7 Haziran 2024 Cuma

Evrensel KÖŞEBAŞI (7 Haziran 2024)

Akıl bilim dışı maarif modeli: İslamcılığın, mezhepçiliğin, tarikatçılığın, rantçılığın esasları (Adnan Gümüş)

“Türkiye Yüzyılı Maarif Modeli” resmi onaylarını tamamladı, bugün tanıtımına başlanacakmış. Pek çok duyarlı kişi yazdı çizdi uyardı. Daha önceki yazılarımda değinmiştim, bir kez daha toparlayalım. Bu müfredat adından başlayarak hangi yanlarıyla “bilim dışı”, hatta bilim karşıtı bulunmaktadır.

MAARİF, İRFAN, İRFANİYENİN AKIL BİLİM DIŞILIĞI: AKLI VE BİLİMİ DEĞİL SEZGİ, İLHAM, KEŞİF, TECELLİ, TASAVVUFU ESAS SAYIYOR

“Maarif” dini bir terimdir, “eğitim” anlamına gelmemektedir.

“Eğitim” kavramı yerine “maarif” teriminin seçilmesi ideolojik kasıt taşımaktadır. Maarif, arif, irfan, marifetullah aynı kökten gelmektedir. Marifet, İslam Ansiklopedisinde, “Allah ve onun sıfatları, fiilleri, isimleri ve tecellileri hakkında manevî tecrübeyle doğrudan elde edilen bilgi anlamında bir tasavvuf terimi” olarak tanımlanmaktadır. 

Gazali’den İbn Haldun’dan Ahmet Cevdet Paşa'dan Mehmet Akif’e, Cemil Meriç’e, Sezai Karakoç’a, Necip Fazıl’a, bilgi medeniyetten kültürden öte “irfan” gereklidir, bilgi bilim akıl vicdandan öte din tasavvuf, maarif, maarifetullah gereklidir. Gayba/Tanrıya erişme, dinde tanrıda huzur bulma esas tutulmalıdır.

Aklıselim, kalbiselim, zevkiselim… tüm bunlar dine uygunluk ölçüsünü aramaktadır.

“Maarif modeli” Neden akıl bilim karşıtı? Çünkü maarif anlayışı akli ve bilimsel anlayışla örtüşmemektedir.

Maarif-irfan anlayışı ile ilim/bilim anlayışı farklı felsefe ve yol yönteme dayanmaktadır. İslam Ansiklopedisi bile maarifin çok farklı bir anlayışa dayandığını yazmaktadır: “Tasavvufta ise Allah’a dair olan bilgi başta olmak üzere bütün varlık ve olayların mahiyeti hakkındaki bilgiye mârifet denilmiş ve ârif (ehl-i ma‘rifet) ile âlim arasında açık bir ayırım yapılmıştır. Bu ayırım hem mârifet (veya irfân) ile ilim arasındaki metot farkından, hem de ârif ile âlimin vasıflarının başkalığından ileri gelmektedir. İlmin elde edilmesinde âlimin dinî ve ahlâkî şahsiyetinin önemi olmadığı halde marifete ulaşmada şahsiyet merkezî rol oynar. Âlim zihnî faaliyetle mutlak surette bilen, ârif ise ahlâkî ve mânevî arınma sayesinde sezgi gücü ve derunî tecrübe ile öğrenen, anlayandır. Âlimin zıddı cahil, ârifin zıddı münkirdir.” 

“Maarif” anlayışı aklı ve bilimi hem eksik buluyor hem de dahası dinle çelişen bir bilgi durumunda aklı ve bilimi reddediyor, küfürle, münkirlikle suçluyor, nassı/dini normu esas sayıyor.

Maarif anlayışı, hümanizme de karşıttır, çünkü insanlığın yarattığı mantık, matematik, bilim, felsefe, sanat, mimari, tıp değil bizzat din mezhep esas sayılıyor. Üretim ve başarıların kaynağı insanda değil tanrıdadır.

Maarif modeli akıl ve bilim dışı, antihümanisttir, dinci, tarikatçı. maarifçidir. İrfan “hikmet/gaybın bilgisine” götürecek nübüvvet, Sünni dinciliktir, mezhepçiliktir, tasavvuf tarikatçılıktır. 

AMAÇ ‘MİLLİ GÖRÜŞ’: ‘MİLLİ [DİNİ]’ DEĞERLERLE ‘TEKAMÜL’ VE ‘TANRI’YA/HUZUR’A ERDİRME 

“Maarif” modelinin birincil amacı, “millî”/dini değerlerle “tekamül/kamil/yetkin insan” ve toplumu ve insanı “huzura çıkarma”, huzura erdirme. Ortak metinde modelin ana amaçları şu şekilde ifade edilmektedir:
“Erdem-Değer-Eylem Çerçevesi. Sağlıklı bir kişilik yapısı; insanın kişisel anlamda tekamülü, sosyal açıdan yaşadığı topluma uyumu ve fiziksel çevresiyle etkileşimi ile doğrudan ilişkilidir. Bu noktada kişilik yapısının temel taşlarından biri olan değer; insanın hem kendisi hem de çevresiyle ilişkilerinde duygu, düşünce ve davranışlarını biçimlendirir. Değer; kişinin varoluşsal olarak anlam kazanmasına, hayata anlam katmasına, kendi içinde ahenkli olmasına, ahlaklı ve erdemli bir kişilik yapısı kazanmasına ve böylece tekamülüne hizmet eder. Diğer yandan içinde yaşadığı toplumla bütünleşmesine ve nitelikli toplumsal ilişkiler geliştirmesine kılavuzluk eder. İnsanın sosyal ve fiziksel çevresiyle ilişkilerinde olumlu kişilik özelliklerinin ortaya çıkmasını sağlayan değer; insan, toplum ve çevre açısından gerekli bir yapıdır. Erdemler, eğitim-öğretim etkinlikleri sonucunda kişiye kazandırılması hedeflenen kişiliğin güçlü yanlarını ifade etmektedir. (…) Modelin ana hedefi; eylemlerden değerlere, değerlerden erdemli insana, erdemli insandan ise nihai hedef olan "Huzurlu Aile ve Toplum" ile "Yaşanabilir Çevrede Huzurlu İnsan" a ulaşmaktır.” (s. 54-55).

 Burada “millî değerler”den, “manevyattan”, “huzurdan ne kastedildiği önemlidir.

Dinci jargonda “mille” “din” anlamında “millî görüş” “dini görüş” anlamına gelmektedir.
Arapça’da “mille” din anlamına gelmektedir. Elmalı Mealine bakılırsa, Kur’an’da geçen 14 mille sözcüğü “din” olarak çevrilmiştir. AKP ve dini çevreler “milli” derken “dine” gönderme yapmaktadır. “Milli manevi değerler”den kasıt Sünni mezhebine dair değerlerdir. AKP hiçbir zaman “ulusal değerler” deyimi kullanmamaktadır, ısrarla “milli değerler” demektedir. Din derslerine dair programlarda da kök değerlerin dine dair olduğu ifade edilmektedir. Haftalık ders dağılımlarında “değerler” terimi sadece “din dersleri” ile eşleştirilmektedir.

“Huzûr” da ve gaibi dinle/tanrıyla gerilimlerden kurtulma, dinde huzura ermesidir: TDV İslâm Ansiklopedisi “HUZÛR. Halktan gāib olan sâlikin Hakk’ı kalbinde hazır bulması anlamında tasavvuf terimi. bk. GAYBET. Sâlikin kendisine gelen bir vârid ve ilhamın tesiriyle şuur halini kaybetmesi anlamında tasavvuf terimi.” “Sözlükte ‘bir şeyin bir başka şey içinde kaybolması, kişinin kendini kaybetmesi’ gibi manalara gelen gaybet, tasavvuf terimi olarak ‘sâlikin vârid ve ilhamın tesiriyle kendinden geçerek dış dünya ile ilgili şuurunu kaybetmesi’ anlamına gelir. ‘Hazır bulunmak, rahat olmak; yüce makam’ anlamlarındaki huzûr ise genel olarak gaybet halinin sona ermesiyle birlikte başlayan uyanıklık durumunu ifade eder. Gaybet halini yaşayan sâlike gāib, huzûr halinde bulunana ise hâzır denilir. (…) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye göre her hâzır gāibdir, her gāib de hâzırdır (el-Fütûḥât, II, 544). Hak ile huzûr kendinden gāib olmak, kendinden gāib olmak ise Hakk’ın huzûruna çıkmaktır.”

PROGRAMLAMA TEKNİĞİ: SKOLASTİK VE TELKİN

Skolastik programlama dini olanı vermeye, dinle inançla çelişenleri sansürlemeye ve lince dayanmaktadır. 

Maarif modelinin programlama tekniği, dinle sünnilikle çelişen her tür konu ve bilginin sansürlenmesine/programdan çıkarılmasına, destekleyen bir şey varsa da abartılı bir şekilde dahil edilmesi şeklinde yapılmıştır, dini sorgulayıcı veya onla çelişen her tür bilgi ve görüş dışlanmıştır. Felsefede din felsefesi ünitesinde agnostizm bile çıkarılmıştır. Biyoloji ve tarih başta olmak üzere “millî görüş” ile çelişecek her konu çıkarılmıştır. Sosyoloji ve psikoloji gibi temel dersler seçmeli gruba atılmış, içerikleri milli görüşe uydurulmaya çalışılmıştır.

Öz ve özet olarak programlama anlayışları skolastiktir.

Telkin değer aşılmasının temel aracı sayılmaktadır. İslamcı jargonda telkin; hastaya veya insana kelime-i tevhidi, iman esaslarını, amentüyü hatırlatmak, telkin etmektir.

HAFTALIK DERS PROGRAMLARI VE MAARİF MODELİ: NAKLİ VE AKLİ İLİMLER AYRIMI

Maarif modelinin anlaşılması için akli-nakli ilimler ayrımı temel bir önemdedir, maarif modelinin ortak metni de haftalık ders dağılımları bu temelde inşa edilmektedir. Manastırlarda üçleme ve dörtleme vardı, Selçuklu ve Osmanlı medreselerinde nakli ve akli ilimler ayrımı bulunmaktadır.

Maarif modelinde Gazzali’nin medrese müafredatı için öngördüğü 1000 yıllık anlayış daha da geri bir formda sürdürülüyor. Nakli ilimleri (dini nübüvveti) sonsuzca, akli ilimleri nakli/dini olanla çelişmeyecek kadar verme. 

İbn Haldun (1332-1406) dönemin bilimler tasnifini şu şekilde aktarmaktadır:

* Felsefi/ akli ilimler (a-mantık; b-talim ilimleri/ riyaziyet/ matematik, hesap/ aritmetik, feraiz, muamelat, hendese/geometri, heyet, kozmografya, zaciye/yıldız ilmi, müzik; c-ilahiyyat/metafizik; d-tabiiyyat, insan, hayvan, nebat, maden, tıp, çiftçilik/ziraat), 

* Dini/ nakli/ vaz’i ilimler (a-tefsir, b-hadis, c-fıkıh, cedel ve hilâfiyat, d-usulü fıkıh ve feraiz, e-kelam, f-tasavvuf, g-rüya tabiri ve h-ilişkili lisaniyat/ dil -Arapça, kıraat, lügat, nahiv, beyan, edeb çalışmaları gibi ilimler) 

Nakli ilimlerin konusunu oluşturan nas ve hadis, açıkça bildirilmiştir, bunların felsefi/ilmi bir yolla açıklanmaya kalkışılması mukadderat-ı ilahiye, takdir-i ilahiye, nas’a karışmak olacaktır. Mütekellimîn de (kelamcılar) felsefeciler de din ile felsefeyi karıştırmamalıdır - kelamcılar akli ilimlerden; dini/ nas’ı araştırmak/ değerlendirmek için değil sadece karşıtları çürütmek için yararlanmalıdır (İbn Haldun, Mukaddime C2, 1996: 605-609).

Haftalık ders programlarında “değerler” sadece din dersleri grubu ile eşleştirilmektedir. Tüm okullar nakli ilimleri temel alacaktır, akli ilimler (diğer dünyevi bilimler, mantık ve felsefe) nakille çelişmeyecek şekilde sınırlı verilecektir. Dinle ilgili öğretim programları (dersleri) şu şekildedir 


 
Dikkat edilirse tüm ortaokullar ve liseler “medrese”ye dönüştürülmüş bulunuyor, aradaki tek fark imam hatipte zorunlu olan nakli/dini derslerin bir kısmının genel ortaokul ve liselerde seçmeli grupta yer almasıdır. Ortaöğretim düzeyinde İHL’sinde sadece birkaç ders daha din dersi bulunmaktadır.

AHİLİK, FÜTÜVVET, MTAL, MESEM: DÜNYEVİ AYAK TEKNİK SANAT DEĞİL RANTÇILIK, AYANCILIK, EŞRAFÇILIK, FEDAİLİK

Her fikir az çok bir zikri imliyor. Akaidin amel, amelin akait boyutu var. Maarif Modelinin dünyevi ayağını çalışma/ iş/ meslek kısmı olarak sayarsak mesleki teknik okullar ve MESEM-çıraklık okulu bu maddiyat kısmında yer alıyor. 

Mesleki teknik eğitime loncacılık, ahilik, fütüvvet esas sayılıyor.

Eski çıraklık kalfalık emek/işçi ayan eşraf anlayışını temsil eden ahilik/fütüvvet; kıt kanaat yaşamaya, ayan eşrafa, loncaya, sadakata, mevcut yerleşik düzene rıza göstermeye, kaderine teslim olmaya/ teslimiyete, dahası bunlar için fedailik yapmaya dayanıyor.

Malın mülkün yoksa ayana eşrafa çıraklık, kulluk, dahası fedailik edeceksin. Ayan eşraf sadece fedai ile de sınırlı değil, maddi mülkler veya mülk edinmeler köleyi/cariyeyi, ganimeti de içeriyor. 

Programda bir yandan ahilik diğer yandan girişimcilik/tüccarlık temel değer ve beceriler arasında sayılıyor. Sami dinleri, zaten bezirganlık üzerine kurulu, kazanç kaynağı en başta ticaret sayılıyor. Ticari finansal kapitalizmle zaten bir çelişkisi yok, emek sömürüsüyle de çelişkisi yok, kulluk ile, adamlık yapma ile çelişkisi yok, aksine bunlar patriyarkal aşiret tarikat, tekke, zaviye, ayanlık eşraflık, esnaflık, bezirganlık sisteminin parçalarını oluşturuyor.

Tüm bu gösterilenlerden gösterge veya anlaşılan rantiye ve kapitalizm, çıraklık ve emek sömürüsü, bunu meşrulaştıran bir talim terbiye maarif modeli işin maddi yanını oluşturuyor.

EĞİTİMİN BİRİNCİL AMACI NE OLMALIDIR? ÖRGÜN OKULUN SINIRI NEDİR? 

Eğitim bir kavramdan (Kavramlar olgu olayların sentezlenmesinden oluşur, onları ifade eden sözcükler, terimlerdir) öte idedir, idealdir, amaçtır, hedeftir.

Bir toplum veya insanlık varlığı sürdürmek ve geliştirmek amacında ise birincil hedef insan potansiyelinin gerçekleştirilmesi ve geliştirilmesine odaklanmasıdır. Bunun birincil aşaması görünün açıklığı ve geliştirilmesidir, görü ve görüş açıklığıdır, merak ve özgürce sorgulama, bunu yaparken akıl ve gerçeklikle bağını kurabilme, dünyayı evreni görebilmedir.

Norm dayatması, hele de akait ve amel dayatması, din dayatması görünün açıklığı ve gelişimini değil telkini esas almaktır. Kaldı ki tarikat tasavvuf eğer sezgisel ve subjektif/öznel bir özdeşim ise bunun örgün okulla, örgün öğretimle yapılabilmesi, hatta telkin ile bile yapılabilmesi mümkün değildir.  Farabi bile gaybın öğretiminin yapılamayacağını ifade etmektedir.

Çocukları insanı odak olan onun gözünün görüşünün vicdanının/gönlünün özgürlüğü ve açıklığını garanti eden, bunları amaç edinen bir eğitim ide ve anlayışı öncelikli olmak durumundadır. Çocuğun gözü görüsünün açıklığı her şeyden önce zengin yaşantılardan, bilgisini artırabilmesinden, zihni akli melekelerini kullanabilmesi, geliştirebilmesinden geçmektedir. Bilgi, bilim, akıl rasyonalite ve bunlara dayalı duyarlılık, beceri, değer, erdem, eylem ana altlığı oluşturmak durumundadır.

                                                                  /././ 

Sermayeyi uçur, halkı batır (Ahmet Yaşaroğlu)

Erdoğan iktidarının uluslararası sermayenin güvenilir adamı Mehmet Şimşek eliyle uygulamaya koyduğu programın (OVP- orta vadeli program) özünü ve esasını, gazetemizde pek çok haber ve yoruma konu olduğu gibi sermayeyi uçurmak, halkı batırmak oluşturuyor. Büyük sermayeye, uluslararası para babalarına aşırı kârlarla güvence vermek, üretim yapanlara ucuz iş gücü sunmak, borçları ve faizlerini düzenli ödemek üzere güvenceler vermek ve buna uygun adımlar atarak verdiği sözleri eylemleri ile kanıtlamak tek adam yönetiminin ekonomi politikasının temelini oluşturuyor.

Halk şöyle batırılıyor: Asgari ücret şu sıralar açlık sınırının 2 bin TL altına düştü. Bu makas giderek açılacak. Çünkü asgari ücrete yapılacak zammın enflasyonu azdıracağı Ekonomi Bakanı tarafından ilan edilmiş durumda. Yine aynı yaklaşıma göre açlıkla boğuşan emekliler de zam beklememeli. Genel olarak işçi ve emekçiler ülkenin geleceği ve ekonominin selameti için açlık ve yoksulluk içinde yaşamayı kabul etmeliler, enflasyonun yıkıcı etkilerine, peş peşe yapılan zamların felaketli sonuçlarına, sürekli artırılan ve bindirilen vergilerin boğucu sonuçlarına sabırla ve metanetle katlanmalılar.

Ama büyük sermaye için koşullar bütünüyle farklıdır: Onların bankaları kâr rekorları kırmakta, devlet garantili kârları güvence altına alınmakta, halkın boğazı sıkılarak elde edilen ürünler değersiz TL’nin sağladığı avantajla ihraç edilmekte, ülkeye döviz girişi, dolayısıyla borç ödemeleri garanti altına alınmakta, yabancı ve yerli tekellere soygun kapıları sonuna kadar açılmaktadır. Bu da yetmemekte teşvikler, vergi afları, ihalelerle kârlarına kâr katılmaktadır. İşçi ve emekçi halk batmakta ama büyük sermaye kanatlanıp uçmaktadır. Bütün bunlar olurken halka da bir avuntu gerekmektedir: Bu avuntuyu Erdoğan ilan etmiştir: “Kapitalizm acımasız bir sistemdir!”

Evet kapitalizm sömürü ve soygun sistemi olarak acımasızdır. Ama dünyanın hiçbir kapitalist ülkesinde sömürü ve soygunun dış koşulları güvence altına alınıp korunmadan işleyen bir kapitalist sistem yoktur. Bu koruma ve güvenceyi de kapitalist devletler sağlamaktadır. İşçi ve emekçilerin zapturapt altına alınması, baş kaldıranların ezilmesi, mücadele edenlerin bastırılması, halkın boyun eğdirilmesi için bütün güvenlik kurumları, mahkemeler, cezaevleri devreye girer ve halk boyum eğmeye “razı” edilir. Ama iktidarların işlevi bundan ibaret değildir. Kapitalist gruplar arasında soygunun paylaşımını düzenlerken, çıkardıkları yasalar ve uygulamalarla işçi ve emekçi halk üzerindeki soygun ve sömürüyü kat kat artırabilirler, olağan sömürü yöntemlerini azgınlaştırabilirler, şiddetini yoğunlaştırabilirler. Enflasyon, vergiler, yapılan zamlar, faiz politikaları bütün bunlar için birer araçtırlar. Halkın sömürülmesi acımasız ve dizginsiz bir soyguna dönüştürülebilir. Tıpkı son yıllarda ve şu günlerde bizde olduğu gibi. Bu gerçek Eski Ekonomi Bakanı Nureddin Nebati tarafından 6 Haziran 2022’de şu sözlerle dile getirilmişti: “Enflasyonla büyümeyi tercih ettik. Yoksa enflasyonu düşürmek için çok sert tedbirler alabilirdik. Bu sistemden dar gelirliler hariç, üretici firmalar, ihracatçılar kâr ediyorlar. Çarklar dönüyor.”

Dünyanın Hristiyanlık, Müslümanlık, Yahudilik, Budistlik vb. bütün dinleri ilk çağlardan bugünlere gelirken değişen sömürü koşullarına uyum sağlamışlar, halk kitlelerine sabretmeyi, şükretmeyi, boyun eğmeyi vaaz etmişlerdir. Kimisi bu dünyanın eziyetlerine katlanmanın mükafatı olarak cenneti vadetmiş, kimisi yeniden dünyaya başka bir kimlikle geleceğinin avuntusunu vermiş ama hiç birisi haksızlıklara ve sömürüye karşı sonuna kadar direnmeyi ve mücadele etmeyi öğütlememiştir. Onların kapitalizme ve sömürü sistemlerine olan eleştirileri daha “insani sömürü koşullarının” olabileceği ile sınırlanmışken, kapitalizmin ve sömürü sistemlerinin ürünü olan faiz gibi sonuçları yasaklamak ama iki yüzlüce bunu telafi edecek -kâr payı, sukuk, İslami bankacılık vb- sistemleri devreye sokmak olmuştur.

Bu sistemin koruyucuları ve uygulayıcıları serbestçe ortalıkta gezebilir mi? Çarsıya, pazara çıkabilir, halkın arasına karışabilir mi? Eğer ülke yüksek gelir grubuna ve az çok uygulanan demokratik bir sisteme sahipse -dünyanın birkaç ülkesi bu koşullara sahiptir- belki bu mümkün olabilir. Ama hem halklara kan kusturan kapitalizmin bekçisi emperyalist ülkelerin hem de onların iş birlikçisi olan dikta rejimlerinin temsilcilerinin bir koruma ordusu ile dolaşmaları gerekir. Adamın korunmasına günlük harcanan miktar 6.7 milyon TL imiş. Yani korunmasına günlük 394 asgari ücret ödeniyor. Özel günlerde bunun milyarları bulduğunu tespit etmek gerekir. Korksunlar ama bugünleri arayacakları günler de gelecek. O gün geldiğinde hiçbir koruma ordusu onları koruyamayacak.

                                                            /././

Kayyum zihniyeti, 10 Ekim ruhu (Nuray Sancar)

DEM Parti’li Hakkâri Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ın devam eden bir dava gerekçe gösterilerek görevden alınması ve yerine Hakkâri valisinin kayyum atanması iktidarın 10 Ekim ruhundan hiç uzaklaşmadığını gösteriyor.

10 Ekim 2015 Gar Katliamı, iktidar tarafından 7 Haziran 2015 seçimlerinde eriyen oylarını toparlamanın vesilesi yapılmıştı. Ortamın yavaş yavaş terörize edildiği bir sürecin işaret fişeğiydi bu katliam. Barış mitingine katılan 100’den fazla insan ölmüş, çok sayıda insan yaralanmıştı. Bundan sonraki süreçte Kürt bölgesinde aralıklı ilan edilen sokağa çıkma yasaklarının yaşandığı yılgı ortamında; ortak bir barış talebi için bir araya gelmeye başlamış olan, Kürtlerin de dahil olduğu genel muhalefet bulundukları yerde yalıtılmaya çalışıldı.

Bugüne gelince; son yerel seçimlerden hemen sonra Van’ın yeni seçilen belediye başkanının yerine kayyum atama hamlesine karşı protestolar 10 Ekim öncesindeki sosyal bileşimin yeniden, gelişmekte olan rayına geri döndüğünü gösteriyor. Oysa Fırat’ın öte yakasıyla beri yakasının herhangi aynı reflekste buluşması iktidarın en korktuğu şeydir. Üstelik 2015’ten sonra olduğu gibi birleşik bir iktidar yapısının seçenekleri de azalmıştır.

Bugün Sinan Ateş cinayetinde sırların birer birer açığa çıkmasının iktidarın ana gövdesiyle gayriresmi ortağı arasında yol açtığı gerilim; polis ve güvenlik aygıtındaki nüfuz mücadeleleri; iktidar çevresindeki tarikat rekabetleri ve bunların iç çelişkileri, yerel seçimlerde epey bir kitlesinin AKP’ye mesafe koyması ve bu noktada partinin son Kızılcahamam toplantısında yöneticilere yönelen hoşnutsuzluklar yukarıda işlerin pek yolunda gitmediğini gösteriyor. Yenilgi böyle sonuçlar ortaya çıkarır sıklıkla.

Bir taraf iç sorunlarla boğuşurken toplumun geniş kesimlerinde adaletsizliğe, yoksullaştırmaya, hayat pahalılığına ve baskılara karşı büyüyen tepki bir araya kolay gelmeyenleri, Kürt meselesiyle bölünenleri bir araya getiriyor. İşte o zaman devreye kırmızı çizgi giriyor!

Erdoğan’ın Kızılcahamam’da taviz vermeyiz dediği kırmızı çizginin iç politikadaki karşılığı toplumsal hizalanmayla ilgilidir, ki bu Kürtlerin yalnız bırakılması, muhalefet kesiminin parçalara bölünmesine dair iktidar hassasiyetinin ajitatif kavramıdır. Ama Erdoğan’ın tek derdi muhalefet değil; ‘Değişim isteriz, reform isteriz, halktan koptuk’ diyen seslerin kendi partisinde de artmış olduğu gerçeğiyle yüz yüze bugün.

Hem sosyolojik hem de ülkenin fiziki sınırlarını düzenlemek için kullanılan kırmızı çizgi Kürt kartıyla çizilir. İçeride Kürt sorununun sürekli terörize edilmesi bu bakımdan sadece Kürtlerin değil, diğer kesimlerin sosyolojik reflekslerini de düzenlemeyi hedefler. Van’da kayyum atandığında CHP’nin milletvekillerinden bir heyetin bölgeye gitmesi, sol partilerin liderleri ve milletvekillerinin Van’a giderek protesto eylemlerine katılması ve nihayet Karayılan’ın yakınlarda kendisiyle yapılan bir röportajda Atatürk ve arkadaşları Kurtuluş Savaşı’nı örgütlerken 'Kürt-Türk ittifakı olmadan başarı mümkün değil, diyorlar. Kemalist oluşumun başlangıcındaki çözüm tarzına dayanarak bugünkü sorunlara rahatlıkla çözüm geliştirilebilir...” diye demeç vermesi iktidarın bardağını taşırdı. Kürt siyasetçilerin bazılarının Kürt sorununu çözerse Erdoğan çözer demesinden farklı bir tutumdu bu.

Politik saflaştırma yetkisi ve yeteneğinin iktidarın güdümünden kopma ihtimali belirmiş; miting alanlarına hoşnutsuzlar doluşmaya başlamış, temmuz zamları için işçi sınıfı hareketlenmeye başlamıştır. Zaten başından beri yumuşama, normalleşme sözlerinden rahatsız olan Bahçeli’nin ’70’lerdeki Dev Genç’i sorun etmesi de bu bağlamda anlamsız değildir. Parti mensupları mafyatik ilişkilerle anılırken dikkati 12 Eylül öncesi kavgalara çekip güne taşıyarak parti içindeki kini diriltmekten başka koz yok çünkü elinde. Kimse MHP’ye yönelik siyasi cinayet ve saldırılarla anılmazken partisi Sinan Ateş cinayetine bir yanıt veremiyor.

Öte yandan Rojava’da seçimlerin yapılacağı sırada, Türkiye Irak’a operasyon yapmaya hazırlanmaktayken yapılan kayyum ataması başta Hakkâri olmak üzere, iktidarın beklediği gibi tansiyonu yükseltti. Zaten bir seferberlik yasası hazırlanmış, eski komutanlara demeç yasağı getirmek için ortam yapılmıştı.

Kayyum ataması sinir uçlarını yeterince tahrik etti.

Sınır dışı operasyona devletin, toplumun, iktidar partisi sakinlerinin ve Irak’ın hazır olduğu şüpheli. İçeride yükseltilen tansiyon bu dağınıklığı toparlayabilir; muhalefet kesimi ‘teröre’ karşı tutum almak için sıkıştırılır, cephe gerisi hizalanabilir: Yine, yeniden umulan bu.  

Yumuşamanın ömrü yatsıya kadar bile sürmedi. Süremez de. İktidar güçleri içinde bulundukları her sıkışıklıkta bütün sorunlarını sadece çivi gördükleri için ellerindeki çekiç daima hazırdır. O da daima Türk, Kürt, o partiden bu partiden, hiç fark etmez, halka iner.

Kayyum kararı geri çekilmelidir. Toplumun sinirleriyle daha fazla oynanmamalıdır. Halk, üzerinde tatbikat yapılacak arazi değildir.

                                                                  /././

Seçime tehdit, seçilmişe kayyum!(Yusuf Karadaş)

Hakkâri Belediyesine kayyum atayıp Belediye Eş Başkanı Mehmet Sıddık Akış’ı cezaevine koyan Erdoğan iktidarının tehditleri sonrasında kuzey ve doğu Suriye’de (Rojava) 11 Haziran’da yapılması planlanan yerel seçimler de ağustos ayına ertelendi. Rojava özerk yönetiminin 11 Haziran’da 7 kantonda yapmayı planladığı yerel seçimleri “Ülkemizin ve Suriye'nin toprak bütünlüğüne yönelik mütecaviz bir eylem” olarak tanımlayan Erdoğan, “Bir ‘teröristan’ kurulmasına azla izin verilmeyecek” diyerek bu seçimlere karşı ‘operasyon’ tehdidinde bulunmuştu. Erdoğan iktidarının müdahale tehdidinden sonra ABD’den “desteklemiyoruz” açıklaması gelmiş ve ardından da seçime giren bazı partiler seçimlerin ertelenmesi yönünde başvuru yapmıştı.

Rojava yerel seçimlerinin ertelenmesinde Suriye Demokratik Güçleri (SDG) ile askeri olarak iş birliği yapan ancak Rojava özerk yönetimini siyaseten tanımayan ABD’nin tutumunun etkili olduğu görülüyor. Çünkü ABD emperyalizmi cephesinden yapılan “Seçimler için uygun koşulların olmadığı” ve “ABD’nin bu konudaki görüşlerinin ilgili aktörlere aktarıldığı” açıklaması, Rojava’nın Erdoğan iktidarının olası operasyonları karşısında savunmasız bırakılması anlamına geliyordu.

En büyük destekçisi olduğu İsrail’in Gazze’de sürdürdüğü işgal ve saldırılar nedeniyle bölgede gerilimin oldukça yüksek olduğu bir dönemde ABD emperyalizmi, bölgenin bir başka noktasında yeni gerilim ve çatışmaların yaşanmasını istemiyor. ABD’nin Erdoğan iktidarının hassasiyetlerini gözetmesinin arkasında iki temel nedenden söz edebiliriz: Birinci olarak ABD emperyalizmi, politik eksenine daha fazla bağlanmaya ve bu temelde bölgede yeni roller (Özellikle İran’ı dengeleme bakımından) üstlenmeye çalışan Erdoğan iktidarı ile ilişkileri bozmak istemiyor. İkincisi de birincisiyle bağlantılı olarak ABD emperyalizmi, NATO liderler zirvesinin kapıda olduğu bir süreçte Erdoğan iktidarının Karadeniz ve Kafkasya’da Rusya’ya karşı daha açık bir pozisyon almasını istiyor ve bunun için Irak ve Suriye’deki Kürt hassasiyetini pazarlık unsuru olarak kullanmanın hesabını yapıyor.

Burada özerk yönetimden hoşnut olmasa da Esad yönetiminin Rojava’da yapılması planlanan yerel seçimler karşısındaki sessizliğine de dikkat çekmek gerekiyor. Elbette Esad yönetiminin bu sessizliği, en büyük destekçileri olan Rusya ve İran’ın bölge politikalarından bağımsız açıklanamaz. Yine Erdoğan yönetimi ve ABD’nin aksine Rusya ve İran’ın 11 Haziran seçimleri karşısında sessiz kalmaları, fiili bir ‘onay’ ya da en azından bu süreci Suriye yönetimi ve Kürtlerin uzlaştırılmasının bir adımı olarak kullanmak istedikleri biçiminde yorumlanabilir.

Ağustos ayına ertelenen Rojava yerel seçimlerinin bu kez yapılıp yapılamayacağı, yapılırsa nasıl sonuçlar doğuracağı sorularının yanıtlarının bu iki aylık süreç içinde bölgede yaşanacak siyasi gelişmelere göre belirleneceğini şimdiden söyleyebiliriz.

Öte yandan Erdoğan’ın Rojava’daki yerel seçimleri “Suriye’nin toprak bütünlüğüne yönelik mütecaviz bir eylem” olarak değerlendirip operasyon tehdidinde bulunmasına rağmen Suriye yönetiminin bu seçimler karşısında sessiz kalması, aslında sorunun da Erdoğan iktidarının derdinin de Suriye’nin toprak bütünlüğü olmadığını görmek/göstermek için yeterlidir.

Suriye Kürtleri, kendilerini demokratik Suriye’nin bir parçası olarak tanımlayıp yerel seçimleri de siyasi çözümün bir adımı olarak değerlendirdikleri halde Erdoğan iktidarının “tehdit” tanımlamasının arkasında Kürtlerin Suriye’deki kazanımlarını ülke içinde Kürt sorunu karşısında sürdürdüğü politika için bir tehdit olarak görmesi ve dahası bu sorunu yayılmacı emelleri için kullanmaya çalışması gerçeği bulunuyor. Erdoğan’ın önceki gün katıldığı “Anadolu medya ödülleri töreninde Hakkâri Belediyesine kayyum atanmasını savunmakla kalmayıp DEM Parti’nin elindeki diğer belediyelere de kayyum tehdidinde bulunması, bu politikanın önümüzdeki dönem de iktidar tarafından kararlıca sürdürüleceğini ortaya koyuyor.

Bugün Erdoğan işine geldiğinde “Kürt kardeşlerimiz” diyor ama Kürtlerin ulusal demokratik talep ve haklarını savundukları için halk tarafından seçilen belediye başkanlarını “terörizm” ile suçlayıp yerlerine kayyum atıyor. Dolayısıyla bu politika Kürtlerin varlığını inkar etmenin mümkün olmadığı bir süreçte bu inkar politikasını siyaseten sürdürmekten başka bir anlam ifade etmiyor.

Ülke içinde seçilmiş belediye başkanlarının yerlerine kayyum atanıp halkın iradesinin yok sayılması ve Kürtlerin sınırların ötesinde yapacağı yerel seçimlerin bile tehdit olarak görülmesi Erdoğan iktidarının Kürt politikasını özetliyor. Bugün ülkede demokrasi ve bölgede barışı savunmak için öncelikle bu politikaya karşı tutum almak gerekiyor.

                                                              /././

Avrupa seçimleri AB için yol ayrımı mı? (Yücel Özdemir)

Avrupa Parlamentosu (AP) için ilk oylar dün Hollanda’da sandıklara atılmaya başlandı.

Pazar gününe kadar Avrupa Birliğine (AB) üye 27 ülkede 16 yaşından büyük 400 milyona yakın seçmen AP’nin yeni üyelerini belirlemek üzere oy kullanacak. AP’ye en fazla milletvekili gönderen ülke 96 ile Almanya. En az ise Luxemburg, Malta ve Kıbrıs 6’şar vekil gönderiyor. Genel olarak katılımın yine yüzde 50 civarında olması bekleniyor. Pazar günü açıklanacak seçim sonuçları kıta Avrupa’sının politik havasını yansıtma bakımından önemli bir veri olacak. Bu havaya bağlı olarak AB’de bundan sonra hangi siyası eğilimlerin uzlaşarak, hangilerinin çatışarak yoluna devam edeceği görülecek.

Bu seçimlerin en önemli yönü, AP’deki aşırı sağcı, milliyetçi, muhafazakar grupların ne kadar milletvekili kazanacakları ve bu sayının meclis aritmetiğini etkileyip etkilemeyeceği olacak. AB’nin karar merkezi Brüksel’den dayatılanlara karşı çıkan ya da eleştirel yaklaşan aşırı sağ, milliyetçi, faşist güçler, özünde AB’nin ulus devletlerin üzerindeki tahakkümüne, belirleyiciliğine karşı çıkıyor.

Bu çizgiyi temsil eden iki fraksiyon geçmiş dönemde AP’de temsil ediliyordu. Aşırı sağ, sağ popülist ve aşırı milliyetçiler “Kimlik ve Demokrasi” grubu adı altında bir araya gelirken aşırı muhafazakar ve milliyetçiler ise “Avrupa Muhafazakar ve Reformcuları” (EKR) grubunu kurdu.

Anketler, önümüzdeki dönem 720 sandalyeden oluşacak AP’de bu grupların kazanacağı vekil sayısının 180’e kadar çıkabileceğini ileri sürüyor. Şu anda sayıları 128. İki grubun bazı konularda güç birliği yapması ise kuvvetle muhtemel.

Almanya’da yayımlanan Süddeutsche Zeitung’un aktardığına göre, Kimlik ve Demokrasi grubunun önemli temsilcilerinden biri olan Fransız sağcı Marine Le Pen, katıldığı bir seçim toplantısında, EKR’nin önemli siması İtalya Başbakanı Giorgia Meloni’yi kastederek, “Temel konularda anlaşacağımızı düşünüyorum. Çünkü ikimiz de ülkelerimiz üzerindeki kontrolü geri kazanmak istiyoruz” diyor. (27.04.2024)

Aşırı sağcıların AP’de güç olarak AB’nin ulus devletler üzerindeki etkisini kırmaya deneyecekleri anlaşılıyor. Bu nedenle Meloni de sırf partisi çok oy alsın diye AP milletvekilliğine aday oldu. Gelişmelere ve mesajlara bakılırsa Meloni ile Le Pen arasında Avrupa sağının lideri, toparlayıcı olma yarışı devam edecek. Le Pen’in hesabı Avrupa sağından aldığı desteğin de etkisiyle 2027’de Fransa’da cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturmak. Anketlere göre Le Pen’in partisi şu anda Fransa’da birinci.

Sadece İtalya ve Fransa’da değil, Hollanda, Almanya, İspanya başta olmak üzere pek çok Avrupa ülkesinde aşırı sağın alacağı yüksek oylar bu seçimlerin en çok tartışılacak yanlarından biri olacağı bugünden görülüyor.

Bundan sonra asıl önemli olan, Avrupa’nın yerleşik sermaye partilerinin, sistemin kenarından merkezine doğru ilerleyen bu aşırı sağ, muhafazakar, ırkçı ve faşist parti ve akımlara karşı nasıl tutum alacağıdır. Göçmen ve İslam karşıtlığını kendilerine baş konu yapan, savaşa ve militarizme, sosyal kısıtlamalara tam destek veren bu parti ve akımlarla özellikle muhafazakar Avrupa Halk Partisi (EVP) arasında bir yakınlaşma ihtimali artıyor. Aşırı sağla mücadele yerine onunla uzlaşmadan yana olduğu anlaşılan AB Komisyonu Başkanı Ursula von der Leyen, bu yakınlaşmanın mimarı gibi görünüyor. Alman basınında bir süredir yer alan haberlerde von der Leyen ile Meloni arasında bir yakınlaşmanın olduğuna işaret ediliyor. Bu nedenle de Alman hükümeti tarafından komisyon başkanlığına von der Leyen yerine başka siyasetçileri önereceği de kulislerde dolaşmaya başladı.

Muhafazakarların; sosyal demokratlar, liberaller ve yeşiller yerine aşırı sağla iş birliğini geliştiren bir sürece girmesi, bu aynı zamanda bir paradigma değişikliğine de yol açabilir. Bu partiler, pek çok Avrupa ülkesinde muhafazakar bugüne kadar aşırı sağla aralarına bir “yangın duvarı” (Brandmauer) ördüler. Yani iş birliği için kapıları kapalı tutular. Ancak bu kapı kısa bir süre önce Hollanda’da açıldı. Aşırı sağcı, İslam düşmanı Geerd Wilders’in partisi koalisyonun hem de büyük ortağı oldu.

Kapıların açılmaya devam etmesi durumunda aşırı sağcı, ırkçı, milliyetçi ve faşist partiler bulundukları ülkelerde daha fazla devlet aygıtının parçası haline gelerek, sosyal demokratlardan komünistlere karşı uzanan geniş yelpazedeki sol ile mücadeleyi göçmen ve mültecilerle mücadelenin yanına yazabilirler. Bu da daha siyasi çalkantılı, gerilimli, kutuplaşmış bir Avrupa anlamına gelecektir.

Böylesine bir tablonun ortasında AB doğal olarak mevcut gücünü kaybedecek yerine ulus devletlerin çıkarlarını önceleyen politikalar güç kazanacak. Bütün bunlar bizi doğal olarak Lenin’in 1915’te “Avrupa birleşik devletleri üzerine” yaptığı tespite görüyor: “Kapitalizm koşullarında birleşik Avrupa devletleri ya mümkün değildir ya da gericidir.” Avrupa aynı anda hem “Mümkün değil” hem de “gericiliğe” doğru ilerliyor. İkisi birbirinden kopuk değil, bağlantılı.

Aşırı sağın, AB karşıtlığının güç topladığı Avrupa’da solun neden varlık gösteremediğini ise seçim verilerinin ışığında önümüzdeki hafta irdelemeye devam edeceğiz.

EVRENSEL


 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder