15 Haziran 2024 Cumartesi

soL KÖŞEBAŞI (15 Haziran 2024 )

 

Nasıl bir rejim? (Aydemir Güler)

Ama yaşanan değişimle birlikte Türkiye’de bir süredir yitirildiği düşünülen “devlet aklı” da restore edilmektedir. Düzenin asıl ağırlık merkezi buradadır ve büyük sermaye de tam oradadır.

Seçimin öncesinden beri Türkiye’nin nereye gittiğine işaret ediyoruz. Bu yönün esası, sömürü düzeninin yönetilme kabiliyetinin arttırılmasıdır. AKP’nin yönetme kabiliyetinin azalmasının haber değeri yok; kaçınılmaz bir sonuç. Ama yine de birkaç temel boyutunu not edelim.

Sermayenin talep ettiği ve son derece pervasızca hayata geçirilen yoksullaştırma operasyonu en önemlisidir. Uluslararası dengelerdeki sıra dışı oynaklık ve savaş rüzgârlarının bir nevi milli birlik iktidarıyla karşılanması düzen açısından zorunlu hale gelmiştir. Tarikatlar kapladıkları nüfus alanının çok ötesinde bir nüfuz sahip oldular. Narkotik ekonomisi ve mafya düzeninin sayısız “faydalarına” kontrolsüz bir dejenerasyon eşlik etti. İktidarın sorunu, bir zamanlar dile getirilen “kültürel hegemonya kuramadık” saptamasının çok ötesinde ideolojik bir dağılma görünümü aldı… 

Seçimin çok öncesinde, Tayyip Erdoğan istesin istemesin, büyük sermaye yeni bir ittifak sisteminin kurulmasından yana olmuştu. CHP’yi bile dirilttiler! Bir süredir bu gerçeği aydınlatmaya çalışıyoruz.

Gerçekten bir değişim var. Akla ilk gelen AKP’nin eski ittifakları. Önce liberalizm-İslamcılık-Kürt milliyetçiliği üçgeni. Sonra İslamcılıkla Türk milliyetçiliğinin harmanlandığı bir model. Arada bir önceki dönemin muhaliflerinden eski ulusalcılara geçici davetiyeler… 

Şimdi yeni bir evre gündemde. Ancak önemli bir fark var. 

Yirmi küsur yıllık süreç, kısaca özetlediğimiz gibi büyük ölçüde net pozisyonlarla ilerledi. Bugünse, birincisi, böyle bir netlik zorunlu değil, hatta olanaksızdır. Türkiye kapitalizminin AKP’nin cebindeki cephaneden fazlasına ihtiyacı var. Kriz potansiyelinin büyük, kimi dinamiklerin fazlasıyla canlı olduğu koşullarda bütün birikimin aynı kefeye konması veya hep birlikte cepheye sürülmesi başka bir riski ortaya çıkarabilir. Bütün düzen güçlerinin bir milli birlik kurması durumunda, toplumun bir dizi kesimi kapsama alanının dışına terk edilmiş olacaktır. Hoşnutsuz emekçiler herkesin kendilerine karşı birleştiğini görecekler. Laikliğe sarılan kesimler, değerlerinin asla dikkate almadığını anlayacaklar. Sonuç olarak, “büyük uzlaşmanın” dışında kalan her bir siyasi akım, önünde hızla güçleneceği bir koridor bulabilecektir. Egemenlerinse, yangını yatıştıralım derken ağır sarsıntı geçirmeleri olasıdır. 

O halde somut olarak CHP’nin, toplumsal muhalefet duyularına büsbütün yabancılaşmayacağı bir biçim üstünden iktidarın fiili ortağı olması sağlanmalıdır. Net bir ittifakın ilan edilmesine ne gerekiyor, ne de bu mümkün.

“Biz adaletli bir vergi sistemi için Sayın Erdoğan’a dün teklifimizi sunduk.” Özel ikinci zirvenin ardından bunu söylüyor ve CHP’nin ekonomi kurmaylarının Mehmet Şimşek’le bir araya geleceğini müjdeliyor. Bu, “etkili ve yapıcı muhalefet” etiketiyle kamuoyuna yutturulabilir. Ekmeği küçülen milyonlar sırtlarındaki vergi yükünün azalacağı beklentisine sokulabilir. En azından varsayım budur.

Beşli Çete sorulduğunda “gerektiğinde mücadele gerektiğinde müzakere” diyen de Ali Mahir Başarır’dır. Bir muhalefet partisi iktidarın en aleni soyguncu zenginleriyle neyi müzakere edecek, bilmiyorum. Ama adamların uzmanlığının inşaat ve CHP’nin kozu da yerel yönetimler olduğuna göre bu kesin akçalı bir müzakere olacaktır! Belediye olanakları karşılığında soygunun aleniliğini biraz örtmek ve bunu CHP’nin başarı hanesine yazıp topluma sunmak düşünülüyor olabilir.

CHP bir önceki dönem sokaktan ısrarla kaçınırken artık bir mitingler partisi olmuştur. Söz konusu miting dalgasının, temaları itibariyle ülkeyi baştan aşağı sarması ve gidişatta sert bir kırılmayı zorlaması objektif olarak mümkündür. Ama CHP mitingleri büyük bir toplumsal kampanyanın adımları olarak değil, kitlesel basın açıklaması olarak yapılandırılmaktadır. Özetle biriken gaz patlamadan tahliye edilmektedir. Soran olursa elinden geleni yaptığını söyleyebilir.

Son günlerdeki Sinan Ateş cinayeti kaynaklı gerilim de işlevseldir. Soruşturmanın nereye evrileceğinden bağımsız olarak Cumhur İttifakının “aşırılıklarının” faturası MHP’ye çıkartılmaktadır. Oysa bu partinin hukuksuz ve pervasız tarzı rejime rengini vermişti. Şimdi, Başkanlık sistemiyle, Sarayla, ekonomi yönetimiyle, dinselleşmeyle uğraşmayan CHP, MHP ile itişerek muhalif görünme şansı yakalamıştır.  

Tekrar olacak, buradan kenarları köşeleri belirgin çizilmiş bir rejime varılmayacaktır. Türkiye bir “kriz idaresi” ülkesidir. Türkiye egemen güçlerinin uzmanlık konusu istikrar üretmek değil, krizi kontrol altına almaktır. Bu ülkede mümkün olan da zaten budur. 

Sonuç olarak ve özetle, düzen siyaseti elindeki özneleri merkeze doğru çekmekte ama birbirleriyle özdeş hale gelmelerini asla amaçlamamaktadır. Gerilimli, iktidarın nerede bitip muhalefetin nerede başladığı belirsiz, dinamik ve karmaşık bir süreçtir içine girdiğimiz. 

Bu noktada son bir uyarı daha yapılmalıdır. Bu karmaşık süreç, kendi çıkarlarının peşinde koşan tarafların itiş kakışıyla yönetilemez. İtiş kakıştan bu kadar incelikli bir sentez çıkması “hayatın doğal akışına” aykırıdır. Meseleyi komuta merkezi aramaya, komplo teorileri yazmaya götürmeyelim. Ama yaşanan değişimle birlikte Türkiye’de bir süredir yitirildiği düşünülen “devlet aklı” da restore edilmektedir. Düzenin asıl ağırlık merkezi buradadır ve büyük sermaye de tam oradadır.

Peki, bu gerilimli yapılanma gerçekten sömürü düzeninin sağlamlaşması anlamına gelecek midir? Düzenin yönetme yeteneği tahkim edilebilecek midir?

Bizim için önemli olan ve geniş emekçi halk kitlelerini doğrudan ilgilendiren birincil soru budur. Yanıt mücadele konusudur. Ama egemen güçlerin işi sanıldığından çok daha zordur ve devrimcilerin de eli armut toplamayacaktır. 

                                                                   /././

Çağımızda egemenlik ve bağımsızlık sorunu: Gürcistan örneği (Erhan Nalçacı)

Gürcistan emperyalizm çağında ulusal egemenlik ve bağımsızlığın nasıl ayaklar altına alındığının acı ve trajik bir örneği. 

Çağımızda ulusların egemenlik ve bağımsızlık meselesini son günlerde dünya gündemine giren Gürcistan üzerinden ele alacağız.

Bizim nesiller aşağıdaki fotoğrafı çok iyi hatırlıyorlar ama gençlere hatırlatmakta yarar var.

Gürcistan’da “2003’teki “Gül Devrimi’nden sonra Cumhurbaşkanı seçilen ve Batı emperyalizminin ajanı olan Mihail Şaakaşvili Rus Ordusu Osetya’ya girince medyanın önünde ABD Başkanıyla konuşurken kravatını yiyor.

Mihail Saakaşvili 2008’de Batı emperyalizmi adına Gürcistan Cumhurbaşkanıyken 2008’de Osetya Savaşı esnasında Rus ordusu Osetya’ya girince ABD Başkanıyla konuşurken canlı yayında kravatını yiyor.

Her ne kadar Şaakaşvili çocukluğundan beri kravat yediğini iddia ettiyse de o zaman konuyu bilenler ABD, NATO, AB veya genel deyimle Batı emperyalizminin kaybetmeye başladığının bir belirtisi olarak almışlardı bu olayı. Bir kadro sorunu yaşanması, stres yönetimine sahip olamayan niteliksiz ajanların sahaya sürülmesini Batı emperyalizminin emperyalist rekabeti kaybedebileceğinin bir işareti olarak almıştık.

Saakaşvili yerine daha sonra bahsedeceğimiz, Fransız vatandaşı olup Batı için çalışan ve halen Cumhurbaşkanlığı görevinde olan Salome Zurabişvili’ye bırakarak Ukrayna’ya tayin oldu. Ukrayna vatandaşlığına geçti, 2025-16 döneminde Ukrayna devletinde görevler üstlendi. Sonra Saakaşvili’yi ABD Gürcistan’da tekrar görevlendirdi, 2021’de ülkeye döner dönmez ayaklanma çağrısı yaptı ve tutuklandı. Halen hapiste olan Şaakaşvili yiyecek kravat bulamadığı için çok zayıflamış gözüküyor ve bağlı olduğu devletler tarafından kurtarılmayı bekliyor.

1990 karşı devriminden sonra ortaya kargaşa ve yağma ekonomisi içinde kapitalizme geçmeye çalışan birçok eski sosyalist ülke ortaya çıktı. Batı emperyalizmi bu ülkelerde hegemonya kurmanın adeta teknolojisini geliştirdi. Çok basitçe, sivil toplum kuruluşları adı altında kendi ajanlarını fonluyor, medyayı ve siyasileri satın alıyor, çok sayıda ajanını ülkeye yerleştiriyordu. 

Sonuçta bir ülkedeki parlamento seçimleri her ne kadar yerel sermaye sınıfının iktidarını temsil etse de egemenlik ile ilişkilidir. Sonuçta seçimler gerçekleşiyor, yerel burjuva temsilcileri şu veya bu şekilde burjuvazinin çıkarlarını savunacak şekilde parlamentoda temsil ediliyor. Fakat o da nesi, STK’lar düğmesine basılmış gibi seçim sonuçlarında hile yapıldığını söylüyorlar, bindirilmiş kıtalar kent meydanlarına yığılıyor, Batı medyası ve satın alınmış basın büyük bir destek veriyor ve Saakaşvili gibi Batı ajanları yönetime geliyor. Bu olguya tam bir kepazelik olarak güzel anı uyandıran bir isim ekleyerek başına “devrim” diyorlar. Gürcistan’daki 2003 “Gül Devrimi” tam da böyle gerçekleşmişti.

Dikkat edin Batı emperyalizmi kısmen üstünlük duygusu, kısmen kirli sömürgeci tarihsel deneyimi ve kısmen maddi olanağı olmadığı için yerel burjuvaziyi yatırım yaparak, ticari ilişkileri geliştirerek elde etmeye çalışmıyor, hileye dayalı bir tezgâh kurarak hegemonyayı sağlamaya çalışıyordu.

Sol’da ayrıntısı ile haber yapılan ve son aylarda Gürcistan’da kopan patırtıya bakın. Yönetimdeki siyasi parti öncülüğünde başta AB ve ABD olmak üzere yabancı ülkeler tarafından fonlanan sivil toplum kuruluşlarının maddi kaynaklarına utangaçça da olsa müdahale etmeyi amaçlayan yasa parlamentodan geçti.  

Sivil toplum kuruluşları tarafından şiddet içeren bol AB bayraklı gösteriler her yeri kapladı. Elli yaşına kadar Fransa’da yaşayan ve Fransa’nın Gürcistan Elçiliğini tam da “Gül Devrimi” esnasında yapan, sonra bir hileli yasayla Gürcistan vatandaşlığına geçen ve halen Cumhurbaşkanı olan Zurabişvili parlamentodaki iradeye karşı ayaklanma çağrısı yaptı. 

Niye, “demokrasi ve AB değerleri ihlal ediliyor”. 

Önüne arkasına “demokrasi” kelimesini alan siyasetlere/kuruluşlara dikkat edin bu arada, fonlanıyorlar mı diye!

Ama Batı emperyalizmi çok hırçın. Tam Gürcistan AB’ye ve NATO’ya girecekti. Tam Rusya’ya güneyden bir cephe açılacaktı.

ABD Yasanın arkasında duran Gürcistanlı milletvekili ve ailelerine vize yasağı getirdi. Söylendiğine göre sivil toplum kuruluşları milletvekillerini “kafalarına sıkmakla” tehdit ediyorlarmış.

Gürcistan emperyalizm çağında ulusal egemenlik ve bağımsızlığın nasıl ayaklar altına alındığının acı ve trajik bir örneği. 

Peki, Batı emperyalizminin kendi sefil ajanlarını Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturtacak kadar ele geçirdiği bir ülke nasıl ellerinden kayıp gitmeye başladı?

Bir süredir ortaya çıkan Gürcistan’daki burjuva siyasetleri suçlandıkları gibi Rus yanlısı değiller, ama Ukrayna’nın yaşadığı akılsız yıkımı görünce ülkeyi bir mahva sürüklemek istemiyorlar.

Ancak başka bir şey var, egemenlik üzerinden değil, bağımlılık üzerinden hareket eden başka bir aktör. Aşağıdaki grafik ne demek istediğimizi anlatacak bizim yerimize.

Grafik bize Çin ve Gürcistan arasındaki toplam ticaret hacminin yıllara bağlı olarak yükselişini gösteriyor. Düşey eksenin birimi olarak milyon dolar alınmış. Ticaret hacmindeki artış bütün siyasi olaylardan etkileniyor ve sanki siyasi bir kronoloji sunuyor. 2008 Osetya Savaşı, 2014 Ukrayna Maidan Darbesi ve 2021 Ukrayna Krizi esnasında düşüyor, ancak hemen sonra yükselişine devam ediyor.

Grafikte Batı emperyalizminin bütün komploları sürerken Çin’in ısrarla ve hiç bıkmadan Gürcistan ile ticaret hacmini genişletmesi görülüyor. 1990’dan sonra iki ülke arasındaki ticaret hacminin 400 kat arttığı söyleniyor. Batı emperyalizminin müdahalesinin doruk yaptığı dönemeçlerde biraz geriliyor, sonra tekrar yükseliyor.

Toplam ticaret hacminin giderek Çin lehine büyük bir ticari açık vererek ilerlediğini ve bir bağımlılık yarattığını ilave edelim. Gürcistan Çin’in başlıca hegemonya araçlarından biri olan Yeni İpekyolu’nun rotalarından birinin üzerinde bulunuyor.

Gürcistan geçen yıl Çin vatandaşları için vize zorunluluğunu kaldırdı. Çin ve Gürcistan arasındaki işbirliği kısa bir süre önce “stratejik ortaklık” seviyesine çıkarıldı.

Bağımlılığın eninde sonunda egemenlik sorunu da yaratacağını biliyoruz. 

Günümüzde ulusal sermaye sınıfları sermaye birikimlerine göre ya kendisi yayılmacı bir pozisyon alıyor ve başka halkların egemenliği veya bağımsızlığı üzerinde hegemonya oluşturmaya çalışıyor ya da egemenlikleri değişik derecelerde törpüleniyor ve bağımlı hale geliyorlar.

Türkiye gibi hem bağımlı hem yayılmacı hibrit devletler de hiyerarşide yer alıyor.

Ulusal egemenlik/bağımsızlık ve ulusların eşitlik içinde gelişmesi ve kaynaşması birbirleriyle çelişmeyecek şekilde sadece işçi sınıfının tarihsel görevi olarak yükseliyor.  

                                                                   /././

Digorlu öğrencilerin fırsat eşitsizliği: Kömürlükten bozma okulda karne alacaklar (Özkan Öztaş)

Kars'ın Digor İlçesi'ne bağlı Şatıroğlu Köyü'nde kömürlükten bozma bir okulda eğitim gören çocuklar bugün karne "heyecanı" yaşacak.

Öyküsü daha farklı olabilirdi bu çocukların. Zorluğa ve imkansızlıklara rağmen bir başarı hikayesi de okuyabilirdik. Ancak bu sefer öyle olmadı.

Kars'ın Digor İlçesi'ne bağlı Şatıroğlu köyünde kömürlükten bozma bir sınıfta eğitim gören öğrenciler, karne "heyecanını" duvarları yıkık, boyası dökük, soba yanarken piştikleri, kömürün ateşi geçince dondukları bir sınıfta yaşayacak. İşin kötüsü kömürlükte eğitim gören ilkokul öğrencileri şanslı. Zira köydeki ortaokul öğrencileri eğitim alabilmek için eksi 30 dereceye varan kış şartlarında komşu beldeye yürüyerek gidip gelmek zorundalar.

Kömürlük denilen yer kışlık yakacak için tezek istiflenen bir depo esasında. Köylüler çocukların eğitim görebilmesi için tezekliği temizleyip sınıf yapmış. 

'Soba da baca da çürüktür. Bizatihi okul da çürüktür'

Sorunu kamuoyuna duyuran CHP Kars Milletvekili İnan Alp Akgün, Kars'ın Digor'a bağlı Şatıroğlu köyündeki sorunlardan bahsederken şunları söylüyor. 

"AKP’nin sayın milletvekilleri, sizin hepinizin illerinde ilkokullarda 4 şube var. Kars’ın Digor ilçesinin Şatıroğlu köyünde ilkokulda 2 derslik var. Okulda 80 ilkokul öğrencisi var. 1. Sınıflar açılınca köylüler tezekliği temizleyip, sıra koyup orayı sınıf yaptılar. Okulda çok şükür bir soba var. Soba da çürüktür, baca da çürüktür, boru da çürüktür bizatihi okul da çürüktür."

İnan Alp Akgün Meclis'te yaptığı konuşmasında Milli Eğitim Bakanı Yusuf Tekin'e şöyle seslendi: "Sen utanmıyor musun? Köyde 50 ortaokul öğrencisi var, ortaokul yoktur. Komşu beldeye 1 metre kar altında çocuklar eksi 30 derecede yürüyerek giderler. Çünkü servis de yoktur. Yusuf Tekin sen bu tablodan utanmıyor musun? Yurtdışında 60’dan fazla okul açıyorsun, Kars’ın Digor ilçesinin Şatıroğlu köyüne niye okul açmıyorsun?”

'Ne yazık ki istisna bir örnek değil'

Konuya dair soL'a konuşan Eğitim-İş Kars Şube Başkanı Aslı Özcan yaşanan durumun tekil ya da istisnai bir örnek olmadığını ve uzak köylerin genelinde benzer bir durumla karşılaştıklarını ifade etti. Çevre illerden de benzer haberler aldıklarını ifade eden Özcan, yaşananlar hakkında şunları söyledi:

"Öğretmen yetersizliği var ve görevlendirilenler de genelde branş dışı ya da alan dışı, iklim koşullarına uygun olmayan planlamalar nedeniyle ısınma durumu problem, okullar iyi ısınmıyor, personel sıkıntısı mevcut, çoğunlukla birleştirilmiş sınıflar mevcut. Bu türden sebepler ister istemez eğitimde fırsat eşitliğini engelleyen etmenler oluyor. Öğrencilerimiz yaşadığımız çağa ayak uydurabileceği teknolojik donanımlı okulları hayal bile edemiyorlar. Bilgiye erişimleri kolay olmuyor."

'Bu müfredatla öğrenciler bırakın o köyü kendilerini bile değiştiremeyecekler'

Eğitim-İş Kars Şube Başkanı Aslı Özcan'ın dikkat çektiği bir diğer husus ise mevcut müfredatın öğrenciler üzerinde yarattığı tahribat. 

Çünkü ülke genelinde hemen hemen her yurttaşın zihninde canlanan şey böylesi okullarda okumasına rağmen başarıya ulaşan ve yaşadığı yeri değiştiren, ülkesine karşı sorumluluk duygusu taşıyan öğrenci hikayeleridir. Ve fakat yeni müfredat bırakın Kars'ın Şatıroğlu köyünü değiştirecek öğrenciler yetiştirmeyi, ülke genelinde çağı yakalayabilecek öğrenci yetiştirmek konusunda dahi soru işaretleri barındırıyor. 

Aslı Özcan bu süreci üzüntüsünü dile getirerek şu sözlerle aktarıyor:

"Oran veremiyorum fakat nadiren öğrencilerin üstün zekalı olma durumlarıyla ortaya ‘Zor şartlara rağmen başaran öğrenciler’ çıkabiliyor. Ancak yeni oluşturmaya çalıştıkları eğitim müfredatı ile ise sadece köydeki bu koşullarda olan öğrenciler değil, tüm nesil çağ dışı duruma maruz kalacaktır. Öğrenciler düşünmeyi, sorgulamayı yok eden müfredatla bırakın köyü değiştirmeyi kendilerini bile değiştiremeyeceklerdir."

Kars'ın Digor'a bağlı Şatıroğlu Köyü'nde yaşayan yurttaşlar eğitim gören çocuklarının şartlarının iyileştirilmesi için yetkililerden adım atmasını bekliyor.

                                                            /././

'Depremzedeler iş bulamıyor, intihar düşünen işçiler var, yüzlerine bakamıyorum' (Özkan Öztaş)

Yıkımın yarattığı acılar bir yana deprem bölgesindeki işsizlik sorunu tahammül edilemez noktaya ulaştı. CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu yaşananları soL'a anlattı.

6 Şubat depremlerinin ardından bir buçuk yıl geçti. Ancak sorunlar ve depremzedelerin yaşadığı sıkıntılar hâlâ devam ediyor büyük ölçüde. 

Bunların başını da işsizlik çekiyor. 

soL'un sorularını yanıtlayan CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu, Hatay'da geçen her anın daha zor bir hal aldığından söz ediyor. Kendisinin de 6 Şubat depremini doğrudan yaşadığını ve ilk günlerde tüm depremzedelerle aynı sıkıntılarla baş başa kaldığından söz eden Mullaoğlu, eğer sorunlar böyle devam ederse tahammül edilemez bir hal almasından duyduğu endişeyi paylaşıyor. 

'Keşke depremde ben de ölseydim diyen insanlara denk geliyorum'

Depremzedeler için hayat zor koşullarda devam ediyor. Mevcut sıkıntıların sürekli tekrar etmesi tahammülü de zorluyor.  

Konu buraya geldiğinde CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu derin bir iç çekiyor. 

"Bazı sorunlar olduğu gibi devam ediyor. Bazılarında görece iyileşmeler var ama yeterli değil. Mesela bir ara Toplum Yararına Program (TYP) kapsamında depremzedeler işe alınmıştı. Şimdi tekrar kapı önüne konuldular. Yani aslında yapılabilir şeyler var, yok değil ama neden yapılmadığına akıl erdirmek mümkün değil. Gerçekten böylesi zamanlarda yurttaşlarımızın yüzüne bakamıyor insan. Dertleri var ve dertlerini duyurmaktan başka bir çare gelmiyor elden. Meclis'te bunları söylemenin, duyurmanın da bir manası olmuyor. Çünkü bunlar büyük sorunlar. Altyapı gerektiren, yatırım gerektiren, öncelik gerektiren işler. Çok denk geldim biliyor musunuz, 'Depremde keşke ben de ölseydim, bıktım' diyen insanlara. Özellikle de işsizlik başlığında. Bunu en başa yazmamız gerekiyor. Çünkü devam eden sorunlarla baş edebilmesi için insanların bir işe, tutanacak bir dala ihtiyaçları var. Evine ekmek götüremiyor o insanlar. İşsizlik had safada. Böyle giderse iş bulamadığı için intihar eden insanlara rastlayacağımızdan endişe ediyorum. Depremzedeler iş bulamıyor, intihar düşünen işçiler var, yüzlerine bakamıyorum" 

Servet Mullaoğlu Hatay'dayken insanların yüzlerine baktığına önce kaygıyı gördüğünü ifade ediyor. Öyle ki Ankara'daki mesaisini bitirir bitirmez Hatay'a döndüğünü belirtiyor. Depremzedelere yakın olmak gerektiğine inanıyor bir yanıyla. 

'Deprem bölgesinde uyuşturucu kullanıma dair artış gözlemliyoruz'

Servet Mullaoğlu sorunlar listesinin başına işsizliği yazarken buna bağlı olarak ortaya çıkan toplumsal çürümeden de söz ediyor. Çünkü işsizlikle birlikte depremzede yurttaşlarımızı takip eden en büyük sorun belki de umutsuzluk oluyor. Haliyle emek üretim süreçlerinden kopan ve toplumda yer edinemeyen bireyler zaman için toplumsal çürümenin parçası haline gelebiliyor. 

Mullaoğlu kendilerine gelen şikayetlerden yola çıkarak özellikle konteyner kentlerin çevresinde uyuşturu kullanımının arttığına dair izlenimlerini paylaşıyor. 

"Şimdi 6 Şubat depreminden sonrasına bakmak eksik kalır. Çünkü öncesi var. Anlıyorsunuz ki zaten birçok şey eksik yapılmış. Çok çok öncesinde eksik yapılmış bir sürü şey. Yıkımdan sonra da telafisi iyice güç bir hal almış. Yani aslında deprem, sürdürülemeyecek olan sorunları yerle bir etmiş. İnsanların yarına güvenle ve umutla bakması lazım. Sadece işsizlik de değil. Bunun haricinde birçok başlıkta belirsizlik var. Evler ne olacak? Ne zaman bitecek? Sağlam olan evim de yıkılacak mı? İnsanlar sürekli bu sorular etrafında geçiriyor zamanı. Havalar ısındı. Hatay'da yine sinekler haşereler çıktı ortaya. Yani bir yandan kronikleşen sorunlar bir yandan da hala devam eden bir belirsizlik var. Bu tür örnekler toplusal sorunları da beraberinde getiriyor. Telefonlarımıza sürekli uyuşturucu ile ilgili ihbarlar geliyor. Kaygı verici bir durum bu" 

Deprem bölgelerinde yıkılan yapılar aynı zamanda depremzedelerin iş bulamadığı bir süreci de ördü. Depremden sonra moloz kaldırma süreçlerinde işsiz kalan insanların imdadına hurdacılık yetişti. Ancak bunun da sonu geldi. Enkazın neredeyse tamamı kaldırıldı. Meyve ve sebze yetiştiriciliği ne yazık ki sağlıklı bir şekilde yönetilmiyor ve işsizlik derinleşiyor. Birçok insan şehirde kalabilmek için iş arayışına devam ediyor.

'Sermayedarların vergi borcu silineceğine, depremzedeye ev yapılabilirdi'

Hatay'da ve diğer deprem bölgelerinde devam eden sorunlardan bir tanesi de barınma sorunu. Depremzedeler, ne kadar borçlanacağını, nasıl ödeyeceğini, ödeyemezse neyle karşılaşacağını, evinin ne zaman teslim edileceğini ya da hasarsız binasının yıkılıp yıkılmayacağına dair soru işaretleriyle günlük hayatlarına devam etmeye çalışıyor.

"Mesela şimdi Armutlu mahallesi ya da Elektrik mahallesi. Tek bir tane dahi ev kalmadı. Hepsi yıkıldı. Düşünebiliyor musunuz? Tek bir ev dahi kalmadı. Şimdi buraların rezerv alan ilan edilmesi haliyle mantıklı. Ama her yer böyle değil ki. Yıkılmayan, testlerde sağlam raporu almış evler, binalar, yapılar da var. Bunlar neden yıkılarak devletin sırtına ek bir maliyet oluşturuluyor ki? Sağlamların ayakta kaldığı, yıkılanların da devlet tarafından doğrudan yapılabildiği, taşeronlara verilmediği örneklerle yapılabilirdi birçok şey."

Gülümsüyor sonra, azıcık da öfkeli bir hal alıyor yüzü ve devam ediyor "O kadar işsiz depremzede ve gönüllü yurttaşlarla el ele verilip yapılabilirdi o evler. Hatay halkı yardımsever, dayanışmacı bir halk. Elinden geleni yapardı. Ama bunu yapmak yerine borçlandırılarak belirsiz bir geleceğe devredildi sorunlar. Büyük sermaye sahiplerinden 650 milyarlık vergi borcu silineceğine depremzedelere evler yapılabilirdi. Tercih etmediler." 

Hatay'da rezerv alan ilan edilen birçok bölgede yıkılmayan ve ayakta kalan sağlam binalar yer alıyor. Proje kapsamında bunlar da yıkılacak. Üstelik önemli bir kısmı mahkemelik. İtirazlar ise çoğu zaman reddediliyor. Deprem bölgelerinde "Yıkmayın mahkemelik, yıkmayın davalık" yazılı binalara rast gelmek gündelik hayatın bir rutini haline gelmiş durumda. 

'Bu şehri terk etmeyen insanlar umut veriyor'

CHP Hatay Milletvekili Servet Mullaoğlu depremin ilk gününden bu yana hükümetin bıraktığı ciddi boşlukların ve hataların olduğunu ifade ediyor. "Umarım devam etmez" diye de iç çekiyor.

Depremin ilk anlarındaki yaşadıklarını anlatırken o günlere tekrar dönüyor. 

"O an dünyaya bir şey çarptığını falan düşündüm gerçekten. Akıl alır gibi bir şey değildi o an yaşadıklarımız. İlk günler yakınlarımızın, komşularımızın sağlam olan, ayakta kalan evlerine gittik. Ama oralar da kalabalıklaştıkça kalabalıklaştı. Zira kendini kurtarabilen, azıcık daha yükselerde yıkılmayan köylere akın ediyordu adeta. Depremin ilk günlerinde kalacak yer bulamadığımız için ahırda kalmak zorunda kaldık. Bunu çekilen sıkıntılar açısından söylemiyorum yanlış anlaşılmasın. Bunu bulabilenlerimiz görece şanslı sayılıyordu o günlerde diye söylüyorum. Çok zordu gerçekten."

Servet Mullaoğlu haftanın birkaç günü dışında zamanının tamamını Hatay'da geçirdiğini söylüyor. 

"Dayanamadığınız anlar oluyor değil mi?" diye soruyorum. 

Susuyor. Kafasını evet diye sallıyor ama bir şey diyemiyor ve yutkunuyor. "İnsan nasıl göğüs geriyor o kadar acıya ve soruna" deyince yüzü değişiyor bir anda. 

"Mesela şimdi gidiyorum ya Hatay'a. Böyle bir tanıdık geliyor. Sarılıyorsun selamlaşıyorsun ya. İşte o zaman tüm dertler unutuluyor diyebilirim. Onca acı içinde paylaşılan bir ekmek, içilen bir Hatay kahvesi umudunu büyütüyor insanın. Şimdi garip gelebilir ama Hatay'da azıcık araçla sıkışan trafiği görünce dahi seviniyorum. Devam eden sorunlar bir yana. Bunca sorunun içinde bu şehri terk etmeyen insanlar çok umut verici."

Sohbetimiz haliyle Hatay'a geliyor. "Hatay sadece depremzedelerin değil, orayı bir kez olsun görmüş, orayı seven herkesin derdi, muradı oldu. Bu da bizim için kıymetli bir şey" diyor Servet Mullaoğlu ve sözlerini tamamlıyor:

"Biliyor musunuz? Hâlâ Hatay deyince aklıma enkazın fotoğrafı gelmiyor. Kabul edemiyor insan. Hâlâ Asi Nehir etrafında tarihi evleriyle, sokaklarında insanların neşesiyle bir şehir geliyor aklıma. Hiç yıkılmamış gibi. Bu şehri sevenler ellerinden geleni yapacaktır. İnanıyorum"

                                                            /././

Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu Taslağı (Rıfat Okçabol)

İmam bildiğini okuyacak olsa da, "maarif modeli" gibi bu taslağa da tüm yasal ve demokratik yollarla karşı çıkılması gerekiyor.

22 yıldır yasalarda, yasa maddelerinde, KHK’lerde ve de yönetmeliklerde yapılan değişiklikler, AKP’nin mevzuatla oynamayı sevdiğini gösteriyor. Ne yazık ki AKP’nin gerçekleştirdiği her mevzuat değişikliği, iktidarın keyfiliğini ve bazı hakları törpüleyip gericiliği pekiştiriyor. Şimdi de 3 Şubat 2022 tarihli ve 7354 sayılı "Öğretmenlik Meslek Kanunu"nu kavga dövüş çıkaran AKP, iki yıl üç ay sonra, bu yasayı değiştirecek "Öğretmenlik Mesleği ve Milli Eğitim Akademisi Kanunu Taslağı"nı gündeme getiriyor. Bu taslak da, 7354 sayılı yasadaki olumsuzlukları düzeltmek için değil, yeni olumsuzluklar yaratacak ve 4+4+4 yasası gibi gelecek için tehlikeler içeren bir taslak oluyor.

Bu taslağın ilk maddesinde, yasanın amacının öğretmenlerin seçilmesini, yetiştirilmesini, atanmalarını, haklarını, ödev ve sorumluluklarını, … Milli Eğitim Akademisi kurulmasını… düzenlemek olduğu belirtiliyor.

Eğitim kurumlarına yönetici yetiştirmek üzere "Akademi" kurulması konusu, 1947’de toplanan 3. Milli Eğitim Şurası’nda gündeme gelmiştir. ANAP, 8-9 Haziran 1989 tarihinde düzenlediği Öğretmen Yetiştirme Danışma Kurulu Toplantısı’nda da akademi kurulması konusunu gündeme getirmiştir. MEB’in "1991 yılı bütçe raporu"nda da, “… eğitim sistemimizin ihtiyaç duyduğu her alan ve kademede görev yapacak yönetici, müfettiş ve eğitim uzmanlarının yetiştirilmelerini sağlamak” amacıyla MEB’e bağlı olarak çalışacak bir Milli Eğitim Akademisi’nin kurulacağı belirtilmiştir. 1992’de çıkarılan 3797 sayılı yasanın 55. maddesinde, bağlı kuruluş olarak Milli Eğitim Akademisi’ne yer verilmiştir. Bu kurumla ilgili yasa taslağında kurumun öğretmen yetiştirmeye de el atacağı belirtilmişse de, sonradan bu konu gündemden düşmüştür. AKP ise, 2011’de 3797 sayılı yasa yerine 652 sayılı KHK’yi çıkardığında, akademi konusuna yer vermemiştir.

“Bayram değil, seyran değil, eniştem beni niye öptü?” demeyin. AKP bu konuyu birkaç nedenle gündeme getiriyor:

  • Müfredat değişikliklerine, 4+4+4 yasasına, sayıları bilmem kaça çıkan din derslerine ve gerici kuruluşlarla yapılan protokollere karşın, öğrenciler ve toplum AKP’nin istediği düzeyde gericileşmemiştir.
  • Eğitim fakültelerinden mezun olanların, bir bölümü laik ve bilimsel eğitim karşıtı sendikalara üye olsa da, çoğu laik ve bilimsel eğitim anlayışına sahiptir.
  • Laik ve bilimsel eğitim anlayış sahibi öğretmenler oldukça, müfredat ne olursa olsun sistemin gericileşmesi mümkün olmayacaktır.

Dolayısıyla AKP, akademiyi kurup kendi anlayışında öğretmen yetiştirmeye soyunuyor.

Taslağın 3.k maddesinde, bu yasanın ilişkili olduğu yasalara değinilirken, bu konuda en önemli yasa olan 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’na değinilmiyor.

Atama süreçlerinde yıllardır liyakat ve kariyere hiç önem vermeyen iktidar, taslağın temel ilkelerle ilgili 4.1.b maddesinde, "öğretmen ve yöneticilerin atama, görevlendirme ve meslek içinde ilerlemelerinde liyakat ve kariyer esaslarına uyulması" ilkesine yer veriyor!

Yıllardır Anayasa’nın ve 1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu’nun laiklik ve bilimsellikle ilgili maddelerine aldırmayan iktidar, taslağın 5. maddesinde, “öğretmenlerin öğrencileri Anayasada ifadesini bulan temel ilkeler ile 1739 sayılı yasanın genel amaçları ile temel ilkeleri çerçevesinde yetiştirmesinden” söz ediyor! Bu maddede öğretmenlerin görevleri sıralanırken, ‘hak’ olarak yalnız, “öğretmenlerin özel durumlar dışında, meslekleriyle ilgili olmayan iş ve faaliyetlerde rızaları olmadan görevlendirilemeyecekleri” ifade ediliyor. Ancak "Yöneticilerin görev ve sorumlulukları" ile ilgili 6. maddede yöneticilerle ilgili olarak "hak" ifadesi bulunmuyor!

Öğretmenlerin nitelikleri ve seçimleriyle ilişkili 7. 2 maddesinde, öğretmen olarak istihdam edilecekler, “öğretmenlik mesleğine kaynaklık eden en az lisans düzeyinde yükseköğretim programlarından ya da denkliği kabul edilen yurtdışı programlardan mezun olan ve hazırlık eğitiminde başarılı olanlar arasından seçilir” deniyor. 3. bendinde de “öğretmenliğe kaynaklık edecek yükseköğretim programları Bakanlıkça belirlenir” deniyor. Bu madde ile eğitim fakülteleri ve eğitim yüksekokulları yok hükmünde sayılıyor. Bu kurumlarda çalışan öğretim elemanlarından, 1-2 bini akademide geçici olarak istihdam edilecek olsa bile, 10 bin küsur elemanın da tasfiye edileceği belli oluyor.

8. maddeye göre, 3-4 dönem sürecek hazırlık eğitimi Milli Eğitim Akademisi tarafından ve bakanlığın belirlediği program ve süreçler çerçevesinde verilecektir. Günümüzün TRT’sine, rektörlerine ve diğer devlet kurumlarının durumuna bakınca bu Akademinin AKP’lilerden oluşacağı belli oluyor.

Hazırlık eğitimine alınacak kişiler, yasal engeli olmayanlar arasından ÖSYM’nin yapacağı sınavda alınan puanla belirleniyor (m. 9).

Taslağın 10. maddesine göre, başarılı olunamayan kuramsal derslerde adaya bir ek sınav hakkı veriliyor. Ek sınavda başarısız olanın akademiyle ilişkisi kesiliyor. İktidar, birkaç kez Fetöcülere kapı açması gibi yaptığı yanlışlar için özür dileyip iktidarına devam ediyor; ancak aday bir kez tökezlerse hemen atılıyor; taslağın ilahi adaleti böyle oluyor. Bu maddeye göre uygulamalı dersleri (AKP’lilerden oluşacak) üç heyet değerlendiriyor. Bu değerlendirmelerden geçerli not alamayan aday akademiden atılıyor. Bu heyetlerin nasıl not verecekleri, yıllardır yapılan mülakatlardan biliniyor. 11. maddede ise akademiden atmak için en kolay yola başvuruluyor: Demoklesin kılıcı gibi "disiplin cezası" yetiyor. 12. maddede de hangi suçlara ne cezası verileceği belirtiliyor: Özetle “AKP’ye yan bakana, acımayız deniyor.”

14. maddeye göre, herhalde taslağı sempatik göstermek için, öğretmen adaylarına maaş bağlanacağı belirtiliyor. 15. maddeye göre hazırlık eğitimini başarıyla bitiren aday, üç yıl için sözleşmeli olarak istihdam ediliyor. Bu sözleşme durumu ise bir başka "Demoklesin kılıcı" oluyor.

İktidarın ‘Kös dinlediği’ ve “Nuh deyip peygamber demediği” belli oluyor. Geçmişte Anayasa Mahkemesi iptal etmiş olsa da, öğretmen örgütleri ve eğitimciler karşı çıksa da, bu taslağın 20. maddesi ile öğretmenlik mesleği, öğretmen, uzman öğretmen ve başöğretmen olmak üzere üç basamağa ayırılıyor. Öğretmenler arasına bir bakıma nifak sokulmaya çalışılıyor.

Taslağın 26. maddesine göre bakanlığa bağlı olarak "Milli Eğitim Akademisi" kuruluyor. 27. maddede bu akademinin görevleri sıralanıyor. Akademi için belirtilen sonuncu görev "Bakan tarafından verilecek diğer görevleri yapmak" oluyor! Bu madde akademinin bakanlıkta bir ‘akademik’ birim değil de bir şube müdürlüğü niteliğinde işlev göreceğini gösteriyor. Ayrıca bu madde ile YÖK ve de özellikle Anayasa’nın 131. maddesi bypass ediliyor.

Taslağın 28. maddesi ile "Akademi İzleme ve Yönlendirme Kurulu" oluşturuluyor! Bakanın ya da bakan yardımcısının başkanlığındaki bu kurulda, Akademi Başkanı, Talim ve Terbiye Kurulu Başkanı, Personel Genel Müdürü, bir YÖK üyesi, Bakan tarafından üniversiteler ile farklı kuruluşlardan belirlenecek üç temsilci bulunuyor. Bu kurulun birebir yandaşlardan oluşturulmasıyla, Akademide yetişecek öğretmenin ‘ya AKP’li ya da AKP’li’ olması güvence altına alınıyor.

Taslağın 29.4 maddesi "Akademik Kurula Akademi Başkanı başkanlık eder. Akademik Kurul bir başkan ve on kurul üyesinden oluşur" dese de, 10 kurul üyesinin nasıl belirleneceği açıklanmıyor!

"Akademide görevlendirme" ile ilgili 31.1 maddesinde, "Akademide, yükseköğretim kurumlarıyla iş birliği yapılarak 2547 sayılı Kanunun 38 inci maddesi hükümlerine göre geçici olarak öğretim elemanı görevlendirilebilir" deniyor. Taslakta akademide görevlendirme konusunda başka bir bilgi olmadığına göre, akademinin geçici görevlendirmelerle yürütüleceği anlaşılıyor! Bu durum da iktidarın akademide istediği gibi at koşturacak olmasını kolaylaştırıyor.

Taslakta yer alan bu tür belirsizlikler ile iktidarın 22 yıldır uymadığı liyakat ve kariyer ile Anayasa’da yer alan temel ilkelere yer verilmesi, 1) toplumun ciddiye alınmadığını, 2) taslağın aceleye getirildiğini ve 3) zaten, maarif modelinde görüldüğü gibi, "imamın bildiğini okuyacağını" gösteriyor. AKP’lilerin yöneteceği bu akademi, öğretmen/eğitimci yetiştirmek değil, çocukların AKP’lileşmesini sağlayacak kişileri yetiştirmek için kuruluyor. İmam bildiğini okuyacak olsa da, "maarif modeli" gibi bu taslağa da tüm yasal ve demokratik yollarla karşı çıkılması gerekiyor.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder