Kayyımcılık gölgesinde ‘normalleşme’ (Gözde Bedeloğlu)
∗∗∗
DEM’in 31 Mart 2024’te kayyımdan geri aldığı bir diğer il Van. 2014 yerel seçimlerinde yüzde 53 oy olarak Van Belediye başkanı seçilen DBP’li Bekir Kaya, İçişleri Bakanlığı tarafından görevden alınmış ve yerine kayyım atanmıştı. 18 Kasım 2016 tarihinde tutuklanan Kaya’nın görevden alınmasına gerekçe gösterilen suçlamalar arasında kamu arazilerinin PKK talimatıyla yeşil alana dönüştürüldüğü, örgütün belediye üzerinden çıkar sağladığı iddiaları vardı. Savcılık ve emniyetin İçişleri Bakanlığı’na gönderdiği raporda herhangi bir kanıt bulunamadığı belirtilmiş ve soruşturma düşmüştü. ‘Örgüt üyesi olmak’ iddiasıyla aldığı hapis cezası Yargıtay tarafından onanan Kaya halen cezaevinde. 2019 yerel seçimlerine kadar üç yıl boyunca kayyım tarafından yönetilen Van’da halk yüzde 54 oyla HDP’li Bedia Özgökçe Ertan’ı belediye başkanı seçti ancak dört ay sonra onun da yerine kayyım atandı. Ertan’a yöneltilen suçlamaların arasında, dönemin HDP Eş Genel Başkanı Pervin Buldan’ın yaptığı bir konuşmayı ‘tepki göstermeden dinleyerek terör örgütü propagandası yapmak’ vardı. İkinci kayyım dönemi 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde sona erdi. DEM Parti adayı Abdullah Zeydan yüzde 56 oy oranıyla Van belediye başkanı seçildi. Ne var ki, Zeydan’ın memnu haklarının, yani mahkumiyeti nedeniyle mahrum edildiği haklarının, Adalet Bakanlığı tarafından seçimden önceki cuma günü mesai bitimine 5 dakika kala geri alındığı ortaya çıktı. Bu gerekçeyle Van İl Seçim Kurulu, mazbatanın Zeydan yerine AKP’li aday Abdulahat Arvas’a verilmesine karar verdi. Başta oyuna sahip çıkan Van halkının protestoları ve destek veren muhalefetin itirazları sonucu, Yüksek Seçim Kurulu oy çokluğu ile Abdullah Zeydan’a mazbatasını iade etti. Göreve başlayan Zeydan, kayyım yönetimden 8,5 milyar lira borç devralındığını ve bunun 2,5 milyar lirasının Van Su ve Kanalizasyon İdaresi’ne ait olduğunu açıkladı. Zeydan ayrıca 2022 yılında 400 milyon lira olan belediye borcunun, kayyım yönetiminde son bir buçuk yılda 8,5 milyar liraya ulaştığına dikkat çekti.
∗∗∗
Ve Hakkari. 2014 yerel seçimlerinde BDP adayı Dilek Hatipoğlu oyların yüzde 67’sini alarak Hakkari Belediye Başkanı seçildi. 2015 yılında tutuklandı. 2016 yılında ‘devletin birlik ve beraberliğini bozma’ suçlamasıyla 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Vekil olarak seçilen Fatma Yıldız da aynı yıl görevden alındı, ‘örgüt üyeliği’ iddiasıyla tutuklandı ve yerine kayyım atandı. 2019 yerel seçimlerinde HDP adayı Cihan Karaman oyların yüzde 60’ını alarak Hakkari Belediye Başkanı oldu. Ancak o da ‘terör örgütü üyeliği’ ve ‘terör örgütü propagandası yapmak’ suçlarından tutuklandı ve İçişleri Bakanlığı’nın kararıyla yerine kayyım atandı. 31 Mart 2024 yerel seçimlerinde DEM Parti adayı Mehmet Sıddık Akış oyların yüzde 49’unu alarak belediye başkanı seçildi. Akış’ın 10 yıldır devam eden davası seçimlerden iki ay sonra sonuçlandı. Fetö firarisi bir savcı tarafından yazılan iddianameyle yargılanıp 19 yıl hapis cezasına çarptırılan Akış tutuklandı ve onun da yerine kayyım atandı. Göreve başladığında, yerel seçim öncesi AKP’li adayın kampanyasına kayyım yönetimi tarafından 29 milyon 939 bin lira aktarıldığını açıklayan Akış, AKP ve MHP’li yöneticilerin işe gelmeden belediyeden maaş aldıklarını tespit ettiklerini söylemişti.
∗∗∗
DEM Parti’nin, kayyım atanan illerde seçimi kazanmış olması seçmenin iktidarın kayyım uygulamasından duyduğu rahatsızlığı açıkça gösteriyor. Mardin, Van ve Hakkari örneklerinde görüldüğü üzere bu işin karşılıklı bir inada dönüştüğü de ortada. İradesi yok sayılan seçmen sonraki seçimde yine yüksek bir katılım göstererek oyunu kullanıyor ancak seçtiği başkan kah yeterli kanıt gösterilmeden, kah konuştuğu kah konuşmadığı gerekçe gösterilerek çeşitli suçlamalarla görevinden uzaklaştırılıyor, yıllarca hapsediliyor. Üstelik halkın hizmet beklediği belediyelerin bütçeleri, Sayıştay raporlarına da yansıdığı üzere, kayyım yönetimler tarafından doğru kullanılmıyor. Sıddık Akış ile birlikte üçüncü kez uygulanmaya başlanan kayyımcılığa karşı muhalefetten gelen düşük tondaki itirazların yerini, gücünü demokrasi mücadelesinden alan, daha yüksek seslere bırakması şart. Yerel seçimlerden Türkiye’nin birinci partisi olarak çıkmış CHP’nin özellikle durumuna uygun bir özgüvenle davranması, önümüzdeki genel seçimleri kazanma iddiasındaki bir parti için olduğu kadar bu ülkede yaşayan herkes için önemli.
∗∗∗
Hukukun, kanunun, demokrasinin bir kırmızı çizgisi olacaksa onu ilk önce yargı bağımsızlığından yana çizmek gerek. Hukukun işlediği bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’nin kararları görmezden gelinmez. İnsanlar değil konuşmadıklarından, sadece düşüncelerini ifade ettikleri için onlarca yıl hapsedilmez. Demokratik bir seçim sisteminde birisine önce aday olabilirsin denip seçildikten sonra a olamazmışsın denmez. Kusura bakmasınlar ama meşruiyetten sapma tam da böyle olur. Veriler ortada, aziz milletin doğu kanadı ısrarla sandığa gidiyor ve ısrarla seçtikleri başkanların önü kesiliyor. Belediyelerin halka ait olduğunu söyleyebilmek için önce seçimlerine saygı göstermek gerekir. Üstelik, siyasette bir ‘normalleşme’ tartışmasının sürüp gittiği bugünlerde… Görünen o ki yakın zamanda buradan olumlu bir sonuç beklemek hayalcilik olur; çünkü kendine oy kazandırmayan kayyımcılıktan yine de vazgeçemeyen, aynı zarardan aynı hatayla dönmeye çalışan, ülke için ne yeni ne de farklı bir rota çizebilen bir iktidar var karşımızda.
/././
AB’de aşırı sağın önlenebilir yükselişi (Hayri Kozanoğlu)
Avrupa Birliği (AB) üyesi 27 ülkenin 400 milyona yakın seçmeni 6-9 Haziran tarihleri arasında Avrupa Parlamentosu (AP) üyelerini seçmek için sandık başına gidiyor. Bilindiği gibi AP birliğin yasama organı. Yürütme organı Avrupa Komisyonu’nun (AK) başkanı da, AP tarafından seçiliyor. Avrupa Konseyi, üye ülkelerin hükümet başkanlarından oluşuyor. Komisyon için başkan adayını konsey belirliyor, ancak AP seçiyor. AP’de üyeler sağ-sol yelpazesindeki konumlarına göre politik gruplardan birine dâhil oluyor, bir bakıma orada ülkelerini değil ideolojilerini temsil ediyor.
Şu anda AP’de yedi resmi grup bulunuyor: Ana akım sağı Avrupa Halk Partisi (EPP), merkez-solu Sosyalist ve Demokratların İlerici İttifakı (S&D), liberalleri Avrupa’yı Yenile (Renew), yeşilleri Yeşiller/Avrupa Özgür İttifakı (Greens/EFA), radikal solu Avrupa Birleşik Solu-Nordik Yeşil Sol (GUE/NGL) temsil ediyor. Aşırı sağ ise Kimlik ve Demokrasi (ID) ve Avrupa Muhafazakârları ve Reformistleri (ECR) gibi iki ayrı çatı altında örgütlü.
YEŞİL VE LİBERALLER KAYBA UĞRAYACAK
Bu seçimlerde yeşiller ve liberallerin ciddi oy kaybına uğramaları, buna karşın ne yazık ki aşırı sağın güçlenmesi bekleniyor. AP seçimlerinde genellikle katılım düşük oluyor. Çünkü seçmen, oylarıyla ulusal parlamento seçimleri gibi doğrudan yaşamına yansıyacak bir değişiklik gerçekleşmeyeceğini düşünüyor. Bu nedenle ideolojik yönelimi güçlü, tepkileri keskin seçmenlerin sandık başına gitme olasılıkları güçleniyor. Bu durumdan genelde ideolojik yelpazenin sağ ve sol uçlarındaki partilerin avantajlı çıktıkları biliniyor. Ancak bu seçimlerde rüzgar aşırı sağdan yana. Bir umut; seçimlerin hikayesi “aşırı sağın yükselişi” şeklinde beklendiği için, gelişmelerden tedirginlik duyan ılımlı görüşlere sahip yurttaşların sandığa daha fazla rağbet etmeleri.
AŞIRI SAĞIN YÜKSELME DİNAMİKLERİ
Seçmenlerin aşırı sağ partilere bu denli teveccüh göstermesinin ardında; göçmenlere ve mültecilere duyulan tepki, ana akım parti veya koalisyonlar yönetiminde enflasyonun dolayısıyla hayat pahalılığının artışından duyulan rahatsızlık, Ukrayna Savaşı sonrasında iyice artan enerji maliyetleri, özellikle son zamanlarda küresel iklim değişikliğine karşı önlemler içeren “Yeşil Anlaşma’yı” reddetme gibi nedenler yer alıyor.
Bu partilerin bir kısmı geçmişte Nazizme, Franko’ya, Mussolini’ye sempati üzerinden yükselen doktriner, karanlık bir geçmişe dayansalar da, halka gündelik sorunlara ilişkin tavırları ve çözüm önerileri üzerinden yaklaşıyorlar. Kapitalist küreselleşme sürecinde konum yitiren mavi yakalı işçiler, işlerini daha ucuza ve uzun saatler çalışan göçmenlerin kaptığını\standartları düşürdüğünü düşünen hizmetler sektörü çalışanları, gelirin daha yüksek olduğu metropollere öfke duyan taşra seçmeni, geleneksel olarak kendini sağ partilere yakın hisseden kırsal nüfus, bu partilerin en fazla destek bulduğu kesimler.
Hollandalı akademisyen Matthijs Rooduijn’e göre, aşırı sağ partilerin göçmenler konusuna yaklaşımı, demokratik kurumları ve teamülleri reddetmesi gibi temel politikalarında bir yumuşama görülmüyor. Sadece imajlarını değiştiriyor, daha ılımlı bir dil tutturuyorlar. Sosyal medyayı etkin kullanıyorlar, ana akım medyanın politik ve ekonomik elitlerin egemenliğinde bulunduğu propagandasıyla sade yurttaşı etkiliyorlar. Koalisyon kurarken bu partilerin katılımına veya dışarıdan desteğine muhtaç kalan merkez partiler de aşırı sağın meşrulaşmasına, normalize olmasına katkıda bulunuyorlar.
AŞIRI SAĞIN SEÇİM BAŞARILARI
Aşırı sağın yakın dönem seçim başarılarını hatırlarsak; Eylül 2022’de İtalya’nın Kardeşleri (Fratelli d’Italia-FdI) başkanı Giorgia Meloni, daha önce Kuzey Ligi diye bildiğimiz Lega ve Silvio Berlusconi’nin Forza İtalia partisiyle koalisyon kurarak başbakanlık koltuğuna oturdu. İsveç’te İsveç Demokratları Eylül 2022 genel seçimlerinde oyların %20.5’ini alarak %30.3 oy toplayan Sosyal Demokratlar’ın ardından ikinci parti oldu. Hükümette bakan bulunduramasa da, göç ve güvenlik politikalarında söz sahibi konuma geldi. Nisan 2023’te Gerçek Finliler Partisi (Finns) seçimden %20.1 oyla ikinci çıktı ve muhafazakâr Petteri Orpo hükümetinde ekonomi, finans, içişleri, adalet ve sosyal ilişkiler gibi kilit bakanlıkları aldı. Kasım 2023’te ise Hollanda’da Geert Wilders’in Özgürlük İçin Partisi (VVD) %23.5 oy ile birince parti haline geldi. Uzun müzakereler sonucunda Wilders başbakanlık koltuğuna oturamasa da, kurulan dörtlü sağ koalisyonun en güçlü aktörü olarak parlamentoda bulunuyor.
Şu anda aşırı sağ partiler Avrupa Konseyi’nde başbakanlar İtalyan Giorgia Meloni, Macar Viktor Orban ve Çek Cumhuriyeti’nden Petr Fiala ile temsil ediliyorlar. Kamuoyu yoklamalarında Avusturya, Belçika, Fransa, İtalya, Hollanda ve Polonya’da önde görünüyorlar.
İKİ FARKLI AŞIRI SAĞ GRUP
Daha önce de vurguladığımız gibi aşırı sağ Avrupa Parlamentosu’nda iki farklı grupta örgütlü. Bunlardan birisi daha keskin kabul edilen Fransız Ulusal Birlik, İtalyan Lega, Hollandalı Özgürlük İçin Partisi, Avusturya Özgürlük Partisi ve Alman AfD’nin Bulunduğu ID. AfD, bir kısım üyesinin yurttaş statüsü almış göçmeni ülkelerine geri gönderme planı afişe olunca gruptan ihraç edildi. Diğeri ise, İngiliz Muhafazakâr Parti’nin kurduğu, Brexit sonrası daha da sağa kayan, İtalya’nın Kardeşleri’ni, İsveç Demokratları’nı, Gerçek Finliler’i, İspanyol VOX’u ve Polonyalı Kanun ve Adalet Partisi’ni bünyesinde bulunduran ECR.
Mart 2021’de Viktor Orban’ın Fidesz Partisi ana akım sağ EPP’yi terk etti. Şimdi her iki grupla da görüşme yürütüyor. Görüldüğü kadarıyla Orban ikisini birleştirerek kendisini Avrupa aşırı sağının lideri ilan etmek istiyor. Genelde ECR üyelerinin ekonomik konularda neoliberal ve NATO yanlısı olduğu; ID’nin ise refah devleti uygulamalarına daha yatkın olduğu ve AB’nin Ukrayna politikalarına mesafeli yaklaştığı söylenebilir.
İspanya’nın VOX partisi ise, düzenlediği Madrid Forumu aracılığıyla ABD’den Donald Trump, Arjantin’den Javier Milei ve Latin Amerika’nın anti-komünist partilerinin temsilcilerini bir araya getirerek küresel aşırı sağın merkezi olma gayretinde. Haliyle hem ID, Hem de ECR üyelerini el üstünde tutuyor. Kendini merkeze yanaştırma gayretindeki Meloni gibiler foruma daha mesafeli yaklaşıyor.
Avrupa’da siyasi ittifaklara ilişkin karantina hattı (cordon sanitaire) kavramı yaygınlıkla kullanılıyor. Bu hattın dışında kalan aşırı çizgideki siyasi partilerle asla ittifak kurulmuyor. AK Başkanı Alman Hıristiyan Demokrat Ursula von der Leyen, ECR partileri ile dirsek temasında bulunmayı, sadece ID partilerini karantina hattı dışında tutmayı planlıyor. Asıl amacı, ikinci dönem başkanlık için Meloni’nin desteğini almak.
İngiliz The Economist dergisi Avrupa’nın yakın geleceğinin üç kadının Leyen, Meloni ve RN lideri Marine Le Pen’in elinde olduğunu öne sürüyor. İtalyan ve Fransız aşırı sağ liderlerinin yakınlaşması yerine, Meloni’nin Leyen’in tekliflerine açık olmasının daha tercih edilebilir olduğunu iddia ediyor. Bir anlamda merkezin aşırı sağ ile yakınlaşmasını meşrulaştırıyor.
Bu aşırı milliyetçi partileri ayıran bir fay hattı da, LGBTQ konularına yaklaşım. Macaristan, Polonya başta gelmek üzere Doğu Avrupa kanadı Trump’ın izinde, çocuklara zorla eşcinsellik, trans ideolojisi dayatıldığını ileri sürerken Fransa’da Le Pen ve Hollanda’da Wilders tam ters bir pozisyon alarak, anti-İslam politikalarının bir uzantısı olarak eşcinsel haklarının savunuculuğuna soyunuyorlar.
Aşırı sağın yükselişi karşısında pozisyon alan bir figür de, Alman solunun bilinen ismi Sahra Wagenknecht. Bu emektar politikacı Die Linke (Sol Parti) partisinden koptu. Halk kitlelerinin duygularını anlamanın gereğine vurgu yaparak göçmen politikaları, sosyal politikaların önemi, Ukrayna’da Volodimir Zelenski’nin kayıtsız şartsız desteklenmesi anlayışının sorgulanması anlamında, farklı bir çizgi tutturdu. Aşırı sağın yükselişinin ancak böyle, onların kitleleri yakaladığı reçeteyi anlayarak önlenebileceğini savunuyor.
SOLUN ÜZERİNE DÜŞEN GÖREVLER
AP seçimlerinden avantajlı çıkabilecek bir grup da ana akım sağ partileri bünyesinde toplayan EPP. Merkez sol ve liberal grupla birlikte büyük olasılıkla yine çoğunluk oluşturacak, aşırı sağın egemenliğine izin vermeyecekler. Ancak sonuçlar belli olunca, yine de en çok konuşulan gündem maddesi aşırı sağın başarısı olacak. Gerçekten böyle bir tablo ortaya çıkarsa, tarihin en sağcı AP’si ile karşılaşacağız. Faşizme karşı mücadele gereği aciliyet kazanacak.
Avrupa’nın radikal sol kanadı bir zamanlar Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, Portekiz’de Bloco ile çıkıştayken, şimdi yüzünü güldüren tek örnek Belçika’nın İşçi Partisi (PTB) kalacak. Sosyalistlere, komünistlere, genel olarak solculara düşen görev de, anti-faşist, enternasyonalist, ekolojik konulara duyarlı, toplumsal cinsiyet eşitliğini savunan, emekten yana ana eksenini terk etmeden; bu reaksiyoner, yabancı düşmanı, korkular\komplo tezleri üzerinden politika yapan aşırı sağı teşhir etmek olacak. Ancak kapitalist küreselleşme sürecinin kaybedenlerinin, taşranın yoksul bırakılanlarının, neoliberal tarım politikaları karşısında ayakta kalmaya çalışan çiftçilerin dertlerine derman olma zorunluluğunu daha iyi kavramaları, sadece şehirli orta sınıfların partisi imajını da yıkmaları gerekecek.
/././
Tercih meselesi (Yalçın Karatepe)
Ekonomi yönetimi bir “dezenflasyon programı” uyguladığını söylüyor ve buna yönelik aldıkları kararların tek çıkar yol olduğunu, başka bir seçeneğin olmadığını, yapılanların zorunluluk olduğunu ima eden açıklamalarda bulunuyor. “Rasyonele dönmekten başka yol yok” açıklamasından beri iktidara destek veren bazı “ekonomistler” de benzer şeyler söylüyorlar.
Bill Clinton döneminde Çalışma Bakanı olarak görev yapan, şimdi Berkeley’de üniversite hocası olan Robert Reich, düzenli olarak takip ettiğim kişilerden birisidir. Dün izlediğim bir videosunda ekonomi politikası kararlarının, aslında nasıl bir toplum olmalıyız tercihinin bir sonucu olduğunu anlatıyordu. İnternetten araştırıp bulabilirsiniz. İzleyin derim.
Şimdi ilk paragrafta başladığımız yere dönelim ve soralım: uygulandığı söylenen “programın” tercihleri ne yönde ve kimden yana?
Bir taraftan ücretleri baskılayarak çalışanların yoksullaşmasına yol açan, diğer taraftan “ama bütçe dengesi önemli” diye başlayan cümleler kurarak KDV oranlarını yükselterek en adaletsiz vergi yükünü halkın sırtına bırakan; öte yandan “borsada kazanca dayalı değil, sınırlı bir işlem vergisi öngörüyoruz” diyen anlayışın tercihlerinin kimden yana olduğunu iyi görmek gerekir.
Borsada “kazanandan” vergi almayıp, kredi kartına borçlanmak zorunda kalarak market alışverişi yapanın da ödediği KDV oranını yüzde 20’ye çıkarmak nasıl açıklanır? Hatta parası olmadığı için kredili mevduat hesabından borçlanmak zorunda kalanlara ödedikleri faizin yüzde 30 kadar da vergi yükleyenlerin ekonomi politikası tercihi açık değil mi? Madem vergi gelirine ihtiyacınız var, o zaman insanlardan ekonomik güçlerine göre vergi alın.
Borsa kazançlarının vergilendirilmesi gündeme geldiğinde “bütçe dengesine” atıf yapılmaması da dikkate değer. Ne yani, bu ülke vergi gelirinin büyük payını hep dolaylı vergiler üzerinden mi elde edecek?
∗∗∗
Asgari ücrete artış taleplerinin reddedilmesini “program çalışıyor” ifadesi ile birlikte kullananların “borsada kazanandan” vergi alınmasını talep ettiklerine pek rastlamıyoruz.
Borsa kazançlarının vergilendirilmesine karşı sosyal medyada pek çok yorum gördüm. Dün merak edip borsada kazanç elde edenlerin kim olduğuna baktım.
Mayıs ayı itibariye Borsadaki portföylerin değeri 5,8 trilyon lirayı aşmış. Yatırımcı sayısı da 8 milyon 300 binin üzerinde. Sayıya baktığınızda milyonlarca vatandaşımızın “borsacı” olduğunu düşünebilirsiniz ancak veriler detaylı incelendiğinde borsadaki paranın çok büyük bir kısmının sınırlı sayıda “yatırımcının” portföyünde olduğu görülüyor. Borsadaki paranın yüzde 83’ü (4,8 trilyon) portföy büyüklüğü 10 milyon lira ve üzeri olan sadece 20 bin(tüm yatırımcılara oranı binde 2) portföyde toplanmış. Hadi biraz daha kapsamı genişletelim. 1 milyon lira üzeri parası olan yatırımcı sayısı 243 bin civarına. Tüm yatırımcılara oranı %3. Parasal büyüklük ise toplamın yüzde 91 kadar. Yatırımcıların yüzde 62’sinden fazlasının portföyü ise 20 bin liranın altında.
Demem o ki borsa kazançlarının vergilendirilmesine karşı çıkanlar aslında yüksek varlıklıların vergilendirilmesine karşı çıkıyor ama gerekçe olarak genellikle küçük tasarrufları olanları öne sürüyorlar.
Kısaca, her ekonomi politikası kararı bir tercihe dayalı olarak verilir.
İktidarın tercihinin geniş halk kesimleri olmadığı açık.
/././
Kırmızı kartı okumak (Zafer Arapkirli)
Siyasi ve sosyal olayları, hatta günlük yaşadığımız durumları yorumlamak için, sık sık spor dünyasından, özellikle de futbol aleminden analojilere başvururuz.
Örneğin “cuk” diye oturan bir sözü veya bir demeci tanımlamak için “Tam doksana taktı” cümlesini kurarız.
Çok zor durumda kalan birinin halini tarif etmek için “Fena halde ofsayta düşmüş” deriz.
Sert ve giderek kavgaya dönüşen bir tartışmayı, en güzel “Bu maç karakolda biter abi...” cümlesiyle tarif etmez miyiz?
Zaman zaman futbol statlarında duyulan centilmenlik dışı ya da “umumi ahlâka mugayir” tezahürattan bile yardım umarız: “Şöyle böyle diye tarif ettiniz bizi, nasıl da mahcup ettik sizi...” (Orijinal hali tam olarak böyle değil tabii. Bilen bilir. Ama buraya öyle yazamam)
Futbol analojilerinin belki de en yaygın kullanılanı ise şu mâhut “Sarı kart - kırmızı kart” benzetmesidir.
Son yerel seçim sonrasında da hemen her gün bu “kart” analojisine başvuruyoruz.
31 Mart seçimlerinden tam 5 gün sonra bu köşede yazdığım “Sarı mı kırmızı mı?” başlıklı yorumda*, CHP Genel Başkanı Özgür Özel’in değerlendirmesinin aksine, seçmenin iktidara “Sarı değil kırmızı kart gösterdiğini” yani, “Eğer genel seçime kadar bu uyarılarımızı dinlemezsen o gün (2028) kartın rengini kırmızıyı döndürürüz” demediğini, bugünden tezi yok “Türkiye’nin yeni bir iktidara ihtiyacı olduğunu söylediğini” yazmıştım.
Buna gerekçe olarak da, “Bu iktidarın şurada 3 - 5 gün ya da 3 - 5 yıldır değil, tam 22 yıldır işbaşında olduğunu, ülkeyi her anlamda yaşanamaz bir yer haline getirdiğini, bunun da artık 4 - 5 yıl değil, 4 - 5 saniye bile daha tahammül edilebilir olmadığını” hatırlatmıştım.
CHP Genel Başkanı Sayın Özel, Salı günü TBMM grubuna hitap ederken, bu “erken seçim” olasılığının artık daha gerçekçi bir durum haline gelmekte olduğunu ima eden cümleler kullandı. İktidara (mealen) “Somut durumu, halkın sorunlarını iyi okuyup gerekeni yapmazsan bu okumayı millet yapar. Milletin okuması karşısında da kimse duramaz” dedi ve şöyle ekledi:
“Böyle giderse millet erken seçim ister. Önünde kimse duramaz. Bu kadar net...”
Özgür Beyi dinlerken, “66 gün sonra bizim dediğimize geliyor galiba” yorumunu yapmıştım.
Dün de, gazetecilerin bu konuşmasını hatırlatması üzerine, “Ben 31 Mart günü durduğum yerdeyim. Ben 127 milletvekiliyle erken seçim kararını zaten alabilecek güçte değilim. Olsa alırım. Öbür pazar iktidara gelirim. CHP erken seçim istemez mi? Ama erken seçim yapılabilmesi için milletin gündemi olması ve vatandaşın istemesi lazım” diye konuştu.
Burada CHP Genel Başkanına şunu söylemek isterim.
Ana muhalefet lideri olarak, (bizim de takdir ettiğimiz bir şekilde) hemen her gün toplumun farklı kesimlerinin nabzını tutmak üzere, meydanlarda, sokaklarda, salonlarda çok çeşitli kesimlerle temastasınız. “Tematik” mitingler diye adlandırılan (Öğretmen, Emekliler, Çay) açık hava toplantıları da yaptınız. Yakında “Geçinemiyoruz” mitingi yapacaksınız. Zaten örgüt, gerek milletvekilleri, gerek il ve ilçe başkanları, gerekse belediye başkanları aracılığıyla size sürekli bir “geri dönüş (feedback) veri beslemesi” içinde. Bunu da biliyoruz. Bunların hiçbiri olmasaydı bile, sırf pencereden kafanızı çıkarmak, yandaş olmayan, dürüst medyayı izlemek, “köşedeki bakkala, çarşıdaki berbere vs.” gidip 5 dakika sohbet etmek bile yeter, halkın hissiyatını ve talebini algılayabilmek için.
Bunca yıldır hem sivil toplum, mesleki örgütlenmenin içinde, hem de bizzat siyasetin göbeğinde bulunmuş, üstelik “sırt üstü” yatmayan ve her daim sahada halkın içinde olan bir politikacısınız.
O halde...
Halkın “Yetti gari!.. Erken seçimden başka bir seçenek yok!..” dediğini nasıl duymazsınız?
Bu halk, daha ne yapmalı? Kendi kendine “Erken seçim istiyoruz...” diye 10 milyon imza toplayıp size mi getirmesi lazım?
Muhalefet lideri olmak, ana muhalefetin genel başkanı olmak, bu hissiyatı “hızlı okumayı” ve onlar adına dile getirmeyi gerektirmiyor mu?
Ülkenin içinde bulunduğu sorunlara bir an önce çözüm bulunması amacıyla bu sorunları, “tek adam, tek karar verici” konumundaki iktidar partisi genel başkanının masasına götürmek ve yüz yüze görüşmek tabii ki bu süreçte başvurabileceğiniz, “gereksiz de görmediğimiz” enstrümanlardan biri olabilir. Kürsüden, mikrofondan seslenmek yerine “suratına” söylemek tabii ki faydalı da olabilir.
Yine bu süreçte, 1 Mayıs’ta tutuklanan gençlerin serbest bırakılmasını sağlamak amacıyla yaptığınız “birebir” temaslar, bu arada geri planda “gölge bakanlarınızın” ilgili muhatapları ile görüşmeleri de hiç yadsınamayacak önemde inisiyatiflerdir.
Ancak, “Erken seçimi isterse millet ister” mealinde yuvarlak sözlerin, artık altını kendinizin doldurması ve bu “acil ve ertelenemez talebi” meydanlarda “avaz avaz” seslendirmenizin zamanı çoktan gelmiştir.
Bunu ne kadar çabuk kavrar ve hayata geçirirseniz, emin olun halkın giderek daha da güçlenen “can-ı gönülden desteğini” (oyunu) arkanıza alacağınız gerçeği kesindir.
Çekinmeyin.
Bunu yaparsanız, iktidara “itici” geleceğiniz tabiidir.
Ama on milyonların kemiğine dayanmış bıçak, artık “acıtmanın” da ötesinde, o kemiklere fena halde hasar vermekte.
Bilginize.
/././
Yıllık ücretli izinle ilgili bilmemiz gerekenler- Hüseyin İrfan Fırat
Yaz aylarının başlaması ile birlikte çalışanların önemli haklarından olan yıllık ücretli izine ilişkin sorular da ağırlık kazandı. Biz de bu yazımızda şu sıralar çokça soru aldığımız bu konuya değinelim ve çalışanlarımızın tereddütlerini giderelim istedik.
YILLIK ÜCRETLİ İZİN HAKKINDAN VAZGEÇİLEMEZ
Öncelikle bilinmesi gereken yıllık ücretli izin, kaynağını Anayasa’daki dinlenme hakkından alan bir haktır ve yıllık ücretli izin hakkından vazgeçilemez.
KAYITLI VE KANITLANABİLİR BİR İŞ İLİŞKİSİ OLMALIDIR
Her şeyden önce bir çalışanın bu izninden söz edebilmemiz için ortada kayıtlı bir işçi işveren ilişkisi olmalıdır. Yani bir başka deyişle işçi kesinlikle kayıt dışı (sigortasız) çalışmamalıdır.
YILLIK ÜCRETLİ İZNE HAK KAZANABİLMEK İÇİN ÇALIŞMA SÜRESİ ŞARTI GEREKİR
İzne hak kazanabilmek bakımından o işyerinde ve/veya aynı işverenin değişik işyerlerinde 1 tam yıl fiili olarak çalışmış olmak gerekir. Bazı devamsızlıklar ve uzun süreli istirahatler işçinin yıllık izin için gerekli olan kıdem süresinde dikkate alınmaz. Örneğin kadın işçinin doğum sonrası 6 aya kadar kullanabildiği ücretsiz izin, işçinin habersiz ve mazeretsiz olarak işe devam etmediği günler, uzun süreli istirahatlerde işçinin işyerindeki ihbar süresini 6 hafta aşan istirahat süreleri yıllık izin hesabında dikkate alınmaz ve işçinin bu süreleri izne hak kazanabilmek için tekrar çalışması gerekir.
İŞÇİNİN AYNI İŞYERİNDE ARALIKLARLA ÇALIŞMASI KOŞULUNDA İZİN HAKKI
Çalışma hayatımızda sorunlu konulardan biri de şüphesiz ki işçinin aynı işyerinde aralıklarla (giriş-çıkış) çalışması koşulunda izin kıdeminin nasıl hesap edileceği konusudur. Bir işçi örneğin askerlik nedeni ile ve/veya emeklilik nedeni ile işyerinden ayrılıp daha sonra aynı işyerinde tekrar çalışmaya başlarsa izin hakkı hangi süreler üzerinden hesap edilerek uygulanmalıdır. Bu konuda hukukçular arasında görüş farklılıkları olduğu gibi işyeri uygulamaları da farklılıklar arz etmektedir. Yargıtay’ın konuya ilişkin son kararları ise eski çalışmalara ait izin hakları izin kullandırmak ve/veya bedeli ödenmek suretiyle tasfiye edildiyse artık eski çalışma sürelerinin sonraki çalışma sürelerine eklenmemesi şeklindedir. (Y.7.H.D. E. 2016/10214 K. 2016/17889 T. 31.10.2016)
Bu konuda bizim de katıldığımız görüş ise aralıklı çalışmalarda yıllık ücretli izin hakkının önceki çalışmalara ait izin haklarının kullandırılmış veya karşılığının ödenmiş olmasına bakılmaksızın işçinin O işyerindeki toplam çalışma süresi dikkate alınarak hesap edilmesi yönündedir. Çünkü yıllık iznin felsefesinde işyerinde kıdemi fazla olan işçinin daha fazla dinlendirilmesi olgusu vardır. Bu olguya bağlı olarak da zaten izi süreleri hesap edilirken kıdemi fazla olan işçiye doğru orantıda daha fazla izin süresi verilir.
6 AY ÇALIŞAN YARIM İZNE HAK KAZANAMAZ
Çalışanların sıkça sordukları ve doğru bir bilgi olmayan yarım izin konusuna da değinelim. Pek çok çalışan işyerinde 6 ay kıdemi olan bir işçinin yarım izin yani 1 hafta izine hak kazandığını düşünmektedir. Oysa bu doğru bir bilgi değildir. Yıllık ücretli izine hak kazanabilmek bakımından o işyerinde 1 tam yıl çalışmış olmak gerekir.
İŞVEREN İSTERSE 1 YILINI DOLDURMAYAN İŞÇİYE DE İZİN VEREBİLİR
Buna mukabil işveren zorunlu olmamakla birlikte 1 yılını doldurmayan çalışanlarına da yaz aylarında izin verebilir. Bu konuda yasal bir engel yoktur. Ancak bu verdiği izni daha sonra işçinin yıllık izninden düşüp düşemeyeceği konusu tartışmalıdır. Bizim de katıldığımız görüş işçiye yıl içinde verilen izinlerin yıllık izinden mahsup edilemeyeceği (düşülemeyeceği) ilkesi sebebiyle erken verilen iznin yıllık izinden düşülemeyeceği yönündedir.
YILLIK İZİN SÜRELERİ NE KADARDIR?
1 yıldan 5 yıla kadar olan çalışanlara 14 gün,
6 yıldan 14 yıla kadar olan çalışanlara 20 gün,
15 yıl veya daha fazla olan çalışanlara 26 gün yıllık ücretli izin hakkı verilmelidir.
18 ve daha küçük veya 50 ve daha büyük yaştaki çalışanlara verilen yıllık ücretli izin hakkı 20 günden az olamaz. Ayrıca yer altı işlerinde çalışan işçilerin yıllık ücretli izin süreleri dörder gün arttırılarak uygulanır.
Yıllık ücretli izine ilişkin bu süreler asgari süreler olup, bu sürelerin altında izin verilemez ancak, sözleşme ve/veya toplu sözleşmelerle bu süreler artırılabilir. Yıllık izine isabet eden hafta tatili, ulusal bayram ve genel tatil günleri izin süresine ayrıca eklenir.
YILLIK İZİN ESNASINDA İŞÇİ HASTALANIRSA NE OLUR?
İşçinin yıllık ücretli izin süresi içinde raporlu duruma düşmesi koşulunda yıllık izin kesintiye uğrar. Bu durumda rapor bitiminde izin kaldığı tarihten itibaren devam eder.
KISMİ SÜRELİ (PART-TIME) ÇALIŞANLARIN YILLIK İZİN HAKLARI FARKLI MIDIR?
İş yasamızda kısmi süreli ve/veya çağrı üzerine çalışanlar bakımından yıllık izinle ilgili özel bir düzenleme bulunmamaktadır. Ayrıca İş kanunu bu çalışanlara ayrımcılık uygulanamayacağını da ön görmektedir. Bu nedenlerle kısmi süreli çalışanlarda diğer çalışanlarla aynı izin haklarına sahiptir. İzin kıdemleri hesap edilirken kısmi süreli çalışıyor oldukları dikkate alınmayıp işe giriş tarihleri ve çalıştıkları takvim süresi dikkate alınacaktır.
(BİRGÜN)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder