18 Haziran 2024 Salı

soL KÖŞEBAŞI (18 Haziran 2024)

'Local'lara yer yok: 'Emeklileri parklara hapsettiler' (BİRKUT ENGÜLLÜ, MERVE GÜZEY)

Metin Abi, 66 yaşında. Dikilitaş’ın hiç de yeni olmayan rantsal dönüşüm gündemleri nedeniyle evini satıp taşınmak zorunda kalmış ama yıllarca mahallesini terk etmemiş...

Sermaye adına ülkeyi yönetenlerin tarihimizin belki de en ağır kemer sıkma politikasını, kemerleri emekçilerin pantolonlarından çıkarıp gırtlağına takarak uyguladıkları ve yoksulluğu alabildiğine derinleştirdikleri günlerden geçiyoruz.

Üstelik mesele tek boyutlu da değil. Sadece alım gücünün düşmesi ile kendini hissettirmiyor. Sermayenin her alana daha da kanırtırcasına nüfuz etmesi sağlanırken, emekçiler kelimenin tam anlamıyla her yerden dışlanıyor. "Kentsel dönüşüm" adı verilen ve esasında rantın dizginlerinden boşandığı bu uygulamayla insanlar; on yıllardır yaşadıkları mahallelerinde barınamaz hale getirilip kentin çeperlerine sürülüyor.

Türkiye kapitalizmi, kendini sağlama alacağı bir dönemi yaratmak için, hükümetiyle muhalefetiyle bir restorasyon sürecine girmiş durumda ve en vahşi yüzünü sergilemekten hiç çekinmiyor; yabancı finans kaynaklarının huzurunda, halktan, uyutulması ya da bastırılması gereken "yerliler" olarak söz ediyor.

Hayatını çalışarak geçirmiş ve artık en azından rahat bir nefes alması gereken emekliler, bu canavarın nefesini en yakından hissedenlerden. Sistemin düpedüz "yük" olarak gördüğü bu kesimin, açlık sınırının altındaki maaşları ve olmayan sosyal güvenceleriyle, adeta "ölmeye yatması" bekleniyor. Ancak emeklilerin, tüm zorluklara rağmen, buna niyeti yok.

'Şansa yaşıyorum'

Beşiktaş’a bağlı Dikilitaş Mahallesi’nin eski sakinlerinden Metin Abi ile konuştuk.

Metin Abi, 66 yaşında. Tamircilik ve şoförlük yapmış, yıllarca çalışmış bir emekli. Tüm emeklilerin yaşadıkları sorunların yanında, Dikilitaş’ın hiç de yeni olmayan rantsal dönüşüm gündemleri nedeniyle evini satıp taşınmak zorunda kalmış ama yıllarca mahallesini terk etmemiş direngen bir insan. Yaşadıklarımızın, salt dünden bugüne gelişen şeyler olmadığının farkında: “Gecekondu evleri yıkıldı, yerlerine apartmanlar inşa edildi ve mahallemiz müteahhitlere peşkeş çekildi. Depreme dayanıklı bölge kılıfı altında fiyatlar uçuruldu ve bizler mahallemizde yaşayamaz hale geldik. Yaklaşık 50 yıl boyunca Dikilitaş’ta yaşadım ancak sonunda ekonomik zorluklar nedeniyle evimi satmak zorunda kaldım. Dikilitaş’taki evimi sattıktan sonra, burada yeni bir daire almaya gücüm yetmedi ve kredilerle, borçlarla başka bir semte taşınmak zorunda kaldım.

Eskiden biraz gezebilirdik, mesela Galata Köprüsü’ne giderdik veya en az 15 gün tatil yapabilirdik. İlk zamanlar tek maaşla biraz da olsa kendimizi idare edebiliyorduk ama sonra eşim de çalışmaya başladı. Çalışan sayısı arttı, ancak gelirimiz giderek yetersiz hale geldi. Sonrasında emekli oldum ama emekli olduktan sonra hayatımda daha da büyük bir kırılma yaşadım. Emekli maaşıyla nasıl geçiniyorum derseniz; ilk 5 gün iyisin ama kalan 25 günü düşününce artık oradan buradan borç al, kredi çek gibi çözümler aramaktan başka bir ihtimalimiz kalmadı. Bilmem, şansa yaşıyorum. Markete gidemiyoruz; karşımızdaki markete, buranın büyük zincir marketlerinden biri, bizim gibi insanların girmesi neredeyse imkansız. Gerçi daha küçük marketlere de giremiyoruz artık.”

'Şiirde Nazım Hikmet, sinemada Yılmaz Güney, yeşil sahalarda Metin Kurt'

Dikilitaş’ta yürürken, boyun eğmeyen bir mahalleli olan Metin Abi’yle karşılaşmak çok mümkün. Anılarının, hatıralarının ve bunların içini dolduran esas şeyin peşinde, mahallesinde var olmaya devam ediyor:

“Ailem, yaklaşık 140 yıllık Dikilitaş’lı. Doğma büyüme Dikilitaşlı’yım. Dikilitaş, Anadolu’nun küçük bir köyü gibiydi; adeta bir köy havasında, samimi ve sıcakkanlı insanların yaşadığı bir yerdi. Gecekonduların bulunduğu devrimci bir mahalleydi, çoğunlukla emekçiler yaşardı. Özellikle Yıldız Teknik Üniversitesi’nin gelmesiyle bu ruh daha da güçlendi. Öğrencilerle mahalleli arasında sıkı bir bağ vardı; öğrenciler bize çok şey öğretirdi, mahalleli de onları hep kucaklarlardı.

Metin Kurt ile burada tanıştım. Aramızda 12 yaş vardı; O, benden 12 yaş büyüktü. Bir zamanlar Dikilitaş Spor Kulübü’nün teknik direktörlüğünü yaptığı için mahalleli onu tanır ve çok severdi. Bize hep iyi insan olmayı öğretti ve örgütlü mücadelenin önemini anlattı. Burada hala Metin Kurt’un dostları yaşar, şu aşağıdaki dükkanda fotoğrafları asılıdır. ‘Şiirde Nazım Hikmet, sinemada Yılmaz Güney’ deriz, ben de ‘Yeşil sahalarda Metin Kurt’ derim; ‘Tribüne yakın, halka yakın olmak’ derdi her zaman.

Fakat tabii, 80 darbesi sonrası, ekonomik kriz ile de birlikte mahallenin dokusunu git gide bozulmaya başladı...”

'Evlerimizi zenginlere peşkeş çekmek için bizi sürüyorlar'

Bir zamanların gecekondu mahallesinin, 12 Eylül 1980’den itibaren ve son yıllarda da en sert şekilde ranta açılarak "dönüştürülmesinin" yansımalarına da işaret ediyor Metin Abi:

“Uzun zamandır Dikilitaş’ta oturmamama rağmen, her gün hala buraya geliyorum. Ne bileyim, sanki burası benim kendi yerim gibi hissediyorum. Bu mahallede doğdum, büyüdüm, en güzel anılarım burada. Evimizi taşımak zorunda kaldık ama kendim hala buradayım. Arkadaşlarım, dostlarım bu mahallede yaşıyor. Başka birçok arkadaşım da Dikilitaş’tan Gebze ve Silivri gibi yerlere taşındı.

Kira ödeyen emekli burada nasıl yaşasın ki; beslenme ihtiyacını mı karşılasın, kira mı ödesin? Oralarda geçinmek görece daha kolay, kiralar ve yaşam maliyetleri daha uygun. Artık Dikilitaş’ta kiralar çok yüksek, üç aylık emekli maaşımı versem bile burada bir ay oturamam. Bu yüzden eski komşularımla, dostlarımla bir araya gelmek için sürekli Dikilitaş’a geliyorum. Gerçi artık onlar da yavaş yavaş buralardan gidiyor. Yerlerimizden edildik, istiyorlar ki doğup büyüdüğümüz yerlerden gidelim. Bizi sürüyorlar, evlerimizi zenginlere peşkeş çekmek için sürüyorlar.”

'Emekli Yılı’nda ölüme terk edildik'

Yaşadığı ve yaşadığımız sıkıntıların, sömürüden kaynaklı olduğunun bilincinde Metin Abi ve bunu çevresine de böyle anlatıyor hep. "–Cek, –cak"lı vaatlere karnı tok, hükümet ve muhalefetin uygulanan ekonomi politikalarında mutabık olduklarının da, bir parmak balın ağırlaşan yoksullaşmaya çare olmayacağının da, düzenin kendilerinden ölmelerini beklediğinin de farkında; emeklilere yapılanların, gençlerde yarattığı karamsarlığın da:

“Emekli olanlara hep imrenirdim; onlar görece daha iyi bir durumdaydılar. Ben de emekli olduğumda, aynı şekilde rahat bir yaşam süreceğimi sanıyordum. Ancak bugün geldiğimiz noktada; yabancı ülkelerden emekliler İstanbul’a tatile geliyorlar, bizler daha Beşiktaş’a inip mahalle çorbacısında çorba içemiyoruz. Biz ne yapıyoruz? Parkta oturuyoruz, çünkü elimizdeki parayla yapabileceğimiz başka bir şey yok. Yıllarca çalıştık ama şimdi dilenci gibi görülüyoruz.

Bu iktidar, gözlerinin içine baka baka emeklilerin ölmelerini bekliyor. Durum her geçen gün daha da kötüleşiyor. 2024 yılının 'Emekli Yılı' olacağı söylenmişti, ancak yılın ortasındayız ve emeklilerin hali ortada; açlığa terk edildik. Yaşamak için mücadele ederken, hayatta kalmanın bu kadar zor olduğu bir ortamda; gençler de geleceğe dair umutlarını kaybediyorlar. Emekli maaşları yetersiz, yaşam koşulları her geçen gün daha da ağırlaşıyor.

Sözde emekliler için hazırlanan paketle KYK yurtlarını açtılar ama emeklilerin o yurtlara gidecek yol parası bile yok. Emekliler sağlık hizmetine ulaşamıyor, ilaçlar pahalı ve çoğu zaman bulunamıyor. Muayeneye gitmeye korkuyorsun çünkü ilaç parası maaşından kesiliyor. Özellikle kanser ve kalp hastaları için gereken özel ilaçlar var ama SGK bu ilaçları karşılamıyor. İktidar, ‘Git bir şekilde al’ diyor. Alabiliyorsan al, alamıyorsan öl! Ekmek mesela, her yerde 10 lira ama Dikilitaş’ta 12 lira. Nedenini sorduğumuzda, ‘Serbest piyasa; istediğin yere git, şikayet et’ diyorlar. Ben, 2 liranın hesabını yapıyorum ama hesap soramıyorum.

Biz sağlığımıza dikkat etmek zorundayız. Üç öğün sağlık yemekle beslenme ihtiyacını karşılaman gerekiyor. Cumhurbaşkanı manda yoğurdu öneriyor ama emekli peynir bile alamıyor. 25-30 sene vergi verdim, karşılığında peynir bile alamıyorum. Hiç emekli maaşı vermesin, benden aldığı vergileri geri versin ben ona da razıyım. Bazı belediyeler, emeklilere yardım yapacaklarını söylüyorlar ama zihniyet aynı, göstermelik seçim vaatlerini sözde yerine getiriyorlar. İktidar ile aynı zihniyet; cebimize üç-beş kuruş sıkıştırıp siyasetlerine alet etmeye ve emeklileri susturmaya çalışıyorlar. Sözde ağzımıza bir parmak bal çalıyorlar. Kemeri sık, sık; sıkacak hal mi kaldı? Emekli olduktan sonra hayatımda büyük bir kırılma oldu. Her şeyime sınırlama getirildi. Yaşam alanımız, 100 metrekare idiyse 10 metrekareye düştü. Bizi parklara hapsettiler! Bu ekonomik tablo ile sadece parka gidebiliyoruz. Evden çıkmadan önce yemek yiyorum, öğlen acıkırsam ancak bir simit alabiliyorum, akşam yemeğini de yine evde yiyorum. 2024 yılını ‘Emekli Yılı’ ilan ettiler ama bizi Allah’a havale ettiler. Biz, onlarca yıllık emeğimizin karşılığında, insanca bir yaşam talep ediyoruz.”

'Mücadele etmeden bu düzen değişmeyecektir'

Metin Abi her konuştuğunda mutlaka örgütlülüğün öneminden bahsediyor; bize durmadan hepimizin aynı gemide olduğu yalanını söyleyen siyasi partiler arasında seçim yapmaktansa, bu düzenin kökten değiştirilmesi gerektiğini vurguluyor:

“Metin Kurt, bize hep örgütlü mücadelenin önemini anlatırdı. Örgütlenmez ve direnmezsek, bu düzen devam eder. İktidarın tepesine çökmeden bu sorun çözülmez. AKP, MHP ya da CHP, emeklilerin sorunlarına çözüm getiremez; hepsi emeklinin cebine harçlık sıkıştırıp sussunlar istiyor, sorunlarını sümen altı ediyor. Bu düzen kökten değişmeden, bizler rahat bir yaşama sahip olamayız. Mücadele etmeden de bu düzen değişmeyecektir. Önce gençleri ikna edeceğiz, sonra mahallelerimizde bir araya geleceğiz. İnsanca yaşamak, en çok bizim hakkımız.”

Hepimiz adına, hepimizin kendi hikayesine dokunan bir yerden anlatıyor Metin Abi, açıkça mücadeleye çağırıyor. Aynı yolda yürüme iradesinin sözünü vererek ayrılıyoruz, bundan sonra hep omuz omuza kalacak şekilde. Biliyoruz; sömürüyü durduracak olan, sömürüden çıkarı olmayanlardır ve biliyoruz; ülkemiz bu kokmuş karanlıktan, emekçi halkın ayağa kalkışı ile çıkacaktır. Umutsuzluğa yer yok. Emekçi halkın elinde ne varsa satılığa çıkarmak isteyen rant çeteleri varsa, Metin Kurt’un hafızalarda yankılanan sözleri var; ortalıkta müstemleke valisi gibi gezinenler varsa, her şeye rağmen büyük adımlarıyla mahallesinde dolaşmaya devam eden Metin Abiler de var.

                                                                   /././

İrlanda: Mick Wallace ve Clare Daly neden kaybettiler? (Çağdaş Gökbel)

İrlanda solu saplandığı popülizm bataklığında debeleniyor. Popülist sol uzunca bir zamandır bağımsızlığı, örgütsüz ve partisiz mücadele mucizesini yeniden ve yeniden keşfediyor.

Avrupa parlamentosu seçimlerinin gelecek için önemli sinyaller verdiği söyleniyor. Bu bir bakıma doğru, ama bakış açımızı medya denen efsundan biraz uzaklaştırmaya çalışırsak bunun büyük bir  alıklaşmaya kapı araladığını göreceğiz. Avrupa toprakları üzerinde en büyük, en tutkulu ve en sert çatışmaların yaşandığı yer İrlanda oldu. İrlanda, Ukrayna savaşının haklılığına tüm çabalara rağmen inandırılamadı. İnandırılamadı diyorum, çünkü NATO genişlerken cumhurbaşkanlığı düzeyinde bile İrlanda'nın NATO'ya üyeliği konusu büyük bir dirençle karşılandı. Elbette bunda Michael D. Higgins'in sosyalist geçmişi büyük oranda etkili oldu. Yine İrlanda halkı, İsrail'in soykırım suçuna gücü yettiği kadar karşı koydu. Sistem başa çıkmakta zorlandığı bu çıbanı sonunda görmezden gelmeye karar verdi. İrlanda'yı bu açıdan görmek, sınıfsal çıkarlarına karşı geliyordu. Bizlerin başaramadığı ne varsa, karşı cephe büyük bir esneklik ve kıvraklıkla başardı. Sömürgenler hemen bakış açılarını değiştirdi.

Değişen bakış açısı, propagandanın yönünü belirledi. İrlanda'da yaşananlar görmezden gelindi. Okurlar hatırlayacaktır, bu köşede Dublin'in neden yakılıp yıkıldığını anlatmaya çalışmıştım. ABD ve İngiltere yani kısacası NATO, İrlanda'ya operasyon çekmek zorundaydı. Elbette bu operasyonun kapsamı geniş ve tüm Avrupa'yı kapsıyor. Sadece İrlanda'da daha sert ve etkili davranmaları gerekiyor. Fark burada. Bu operasyonu çekebilmek için İrlanda'nın tüm zayıf yönleri kullanılmaya çalışıldı. İrlanda'nın tarihsel trajedileri ki bu trajedinin başında milyonlarca İrlandalı'nın tıpkı Afrikalılar gibi gemilere doluşup Amerika'ya göç etmek zorunda kalması geliyor. İşte pandoranın kutusu buradan açıldı; ilk önce Amerika'ya göç etmiş ve Amerikan milliyetçiliğiyle donatılmış İrlandalılar harekete geçirildi ve bir Elon Musk mucizesi olan "X" platrofmu üzerinden 24 saat esaslı nefret propagandası başlatıldı. Gerçekler çarpıtıldı ve göç eden siyah, esmer ya da İngilizce konuşamadığı için barbar ilan edilen (tıpkı Antik Yunan ve Roma'da olduğu gibi) ne kadar insan varsa hedef tahtasına oturtuldu.

Böyle bir propagandanın başarılı olması, içeriden bir yardım almadan mümkün değildi. Sinn Fein'in yaklaşan ve bağıra bağıra gelen iktidarına karşı Dublin ve Londra kafa kafaya verdi. Hükümet, mültecilere yer bulmakta zorlandı, mülteciler Dublin'de çadır kurmak zorunda bırakıldı ve gelen bu pası ırkçılar her gün maharetle işledi. Doğudan akın akın gelen barbar insanı barındıracak yer yoktu, çünkü İrlanda en ufak boşluğu bile ayrıcalıklı gördüğü Ukraynalıya tahsis etmişti. Kısacası kaleyi boş gören faşistler gol atmaya devam etti. Eline kamerayı alan soluğu mültecilerin çadırlarında aldı, İngilizce dahi bilmeyen insanlara kaç yıldır burada oldukları soruldu; videoların sonunda mültecilere '"defolup gitmeleri" (elbette nazik bir üslupla yazıyorum) mesajı güçlü bir biçimde verildi. Böylece İrlanda şerefli tarihiyle vurulan ne ilk ne de son ülke oldu. Milliyetçiliği tertemiz bir suyun içine damlatın, o su saniyeler içerisinde simsiyah kesilecektir. İşte AP'nin en muhteşem konuşmalarına imza atan iki isminin yenilgisinin altında bu kısa tarihsel süreç yatıyor. Bu yenilgide dış etkenler olduğu kadar, iç etkenler de oldukça güçlü. Bildiğimiz anlamdaki solun liberalizm denen eblehlikle sarıp sarmalanması ki bu bir nevi popülizmi de içeriyor, kendisini işçi kitlelerinden soyutlamasına neden oldu. Nasıl yani konuşmaları sosyal medyada milyonlarca kez izlenen insanlar işçi kitlelerinden uzaklaştı mı? Evet, tam olarak bunu söylüyorum. İrlanda solunun dünyadaki muadilleriyle ortak yönü, işçi sınıfı kitlelerinden tamamen kopmuş olması. Şimdi, tek tek saymayacağım liberal kavram setini gözünüzün önüne getirin, kimlik politikaları vb. Tam anlamıyla bitmiş bir mücadelenin parlamentolardaki temsili, popülizm olmadan mümkün değil. Ancak sosyalistlerin anlaması gereken şey, popülizm sosyalistler için ancak anlık bir jet yakıtı olabilir. Bu yakıtla hızla yükselir ve hızla yerin dibine çakılırsınız. Vekil maaşı bu tabloda teselli ikramiyesi olarak görülüyorsa eğer geçmiş olsun.

Avrupa'daki mülteci düşmanı ırkçıların arkasında NATO var. Mülteciler, ırkçılar için sadece sıçrama tahtası; tıpkı geçmişteki anti semitizm gibi. Ana hedefleri, NATO'ya tam itaat ve savaşa koşa koşa gitmeye razı edilecek yoksul kitleler. Bunu defalarca yazmaya ve anlatmaya çalıştık. Bu vatansever, ülke ve millet aşığı serdengeçtilerin arkasında NATO varsa eğer, doğal olarak İsrail de var. Gelelim bizim aklı evvellere. Sermayenin çektiği "Atatürk" temalı reklamlara ağzı sulanarak tav olanlar, Geert Wilders'in "laiklik ve Atatürk" temalı "X" paylaşımlarına meftun oluyorlar. Türkiye'deki garip siyasi ayrımlarla söyleyecek olursak ulusalcılığın ve milliyetçiliğin kocaman bir çengel (balık oltası) olduğunu ve bu çengelin kitle iletişim araçlarıyla milyonlarca sazanı avladığını söylemek zorundayız. "Wilders’in İsrail doğumlu yeni bakanının Mossad ile bağı olduğu gerekçesiyle adaylığı geri çekildi". İşte Wilders'in göç bakanlığına atamak istediği böyle bir isim (Gideon (Gidi) Markuszower). Ülke sevdalısı, vatan aşığı Wilders, kendi ülkesinde, bir bakanlığa başka bir ülkenin ajanını atamaya kalkacak kadar seviyor vatanını.1 Türkiye'de de maliye yönetimine bakarsak belki benzer bir şey orada da görebiliriz. Kim bilir? Okurun daha fazla başını döndürmeden İrlanda'yı ve AP seçimlerini değerlendirmeye devam edelim. Ülkeler arasındaki bu hızlı geçişleri yapmamın sebebi, büyük bir operasyonun içerisinde olduğumuzu kavratabilmek için. Faşistlerin iktidar yürüyüşü, NATO ve müttefiklerin iç yardımı olmadan mümkün değil.

Öyleyse milliyetçilerin iktidar yürüyüşünü şöyle yorumlamalıyız: Savaş kabinelerini kuracak ve toplumları gözünü kırpmadan ateşe atacak hainler grubunu, sermaye ancak bu milliyetçilerin içinden bulabilir ve maalesef bulmuş gibi de görünüyorlar. Tüm bu başlıkların detaylı incelemesini "Gelenek" dergisine bırakmak istiyorum. Köşe yazısının sınırlarını aşmadan Mick Wallace ve Clare Daly bozgununa değinmeye devam edeyim. Burada her iki adayın aldığı oyları, istatistikleri ve rakamları paylaşmak istemiyorum. Bu teknik yorumların ufkumuza ne gibi bir katkısı var bunu da açıkçası bilmiyorum.

Her iki aday, İrlanda'nın değişen siyasi atmosferine uyum sağlayamadı. Filistin-İsrail savaşını bir din savaşı olarak göstermeye (Müslüman-Hristiyan) ve korkunç bir şekilde medeniyetler savaşı tezine sarılan milliyetçiler fazlasıyla hafife alındı. Brüksel'den, yaldızlı salonlardan ve kürsü şehvetinden bir türlü çıkamayan bu ikili bir kez daha bize parlamento tuzağının ne olduğunu gösterdi. Kişiyi kendinden daha büyük gösterme illüzyonunu başarıyla sağlayan ve adına "X" denen mucize de bu iki sol popülistin ipini çekmiş gibi görünüyor. Yorumlarım Türkiye'deki okurlar için sert, acımasız ve keskin görünebilir, ancak bunun bile yeterli olmadığı kanısındayım. Çünkü, sol adına umut tüketen herkes büyük bir suç işlemiş demektir. Bu bozgun yetmemiş olacak ki İngiltere muhalefetinden George Galloway, Clare Daly için çağrıda bulundu ve onu İrlanda Cumhurbaşkanı adayı gösterdi. Kabus gibi bir yabancılaşma, cumhurbaşkanlığı koltuğunu kaybetmek adına başarılı bir popülizm.2 Neticede tükenen her umut, karşı cephenin hanesine yazılan yeni sayılar anlamına geliyor. Bu ikilinin Dublin'de otobüsler yakılırken, hatta mülteciler konaklıyor gerekçesiyle oteller kundaklanırken, Brüksel'de çok büyük işlerle meşgul olduklarını biliyoruz. Evet, "Vay be izledin mi? Clare Daly, Ukrayna-Rusya savaşını destekleyenlere ne çaktı öyle? Gördün mü? Mick Wallace, nasıl Filistin meselesinde İsrail'e güm güm geçirdi!" Tüm bu kürsü performanslarının vicdanlarımızda yarattığı mastürbatif etkiyi reddetmiyorum. Evet, rahatladık ve rahatlatıldık. Peki, bu konuşmaların sonucu ne oldu? İsrail, çocukları bombalamaya, sınır tanımadan öldürmeye devam etti. İnsanlar artık herhangi bir konuda çok konuşulmasından, çok alkış alınmasından yoruldu. İşçiler artık sonuç alınmasını istiyor.

Seçim sonuçları açıklandıktan ve iki adayın kaybettiği belli olmasından sonra İrlanda Komünist Partisi "X" üzerinden bazı duygusal açıklamalar yaptı. Bu açıklamaların yine gerçekliğimizle bir ilgisi olduğunu düşünmüyorum. İkiliye büyük medya tekellerinin korkunç baskı kurduğu ve aleyhlerinde çok çirkin bir kara propaganda yapıldığı ve seçim yenilgisinin buna bağlı olduğu solun ortak çıkarımı gibi görünüyor. Sahi sermaye medyasından nasıl davranması bekleniyordu? Siyasete garip bir dil yerleşti, ne olursa olsun kimse kaybetmiyor; herkes bir şekilde kazançlı çıkıyor. Kaybediliyorsa bile iç nedenlere bakılmıyor, sorun hep dış nedenlerde aranıyor. İrlanda solu saplandığı popülizm bataklığında debeleniyor. Mick Wallace, seçim yenilgisi sonrası yaptığı açıklmada "partisiz çalışma yapmasına vurgu yaparak" bir bağımsız olarak aslında başarılı olduğunu ima etti. Popülist sol uzunca bir zamandır bağımsızlığı, örgütsüz ve partisiz mücadele mucizesini yeniden ve yeniden keşfediyor.3 Bu tavır işçi kitlelerinden kopuşun adeta açık bir vesikası. Bu işçi kitlelerine göçmenler, mülteciler kısacası tüm ten renginden insanlar dahil. Gelecekte bu ayrımı "milliyetçilerin" dahi yapamayacağını göreceksiniz. Çünkü, hizmet ettikleri sermayenin damarlarına onlar sayesinde taze kan taşınıyor. Merkez partileri göçmenleri cesurca aday gösterirken, aman gayri milli görünürüz korkusu yaşıyor sosyalistler. Sınıftan kopanlar, korkularının veya popülizmin esiri oluyor. Okurlara garip bir çıkarım gibi gelebilir ancak İrlanda'da yaşayarak gözlem yapmanın büyük bir ayrıcalık olduğunu belirterek şunu yazmak istiyorum, Mick Wallace ve Clare Daly'nin seçilememesi iyi oldu. Zaten işlevsiz hale gelen Avrupa Parlamentosu'nun iyice sermaye sınıfının ahırına dönmesi, ifade özgürlüğü denen o illüzyonun kalkmasına hizmet edebilir. Ayrıca işçilerin, evsizlerin, mültecilerin yanında görünmekten imtina eden ama kürsüye çıktığında mangalda kül bırakmayan sol popülizmin tükenişi iyi bir şey. Bir yanına Afrikalı diğer yanına İrlandalı işçiyi almadan, kameraların şehvetine kapılan solu girdiği her seçimde artık hüsran bekliyor. James Connolly'den fazlasıyla etkilenen İngiltere'deki demiryolu işçilerinin lideri Mick Lynch ne demişti? Artık Avrupa'da işçi sınıfının ana gövdesini göçmenler oluşturuyor. Bu insanları mücadeleye katacak tecrübeye sahibiz. Tek yapmamız gereken o tecrübeyi hatırlamak. İnsanlara dokunacak, okuma grupları açacak, devletin yapmadığını yapıp onlara dil öğreteceğiz. Evet, bunlar da bir sendikanın ya da devrimci bir siyasi partinin görevi. Ancak değil göçmen işçilere ulaşmak görünüyor ki kendisini sosyalist, devrimci ya da sendikacı olarak nitelendirenlerin tamamı İngiliz ya da İrlandalı işçilere ulaşmaktan çok uzak. Özetle bu iki popülist solcunun kaybettiği seçim bir yana durum sanıldığından daha vahim. İnsani ilişkileri dahi nasıl kuracağını unutmuş bir devrimcilik biçimiyle alınabilecek herhangi bir yol yok.

Öfkemizin bir yanında sermayenin dizginsiz sömürüsü varsa diğer yanında bu var. Dünyadaki sınırların kendisine açık olduğunu gören ve başka bir alemde yaşayan teknokratların sınırsız ve sorunsuz dünyasının içinden bakarak bu sorunları çözmek ya da anlamak mümkün değil. Marksizmi entelektüel bir uğraşa, kürsü şovlarına ya da bir hobiye indirgeyen küçük burjuva gözlüklerini paramparça etmeden ulaşılabilecek bir yol yok. Evet, Avrupa'da işçiler oylarını ırkçılara vermeye devam edecek. Çünkü o işçiyi aşağılamadan kapısını çalanlar, derdini dinleyenler ve sosyal gruplar oluşturanlar büyük bir enerjiyle siyaset sahnesine dahil oluyorlar.

                                                                              /././
Asıl fonlanan öğretmenler değil TÜGVA: MEB kapılarını 'Yaz Okulu' görünümlü Kuran kursuna açtı (Emre Alım) 
TÜGVA protokoller aracılığıyla okullara girdi. "Yaz Okulu" adı altında düzenlediği dini eğitim programına öğrenci kaydetti.

Öğretmenleri kamunun sırtındaki yük, aldıkları ücretiyse "fon" olarak gören Milli Eğitim Bakanı, protokol kılıfıyla asıl fonu iktidara yakın vakıflara ve tarikatlara sağlıyor.

Okulların kapıları bu defa kamu kaynaklarının seferber edildiği Türkiye Gençlik Vakfı'na (TÜGVA) açıldı.

AKP'li Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın yöneticilerinden olduğu vakıf, 6 ay önce İzmir'deki bir okulda izinsiz broşür dağıtmış, tepki görmüştü. Bu defa protokoller devreye girdi, İl Milli Eğitim Müdürlüğü seferber oldu. TÜGVA ekipleri okullara girerek öğrencileri yaz aylarında düzenleyecekleri dini eğitim programına kaydetti.

TÜGVA istedi, 'gereği' yapıldı

TÜGVA'nın İzmir Temsilcisi Yiğit Aslanata, 31 Mayıs'ta İzmir Milli Eğitim Müdürlüğü'ne gönderdiği yazıyla düzenleyecekleri "Yaz Okulu" programı için okulların kapılarının TÜGVA'ya açılmasını istedi.

Bakanlığın TÜGVA ile imzaladığı protokole dayanan bu talep yazısında, kurumun oluşturacağı ekiplerin okullara girip öğrencilerden başvuru alacağı, broşür dağıtacağı ve afiş asacağı bildirildi.

Bu talep 4 gün sonra yerine getirildi. İzmir İl Milli Eğitim Müdür Yardımcısı İlker Erarslan 30 ilçeye gönderdiği yazıyla TÜGVA için "gereğinin yapılmasını" istedi.

                                İzmir İl Milli Eğitim Müdürlüğü TÜGVA'nın okullara gireceğini haber verdi

'Yaz Okulu' görünümlü Kuran kursu

24 Haziran'da başlayacak "TÜGVA Yaz Okulu" 8 hafta sürecek. Programın düzenleneceği "eğitim merkezleri" henüz duyurulmadı. Geçtiğimiz yaz, programın sadece İstanbul ayağı için TÜGVA'ya İstanbul'da 238 okul tahsis edilmişti.

Ortaokul öğrencilerinin katılacağı programda hafta içi her gün 30’ar dakikalık 4 ders verilecek. Üçü dini içerikli derslerden oluşan program şöyle:

  • Kuran Dersi
  • Temel Dini Bilgiler Dersi
  • Hadis Dersi
  • Spor Dersi

TÜGVA okula izinsiz girdi, sesini çıkaran sürgün edildi

TÜGVA 6 ay önce yine İzmir'de "Umre ödüllü" bir yarışmanın broşürlerini bir okulda izinsiz dağıtmış, bu durum öğretmen ve velilerin tepkisine neden olmuştu.

Tekirdağ'da aynı yarışmaya öğrencilerin katılım göstermesini reddeden bir öğretmen bu nedenle ceza almış, bu durumu şikayet eden 6 öğretmene uyarı, kınama ve aylıktan kesme olmak üzere toplam 15 farklı ceza verilmiş, 4 öğretmense farklı ilçelere sürgün edilmişti.

Kamu imkanları önüne serildi

Bazen protokollere dayanarak bazen de izin almadan okullarda cirit atan TÜGVA'nın sicili oldukça kabarık.

AKP ile Gülen Cemaati'nin kavgasının kızıştığı 2014 yılında kurulan TÜGVA, AKP'nin gençlik içinde örgütlenmesi misyonuyla hareket etti.

TÜGVA'nın yöneticileri arasında AKP'li Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan'ın oğlu Bilal Erdoğan bulunurken, bu zamana kadar vakfın yönetim kurulunda birçok AKP'li milletvekili ve üst düzey yönetici, yandaş yazarlar ile bakanlar da yer aldı.

Belediyelerden ücretsiz bina tahsisleri alan, harcamaları bakanlıklar ve belediyeler tarafından karşılanan, belediyeler tarafından fonlanan, MEB aracılığıyla okullarda etkinlikler yapan ve adı sürekli torpil atamalarıyla anılan vakfa, adeta devletin tüm olanakları akıtıldı. Örneğin TÜGVA'ya kurulduktan 3 yıl sonra da Bakanlar Kurulu kararıyla vergi muafiyeti tanındı.

Kaynakların seferber edildiği TÜGVA, kısa bir sürede tüm Türkiye'de faaliyet yürütmeye başladı. Vakfın güncel olarak 81 il temsilciği, 571 ilçe temsilciliği, 33 adet yurdu ve onlarca kıraathanesi bulunuyor.

                                                                  /././

El birliğiyle iş cinayeti: Arızaları tek tek gösteren işçi tehditle ölüme gönderildi (Emre Alım) 

Üç tersanesi olan patron bir gemisine yapılacak bakımı çok gördü. Geminin arızalı vincine çıkmayı reddeden operatör tehditle çalıştırıldı. El birliğiyle işlenen cinayette hukuk, işçiyi kusurlu buldu.

Muğla'nın Milas ilçesindeki bir limanda yaşanan iş cinayeti, "Önce iş güvenliği" sözünün patronların dilinde nasıl bir yalana dönüştüğünün özeti niteliğinde.

Armador adlı gemicilik şirketine ait kuru yük gemisi "Ocean S", 10 Haziran Pazartesi günü Güllük Limanı'na yanaştı.

Pazartesiyi salıya bağlayan gece 03.00'te yükün boşaltıldığı sırada güvertedeki vinçlerden biri kırılarak devrildi. Vincin operatörü Mehmet Şah Ece, bulunduğu kabinin camları patlayınca geminin ambar bölümüne düşerek hayatını kaybetti.

soL'un ve Patronların Ensesindeyiz Ağı'nın ulaştığı bilgiler, adım adım gelen iş cinayetinin liman ve gemi işletmecilerinin el birliğiyle yaşandığını ortaya koyuyor.

Arızalı vince tehditle çıkarıldı

Vincin sorunlu olduğu bir önceki vardiyada fark ediliyor. Yükü boşaltması istenen ilk operatör, bu görevi yerine getirmiyor. Bir sonraki vardiyada işbaşı yapan Mehmet Şah Ece de vince çıkmayı reddediyor. Ancak bu talimatı veren yönetici, Ece'yi hakkında tutanak tutmak ve cezalandırmakla tehdit ediyor. Mehmet Şah Ece arızalı ve bozuk olduğu bilinen vince zorla çıkarılıyor.

Mehmet Şah Ece bu defa zorla çıkarıldığı vincin bakımsız olduğunu çektiği videolarla kayıt altına alıyor. 

'Ha koptu ha kopacak'

Vincin yüksek sesle çalıştığını, makina aksamlarında yağ durumunun iyi olmadığını ve camların güven vermediğini söyleyen Mehmet Şah Ece, durumu "Ha koptu ha kopacak" sözleriyle özetliyor.

Uzmanlar inceledi: Moment kontrol sistemi bozuk ya da yok 

Mehmet Şah Ece'nin soL'a konuşan yakını videoda görülen riskleri şöyle yorumluyor: "Mehmet bu işi yıllardır yapıyor. Bir vinç zaten gürültülü çalışır ama bu defa aşırı yüksek bir ses duyuyor. O vincin yıllardır hiçbir şekilde bakımının yapılmadığı belli. Bir dişlinin kopabilmesi için o vinçte hiç yağ olmaması gerekiyor. Vinçlerde artık küçük de olsa bir otomasyon olmak zorundadır."

Olayın yaşandığı gemi "Ocean S" 28 yaşında yani Türkiye'deki birçok gemi gibi oldukça eski. Ancak bu gemiyi diğerlerinden ayıran unsur bakımsızlığı. Mehmet Şah Ece'nin yakını vincin durumunu benzer örneklerle karşılaştırıyor:   

"Gördüğüm benzer gemilerde vinçler değişime uğruyor. Örneğin bir yağ eksikliği veya fazla sıcaklık olunca makine kendi kendine durur. Bunlar zorunlu olarak yapılması gereken şeyler. Anladığım kadarıyla bu vinçte bunların hiçbiri yoktu."

Tanıkların anlatımları ve kaza yeri fotoğrafları Patronların Ensesindeyiz uzmanlarınca incelendiğinde vincin moment kontrol sistemlerinde sorun olabileceği, böyle bir vincin kırılmasının ancak bu sistemler olmadığında mümkün olduğu ifade edildi.

Moment Kontrol Sistemi nedir?

İş makinelerinin basınçlarının veya yük değerlerinin sistem üzerine kalibrasyon aşamasında kaydedilen değerler ile karşılaştırarak çalışan sınırlayıcı bir sistemdir. Operatör paneli üzerinden ikaz yaparak uyarır. Moment sınırına ulaşıldığında makine için uygun olan hareketlere izin verir. Örneğin kaldırma basıncı limit değerinden indirme hareketi engellenir ama kaldırmaya izin verilir. Sunduğu Kara Kutu özelliğiyle hareketleri de hafızasına kaydeder.

Savcılık: Arızalı vinçten çok ölen işçi kusurlu

Savcılığın yaptığı ilk incelemeler sonrası geminin yüzde 30 kusurlu bulunduğu, kusurun çoğunluğunun kullanıcı hatasına bağlı olduğu ifade edildi. Soruşturma evraklarındaki bu ifadelere Mehmet Şah Ece’nin ailesi ve avukatı tarafından hukuken itiraz edildi. 

Ece'nin yakınları, yaşanan olaya yalnızca operatör hatasının neden olamayacağını şu sözlerle anlatıyor:

"Olay çalışmaya başladıktan 1 saat sonra oluyor. Vincin hareketli kısmı, gemiye sabit olan kısmından dişlilerden kopuyor. Bu araba kazası gibi bir şey değil ki. Operatörün yapabileceği en fazla şey kendi etrafında dönüp, yukarı aşağı hareket ettirmek. Bir insan bir vinci kopartabilecek bir şey yapamaz. En kötü motor yanar, yangın çıkar."

Üç tersanesi var ama bir vince bakım yapacak 'imkanı yok'

İtirazlar üzerine "Ocean S"nin, gemi yapımında çalışan uzman isimler tarafından yeniden incelenmesine karar verildi. Bu gelişmenin ardından gemi apar topar Güllük Limanı'ndan yollandı.

Bugün Tuzla açıklarına demirleyen "Ocean S", Armador adlı şirketin filosundaki 20 gemiden biri. Şirket, EOS Group'un bir parçası. Holdingin Tuzla'da 3 tane de tersanesi bulunuyor. Geminin, patronunun sahip olduğu geniş imkanlara rağmen bakımsız bırakıldığı anlaşılıyor.

                                                  Kuru yük gemisi "Ocean S"

İşçiler mobbingden şikayetçi: Ölüme yollayan yönetici gözaltında

İş cinayetinin bir diğer ortağı ise Güllük'teki liman işletmesi. Mehmet Şah Ece'yi arızalı vinçte çalışmaya zorlayan yönetici gözaltına alındı.

Mehmet Şah Ece'nin çalışma arkadaşlarının aktardığına göre 11 Haziran gecesi yaşanan yöneticinin uyguladığı ilk baskı değil. İşletmedeki birçok işçi söz konusu yöneticinin mobbingine maruz kaldığını anlatıyor.

İSİG verilerine göre, yılın ilk 5 ayında Gemi, Tersane ve Liman işkolunda en az 20 işçi, iş cinayetlerinde yaşamını yitirdi.

Hayatını kaybedenlerin çoğu deniz/gemi işçileri. Bu ölümler genellikle fırtınalı havada çalıştırma, aşırı-yoğun-fazla mesai, gemilerin bakımlarının ve denetimlerinin yapılmaması/aksatılmasından kaynaklanıyor. 

                                                                       /././

Jandarma Özel Animasyon (Yiğit Günay)

Birçokları köpürdü. Nasıl olurdu da iki bin yıllık geleneği olan koca Türk ordusu, böyle maskara edilirdi? Olayı kavramamışlardı: Gösteriyi organize edenler, gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu.

Ben Brody, 22 yaşında ABD ordusuna girdiğinde, “fotoğrafçı” olarak Irak’ta görevlendirildi. Kendisine bildirilen görev tanımı “savaşı, varlığını haklı gösterecek ve başarılarını yüceltecek şekilde fotoğraflamak”tı.

Henüz Brody kamerasının objektifini açmadan, işgalin gerçekliği, Brody’nin gözlerini açtı.

Elindeki “silahıyla” kaydettiği tanıklığı, savaşın haksızlığını, işgalin acımasızlığını yansıtıyordu.

ABD’ye döndüğünde, bulunduğu kışlanın yakınındaki Rotary Kulübü, Brody’yi fotoğraflarını sergilemesi için bir öğle yemeği buluşmasına davet etti. 

Brody, özel olarak hazırlandı. Sunumunda, kendi arkadaşlarının namlularından çıkan dost ateşiyle ölen bir ABD askerinin öyküsünü, Amerikan ordusunun gece baskınlarını ve Iraklı sivillere yönelik infazlarını anlattı.

“Mesleğimin ayrılmaz parçası olan kana susamışlığı, keyfekeder ölümleri, acımasız absürtlüğü gözlerine sokmak istiyordum. Olmadı. Konuşmam sırasında kimse yemek yemeyi bırakmadı, bitirdiğimde ufaktan alkışladılar.”

Brody, olayı kavramamıştı: Zengin kulübünün üyeleri, Irak’ta, sahada gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu. Ordu, zenginlerin hizmetindeydi. Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, yanlarında olduğuna, onların da ordunun hamisi olduğuna dair görüntü vermekti.

Zenginlerin umrunda değildi, onlar midelerini dolduruyordu.

                                                           * * *

Geçenlerde sosyal medyaya bir görüntü düştü.

Jandarma, Osmaniye’deki bir AVM’nin içinde gösteri yapıyordu. Onlarca asker, az önce çocuklarını niye istediklerini alamayacaklarına ikna etmekle veya konuyu geçiştirmekle uğraşmış anne babaların, bu sıcakta gidecek ve bedavaya gezecek başka yer bulamadıkları için o dükkan senin bu dükkan benim fink atan delikanlı ve genç kızların karşısında tam teçhizat, üniformalı, animasyon icra ediyordu.

Birçokları köpürdü. Nasıl olurdu da iki bin yıllık geleneği olan koca Türk ordusu, böyle maskara edilirdi?

Olayı kavramamışlardı: Gösteriyi organize edenler, orada gerçekten ne olduğuyla ilgilenmiyordu. Ordu, zenginlerin hizmetindeydi. Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, Park 328 AVM’de görüntü vermesiydi.

                                                         * * *

Osmaniye’deki Park 328 AVM, sürekli “onların devletin yanında, devletin de onların mekanında” olduğuna dair görüntü veriyordu. Osmaniye Valiliği’yle birlikte 15 Temmuz sergisiDiyanet Vakfı standı, Osmaniye Belediyesi’yle birlikte savaş malzemeleri sergisi, Osmaniye Valisi’nin katılıp “garnizon komutanının emeğinin geçtiği” TSK tatbikatları sergisi

Park 328 AVM, zaten sürekli hamilik ediyordu. Geçen yıl da Jandarma, teşkilatın kuruluş yıldönümünde aynı AVM’deydi. Stant açmış, başında beklemişlerdi.

Sırf bu yıl Jandarma “biraz hareket kattı” diye köpürenler, esas noktayı atladı: Jandarma mekana geri geldi, de, mekanın sahibi kimdi?

                                                        * * *

Mekanın sahibi, Pekerler’di.

Pekerler İnşaat. Devletin gözbebeği. Uşak’a hastane mi yapılacak, ihale onlara verildi. Manisa’ya hastane? Onlara. Tokat Erbaa, Antalya Muratpaşa, Ordu Fatsa, İzmir Karşıyaka, Konya Çumra, Şırnak Cizre, Kırıkkale, Kırşehir…  Hastane inşaatları hep onlara. 

Marmara Üniversitesi’nin Recep Tayyip Erdoğan külliyesi mi yapılacak? Onlara…

İşlerini çok mu iyi yapıyorlardı? Devlete çok mu iyi hizmet ediyorlardı?

2019’da devlet, Erzincan’a Devlet Hastanesi yapılmasına karar verdi. Kendi yapacak hali yok ya, iş ihale edildi. Devlet, maliyeti 347 milyon olarak hesapladı. Pekerler “biz o fiyatın dörtte üçüne yaparız” dedi, 261 milyonluk teklif verdi, ihale onlara gitti. Hastane Aralık 2021’de bitirilecekti. 2022 oldu, ortada hastane yoktu. Devlet bu defa “kalan işin bitirilmesi” için ihaleye çıktı. Maliyet, 576 milyon 944 bin 203 lira 2 kuruş olarak hesaplandı. Ortada rakip de yoktu. Pekerler yine yüce gönüllülük gösterdi, indirime gitti. Küsuratları attı, “576 milyona yaparız, üstü kalsın” dedi, ihale onlara gitti. Tamamlamadığı iş için ilk teklifin neredeyse iki katı daha para aldı Pekerler.

İşlerini çok iyi yapmıyorlardı, işi çok iyi biliyorlardı. 

Nereden girdiler bu işe, nasıl öğrendiler?

Pekerler İnşaat Yönetim Kurulu Başkanı Özgür Peker, 2018 yılında Hürriyet’e verdiği röportajda anlatıyordu: “1990’lardan sonra Milli Savunma Bakanlığı projeleri başladı. Şirket için dönüm noktası 1998 yılında GATA Kardiyoloji Hastanesi’nin yapımı. O hastaneyi yaptık ve o hastaneyle birlikte hastane işinde ustalaştık.”

Ordu, zenginlerin hizmetindeydi.

                                                           * * *

Ağır olduğunu mu düşünüyorsunuz?

Şöyle soralım: Jandarma niye kevgire dönmüş sınırlardan kaçak göçmen geçişini engellemek için görev yapmak yerine Pekerler’in AVM’sinde animasyon yapıyor, biliyor musunuz?

Daha bir ay olmadı… Antalya’da 300 yataklı Manavgat Devlet Hastanesi inşaatında çalışan 20 yaşındaki Faysal el Şammat, 21 Mayıs’ta elektrik akımına kapıldı, öldü. 

Antalya Manavgat’a hastane mi lazım? Tabii ki Pekerler İnşaat yapıyordu.

                                                        * * *

Geçen hafta bu halkın silah altındaki evlatları, Osmaniye’de Park 328 AVM’de animasyon icra ediyordu.

Anne babalar fiyatlar karşısında iç çekiyor, delikanlılar ve genç kızlar parasız fink atıyor, birçokları görüntüleri izlerken ordunun haline köpürüyordu.

Zenginler için mesele, ordunun onların mekanında, yanlarında olduğuna, onların da ordunun hamisi olduğuna dair görüntü vermekti.

Zenginlerin umrunda değildi, onlar midelerini dolduruyordu.

(soL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder