Rejim tam sessizlik istiyor -Berkant Gültekin-
Türkiye’deki ekonomik ve sosyal kriz, sayısal verilerle açıklanamayacak kadar yıkıcı boyutlarda. Halkın satın alma gücü her geçen gün daha da zayıflıyor. AKP düzeninin vergi ve faiz politikası, geniş kesimlerin sırtına öyle bir yük bırakıyor ki emeğiyle geçinen yurttaşların belini doğrultup geleceğe umutla bakabilmesi imkânsız.
Altta kalanın canı çıksın misali, düzen, ülkenin en yoksullarını sömürme yaklaşımından hiç taviz vermiyor. İnsanlar mal-mülk edinmek için değil, en temel yaşamsal ihtiyaçlarını karşılayabilmek için bankalara borçlanıyor. Sistem bunu da fırsata çeviriyor, borçlu yoksuldan koparabildiği kadar faiz ve vergi koparıyor. Milyonlar nefes alabilmek için borçlandıkça, daha fazla haraç ödüyor. İşte günün “öngörülebilirlik” ve “güven ortamı” diye cilalanan ekonomi programı böyle çalışıyor.
Zengin azınlığın ise keyfi her zaman yerinde. Çünkü ülkenin yaşadığı tüm savrulmalar, onlar için ayrı bir vurgun fırsatı. Kur şokları, ellerindeki dövizi daha değerli hale getiriyor. Gayrimenkul fiyatlarındaki artış yine onların yüzünü güldürüyor. Erdoğan faizleri düşürünce bedavadan biraz pahalı kredileri alıp zenginliklerine zenginlik katıyorlar; Erdoğan faizleri yükseltince bu kez de hiç yorulmadan faizle ihya oluyorlar. AKP düzeni bugün faizle halkı ezerken, sistem daima parası olanın lehine işliyor.
AKP, bu adaletsiz düzenin yaratıcısı değil belki ama ideal yürütücüsü. Kapitalizm Türkiye’de, Avrupa’da olduğundan daha adaletsiz şartlar altında hüküm sürüyor. Bunun temel nedenlerinden biri hiç şüphesiz ki örgütsüzlük. Bir başka deyişle asimetrik örgütlülük. Türkiye’de emekçiler, işverenler kadar örgütlü olabilseydi bugün başka şeyler konuşuyor olurduk.
Rejim “ekonomiyi toparlamak” adına en zayıf gördüğü özneye yükleniyor. Patronu karşısına alacağına, örgütsüz ve birliksiz durumdaki emekçiye çile çektiriyor. Üstüne bir de siyasete ayar veriyor, muhalefete, muhalefet etmenin sınırlarını çiziyor. Yaşanan tüm ağır sorunlar karşısında muhalefeti bürokratikleştirmek, aslında ülkeyi muhalefetsizleştirmek istiyor. Rejim, muhalefeti de kendi ihtiyaçlarına uygun şekilde biçimlendirmenin yollarını arıyor. Mehmet Şimşek ve Faruk Çelik’in son açıklamaları da bu niyetin dışavurumu.
“Normalleşme” adımları kapsamında CHP Genel Başkan Yardımcısı Yalçın Karatepe’nin önceki gün ziyaret ettiği Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek, Karatepe’nin görüşmenin ardından yaptığı eleştirileri bile sindiremedi. Konuyla ilgili açıklamasına da Karatepe’yi protokol kurallarına aykırı şekilde kapıda karşıladığını belirterek başladı. Ne kadar “iyi niyetli” ve “alçakgönüllü” olduğundan dem vurdu. Karatepe’nin medyaya yaptığı değerlendirmelere ilişkin ise “Görüşmeye ilişkin kamuoyuna yönelik mesajlarının tribün ve taraftar kaygısıyla verilmiş olduğunu izledik. Umarım bu tutum ve yaklaşım diyalog ve normalleşme ruhunu zedelemez” serzenişinde bulundu.
Faruk Çelik de yine CHP’ye benzer bir yerden vurdu. İktidar-muhalefet diyaloğunun demokrasilerde önemli olduğunu söyleyen Çelik, Şimşek görüşmesinden sonra CHP’nin açıklamalarını “hayretle izlediğini” belirtti. Çelik, muhalefetin “makul” sınırlarını ise şu sözlerle tarif etti: “CHP heyetinin açıklamalarından bir talimat listesi ile görüşmeye gittikleri anlaşılıyor. Burada bir rol karmaşası yaşandığı açık. İktidarın görevi politikaları belirlemek ve uygulamak, muhalefetin görevi iktidarın göremediğini düşündüğü şeyleri dillendirmek ve eleştirmektir. Bu tutum Cumhurbaşkanımız ve hükümetimizin iyi niyeti ile bağdaşan bir yaklaşım değildir. Bu bir diyalog da değildir. Siyasi istismardır, popülizmdir. Ekonomimizin en son ihtiyaç duyduğu şeylerdir.”
Şimşek ve Çelik’in sözlerinden anlaşılıyor ki iktidar sadece muhalefetle diyalog kurmak istemiyor; esas olarak bu diyaloğun muhalefetin iktidara yönelik yaklaşımını karakterize etmesini istiyor. Yoksa diyalog iktidar için “fayda sağlayıcı” olmaktan çıkıyor, anlamsız, hatta zarar veren bir iletişime dönüşüyor. Muhalefetin ölçülü, diyalog ilişkisini gözeten eleştirileri bile “hudut ihlali” olarak anlaşılıyor ve hedef alınıyor. Açık açık “tam sessizlik” talep ediliyor.
Özetle sokak ile siyaset arasındaki hattı kesen rejim, daha da ileri giderek muhalefetin sözel muhalefet pratiğini dahi baskılamayı amaçlıyor. En ufak bir eleştiride “Bu normalleşmeye aykırı” minvalinde sözler sarf etmeleri de bu yüzden. Bu denklem, hem rejimin “yumuşama”/“normalleşme” denen süreçten ne beklediğini hem de zayıf noktasının neresi olduğunu sarih şekilde gösteriyor.
/././
Yeteneksiz Bay Mehmet -Kaan Sezyum-
Göreve ikinci defa geldiğinden beri, bu işi nasıl kabul ettiğini merak ettiğim bir isim kendisi. İlk kez aramızdan ayrıldığında arkasından admin etmedik laf bırakmamıştı. Dürüstlüğünden girip, Halk Bankası’nı dolandırmaya çalışmalarından çıkmıştı admin. Tabii söz konusu sözlerin sahibi admin olunca işler değişiyor. Bugün ak dediğine, bugün birazdan kara, biraz sonra lacivert, biraz sonra da “Ben öyle bir şey demedim” diyebilme potansiyeline ve dönüş hızına vakıf bir isim kendisi. Babamız, döver de sever de… Tam bilemeyiz de hiçbir şeyin tam bilinmediği bir yerde neyi ne kadar bilip, neye ne kadar güvenebiliriz? Lafına güvenilmeyen, bir dediği bir sonrakini tutmayan bir idarecinin idaresi ne kadar idare ettirilebilir, bunlarla gerçekten de hiç uğraşmak istemiyorum. Normalde bilim kurgu ve mizah yazmak isteyen bir insandım, ülkemiz hepimizi delirtti, hepimiz ekonomist, avıkat, çevre koruyucusu ve bizi yönetenlerin yapamadığı her şeyde bilgi sahibi olmaya başladık. Halk olarak o kadar çok dolandırıldık ki, sonuçta cümleten ya dolandırıcı olduk ya da dünyadaki tüm dolandırıcılık yöntemlerine, tüm hırsızlık alaverelerine hakim hale geldik. Saçma sapan bir yönetimin yetiştirdiği saçma sapan bir nesil olduk. Hiçbir şeye güvenmiyor, her şeyden nefret ediyor, kimseyi sevmiyor, haliyle de kimseler tarafından da sevilmiyoruz. Direksiyonun başındaki şoförümüz zaten düşman başına. Ne kurallara uyuyor, ne şeritten gidiyor, ne kemer takıyor… Ona buna camdan laf ediyor, yoldaki tüm araçlar sahipleriyle kavgalı. Yaşı geçmesine rağmen hala direksiyonda olmak, gözü görmemesine rağmen ilerideki manzaraya bakmak, kulakları duymamasına rağmen en iyi işiten olduğunu ispatlamak zorunda. Belli ki bazı dertleri var çözülmemiş. Onları da deney hayvanı olarak kullandığı bizim üzerimizde çözmek istiyor. Hayvanlara eziyet eden, kendinden küçüklere dert olan bir çocuk gibi. Şımarık, sinirli ve hırslı. Çalışmıyor ama çalıştığını iddia ediyor, okumuyor ama bildiğini söylüyor, sevmiyor ama sever gibi yapıyor… Neyse, herkesin derdi herkese. Gelelim konumuza.
∗∗∗
Mehmet Bey gittikten sonra ardından pek de iyi konuşulmamıştı. Şimdi kendimi kendisinin yerine koyuyorum, empati yapmak istiyorum çünkü ne olup bittiğini anlamak istiyorum. Sonuçta ülkemiz hepimizi biraz önce de dediğim gibi işbilmez idareciler yüzünden VPN’den, insan haklarına, oradan uluslararası hukuka kadar türlü türlü konularda uzman etti. Ne diyordum, evet, Mehmet Bey olsam mesela. Beni işten aldıktan sonra arkamdan da ileri geri konuşulacak, yıllar sonra “O Memo, gel hadi işine geri dön” dense. Ben hayatta gitmezdim. Deli miyim? “Kurulu düzenim var zanpa, çok teşekkür ederim almayayım, alana da engel olmayayım” der, aynen ortamdan uzardım. Sanırım Mehmet Bey de ilk başka böyle yaptı. Ama ne olduysa oldu, birden hakkında söylenen o tüm kötü sözleri sineye çekti, mantıktan uzak metafizik ekonomi bilgisiyle düzelmeyecek bir sistemin tekrar başına geçti. Artık kolunu mu burdular, gelmezsen saç ektiririz saçlı saçlı dolaşırsın mı dediler bilemiyorum. Ne oldu da Mehmet Bey, bu saçma görevin başına gerisin geri geldi, onu kendisine sorabilmek isterdim. Ne cevap vereceğini merak ediyorum. Bazen rüyalarımda zaten kendisiyle görüşüyorum. Bana “Eskiden sarışınmışım, saçlarım omuzlarıma kadar gelirdi” filan diyor. Şimdi derdimiz bu değil.
∗∗∗
Peki bütün bu duruma rağmen, Mehmet Bey, neden aklın ve basit ekonomi biliminin yolunu izlemeyip, hala saçma sapan işlerin peşinde. Ekonomiyi düzeltmek için yapılacakları artık neredeyse okuma yazma öğrenen çocuktan, alzaymır dedelere kadar herkes biliyor ve hatırlıyorken, Mehmet Bey, açıkçası neyin kafasını kovalıyor? Hala motokuryelerden, bahşişlerden alınacak KDV oranları gibi saçma sapan muhabbetlerle hayatımızı her geçen gün daha fakir hale sokmaya çalışıyor. Bu bildiğiniz kötülüktür. Başka da bir tanımı yoktur. Dev şirketlere milyarlık vergi afları, saçma sapan teşvikler, geçiş garantili geçilmeyen yollar, köprüler, havalimanları, gider kapısı anormal saraylar, diyanet gibi bütçesi bir sürü bakanlıktan büyük olan ve giderlerinin %80’ine yakını çalışan maaşlarına giden azman bataklıklar varken, Mehmet Bey hala gık mık diyor. Ortada yapılan hiçbir şey yok, kötülükten başka. Sanırım ülke tamamen kurumadan da sivrisinekler bataklığı terk etmeyecek. Beslenememekten güdük kalan nesillerin sorumlusu kim? Ben miyim, Mehmet Bey mi, yoksa akılsız başlar mı? Matematiği ve bilimi inkar etmekle elimize ne geçecek? Sayılara hadlerini mi bildireceğiz?
Son bir soru: Göz göre göre, akıl ve mantığa aykırı, bu kadar saçmalığı neden yapıyorsunuz ya da bunun içine giriyorsunuz sevgili yetkililer? Aslında sorum kendi kendini cevapladı. Çünkü yetkililer de yetkisiz güzel ülkemizde.
/././
İktidar vergi kaçırmaya ortak -Nurcan Bilge Gökdemir-
İktidarın açlıkla mücadele eden çoğunluğun cebine biraz daha el atma anlayışıyla hazırladığı Vergi Paketi beklenirken iktidar ile ana muhalefet arasında gerçekleşen görüşme, Vergi Cennetleri gerçeğini bir kez daha gündeme getirdi.
CHP’nin Ekonomiden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı, “Gölge Bakan” Yalçın Karatepe, yoksulluktan nefesi kesilen halkın bütçesi yerine Bakanı Mehmet Şimşek’e başka bir adres gösterdi: Vergi Cennetleri…
18 yıldan bu yana zaman zaman gündeme gelen ancak iktidar tarafından sürekli yok sayılan Vergi Cennetleri gerçeğini bir kez daha hatırladık bu görüşme ile. Karatepe’nin sözleri üzerine Şimşek’in gündemine vergi cennetlerinin gelip gelmediğini bilmiyoruz, bunu zaman gösterecek.
Ama biz “Vergi Cennetleri” yoluyla büyüklüğü bilinmeyen ama açığın kapatılmasında önemli etkisi olacağı tahmin edilen bu tutarın nasıl halktan çalındığını, bu sistemin nasıl işlediğini hatırlayalım.
GİZLİLİK GARANTİLİ TRANSFER
Çoğunluğu ada devletlerinde kurulan bu sistem, gizlilik garantili olarak vergisiz ya da çok düşük vergi uygulanarak servet transferine olanak sağlıyor. Hangi ülkelerden, kimler, ne kadar tutarı bu ülkelere gönderiyor, bu ancak zaman zaman açıklanan bazı belgelerle bir parça görünür oluyor ama “tüm tutar, kimler ya da hangi şirketler” sorusu hiçbir zaman tam olarak açığa kavuşmuyor
ADALARIN ÖTESİNE GEÇTİ
Çoğunluğu Karayip Denizi’ndeki adalarda kurulduğu için off shore/kıyı ötesi denilen bu bankacılık sisteminin başka coğrafyalarda da yaygınlaştığı biliniyor. Ancak Virgin, Man, Cayman, Manş Adaları Şeyseller, Mauritius, Bermuda gibi ülkelerin yanı sıra İrlanda’nın da ismi bu cennetler arasında sayılıyor.
2016 ve 2017 yıllarında Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung gazetesinde yayımlananlar bu sistemi büyük ölçüde gözler önüne serdi. Bu belgelerde Türkiye’ye ilişkin veriler de yer aldı. “Beşli çete” denilen ama sayılarının daha fazla olduğu bilinen dev şirketler, eski Başbakanlardan Binali Yıldırım’ın oğulları, Türkiye’de faaliyet gösteren bazı bankaların da bu sistemin müdavimlerinden olduğu görüldü.
2021’de Pandora Belgeleri ile off shore bankacılığın küresel olarak kara para aklama amacıyla kullanıldığı iyice gözler önüne serildi.
Kamu ihaleleri ile fonlanan şirketler, iktidar olanaklarından nemalanan siyasetçiler, suç örgütlerinin kullandığı bu sistemin ana karakterini gösteren tanım OECD tarafından yapıldı, OECD sistemin vergi ile ilgili bölümünün tanımını yaptıktan sonra bir başka özelliğin de altını çizdi. Bilgi paylaşımı yapılmaması, yani gizlilik, şeffaf olmama. Bu da işin ekonomik boyutunun yanı sıra kriminalleşmeye yatkın özelliğini de gösterdi.
TÜRKİYE YASASINI ÇIKARTTI, UYGULAMADI
Dünyadaki sermayenin büyük bölümünü kontrol altında tutan çok sayıdaki ülkenin ikiyüzlü bir tutumla bu sermaye transferine göz yumduğu, görmezden geldiği biliniyor. Türkiye ise vergi kaçırmaya yarayan sistemi kontrol altına almaya dönük bir yasal düzenlemeyi parlamentosundan geçirdi ancak yasalaştığı ile kaldı hayata geçmedi. Çünkü uygulanabilmesi için gerekli olan en önemli şart bizzat Erdoğan tarafından yerine getirilmedi.
Haziran 2006 tarihli 5520 Sayılı Kurumlar Vergisi Kanunu’nun 30’uncu maddesinin 7’nci fıkrası, “Kazancın elde edildiği ülke vergi sisteminin, Türk vergi sisteminin yarattığı vergilendirme kapasitesi ile aynı düzeyde bir vergilendirme imkânı sağlayıp sağlamadığı ve bilgi değişimi hususunun göz önünde bulundurulması suretiyle Cumhurbaşkanınca ilan edilen ülkelerde yerleşik olan veya faaliyette bulunan kurumlara (tam mükellef kurumların bu nitelikteki ülkelerde bulunan iş yerleri dahil) nakden veya hesaben yapılan veya tahakkuk ettirilen her türlü ödemeler üzerinden, bu ödemelerin verginin konusuna girip girmediğine veya ödeme yapılan kurumun mükellef olup olmadığına bakılmaksızın yüzde 30 oranında vergi kesintisi yapılır” diyor. Bu maddenin uygulanabilmesi için “Cumhurbaşkanı tarafından ilan edilen ülkelerde…” hükmünün gereğinin yapılması gerekiyor. “Kim tarafından” sorusunun yanıtı da çok açık, “Cumhurbaşkanı tarafından…” Ancak Erdoğan aradan 18 yıl geçmesine karşın listeyi yayımlamadığı için bu ülkelere aktarılan tutarlardan yüzde 30’luk kesinti yapılamıyor. Yani bu kazançlar vergilendirilemiyor.
BİLANÇO BİLİNMİYOR
Buralara aktarılan tutarların büyüklüğü elbette bilinmiyor ancak, Tasarruf Genelgesi ya da Vergi Paketi ile bütçeye yaratılmak istenen gelirin önemli bir bölümünün bu vergilerle karşılanabileceği konusunda uzmanlar görüş birliği içinde.
Bu büyüklüğe ilişkin tahminde bulunmaya çalışan kurumlardan biri Vergi Adalet Ağı isimli sivil toplum örgütü. Bu örgütün yayımladığı son raporda, gelecek on yıllık dönemin sonunda küresel ölçekte toplam vergi kayıp ve kaçağının 4,7 trilyon dolara ulaşacağı hesaplanıyor. Bunun 1,7 trilyon dolarının vergi cennetlerine aktarılan tutarlardan kaynaklanacağı tahmin ediliyor.
Bu listenin yayımlanması ile bütçe açığının azaltılmasına katkısı olacak büyüklükte bir kaynak oluşacağı çok açık. Ancak iktidarın bu kez tercihini sermayeden yana koymaktan vazgeçmesi gerekiyor. Bu da kamu ihaleleri ile fonlanan, KÖİ projeleri ile on yıllara yayılan kaynak transferi garantisi verilen şirketlerin, iktidar olanakları ile nemalanan siyasetçilerin, devlet ve siyaset içine kadar bağlantıları uzanan çetelerin hem daha az kar etmeleri hem de gizlilik garantisi veren bu ülkelere gizli servet transferi yapmalarının önlenmesi anlamına gelecek.
İktidarın bugüne kadarki tercihlerine ve iş yapma alışkanlığına bakılınca bunu beklemek hayalperestlik olur, bunu biliyoruz. Ama biz bir kez daha çağrıda bulunalım, “Bu listeyi yayımlayın, vergi kaçakçılığına suç ortaklığı yapmayın, aradığınız kaynağın büyük bölümü bu cennetlerde…”
/././
Cumhuriyet, Hatay ve Aleviler -Şükrü Aslan-
Şehir kimlikleri, sanıldığı gibi fiziksel-mekânsal-kültürel olarak ‘kentli’ olma hallerinden çok diller ve kültürler üzerinden ilgili literatüre konu olmuştur. Hemen bütün modern devletler şehir nüfusunun dil-inanç kimliklerini tespit-tasnif etmeye odaklanmış; homojen toplum politikalarını bu kategoriler üzerinden kurmuştur. Bu nedenle şehir-kimlik ilişkisini anlamak, öncelikle bunları kapsayan demografiye bakmayı gerektirir. Bu, ayrıca devletlerin kimlik politikalarını anlamak açısından da oldukça önemlidir.
Hatay’ın şehir kimliği bu açıdan ilgi çekici olgularla yüklüdür. Şehir demografisini oluşturan kimlikler Hatay’ın, çeşitli devletler arasında pazarlık konusu olmasında daima merkezi rol oynamıştı. Yüzyıl önceki adıyla İskenderun Sancağı, 1921 Ankara Antlaşması’yla Fransız yönetimine bırakılırken ya da 1936-1937 yıllarında Milletler Cemiyeti’yle anlaşma gereği Suriye’ye bağlı özerk bir cumhuriyet olurken temel kriter Hatay’ın kimlik nüfuslarıydı; hangi kimlik grubundan ne kadar nüfusun bulunduğuydu.
Dolayısıyla bütün o süreçte kimlik kategorilerinin tespiti en önemli çalışmalardan birisiydi. 1936 sayımına göre şehirde Arapça konuşan nüfus 99 bin 163, Türkçe konuşan nüfus 85 bin 274 kişi olarak tespit edilmişti. Aynı sayıma göre 28 bin 857 Ermeni, 4 bin 831 Kürt ve 954 Çerkes vardı. Araplar yekpare değildi; Hıristiyan Araplar, 14 bin 105. Müslüman Sünni Araplar 22 bin 461, Alevi Araplar ise 62 bin 123 nüfusa sahipti.
∗∗∗
Sancakta Türk nüfus çoğunluk olmadığı için Arap Alevilerini kazanmak Türkiye için oldukça önemliydi. Zira resmi belgelere de yansıdığı gibi Hatay demografisinin en büyük gruplarından birisi Arap Alevileriydi. Cumhuriyet elitleri o yıllarda Arap Alevilerini “Eti Türkleri” olarak nitelemeyi tercih etmiş ve Osmanlı Devleti’nin, ‘Eti Türkleri’ni ihmal etmesini, facialardan biri olarak görmüşlerdi. Bunun yanı sıra farklı kanallardan yaptıkları yoğun propaganda ile aslında Arap Alevilerin Arap olmadıklarını, 40 asırdır buraya yerleşip zamanla dillerini unutup Araplaşan Eti Türkleri olduğunu iddia etmişlerdi. İlginçtir, Dersim kırımı sürerken bazı Alevi Ocak pirleri, Arap Alevilerin Türkiye’nin yanında-lehinde yer almasını sağlamak için, devlet tarafından Hatay’da görevlendirilmişlerdi. Bu çabalarla bazı Arap Aleviler, Türk olarak kayıt ettirilmiş ve nüfus (seçmen) sayımı açısından arzu edilen sonuçlar elde edilmişti. Nitekim Milletler Cemiyeti’nin verilerine göre Türk kesimden 22, Alevi kesimden 9, Ermenilerden 5, Araplardan 2, Ortodoks cemaatinden 2 kişi mebus olma hakkı kazanmıştı.
3 Mayıs 1938’de Milletler Cemiyeti gözetiminde yapılan seçimin yanı sıra, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1938’de Mersin-Adana’ya yaptığı gezi ve nihayet 3 Temmuz 1938’de Türk-Fransız Antlaşması ile süreç tamamlanmış ve Türk Ordusu Hatay’a girmişti. Haziran 1938-1939 döneminde İskenderun Sancağı, Hatay adıyla önce bağımsız bir devlet olmuş ve devamında Türkiye’ye ilhak ederek, ülkenin vilayetlerinden birisi haline gelmişti.
∗∗∗
Bu aşamadan Arap Alevilerin, sistem tarafından güçlü bir kabulü beklenirdi belki ama elbette öyle olmamıştı. Bütün o gerilimli süreçte özel ilgi gösterilen ‘Eti Türkleri’, Hatay’ın resmen Türkiye’ye katılmasıyla yeniden ‘Arap Aleviler’ olarak kayıtlarda yerlerini almışlardı. Üstelik ‘halledilmesi gereken bir sorun’ olarak. Mesela 3 Şubat 1943 tarihinde Samandağ Nahiye Müdürü Behçet Perim tarafından, Hatay Valiliği’ne gönderilen raporda Arap Alevilerin “Hatay’ın ilhakından dört yıl geçmesine rağmen, asimile olmadıkları gibi, günün birinde Türkiye’nin Suriye ile girebileceği bir savaşta, Suriye’nin yanında yer alacaklarından kuşku duyulduğu” yazılmıştı. Raporda “Alevilerin yerleşik olduğu mıntıkaların manen de ilhak edebilmesi için, Bulgaristan, Romanya ve Sırbistan’dan gelmiş evsiz ve topraksız halis Türk muhacirlerinin yerleştirilmesi” özellikle önerilmişti.
Özetle ‘Eti Türkleri’ gitmiş, yerine yeniden Arap Aleviler gelmişti. Artık onları da yerlerinden çıkarmanın zamanıydı. Bu uygulama çoğu ulus devletin bir tür alışkanlığı gibiydi. Ne yazık ki alışkanlıkların terkedilmesi hiç kolay değil ama üstesinden gelebilmek için yok sayılmamaları şarttır.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder