal okuryazarlıklarının” ilk adımı olarak düşünmüşler bu kitabı. Daha geçen gün 12 yaşında bir “işçi” çocuğun asansör kapısında sıkışarak öldüğü, çocukların okula aç gittiği bir ülkede, utanmamışlar böyle şeyler yapıp, yazarken. 

Orman Borsası adlı kitapta çocuklar, “Borsa nedir? Borsa nasıl çalışır? Yatırım ve tasarruf nedir ve nasıl yapılır?” sorularına cevaplar bulacakmışlar. Hangi çocuklar bunlar? Yoksulluktan gözleri büyümüş, pantolon alamadığı için babası, karnını doyuramadığı için annesi intihar eden, tarikat yurtlarında istismara uğrayan, 12 yaşında çalışmak zorunda bırakılan çocuklar mı? Kimlerin çocukları bunlar?

Borsayla, yatırımla işim yok. Muhtemel ki bu kitaptan da haberim olmayacak ve bunca şeyi yazmak zorunda kalmayacaktım. Ta ki sosyal medyada Sunay Akın'ın paylaşımı önüme düşene kadar. 

Sunay Akın, şair, yazar, Oyuncak Müzesi'nin kurucusu, enteresan hikâyelerin anlatıcısı… Kravatın tarihinden, oyuncakların icadına, “İstanbul'un Nâzım Planı”ndan, Kızılderililere pek çok güzel ve eğlenceli hikâyeyi bizlere anlatan, şair Sunay Akın çocuklara paradan başka bir şey anlatmayan bir kitabı paylaşıyor. 
Çürüme tamamlanmış görünüyor.

Neden?

Çünkü sponsoru bu şirket, yayıncısı İş Bankası. Çünkü bu düzende tekeller size para verirken sadece eserlerinizi, işlerinizi değil ruhunuzu da almak isterler. 

Ruhunun her zerresini bunlara teslim etme Sunay Akın. 

Nâzım'ın, oyuncaklarını biriktirdiğin çocukların ve hikâyelerini anlattığın insanların hakkı için ruhunu bunların parasına teslim etme. 

Ya da artık bize hikâye anlatma!

                                                                /././

Güzel Günler ya da Hissetmek (Ayşe Şule Süzük)

"Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin."

Kısa bir mola verdim.  Fiilen değil, aslında zihinsel olarak. İyi geldi, iyi hissettirdi. “Derin düşünme”yi elden bırakmadan, her şeyi yani gündelik yaşam rutininden, entelektüel meraklara, sosyalleşme zorlamasına kadar birbiri ardına ip gibi dizmeden, biraz yavaşlayarak, biraz genişleyerek, genişliğin verdiği zaman-mekân uzamında, hep salık verildiği gibi anda kalarak… “Gerçek üretken enerji”mi bulmak istiyorum. Gücümü ve enerjimi korumak için, dingin hissetmek için, hedeflerime odaklanmak için hayatıma tepeden, bütünlüklü, sevinci elden bırakmadan bakmak gerektiğini söylüyor sezgilerim ve iç sesim. Yumuşak bir irade istiyorum, tatlış ve doğrultuyu sürekli hatırlatacak… 

Jules Payot, “İrade Eğitimi”nde “Çünkü irade enerjisi çok sayıda ve çeşitli çabalardan çok, zihnin tüm gücüyle aynı hedefe yönelmesinde ifadesini bulur.” diyor. Ne güzel, diyorum ben de, tam düşündüğüm gibi. Dünyanın bütün sanatlarıyla ilgilenemezsin, bütün kitaplarını okuyamazsın, herkesin yardımına koşamazsın; içinde taşıdığın gizil güç seni coşturabilir, sürekli dürtebilir ama onu durdurmasını, onu zapt etmesini, enerjini ve yapma isteğini sakince ve acele etmeden odaklanmayı yeğlediğin şeylere yöneltmesini bilmelisin. 

Güzel değil mi?

Böyle böyle kendimle konuşurken bizimkilerin (babacığım, anneciğim) kitaplığını, bir şeylere karar vermiş ve rahatlamış insanların huzuruyla kolaçan ederken Cumhuriyet Gazetesi’nin “Aydınlanma Kitaplığı” adıyla 1999 yılında gazete ile verdiği Dünya Klasikleri serisine ilişti gözüm. Bakar bakar doyamam. Yine öyle bakarken neşeli genişliğimin verdiği hazla Balzac’ın “Tours Papazı”nı gördüm. Balzac okumalı, evet, hadi dedim. Hasan Âli Yücel’in 1941’de Millî Eğitim Bakanı iken yolu açmasıyla 1949 yılında Mebrure Alevok çevirmiş. İçtenlikli bir önsöz içinde güç Balzac çevirisi ile neler yaşadığını anlatmış,  bir de kısa bir Balzac sunuşu eklemiş 1799’da Tours kentinde doğan 1850’de Paris’te ölen Balzac hakkında:

Yazar iri yapılı, ateşli, coşkun yaratılışlı bir insandı. İçindeki duygu çağlayanını söyleşiler, mektuplaşmalar, ziyaretler, serüvenler, eğlencelerle taşırmak, harcamak gereksinmesinde bir varlıktı. Parayı severdi ama paranın sıcak yüzünü, deste deste istiflenmesini sevmek değildi bu; güzel yaşamayı, çalımlı, gösterişli bir ömür sürmeyi sevdiği için bol kazançlar ister dururdu. Alacaklıların elinden kurtulamadığı, işleri batırdığı dönemlerde gücünü aşan tasarılar kurardı. Milyonlar gelmeyince bir zaman bezen Balzac, hemen yine başını doğrultur “Bir savaş alanındaki komutan gibiyim ben; bu çarpışmayı yitirdik, iş ötekini kazanmakta!” derdi. Yapıtlarını yetiştiredururken, altı hafta, kimi zaman iki ay panjurlarını, perdelerini kapatır; dört mumun ışığında, sırtında papaz cüppesine benzeyen beyaz bir entari, hiç ara vermeksizin on sekiz saat çalışırdı.

Odaklanan, deli bir enerjiyle yazan Balzac… İnsan neye odaklandıysa, neyi düşünüyorsa seçici davranıyor, her yerde kendini olumlayıp tamamlayacak durumlar, olaylar ve olguları bulup çıkarıyor. Tours Papazı’nı bir çırpıda okudum. Üstelik nasıl bir keyifle, nasıl bir hazla nasıl bir neşeyle… Kendisi de Tours’da doğan Balzac’ın Fransa taşrasını, taşra insanlarını ve bir bakıma insanı tüm boyutlarıyla haritalandırmasını, yazdıklarındaki ayrıntı zenginliğini, çözümleme dehasını hayranlıkla izledim. Başka türden insanlar diyorum bunlara ben. Muazzam bir gözlem, çözümleme, analiz. Evrenselliğe giden yolda insanın her türden durumunu psikolojiden sosyolojiye, siyasetten dine değin bir çırpıda anlatıverme becerisi, başka bir hamura işaret ediyor. Uzatmayayım, kendisi şöyle diyor romanın içinden seslenerek: “Bu öykü, her dönem ve zamana uyan türdendir. Şu önümüzdeki kahramanların, içinde bocaladıkları dar çemberi azıcık genişletmek, toplumun en yüksek çevrelerinde olagelen olayların örnek nedenlerini bulmaya yeter.”

Zavallı budala Rahip Birotteau’nun minicik tamahkârlığı ve donuk iyiliği karşısına azametle dikilen “Yıkılmaktansa yık!” mottolu kilise efradı ve onları pek iyi yönlendiren Matmazel Gamard’ın Pandora’nın kutusunun açılmasıyla ortaya saçılan kötülükleri okumaya değer. 

“Erdem ve namus simgesi Matmazel Gamard’ın çatısı altında geçen birinci yılın sonunda Rahip Birotteau, haftanın tüm akşamları evin dışında Tours kentinin soylular tabakası hanımlarının evinde geçirmeye başlayınca kıyamet kopar. “Bundan dolayı da, Rahip Birotteau’nun ev sahibesine değersizliğini duyumsatan bu “evden kaçma” suçu, kadına pek ağır, pek kötü geldi: “Seçim yapma”nın her türlüsünde, geri çevrilen nesne için bir “aşağı görme” de vardır.” 

İşte bu “aşağı görme” hissine katlanamayan Matmazel Gamard diğer sevgili hesapçı, Fouche kılıklı kiracısı rahip Troubert ile müttefik olur ve hunharca saldırır düşmanı bellediği köşesiz, tasasız Rahip Birotteau’ya.

“Heyecandan yana böylesine bereketli, verimli olan öç gibi bir duyguya dayanarak yaşamının tadan kız kurusu; bir yırtıcı kuşun, bir tarla faresinin üstende onu paralayıp yemeden önce kanatlarını kımıldatmaksızın havada duruşuna, yüksekten duyumsattığı ağırlığıyla onu çökertip benzer keyif verici oyunu, papaz yardımcısına uyguluyordu.”

Nihayetinde birileri “çiğnenti”ye döner. Ama kim olduğunu söylemem romanı okuyacaklar için. 

Ah ki ah, vah ki vah! 

Tours Papazı’nda da yazının başında değindiğim yavaş yaşama dair izler buldum hâliyle. Günlük yaşamın içinde minik dokunuşlarla içimize işleyen, koyu düşünmeye yol açan, sakinliğe ve dinginliğe selam çakan ve aslında an’a dair gizli sözler fısıldıyordu Balzac.

Dervişin fikri neyse zikri o mudur acep?
Belki… 

İşte epeydir izleyeyim dediğim Wim Wenders’ın “Mükemmel Günler” adlı filmi de bu minvalde sıraya girdi. Kendini izletti sonunda. Teslim oldum. Tokyo’ya doğru yola çıktım.

Japonca “Komerabi” kelimesi rüzgârla salınan yaprakların arasından süzülen gölge ve güneş ışığının yarattığı ışık huzmeleri” anlamına geliyormuş. Filmin başkarakteri Hirayama, her gün öğle yemeği arasında parkta bir bankın üstünde oturup yemeğini yedikten sonra bu ışık huzmelerinin fotoğrafını çekiyor. Pek konuşmayan, işi Tokyo’daki genel tuvaletleri temizlemek olan, bol okuyan, bol Lou Reed, Patti Smith, The Animals, Nina Simone dinleyen, sessiz, sakin, huzurlu, her güne gülümseyen biri Hirayama. Acıma değil, imrenme uyandırıyor insanda. 

Yavaş yaşam, ağırlıkların atıldığı sadeleşmiş yaşam içinde tatsız tuzsuz olmayabilir mi hakikaten bu seçenek dedirten bir yanı var filmin. Durmayı, yavaşlamayı, nirvanaya erişmeyi arzuladığım bu zamanlarda farklı angajmanlara (*) girmeden Hirayama’dan doldurdum ceplerime sakince…

“Her şey geçer; sadece o anda, bir kereliğine var oluruz.” değil mi?

*Film üzerine iyi yazılar var. Farklı bağlamlarda analiz edilmiş;  kapitalizme, işçi sınıfına, Tokyo’nun tuvalet projesine, Marksist bakışa değinen, buradan temellenen yazılar bunlar, teşekkürler kaleme alanlara. 

https://www.evrensel.net/yazi/94871/hirayama-pansumani-saito-hijyen-ve-huzur
https://artigercek.com/makale/mukemmel-gunler-302452
https://birikimdergisi.com/haftalik/11744/mukemmel-gunler-hayat-bu-kadar-iste
https://www.gazeteduvar.com.tr/bay-hirayamanin-mukemmel-hayati-makale-1664923

                                                                           /././

Yol Ayrımı: Tasfiye ya da Atılım (Berkay Kemal Önoğlu)

"Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. "

Partilerin siyasal arenada temel aktör olmaktan uzaklaştığı, başka öznelerin ön plana çıktığı bir dönemi yaşıyoruz uzunca süredir. Temsil ettiklerini iddia ettikleri kitleler adına, programları ile kamuoyuna seslenen, buna göre politika üreten partiler geriye çekiliyor. Aslına bakarsanız, bu yalnızca siyasetin aktörleri ile ilgili biçimsel bir tartışma da değil. Siyasetin özü değiştikçe bu biçime de yansıyor. Biçimin ise yalnızca aktörleri değil yöntemleri de içine aldığını unutmamak gerekiyor.

Biz çok net şekilde bütün bu dönüşümün kapitalizmin karşı devrimci karakterine uygun olarak geriye doğru ve halkın zararına gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bunun kabul edilebilir bir tarafı yok ama öte yandan bugün bu dönüşümü kavramadan Türkiye siyasetine bakıldığında anlamlı sonuçlar çıkarabilmenin imkanı da kalmamış durumda.

Siyasi partilerin büyük çoğunluğunun önemsizleşmesine, biçimsel olarak da farklı hüviyetlere bürünmesine bütün dünyada tanık olmaya başladık. Alıştığımız anlamda partiler esasen bu çağın ürünleri, modern dönemde ortaya çıkmış araçlar. Modern öncesi dönemde ise siyasette başka aktörler, araçlar ve yöntemler geçerliydi. Bu iki dönem arasındaki en büyük farkı kuşkusuz kitlelerin politik konumu oluşturuyor. Biliyoruz ki modern öncesi dönemde kitleler siyasetin tamamen dışında. Bu alan yalnızca doğuştan hakkı olanların yani kralların, padişahların, lordların, baronların çıkarlarını kovaladığı, buna göre şekillenen bir alan. Bu mücadelede belirleyici olansa kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler oluyordu… 

Aslında ne kadar tanıdık değil mi?
Kitlelerin siyasetten dışlandığı, etkisizleştirildiği her durumda Ortaçağ karanlığının kapıları da aralanmış oluyor. 

Hesap sorulabilir kurumlar yerlerini sebepsizce güven duyulan star siyasetçilere, programlar yerlerini ‘vaatler’e bırakıyor. Toplumca arkasında durulacak, seferberlik halinde uygulanacak planlar değil, siyasetçinin lütfettiği halkın minnet duyduğu tek taraflı bir yönetim anlayışı hakim kılınmak isteniyor. Oysa kitlelerin siyasetin de dünyanın da tarihin de öznesi haline gelmesi endüstriyel toplumun görülmedik bir üretim gücüne erişmesi ile mümkün olmuştu. Üretilen artı değerin sanayi öncesi dönemle kıyaslanamayacak ölçüde büyümesi ve bu değerin üretilmesinde kitlelerin yadsınamaz rolü siyasete modern biçimini kazandırmıştı.

Canının kıymeti, fikirlerinin önemi olmayan, bugün bildiğimiz haklarından yoksun insan, kitleler halinde bilinen dünyayı yaratarak bugünkü kimliğini kazandı, gücüne erişti. Söylemeden geçmeyelim, vatandaşlık maaşından tutun üretimde yapay zekanın rolüne kadar bir dizi meselede yürüyen tartışmaları bu güce saldırı boyutuyla ele almak, bu bağlamda uyanık olmak zorundayız.

Bu sürecin en net gözlemlenebildiği ülkelerden biri olan Türkiye'de bugün pek çok parti aslında yok. Bütün partilerin içine dağılmış başka çıkar grupları var ve aralarındaki çatışmayı gizleme ihtiyacı bile duymuyorlar. Pek çok şeyi bu çatışma belirliyor. Tarikatlar, suç örgütleri bir taraftan; çeşitli başka ülkelerin çıkarlarını önceleyen gruplar bir taraftan etkili oluyor. Türkiye'nin izleyeceği muhtemel politikalara ilişkin farklı eğilimler bütün partilerin, medya organlarının, bürokrasinin içine dağılmış kesişim kümeleri oluşturuyor. CHP'nin seçim başarısında kimi AKP’li unsurlar pek çok CHP'liden daha büyük bir etki sahibi iken; aynı şekilde güncel ekonomi politikalarına CHP’nin pek çok AKP’li unsurdan daha büyük destek verdiği de görülüyor. Bütün bunlar öz itibariyle yukarıda ifade edilen çağ dışı yöntemlerin uyarlamaları. Kapalı kapılar ardında dönen pazarlıklar, saray odalarında planlanan entrikalar, suikastler, feodal evlilikler, kumpaslar, bazen katliamlar, bazen ziyafetler, rüşvetler… 

Vitrindeki partiler Türkiye'nin temel meselelerine ilişkin ne söylüyor, neyi savunuyor? Bu soruyu defalarca sorduk. Bir cevabı yok. Her birinin içinde her tür eğilim var. Bu eğilimler arasındaki çatışmanın sınırlarını belirleyen ve hepsinin ortaklaştığı ise tek şey var: Sermaye diktatörlüğü.

Türkiye riske atılamayacak kadar büyük bir pazara sahip orta gelişmişlikte bir kapitalist ülke. Bugün bu ülkede sermaye çıkarları için bütün bu eğilimleri kontrol altında tutacak, uyumsuzlukları idare edebilecek bir siyasal otorite hala mevcut. Belli açılardan güvence anlamına gelecek güçlü bir alternatif iktidar projeksiyonu oluşturmaksızın kendi içlerindeki çatışmaya hesapsızca kapılacak derecede makineyi dağıtmadıkları ortada. Her şeyin egemenlerin hesap ettiği gibi tıkır tıkır işleyeceği anlamı çıkmasın ama hesapsız hareket edeceklerini düşündürecek bir iyimserliğe de bizim kapılmamamız gerekiyor. 

Bu koşullar altında yukarıda sözünü ettiğimiz çatışmanın sınırlarına hapsolmanın aynı zamanda kitlelerin dışarıda tutulduğu çağ dışı siyasete teslim olmak anlamına da geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bunun işçilerin izleyici konumunu pekiştirmekten, çıkar gruplarının, pazarlıkların, entrikaların belirlenimindeki siyasetin tarafı olmaktan başka sonucu olamaz. Ayrıca bir parti için yalnızca siyasal ve örgütsel değil tarihsel manada tasfiyeyi de kabullenmek anlamına gelir. Ancak ufku soyut bir özgürlük ya da burjuva referanslı demokrasi talebinin ötesine geçmeyen, uzunca bir süre muhalefetini Erdoğan figürüne daraltmış ve düzen karşıtı karakterini yitirmeye yüz tutmuş siyasetlerin ne yazık ki bu alternatif iktidar projeksiyonu tarafından belirlenmeye başladığı görülüyor. Yani kitleler izlerse izlesin biz izlemeyelim İmam, Özel, Alman, Amerikan demeden köşe kapmacaya atlayalım…

‘Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele’ diyor ya büyük şair. Başka bir seçenek yok zaten. 

Ama bugün görevimiz asli çatışma başlığını düzenin temellerini sorgulatacak şekilde Türkiye’nin gündemine taşıyabilmekse, bu görevi yerine getirmek için yalnızca teslim olmamak elbette yetmiyor. Komünistlerin siyaseten iddialı olmaları gereken ve bu iddianın Türkiye’de sosyalizm mücadelesinin geleceği için çok özel bir anlama denk düştüğü kritik bir dönemdeyiz. Öyle ki bu dönemin hakkını vermek de ancak sosyalist Türkiye hedefine olan derin bir inançla mümkün olabilir. 
Bu yolda yürüyenlerin yolu açık olsun!

                                                               /././

Yeni paketten patronlara 'sembolik' vergi çıktı: 'Büyük sermeyeye dokunmayacak' (Emre Alım)

Yeni vergi paketi büyük oranda kurumları hedef alsa da uygulanabilirliği tartışmalı, ölçeğiyse sembolik. Oğuz Oyan'a göre, düzenleme büyük sermayeye dokunmayacak bile

"Enflasyonla mücadele" adı altında hayata geçirilen kemer sıkma politikalarının son halkası kulislere düşen yeni vergi paketi oldu. Paketin, Meclis'in tatile gireceği 1 Ağustos'tan önce yasalaşması bekleniyor.

Bloomberg'in ulaştığı bilgilere göre, paket ile 226 milyar lira ek gelir elde edilmesi öngörülüyor. Bu, yıl sonu bütçe açığı tahmininin yüzde 8'ine tekabül ediyor.

Pakette hem bireyler hem de kurumları da kapsayan yeni vergiler veya vergi zamları var. Bu nedenle haber, "sermaye gerçekten vergilendirilecek mi" sorusunu beraberinde getirdi. Çünkü bütçenin sırtındaki en büyük yükü patronların ödemediği vergiler oluşturuyor. Devletin 2024'te almaktan vazgeçtiği vergi geliri 2,2 trilyon lira. Bunun tam 1,8 trilyon lirası patronlara sağlanan vergi istisna ve muafiyetlerinden oluşuyor.

Merak edilen soruyu soL yazarı ve maliye profesörü Oğuz Oyan'a sorduk. Kalem kalem yeni paket ile 2025'te tahsil edilmesi beklenen vergi tutarlarını anlattı. 

Zaten ödemiyorlardı, yine ödemeyecekler

Yabancı şirketler kurumlar vergisini tabi oldukları ülkede ödüyorlar. Pakete göre yıllık hasılatı 750 milyon avroyu aşan çok uluslu şirketler artık vergilendirilecek. Oyan bu yeni verginin "asgari" bir vergi olacağını tahmin ediyor. Düzenlemeyle tahsil edilmesi beklenen tutarın 40 milyar lira olduğunu söylediğimizde, patronlardan alınmayan 1,8 trilyon liralık vergiyi hatırlatıyor.

Kurumlar vergisine ek olarak getirilecek "asgari kurumlar vergisi" ile 90 milyar lira ek gelir öngörülüyor. Oğuz Oyan, halihazırdaki uygulamanın işlemediğini şu sözlerle anlatıyor: "1 milyon kurumlar vergisi mükellefi var. Bunların arasında vergisinin yüzde 80'ini ödeyen mükellef sayısı 1000. Büyük bölümünü zarar açıklıyor ve ödemiyor."

AKP 2001'e döndü: 'Hayat Standardı' geri geliyor

Ticari, zirai ve serbest meslek faaliyetleri nedeniyle yıllık gelir vergisi beyannamesi vermeye mecbur olan mükellefler için de asgari gelir vergisi uygulaması getirilmesi öngörülüyor. Oğuz Oyan bir hatırlatma da bu noktada yapıyor. Benzer uygulamanın "hayat standardı vergisi" adıyla 2001'e kadar sürdürüldüğünü söylüyor. Tekrar benzer bir düzenleme yapılmasının kayıt dışılığı artıracağı tahmin ediliyor.

Gayrimenkul Yatırım Ortaklıklarına kazanç üzerinden 7,2 milyar lira değerinde vergi getirilecek. Yap işlet ve Kamu-Özel İşbirliği modeliyle inşa edilen projelerden alınan vergi oranı da artırılacak. Düzenleme sadece 44 patronu ilgilendiriyor. Buradan gelmesi beklenen tutar 557 milyon lira.

Yeni vergilerin değeri 'sembolik'

Taslakta kripto varlıkların vergilendirilmesine ilişkin 2 farklı formül öneriliyor. Bunlardan ilki, alım-satımlardan on binde 3 gibi bir oranda işlem vergisi uygulanması, diğeri de alım-satımdan elde edilen gelirden gelir vergisi alınması. Kripto varlıklara işlem vergisi getirilmesi durumunda yıllık vergi getirisinin 3,7 milyar lira olacağı öngörülüyor.

Oğuz Oyan'a göre bu tutarlar bir anlam ifade etmiyor:

"Bunlar sermayenin vergilendirilmesi olarak anlaşılması zor şeyler. Bunlar sembolik önemi olan alanlar. Lafım ola sermayeyi vergilendiriyoruz. Böyle bir şey olmaz."

'Bunlar büyük sermeyeye dokunmayacak'

Başlarken yönelttiğimiz "sermaye gerçekten vergilendirilecek mi" sorumuza soruyla yanıt veren Oyan, "Paketteki düzenlemelerin hangisi büyük sermayeye dokunuyor" diyor ve ekliyor:

"Büyük sermayeye dokunmayacak adımlar bunlar. Hatta büyük sermaye bunu talep ediyor. 'Benim üzerime gelme, burada vergilendirmediğin alanlar var. Yabancı şirketler rekabeti bozuyor, ondan da al' diyor." 

Küçük ve orta ölçekli şirketlerin "Şimşek Programı"ndan daha fazla etkileneceğine işaret eden Oyan, bunun sonucu değiştirmeyeceğini söylüyor:

"İçeride talebi eksilttiğiniz zaman birtakım şirketler iflas edecek. Ucu belirli bir sermaye kesimine dokunucak. Tekstilde Bursa'da geçenlerde biri battı. Ama bu, programın sermaye lehine olduğu anlamına gelmez."

Emekçiler ikinci yarıda daha çok vergi ödeyecek 

Temmuz itibariyle ÖTV ve harçlar 6 aylık enflasyon oranında artacak. Buna yeni vergi paketindeki bazı düzenlemeler de eklenecek. Çünkü paketin azımsanmayacak bir bölümü herkesi ilgilendiren vergilerden oluşuyor.

Bugün araba almak isteyen bir kişi araba fiyatı kadar da devlete vergi ödüyor. Engelliler bu vergilerin önemli bir bölümünden muaf. Neredeyse her üç aracın biri bu yöntemle satılıyor. Hazine'nin araştırmasına göre engelli bireyler için vazgeçilen vergi tutarı 65 milyar lira. Yeni paket ile istisnadan yararlanma süresini 5 yıldan 10 yıla çıkacak. Ayrıca taşıt veraset yoluyla bir başkasına devredilirse, istisnaya konu vergiyi mirasçı ödeyecek.

150 lira ödenen yurt dışı çıkış harcı 10 katına çıkarılarak 1500 lira olacak. Geçen yıl harcı ödeyen kişi sayısı 8,3 milyondu. Yani yeni düzenlemeyle 12,6 milyar lira ek gelir elde edilecek.

126 bin motokuryeden gelirinin yüzde 15'i kadar vergi alınarak 3,9 milyar lira toparlanması bekleniyor.

Yani yılın ikinci yarısında geliri artmayacak emekçiler daha fazla vergi ödeyecek. Yine de kamu maliyesindeki sıkışmışlık giderilemeyecek. Çünkü bütçenin sırtındaki asıl yük olan patronlar kârlarını katlasalar da vergiden "kaçınacaklar".

                                                              /././

Türk şirketlerle birlikte paralel ithalat da cezalandırıldı: ABD'nin yaptırım listesi ne anlatıyor? (Emre Alım)

ABD'nin Türkiye'de yaptırım uyguladığı şirketlerin çoğu Rusya-Ukrayna savaşı sonrasında kurulmuş. Gölge şirketlerle birlikte "paralel ithalat" politikasının da cezalandırıldığı anlaşılıyor.

Batı, Rusya'ya 10 yıldır uyguladığı yaptırımlarına yenilerini ekledi. ABD ve İngiltere, G7 Zirvesi'ne giderken ülkeye ticareti daha da kısıtladı.

Rusya geçen ay başlattığı operasyon sonucu Ukrayna'da önemli mevziler kazanmıştı. Yeni yaptırımlarla savaşın Kremlin'e maliyetinin artırılması hedefleniyor.

Yaptırımların hedefinde sadece Rusya değil, Çin, İsrail, Kırgızistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Türkiye'deki 350 farklı kurum ve isim de yer alıyor.

ABD'nin açıkladığı listede Türkiye'den 13 şirket bulunuyor. "Savaş ekonomisi"ni ayakta tutmakla suçlanan bu şirketler kamuoyunca tanınmıyor. Ancak şirketlerin sicilleri yaptırımların gerekçelerine dair birtakım ipuçları barındırıyor.

13 şirketin 11'i Rusya-Ukrayna savaşının patlak verdiği Şubat 2022'den sonra kurulmuş veya sermaye artırımına gitmiş. Bu tarihten önce kurulan şirketlerin de savaş sırasında unvan değişikliğine gittiği görülüyor. Şirketlerden 4'ünün yabancılar tarafından kurulmuş olması da dikkat çekiyor.

Çoğu tüccar, faaliyet alanları belirsiz

Resmi kayıtlar ve açık kaynaklarda şirketler hakkında sınırlı sayıda bilgi bulunuyor. Bu bilgilere göre, şirketlerin kuruluş tarihleri dışındaki diğer ortak noktası çoğunluğunun üretimden çok ticarette bulunmaları. Faaliyet alanı geniş tutulan şirketlerin 4'ü makina ve yedek parça imal ediyor. Diğer firmalarsa apartman ve iş hanlarındaki ofislerden ibaret.   

Şirketlerin sicillerinde dikkat çeken bilgiler şöyle:

Expert Machinery adlı firma "kimyasal ürünler" unvanını taşısa da web sitesinde Siemens ve Schineder gibi markalara air elektronik donanımların satışının yapıldığı aktarılıyor. Şirketin kuruluşu resmi olarak ilan edilmemiş fakat web sitesinde yer alan adrese kayıtlı bir başka firma ABD Hazine Bakanlığı'nın yaptırımları listesinde yer alıyor. MBK Lojistik adlı bu şirketin savaştan bir ay sonra kurulduğu ve bu yılın başında adını MBK Group olarak değiştirdiği görülüyor. Moldova uyruklu Olga Breslaş'a ait şirketin farklı isimler ve unvanlarla faaliyet gösterdiği anlaşılıyor.

Alptech adıyla 7 Haziran 2022'de kurulan firma önce "dış ticaret", bir ay sonraysa "makina sanayi" unvanıyla faaliyet gösterdi. Vadullah Özcan'a ait firma kendini "danışmanlık hizmeti veren genç bir mühendislik şirketi" olarak tanıtıyor. ABD'ye göre Alptech, uzun yıllardır yaptırım listesinde bulunan Rusya merkezli Fabcenter ve Ostec-Arttool şirketleriyle bağlantılı.

Savaştan 4 ay sonra RMB adıyla kurulan şirketin ilk sahibi Bahattin Naz. Ancak kuruluşundan 13 gün sonra Rusya asıllı Lenar Mingalimov şirkete ortak oluyor. Tataristan Vergi Dairesinde kaydı bulunan Mingalimov'un ortaklığı 27 Şubat 2024'te sona eriyor. Ayrıca şirketin iş ilanlarına başvuran adaylarda ileri düzey Rusça hakimiyeti aradığı görülüyor.

Biopharmist Medikal, savaşın başlamasından 2 ay sonra Bahattin Sarıca adına kuruldu. Yine aynı yıl kurulan Sarıca Grup'a bağlı şirket biyomedikal ürünler tedarik ediyor.

Platform adıyla 7 Haziran 2022'de kurulan şirketin faaliyet göstermediği alan yok: Endüstriyel gıda, inşaat, elektronik, madencilik ve dış ticaret. Firma Azerbaycan uyruklu Rafael Babayev üzerine kayıtlı.

SSGCTM adlı şirket Konya'da CNC tezgahı olarak bilinen makineleri satıyor gerçekleştiriyor. 30 Aralık 2022'de Safiye Aydın adına kurulan şirket, bu yılın başında Gürhan Aydın'ın sahibi olduğu yaptırım listesindeki bir diğer şirket Minyon'a devrolarak kapanışını ilan etmiş. Bu firmanın da 15 Haziran 2022'de unvan değiştirerek yeniden kurulduğu görülüyor.

CNC Tezgahı satan listedeki bir diğer firma 1 Haziran 2023'te kurulan Gepa. Şirket, Bulgaristan uyruklu Peter Mihaylov Gargalak'a ait.  

Listedeki Dener ve Taksan adında iki kardeş şirket de yer alıyor. Kayseride makina imalatı yapan şirketlerin yönetim kurulları büyük oranda aynı kişilerden oluşuyor. Savaş öncesinde kurulan iki şirketin de 2023 Haziran'ında tarihlerinde ilk defa sermaye artırımına gittikleri görülüyor.

Şubat 2022'de kurulan CPS, Kocaeli'de endüstriyel vanana ve sayaçların üretimini yapıyor. 2019'da Kamilhan adıyla kurulan şirket faaliyet alanını genişletmesiyle dikkat çekiyor.

Safes Lojistik adlı şirket, Rusya merkezli havacılık ve uzay endüstrisi için metal işleme ekipmanı ile yüksek hassasiyetli parçalar üreticisi Newton-ITM ile iş yaptığı için yaptırıma maruz kaldı. Şirketin Türkiye'deki bilgilerine ulaşılamıyor ancak ABD Hazine Bakanlığı'nın sitesinde şirketin Antalya merkezli olduğu görülüyor.

Cezalandırılan 'paralel ithalat' mı?

Şirketlerin faaliyet alanları ve kuruluş tarihleri 2 yıldır bilinen ama pek dillendirilmeyen bir gerçeği akıllara getirdi.  

Savaş sonrası Batı’nın uyguladığı yaptırımlar Rusya’yı dünya ekonomik sisteminden tecrit etme amacı taşıyordu. Herhangi bir yaptırıma gitmeyen Türkiye'yse, aksine gaz ve tahıl gibi başlıklarda arabulucu rolü oynadı. Bu süreçte iki ülkenin ticaretinde gözlenen dalgalanmalar dikkat çekti.

Savaşın hemen ertesinde Rusya'dan ithalat sınırlı artış gösterdi. Bu artışta enerji fiyatlarındaki artışın katkısı büyük. Buna karşın Rusya'ya ihracat kısa sürede neredeyse 3'e katlandı.


                            Savaş dönemini kapsayan dış ticaret istatistikleri (TÜİK)

Ani artış, "Rusya-Batı ticareti Türkiye üzerinden mi dönüyor" sorusunu beraberinde getirdi. Avrupa ülkelerinin yaptırımları delmek için Rusya'yla ticareti Türkiye üzerinden sürdürdüğü öne sürüldü. Veriler de bunu doğrular nitelikteydi. Örneğin aynı dönemde ihracata paralel İtalya'dan ithalat da zirveye ulaşmıştı.

ABD'nin Türkiye'de savaş sonrası kurulmuş, faaliyet alanı anlaşılamayan ve birer ofisten ibaret olan şirketlere yönelik yaptırımı "paralel ithalat" denen bu politikayı akıllara getirdi. Türkiye, Rusya'ya giden yaptırımlı malların topraklarından ve karasularından transit geçişini geçen yıl seçim öncesinde aniden durdurmuştu. ABD'nin son hamlesiyle tek tek şirketlerin yanı sıra Türkiye'nin ticarette "arka kapı" politikasını da cezalandırdığı anlaşılıyor.

                                                                 /././

Faşizm nereden gelir? (Serdal Bahçe)

"Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır."

Avrupa Parlamentosu seçimlerinin sonuçları bir infial yarattı. Bu infial liberallerin, liberal solcuların hezeyanlarını aştı, Fransa ve Belçika örneklerinde olduğu gibi siyasal arenaya sirayet etti. Aşırı sağın ve faşistlerin seçim başarıları Quo Vadimus? (Nereye gidiyoruz?) sorusunu sordurdu bir kere daha. Aşır sağdan ise sağ evladır düşüncesi ortalarda cirit atamaya başladı yeniden. Le Pen’e karşı Macron, AFD’ye kaşı Scholz; kozlu kağıt oyunu gibi oldu Avrupa siyaseti. Zaten yıllardır liberal ve muhafazakâr tayfanın gözde ve güzide kalemleri bağırıp duruyorlardı “Faşizm geliyor” diye. 

Faşizm geliyor mu gerçekten? Yoksa kapitalist alemin üzerinde halihazırda dolaşıp durmakta mıydı yıllardır? Sahi nedir Faşizm? Hala çözemediğimiz, üzerinde anlaşamadığımız bir sorun. Faşizmin aleni bir hale gelerek insanlığın suretini ve benliğini kararttığı dönemlerde bile çözemedik; üstelik o vakitlerde bu sorunu çözememenin maliyeti basit bir entelektüel ve siyasal acizlik değildi sadece. Maliyeti büyüktü, kaldırılamayacak derecede büyüktü. Bedelini milyonlar hayatlarıyla ödediler. Ondan daha fazlası ise içinden çıkamadığı bir melankoliye ve karamsarlığa gark oldu, Avrupa karamsar bir kıta haline geliverdi. Sinemasından kültürüne, gündelik yaşamından kamusal alanına kadar her yere sızdı bu melun karamsarlık ve kendi bedeninden, varlığından tiksinme duygusu. Şimdi ektiklerini biçiyorlar. Faşizm mi? Artık onu anlamadan kapitalist üretim tarzını, kapitalist toplumsal sistemi anlamak mümkün değildir. Faşizm zamane kapitalizmi için olanaklı tek üst yapı olacaktır. Neden mi? Başlayalım. 

Bunu iddia ederken sevgili Yalçın Hocam’dayım.  O galiba Türkiye Üzerine Tezler 3’te ortaya atmıştı bu tezi. 1970ler Türkiye için bir iç savaş dönemiydi. O dönemin devrimcileri ve sosyalistleri için en acil sorun sokaklarda sökün eden faşizmi durdurmaktı. Faşizmin sokaklardan geldiğine inanılıyordu. Sokaklardan gelen faşizmi engellemenin yolunun ise burjuvazinin yarım bıraktığı demokratik devrimi tamamlamaktan geçtiğine inanılıyordu. Siyaset ve kuram ilişkisi gariptir, siyaset çoğunlukla anlık olarak kuramdan bağımsız bir eylemmiş gibi görünse de kuramsal tespitin yerindeliği kaderi tayin eder son kertede. Yanlış tespit vahim sonucu getirdi; faşistler sokaktaydı ama faşizm bilfiil kapitalist devletin içinden geldi. İlk ders budur; faşistler sokaktan gelirler ama faşizm içerden huruç eder. 

Yalçın Hoca 1970lerdeki bu siyasal stratejiyi eleştirirken kapitalist devleti bir vektörler toplamı olarak betimlemişti. Bu vektörler aslında uygulanan basıncın yönünü göstermekteydi. Eğer bu yönler çok dağınık bir örüntü sergiliyor ise burjuva demokrasisine işaret ediyorlardı. Diğer taraftan, eğer vektörler aynı yöne işaret ediyorlarsa, basıncın yoğunlaştığını gösteriyordu bu durum; sonuç faşizmdi. Kısacası, burjuva demokrasisi ile faşizm arasında çok da büyük bir mesafe yoktu. Elbette ki mesafe kısaydı; ama toplumsal ve siyasal olarak çok ama çok önemliydi. Hoca 1970lerin devrimcilerinin bu mesafeyi çok abarttıkları için geleni göremediklerini anlatmıştı; bir yere kadar haklı çıktı. Beklenmeden gelen 12 Eylül faşizmi toplumun üstünden silindir gibi geçti. 

Ancak Hoca’nın kurgusu ve anlatısı bir yerde eksikti. Görünüşte çok mekanik gibi görünen ancak tarihin testinden başarıyla çıkan bu basit kurgu bu vektörlerin neden bazen dağınık bir satha işaret ettiklerini, ve neden bazı durumlarda aynı yöne işaret ederek büyük bir baskıyı temsil ettikleri konusunda doğru ama eksik bir açıklama getiriyordu. Türkiye örneği üzerinden hareket edersek; 1970ler açık veya gizli bir sınıf savaşımı dönemiydi. Hem işçi sınıfı hem de onun adına veya onun yanında politika yapanlar güçlüydü. Böylece kapitalist devlet vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde ayarladı; 12 Eylül geldi. 

Bu türden bir tarihsel durum daha önce, iki savaş arası dönemde Avrupa sathında da yaşandı. İki savaş arası dönem açık bir kıtasal iç savaş dönemiydi. Hem sınıf savaşımı derindi hem de siyasal kavga şiddetliydi. Alman Nazizmi, İtalyan Faşizmi, Franko, Salazar, Horthy, Antonescu ve diğerleri vektörel sıkılaşmanın öne çıkardığı, ve aslında çapsız, şekilsiz, eğreti figürlerdi. Almanya’da Nazilere iktidar teslim edildiğinde bu engellenebilir bir durumdu (oyların topu topu üçte birini almıştı NSDAP). İtalya’da, siyasi ve tarihsel bağlamından soyutlasanız aslında komik bir çizgi roman karakteri tadındaki Mussolini ve partisine iktidarı verdiklerinde, Faşist Parti majör bir parti bile değildi. Doğru Avrupa’nın askeri diktatöryel faşizmleri aslında ordunun ve devletin eliyle kuruldular. Kısacası faşizm içerden geldi, kendi hallerine bırakılsalar ciddiye bile alınmayacak faşistler ise sokaktan getirildiler. Konumuz açısından önemi şudur; vektörleri aynı yönü gösterecek şekilde örgütleyen devlet bu tepkiyi yükselen bir sınıf savaşımı ortamında verdi. Kısacası faşizm servet ve mülk sahiplerinin bedenleşmiş korkusunun vücut bulmuş hali olarak kapitalist devlet tarafından kuruldu. Buradaki anahtar terim veya kavram ise yüksek oktanlı sınıf savaşı idi. Hoca’nın cevabı burada bitti. 

Şimdi biz yeni bir soru soralım. Peki ama sınıf savaşımı gerilerken, burjuvazi ekonomik/siyasal/ideolojik hegemonyasını tam olarak kabul ettirdiğinde de faşizm hortlar mı? Aslında Hoca’nın eksik cevabı buna yönelik bir imaya sahiptir; faşizm, türüne, fraksiyonuna bakmaksızın, sermaye ve mülk sahiplerinin açık diktatörlüğüdür. Bu son uyarıyı Marksizmin içinde III. Enternasyonal’den bu yana hiç bitmeyen bir tartışmaya cevaben yaptık. Malum III. Enternasyonal’deki hakim görüşe göre Faşizm burjuvazinin tekelci türünün, emperyalist eğilimleri yüksek türünün ideolojisiydi ve iktidara gelmek için de bu güdük ve akıl dışı ideolojiden beslenen küçük burjuvaziyi kullanmıştı. Bu son tanımlama tarihin gördüğü en başarısız ve en yanlış tanımlamalardan biridir. Tarihte yanlışlıkları ve hedefi tutturamamaları ile ünlü çok tespit vardır; bunu ayrıksı kılan kendisinden yenilgiye zemin hazırlayan bir siyasal stratejinin türemiş olmasıdır. Tekrar edelim; faşizm bir devlet formasyonu olarak sermaye ve mülk sahiplerinin kurumsal ve açık diktatörlüğüdür. Bu formasyonun çok parti ile mi tek parti ile mi gerçekleştirildiğinin çok da bir önemi yoktur. 

Buradan şu tarihsel belirlemeye geçelim; burjuva demokrasisini burjuvazi kurmamıştır. Burjuva aydınlanmasının şafağında demokrasinin fikir babaları olarak ortaya dökülenlerin samimi düşüncelerine bakın isterseniz. Locke’dan, Hume’a, ve hatta Rousseau’ya, ve hatta diğerlerine, tahayyül edilen sınırlı bir demokrasidir. Servet, sermaye ve mülk sahiplerinin diğer sınıflar üstündeki hegemonyasını berkitecek bir kurgudur onlarınki. Erken dönem İngiliz Muhafazakârları ile Liberallerinin kavgaları halkın katılımı üzerine değildi; yeni servet sahibi sınıflar ile eski servet sahibi sınıfların at oynattıkları bir temaşaydı aralarındaki kavga. ABD’nin kurucu babalarının en büyük korkuları genel oy hakkı verildiğinde nüfusun büyük bir bölümünü oluşturanların, yani toplumun yoksullarının, yürütüme erkini ele geçirmeleridir. Bu nedenle Amerikan siyasal düzeni bunu bertaraf etmek için oluşturulmuş bubi tuzaklarıyla doludur. Kısacası burjuvazinin has aydınları ve sözcülerinin hayalini kurdukları demokrasi zenginlerin demokrasisidir. Peki ama ne zaman ve nasıl halka açılmıştır?

İşte burada tezimizin ikinci bölümüne ihtiyaç var: Burjuva demokrasisini işçi sınıfı yaratmıştır. İşçi sınıfı tarihsel olarak işyeri mücadelesini saf bir ekonomik mücadeleden öte bir siyasal mücadeleye çevirmek zorunda kalmıştır. Tarihte artığı üreten sınıflar içinde kendi siyasal organizasyonu ve kurgusuyla tarih sahnesine çıkan tek sınıftır. Bu nedenle geçici bir tepkisel isyan yerine kalıcı ve sürekli bir mücadele vermeye zorunlu kalmıştır. Böylece bitmeyen bir tarihsel kavga sonucunda burjuvazinin siyasal üstyapısını gevşetmiş, kendisine yaşam alanı açmıştır. Bir sınıf olarak ekonomik hakların ancak siyasal olarak garanti altına alınabileceğinin bilinciyle siyasal üstyapı içinde kendine alan yaratmıştır ite kaka. Sonuçta kapitalist devlet mekanizması bu de facto zorlama karşısında vektörleri gevşetmiş ve sonuç tam teşekküllü burjuva demokrasisi olmuştur. Pek tabi ki işçi sınıfının bu mücadelesine dışlanan diğer gruplar (örneğin kadınlar, sömürülen uluslar..) da katılmış ve bu katkı gelişkin burjuva demokrasisinin dengesiz ama en azından reformistlerin ve liberallerin hülyalarını süsleyen yapısını doğurmuştur. Bu yapının ayakta kalması işçi sınıfının direngenliğine bağlıdır. İşçi sınıfı gerilediğinde ve ekonomik/toplumsal mevzilerini bıraktığında kapitalist devletin faşizan damarı kabarmıştır. Şimdi Avrupa’da olan da budur. Suçlu ne Le Pen’dir, ne de AFD, ne ÖVP’dir ne de Melloni. Faşizm içeriden sökün eder, dışarıdan değil. Bu nedenle iktidarı hedeflemeyen bir sol kapitalist devlet karşısında iktidarsızlaşır. 

Şimdi günümüzdeki şartlara bir göz atalım.

  1. Sermayenin karşı saldırısıyla birlikte kapitalist alemde gelir ve servet dağılımı giderek bozulmuştur. Hayatın her alanının sermayenin tahakkümüne açıldığı bu ortamda orta karar/ hafif meşrep bir burjuva demokrasisi mümkün değildir. 
  2. Ekonomik eşitsizliklerin reformlarla gizlenebildiği bir çağda, görünüşte bile olsa siyasal eşitlik vaadi en azında gelişmiş kapitalist topraklarda toplumu ikna edebiliyordu ve özellikle çalışan kesimler siyasal eşitlik vaadinin albenisine kapılıyorlardı. Ama bugün artık eşitsizlikler öyle bir artmıştır ki toplumun yoksullarını ve çalışanlarını basit anayasal/siyasal eşitlik vaadiyle tavlayabilmek mümkün değildir. 
  3. Solun moral ve fiziksel yenilmişlik halini üstünden atmadığı bu çağda bu tepkiyi akılcı bir toplumsal gelecek kurgusuna dönüştürebilmek henüz mümkün değildir. Bu tepkiden oldukça gerici bir kurgu çıkmaktadır. 
  4. Kapitalist devlet artık apaçık bir sermaye diktatörlüğüdür. Çok partili bir sistem, ya da uluslararası angajmanlar önemli değildir. Siyasal alanı genişleten şey emekçilerin ve çalışanların tuttukları mevzilerdi; şimdi yoklar. Onlar yok iken sadece ulusal değil, küresel olarak örgütlenmiş bir faşizm ile karşı kaşıya kalmak kaçınılmaz oldu. Gazze karşısındaki vurdumduymazlık size ne anlatıyor?
  5. Toplumsal muhalefetin sıkıştığı kimlik siyaseti bu süreci aksatmak yerine derinleştiriyor. Kimlik sorunları üzerinden sürdürülen siyasi muhalefet, arkasında sınıfsal bir destek ve altında sınıfsal bir taban yok iken en fazla çalışanları, emekçileri ve yoksulları bölme amacına hizmet ediyor. Daha ötesine değil. 
  6. Zenginler ve sermaye sahipleri, faşizm damarı hortlamış kapitalist devletin kanatları altında kendi korunaklı dünyalarını inşa ediyorlar. Kendi yaşam alanları, kendi eğitim kurumları, kendi güvenlikli siteleri ve kendi hukukları var. Bu dünyayı korumak için en baskıcı rejimi bile tesis etmeye hazırlar. Onları en küçük bir ödünü vermeye zorlayacak en küçük siyasal ödüne bile karşılar. Bu düzenekten liberallerin ve liberal solcuların hayal ettikleri demokrasi çıkar mı?
  7. Göçmenler bu türden bir eşitsizliğin uluslararası düzeye yansımış nobranlığının dışavurumuna yol açıyor. Zenginler refahı ve güvenli yaşamı paylaşmak istemiyorlar. Zengin toplumların solcuları ise kendi işçi sınıflarına bile sirayet etmiş bu kıskançlığı ve koruma güdüsünü aşacak yolları bir türlü bulamıyorlar. Burjuvazinin güdük devriminden kalma vatandaşlık vaadi ile proletarya enternasyonalizmden bakiye yoldaşlık arasında sıkışıp kalmış durumdalar. Bu onları felç ediyor, toplumları aşırı sağa meylederken (ki bu süreçte kendi devletlerinin payı çok büyüktür) ne o yöne gidebiliyorlar ne de bu yöne.
  8. Yen liberalizm denilen sermaye saldırısı emeğin tüm ekonomik ve siyasal korunaklarını yok ederek kapitalist devletlerin burjuva demokratik formlarından feragat etmelerine yol açtı. Bu nedenle (kavramı çok sevmesem de) yeni liberalizm özünde faşizme bir çağrıdır. 

Tüm bu süreç, yeniden vurgulayalım, sosyalizmin ve işçi sınıfının yenilmesinin soncudur. 20ler ve 30larda yenildiklerinde ortaya çıkan faşizmdi. Son 40 yıllık yenilginin de sonucu faşizmdir. Şaşıran neden şaşırıyor anlamadım. Ancak faşizm yenilebiliyor, Mayıs 1945 bize bunu kanıtladı. Şimdi de yenilebilir. Ama bu defa zaferin sonucu burjuva demokrasisine dönüş olmasın; çünkü o bağrında gizil ve sürekli bir faşizmi barındırıyor.

                                                             /././

Toprak arsa, orman ağaç tarlası değildir (Yusuf Yavuz)

Tokat’ta ağaçları kutsal sayan köylüler madene karşı tek yürek oldu. Toprağı ‘arsa’, ormanı ‘ağaç tarlası’ olarak gören anlayışa karşı yüzlerce yıllık kültürlerini koruyarak direniyorlar.

Türkiye’nin dört bir yanında yıkıcı madenciliğe karşı yerel halkın yaşam alanlarını savunma mücadelesi de yükseliyor. Erzincan İliç’te yaşanan maden faciasında toprak altında kalan işçilerin cesetlerine aylarca ulaşılamazken benzer faciaların yaşanmasından endişe eden halk hukuk mücadelesi yürütüyor. O bölgelerden biri de Tokat'ın merkeze bağlı Günçalı köyü. Eski adı ‘Dinar’ olan köyde bulunan Çal Baba ormanı, yöre halkı tarafından kutsal olarak kabul ediliyor. Bu inancın köklerinde, ağacı, suyu, ormanı, dağları kutsal bilen kadim kültürel bağlar var.

İndus’tan Tuna’ya ortak hafızanın sırrı

Anadolu coğrafyasının koynunda barındırdığı zengin kültürel doku, İndus’tan Tuna’ya, Altaylardan Nil Vadisine çok geniş bir coğrafyada harmanlanan insanlığın ortak hafızasından izler barındırıyor. Bu ortak hafızada dağların, kuşların, ağaçların, dalın ve yaprağın, ışığın ve suyun sırları var. Bu sır, insanı hem coğrafyaya hem de birbirine bağlayan bir süreklilik. Bu süreklilikten koptukça, sır da yitiriliyor. Bugün köklerinden, bağlamından kopmuş milyonların sıkışıp kaldığı betonarme kentlerde yaşadığı bunalımın temelinde yatan nedenlerden biri de budur.

                                            Çal Baba ormanında bir cem töreni.

Alıç ağacıyla vedalaşamadan köklerinden koparılan insan

Yamaçtaki alıç ağacıyla, ağaçtaki ibibikle, topraktaki madımakla, deredeki çakıl taşıyla vedalaşamadan yaşam gailesinin hızlıca köklerinden kopardığı insanımızın derin hüznü ancak coğrafyanın ve kültürün ortak bağlarının canlı tutulup yaşatılmasıyla neşeye, dayanışmaya ve umuda dönebilir.

Tokat Günçalı Köyü: Göçten umuda, coğrafyadan kültüre

Tokat Günçalı köylüleri de umudu ve dayanışmayı köklerine, kültürlerine sarılarak büyütüyorlar. Yıllar önce göçle birlikte nüfusu büyük ölçüde boşalan Günçalı’da köy halkı yeniden ata topraklarını yaşatma, ocakları tüttürme çabası veriyor. İstanbul, Bursa, Ankara ve İzmir gibi büyük kentlere göç eden köylüler yavaş yavaş geri dönmenin yollarını arıyor. Dayanışma kültürünün halen canlı olduğu köyde eski evler onarılıyor, yenileri yapılıyor. Boş kalan tarlalar yeniden sürülüp tohumlar toprakla buluşuyor. Bir zamanlar binlerce büyükbaş ve küçükbaş hayvanın dolaştığı zümrüt yeşili meralar, yaylalar boş kalmasın diye yeni çareler aranıyor. Üretimi teşvik etmek için kamu idaresi sulama sistemleri, göletler inşa ediyor.

                                                           Anıt ağaçlardan biri.

Verimli topraklarda yöre halkı madencilik kabusu yaşıyor

Ancak Türkiye’de bir yandan don, bir yandan kefen biçmeyi bir siyaset biçimi olarak benimseyen zihniyet burada da kendini gösteriyor. Bereketli Çamlıbel ovasından Artova’ya kadar uzanan bu kadim üretim ve kültür havzasında verilen madencilik ruhsatları, köyüne dönerek yeni bir gelecek inşa etmeye çalışan yöre halkının en büyük endişesi. Günçalı ve çevresinde altın, gümüş, krom vb. değerli madenler aramak için verilen maden arama ruhsatına köylüler geçtiğimiz yıl dava açtılar. Hukuk mücadelesi halen sürüyor. Köylülerin yaşam alanlarını korumaya yönelik kararlı tavrı, verimli topraklarda henüz madencilik girişimine izin vermiş değil. Ancak yakın çevrede başka madencilik ruhsatlarının da verilmiş olması tüm yöre halkının ortak kâbusu.

Maden arama ruhsatı verilen bölgede yer alan Çal Baba ormanı bugüne kadar halk tarafından korunmuş.

Danişmend Melik Gazi’den Çal Baba’ya kutsal orman

Günçalı köyünde her yıl bu mevsimde büyük bir buluşma yaşanıyor. Çal Baba Ormanının koynunda bir araya gelen köylüler hem inançları gereği Cem oluyor, hem de dayanışma sağlıyorlar. Çal Baba ormanının Anadolu Selçukluları ve erken beylikler döneminde bölgeye hâkim olan Danişmentler dönemine kadar uzanan bir inanç geçmişi var. 12. yüzyılda bölgeye hâkim olan ve beyliğini en güçlü seviyeye çıkaran Danişmend Melik Gazi’nin Bizansla yaptığı savaş sırasında yaralanan askerlerinin sığındığı ormanın hem yaralı askerleri sakladığı, hem de yaralarını iyileştirdiğini anlatan köylüler, Melik Gazi’nin ormana seslenerek “dünya durdukça dur” diyerek şükranlarını sunduğunu ve o gün bu gündür bu ormanın durduğunu anlatıyor.

Çal Baba ormanının zirvesindeki sarıçam ağacı tıpkı Avatar filminin Eywa ağacı gibi halk için kutsal sayılıyor.

‘Bu orman dünya durdukça dursun’

Danişmend Melik Gazi’nin “dünya durdukça dur” dediği o orman, Günçalı köylülerinin Çal Baba Ormanı diye andığı o orman. Çal Baba da yöre halkı için bir inanç önderi ve bu ormanla özdeşlemiş. Dağların, ağaçların, ormanın, suyun, taşların ortak bir ruhu olduğuna yönelik kadim inançlar burada Melik Gazi’nin efsaneleşen öyküsüyle de birleşince yüzlerce yıldır sürüp gelen kültürel bir bağ oluşmuş. Bu öylesine güçlü bir bağ ki, Günçalı köyü sırtlarında yaşı 500’ü bulan ardıç ağaçları var. Köy halkı bazı mevkileri ve anıtsal ağaçları ‘Melek Gaze’ (Melik Gazi) adıyla anıyor ve bırakın ağaçları kesmeyi, bu ormanlardan tek bir kuru dalı bile alıp götürmüyorlar. Bu nedenle Çal Baba ormanındaki ağaçlar kendiliğinden yaşlanıp doğaya karışıyor, kurdun kuşun, toprağın rızkını oluşturuyor.

                              Çal Baba ormanında halkın semaha durduğu meşe ağacının altındaki alan.

Halka göre kutsal, idareye göre baltalık ya da bozuk orman

Bu kültürel bağ, aslında tüm Anadolu coğrafyasında farklı efsane ve anlatılarla varlığını sürdürmüş. Bir zamanlar ormanlarla kaplı olduğu belirtilen, 1402’deki Ankara Savaşı’nda Timur’un fillerini sakladığına inanılan Orta Anadolu coğrafyasında günümüze ulaşabilen kalıntı ormanların hemen hemen hepsinin varlığını benzer bir öyküye borçlu olduğunu söyleyebiliriz. Bu kültürel akış, aslında gelenek hukuku dediğimiz ve yüzlerce yıldır kuşaktan kuşağa aktarılan insani bağları da canlı kılmasının yanında ortak değerin korunmasını da sağlıyor. Bu nedenle bir bölgede madencilik, enerji vb. projelere izin verilmeden önce sadece ilgili kurumlardan görüş almak yeterli değil. Ormanları ağaç tarlası ve kereste olarak gören orman idaresinin, “burası bozuk orman, madencilik yapılmasında bir sakınca yoktur” görüşü tek başına yeterli bir onay olamaz, olmamalı.

Köyden kente ‘koru’ kültürü ormanları koruyan bir bağ

Bugün Anadolu coğrafyasında adına “köy korusu” denilen kalıntı ormanları da bu kapsamda sayabiliriz. Bir tür yaşam sigortası gibi görülen bu ‘koru’ ya da ‘koruluk’ların kentlerde de varlığını sürdürdüğü biliniyor. İstanbul’da hâlâ ‘koru’ olarak anılan ormanlar, bu geleneğin bir parçasıdır.

                  Köy halkı ömrünü tamamlayarak kuruyup ölen ağaçları bile orman alanından alıp götürmüyor.

‘Gafil olma cümle cihan bir vücut’

Günçalı köyündeki orman, yerel halkı buluşturan bir kültürel ve inançsal simgeye dönüşmüş. Her ailenin bir ağacı var. Hiçbir belgesi, tapusu, kaydı yok ancak her ailenin ağacı gelenek hukukunun yazılı olmayan kurallarıyla kuşaktan kuşağa aktarılıyor. Topluluğun kurban, lokma ve Cem gibi buluşmalarında her aile kendi ağacının altında oturup bu kültürel akışın parçası oluyor. Tıpkı Nâzım Usta’nın dediği gibi, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” sürüp giden bu gelenek insanla ağacı, toplulukla ormanı birleştiriyor. Tıpkı 16. yüzyılın ikinci yarısıyla 17. yüzyılın ilk çeyreğinde yaşadığı bilinen ve yedi ulu ozandan biri olarak görülen Virânî’nin “Gafil olma cümle cihan bir vücut, fark edersen aziz mihman sendedir” dizeleriyle başlayan şiirinde anlatıldığı gibi…

Tokat Günçalı köyündeki orman Çal Baba adıyla anılıyor ve yöre halkınca kutsal olarak kabul edildiği için kuru bir dal bile alınmıyor.

Bir ülkeyi yurt yapan ruh, coğrafyaya yüklenen anlamda saklı

Türkiye’nin içinden geçtiği yıkıcı zamanlardan daha az yarayla kurtulabilmek için bu kültürel ve coğrafi bağları yaşatmaya ihtiyacımız var. Çünkü modern hukukun değeri korumaya yetmediği zamanlardan geçiyoruz. Bir dereye, ormana, dağa, göle, ovaya, tepeye yüklenen anlam, gelenekte kıstas kabul etmez bir değer iken örneğin, orman idaresine göre orası ‘taşlık-çalılık’ ya da ‘bozuk orman’, ‘baltalık orman’ olarak görülebiliyor. Oysa bir ülkeyi yurt yapan ruh, halkın o toprağa, doğaya yüklediği anlamda saklıdır. Toprağı arsa, ormanı ağaç tarlası, dağları mermer ocağı, dereleri şişelenip satılacak su kaynağı gibi gören anlayış yaşama hâkim oldukça bu değerler de alınıp satılabilen birer ticari mala dönüşüyor.

                                        Günçalı köyü bir yıldır vahşi madencilik girişimine karşı direniyor.

Günçalı’da yıkıcı değil, koruyucu bir antropojenik etki var

Günçalı köylüleri ve yöre halkının ormanı, ağacı kutsal gören bu kültürel mirası bu bakımda çok kıymetli. Doğa üzerindeki insan baskısı ve tahribat bilimsel olarak “antropojenik etki” olarak tanımlanıyor. Oysa Günçalı örneğinde bu etki tersine işleyen bir örneğe dönüşmüş. Bir başka deyişle burada doğayı tahrip eden değil, koruyan bir antropojenik etki söz konusu. Bu yanıyla da hem kamu idaresi hem de kamuoyu tarafından korunup desteklenmeyi fazlasıyla hak ediyor.

Bu topraklardan umut kesilmez

Geçmişte üretim takvimine göre yılın belli zamanları tekrarlanan “Çal” buluşmaları son yıllarda yaz başında, herkesin bir araya gelebildiği tatil zamanlarında yapılıyor. Günçalı köylüleri bu bayramda hem Çal Baba ormanında bir ayara gelip inanç ve kültürlerini yaşatacak, hem de 16 Haziran’da köyün derneği tarafından imeceyle köyün meydanında yaptırılan Günçalı Halk Evi’nin açılışını yapacaklar. Örnek bir dayanışma ve imece ruhuyla yaşam alanlarını ve kültürlerini koruyup yaşatma mücadelesi veren Günçalı köylüleri ve tüm yöre halkının yıkıcı madencilik girişimine karşı gösterdiği kararlılık, Anadolu coğrafyasında umudun hâlâ tükenmediğini gösteriyor...

(soL)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder