26 Haziran 2024 Çarşamba

soL KÖŞEBAŞI -26 Haziran 2024-

 

Sınıf mücadelesinin muharebe alanlarından biri: Vergileme -Fatih Yaşlı-

"Vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe 'halk ağır vergilerin altında eziliyordu' cümlesinin devamı gelmeyecektir."

Marx, “Fransa’da Sınıf Savaşları” adlı çalışmasında “köylü şeytanı resmetse onu vergi tahsildarı kılığında resmeder” der. Sahiden de kapitalizm öncesi/feodal toplumlarda vergi, ekonomik artığa el koymanın, yani sömürünün temel biçimlerinden biriydi; bu nedenle de tahsildar köylünün en büyük kâbuslarından birini oluşturuyordu. 

Henüz o zamanlar para ekonomisi gelişmediği için vergi nakdi değil ayni ödenmek durumundaydı; yani köylünün ürettiği ürünün, buğdayın, nohudun, mercimeğin vs. belirli bir kısmına doğrudan ve zor aracılığıyla el konulmaktaydı. Bu zorla el koyma nedeniyle tahsildara feodal devletin zor aygıtı da yani askerler de eşlik etmekteydi 

Kapitalizm feodalizmin yerini aldığında hem sömürünün hem de vergilemenin mahiyeti değişti. Kapitalizmde emeğin ürününe, yani ekonomik artığa zor aracılığıyla değil ekonomi içi mekanizmalarla el konuluyordu. Yani işçi emek gücünü satıyor ve bunun karşılığında bir ücret alıyordu; kendisine verilen ücret kapitalizmin doğası gereği asla yarattığı artı-değerden büyük olamıyordu ve sömürü de buradan kaynaklanıyordu. 

Vergilemede ise elbette ki para ekonomisinin gelişimiyle birlikte her şeyden önce ayni ödemelerin yerini nakdi ödemeler aldı, yani vergiler parayla ödenmeye başlandı. İlk baştaki tüketim vergilerine ise zamanla gelir, servet ve kazanç üzerinden alınan vergiler eklenecekti. Kapitalist toplumlar burada sınıf mücadelesinden kaynaklı karmaşık bir süreç yaşadılar. 

Yönetici sınıflar bir yandan vergilemeyi mistifize ederek yaygınlaştırıyorlar, yani tüketim maddelerinin fiyatlarına ekliyorlar, bordroda kesiyorlar, beyanname ile tahsil ediyorlar ve adeta doğallaştırıyorlardı. Öte yandan işçi hareketinin, sendikal mücadelenin ve sosyalist solun güçlenmesiyle birlikte devlet vergi yükünün belli bir bölümünü sermaye sınıfına yüklemeye mecbur kaldı. 

2. Dünya Savaşı sonrasında “sosyal devlet” ortaya çıktığında, vergileme sadece kamu harcamalarının finansmanı için kullanılan bir araç olmanın ötesine geçip “sosyal adalet” kavramıyla birlikte anılmaya başladı. Ancak 70’lerin ortalarından itibaren kapitalizm yeni bir kriz yaşamaya başlayınca devreye neoliberalizm sokuldu ve devletin küçültülmesi, sosyal devletin gereksizliği, sermayeden az vergi alınarak onun daha çok istihdam yaratmaya ve üretmeye teşvik edilmesi gibi söylemler egemen hale geldi. 

İşte o zamandan bu zamana sermayenin üzerindeki vergi yükünün hafifletilip halk üzerindeki yükün artırılmasının bazı ülkelerde hızlı, bazı ülkelerde yavaş ilerlemekle birlikte bir kaide haline geldiğini biliyoruz. Hızı ve yavaşlığı ise sınıflar arası güç ilişkileri ve mücadeleler belirliyor; işçi sınıfının her şeye rağmen örgütlü olduğu ülkelerde daha yavaş, örgütsüz olduğu ülkelerde ise daha hızlı…

Türkiye’de de aynı sürecin 12 Eylül’den beri devam ettiğini görüyoruz. Bir sermaye darbesi olarak 12 Eylül emek hareketinin ve solun üzerinden silindir gibi geçmekle yetinmedi, bütün düzenlemelerini de emek aleyhine/sermaye lehine yaptı ve vergileme de bunun dışında değildi.

12 Eylül’den bugüne Türkiye’de dolaylı vergi/dolaysız vergi oranlarında çubuk radikal bir şekilde ilkine doğru büküldü. Yani toplanan vergilerin yüzde 65’i tüketim üzerinden alınırken, sadece yüzde 35’lik dilim gelirden, servetten, kazançtan alınır oldu. 

Ama bu da yetmedi ve gelinen noktada gelirden, servetten, kazançtan alınan gelir vergisinin yüzde 92’si kaynakta tahsil edildiği ve bunun yüzde 62.3’ünün ise ücretli çalışanlardan alındığı bir tablo ortaya çıktı. Yani dolaysız vergilerin de çoğunu yine emekçi halktan tahsil eden bir düzen yerleşti. 

Peki ya kurumlar vergisi? İstisnalar, teşvikler, indirimler, uzlaşmalar, silinen borçlar ve aflar derken kazanılan paralara ve elde edilen kârlara kıyasla ortada gerçek anlamda bir vergi tahsilatı olduğunu, yani sermayenin vergi ödediğini söylemek mümkün değil. 

Holdingler, irili ufaklı şirketler, bankalar, bunların hepsinin çeşitli yöntemlerle vergiden kaçındığını, borsa, faiz, devlet tahvili kazançlarından da gerçek anlamda vergi tahsil edilmediğini biliyoruz, “Türkiye’den para kazanan neredeyse hiç kimse vergi ödemiyor, vergiyi sadece emekçiler ödüyor” dersek yanlış bir şey söylemiş olmayız bu yüzden.   

Tüm bunların nedeni ise sermaye sınıfının tepeden yürüttüğü saldırıya alttan yanıt verecek güçlü bir işçi sınıfının ve emek hareketinin yokluğu elbette. Sınıfın ve sosyalist solun zayıflığında, sermaye vergi alanında da istediğini aldı, vergi ödemez hale geldi. 

Şimdilerde vergi meselesi kamuoyunda daha yoğun bir şekilde tartışılıyor; çünkü Şimşek programının uzantısı olarak yeni bir vergi paketinin önümüzdeki günlerde açıklanacağı ve yürürlüğe gireceği biliniyor. 

Defalarca yazdık ama tekrar edelim; Şimşek programının özü Türkiye’nin sermaye düzeninin çıkarları adına halkın bilinçli bir şekilde yoksullaştırılmasıdır; sermayenin daha da semirmesi için emekçilerin kemerlerinin sıkılması da artık yetmemekte, boğazlarının sıkılması gerekmektedir. 

Bu nedenle de Şimşek programının uzantısı bir “vergi reformu”nun halkın lehine, sermayenin aleyhine olması mümkün değildir; bilakis bu “reform” dolaylı vergilerle dolaysız vergiler arasındaki orantısızlığa hiçbir şekilde müdahale etmeyecek, halkın sırtındaki vergi yükünü daha da artıracak, sermayenin silinen vergi borçlarını, istisnaları, teşvikleri, muafiyetleri gündemine almayacaktır.

Dolayısıyla Türkiye’de vergilemenin temel mantığı olan “halkın cebinden alınanın sermayenin cebine konulması” değişmeyecek, halktan vergi olarak toplanan paralar, sermayeden bilinçli bir şekilde vergi almak yerine borç alındığı için, alınan borçların faizine gidecektir. Halka ise bir kez daha dönülüp “bakın bütçede para yok, olsa vermez miyiz” denilecektir.

Burada Türkiye’nin sermaye düzeni açısından bir anormallik yok, düzenin normali bu. Anormal olan ise Şimşek programının bu kadar rahat bir siyasi atmosferde, yaprak kıpırdamaksızın yoluna devam etmesi. 

CHP’nin Şimşek programına topyekûn bir karşı çıkışı siyasetinin merkezine koymaması, hatta ona bir süreliğine kredi açması, emek hareketinin zayıflığı, sosyalist solun etkisizliği, toplumun sindirilmişliği… Birçok nedeni arka arkaya sıralayabiliriz ama böylesi bir kemer sıkma programının ancak darbe dönemlerinde görülebilecek bir rahatlıkla uygulanabiliyor oluşunun anormalliği üzerine düşünmek gerekiyor. 

Kuşkusuz sosyalistler, devrimciler kapitalizmin rehabilitasyonuna, kapitalizmde eşitliğin ya da adaletin mümkün olduğuna inanmaz ve bunun için mücadele etmezler, onlar açısından esas mesele düzenin değiştirilmesi, kapitalizmin ilga edilmesidir. Ancak asgari ücretten vergilemeye, sendikal haklardan düşünce ve örgütlenme özgürlüğüne uzanan bir genişlikte, sınıf mücadelesi kendisini gündelik mücadele biçimlerinin içerisinde var eder, sınıf da buradan örgütlenir. 

Emekçilerin üzerindeki vergi yükünün hafifletilmesi, sermayenin vergi yükünün artırılması, servet vergisinin bir tartışma başlığı haline getirilmesi, lüks ithalatın vergilendirilmesi talebi, temel gıda ürünlerinden KDV alınmaması, patronların silinen borçları, özelleştirilen kamuya ait şirketlerin eskisi kadar vergi ödememesi, tüketim üzerinden alınan vergilerin adaletsizliği… Tüm bu başlıklarla birlikte vergilemenin bizzat bir sömürü biçimi olduğunun halka anlatılması ve mevcut anormalliğe karşı mücadele edilmesi, bugün devrimcilere, sosyalistlere düşen en önemli görevlerden biridir. 

Vergileme sınıflar arası güç ilişkilerinin somutlaştığı ve sınıf savaşının gerçekleştiği alanlardan biriyse emekçiler, devrimciler, sosyalistler bu alanı boş bırakamazlar. Velhasıl vergileme de sınıf mücadelesine dâhildir ve emekçiler mücadele etmedikçe “halk ağır vergilerin altında eziliyordu” cümlesinin devamı gelmeyecektir. 

                                                        /././

Paravan şirketin mobbing, taciz ve tehditleri devam ediyor: Hedeflerinde depremzede kadınlar var -Özkan Öztaş-

Daha önce "paravan şirket" olarak bilinen grup, şimdi "Dora Group" adı altında aynı yöntemlerle insanları dolandırmaya devam ediyor. Sorunun mağdurları depremzedeler yaşadıklarını soL'a anlattı.

Daha önce soL'da yayımlanan haberimizde, paravan şirket kurarak çalışanlarına mobbing, taciz, tehdit ve şantaj uygulayan bir dolandırıcılık hikayesine dikkat çekmiştik. Olayların merkezinde olan kişiler, bu sefer şirketin adını Dora Group olarak değiştirip benzer yöntemlerle faaliyetlerine devam ediyorlar.

Ankara'da AAS Endüstriyel ve Hayvancılık ismiyle temizlik ürünleri satan kişiler şirketin adını değiştirerek aynı yöntemle insanları kandırmaya devam ediyor. soL'a ulaşan mağdurlar şirket olduklarını öne sürerek işe aldıkları çalışanlara mobbing, taciz, tehdit ve şantaj yapan firmanın aynı yöntemle devam ettiklerini belirtti.

Kendisini firma yetkilisi olarak tanıtan A.U. ve kardeşi S.U. staj adı altında kısa süreli işlerde işe aldığı kadınlara temizlik ürünü sattırırken neredeyse kimse ilk ayını doldurmadan işten ayrıldığı için de maaşlarını vermeden eleman çalıştırıyor. Aynı zamanda işten çıkan kişilere "Sözleşmeye uymadan işten çıkıyorsunuz en az 3 asgari ücret ceza ödersiniz" diyerek tehdit eden firmada uzun süreli çalışana neredeyse rastlanmadığı dikkat çekiyor. 

'Esnaflar uyardı: Kaçın kızım kurtarın kendinizi'

Konuya dair soL'a konuşan firmanın eski çalışanlarından biri "Daha önce çeşitli sanayilere götürülüyor ve temizlik ürünleri satıyorduk. Orada bizi gören bir esnaf 'Yine aynı ürünler mi? Kızım buraya her ay başka bir genç geliyor. Kullanıyorlar sizi. Kaçın kurtarın kendinizi. Eğer memleketiniz uzaksa biletinizi ben alayım. Ben burada 4 hafta üst üste çalışanı görmedim' dedi. O zaman anladık biz de nasıl bir şeyin içine düştüğümüzü. Firmanın adını falan ararken soL'daki haberi gördük. Size ulaştık. Aynı isimdeki adamlar firmalarının adını değiştirerek yine aynı yöntemle insanları sömürüyor adeta. İşe alıyorlar ama para falan verdikleri yok. Eğitim adı altında satış yaptırıyorlar. İyi satış yapan da eğitimini tamamlar diyorlar" diye anlatıyor yaşadığı sorunu.

'Hedeflerinde acil iş arayan özellikle de depremzede kadınlar var'

Çalışanların önemli bir çoğunluğunu şehir dışından geldiğini ve bir kısmının da depremzede olduğunu ifade eden çalışanlar, insanların zor durumlarından ve acil iş arayışlarından istifade edildiğini belirtiyor. 

Özellikle genç kadınların hedef alınarak işe alındığı Dora Group'ta, bu kişilere yönelik özel sorular, kişisel hayatlarıyla ilgili bilgiler alındığı ifade ediliyor. Taciz iddialarının olduğu çalışma ortamında çalışanların ifadelerine göre, şirket yöneticileri genç kadınları işe alıyor ve sorunlara karşı çıkanlar ise işten çıkartılmakla tehdit ediliyor.

Birçok mağdur, işten ayrılmak istediklerinde karşılaştıkları para cezası tehdidi ve mobbing nedeniyle büyük bir baskı altında çalışmak zorunda kaldıklarını ifade ediyor. İsmini vermek istemeyen bir mağdur, "Bu şirkette çalışmak zorunda kaldım çünkü iş bulmam gerekiyordu. Ama burada yaşadıklarım psikolojik ve fiziksel olarak beni çok yıprattı. İşten ayrılmak istediğimde ise bana yüksek bir para cezası ödemem gerektiği söylendi. Bu kadar parayı nasıl ödeyebilirim?" şeklinde konuştu.

'Bizim adımızı kullanıyorlar, baş edemedik bir türlü'

Ortada bir Dora Group diye iş ilanı ve mekan var. Ancak bunun ismi geçen şirketle alakası yok pek tabii.

Firma bu yöntemi kullanarak iş ilanı veriyor. İnternetten arayanlar da Dora Group adında İstanbul ve İzmir'de kimi şirketlerin profilini görüyor. Bu sayede güvenilir ve kurumsal bir firma görüntüsü çiziyorlar. Aradıklarında da "Firmamızın merkezi İstanbul burada şube açıyoruz" deniyor.

Yaşanan olayların ardından Dora Group adındaki İstanbul'daki firmayı arayan bir çalışan "Arayınca 'Yine mi onlar. Daha önce şikayet ettik. Hatta polis baskını dahi yapıldı binaya. Ama hala bu isimle eleman alıyorlar. Bizimle alakaları falan da yok. Kurtarın kendinizi'  dediler bize. O zaman anladık bir kurgunun içinde olduğumuzu" diye anlatıyor yaşadıkları sorunu.

Şirket işe aldığı genç kadınları "eğitim" sürecinden geçiriyor. Ancak sorun şu ki bu "eğitim" hiç bitmiyor. Zira firma yetkilileri "Siz iyi satış yapana kadar eğitim anlaşılmamıştır" diyor. Süre zarfında satılan ürünlerin paraları patronun kasasına giderken, birkaç haftalık ücretlerini alamadan çalışan işçiler de gördükleri ortamdan sonra işten ayrılıyor. Firma bu sayede sürekli yeni kişileri işe alarak maaş ödemeden sadece harçlık vererek çalışacak kişiler edinmiş oluyor.

Şirketin eski çalışanı: 'Hala aynı yöntemle devam ediyorlar aklım almıyor' 

soL'un ulaştığı firmanın eski çalışanlarından biri de şirkete dava açtıklarını ancak ortada somut bir delil olmadığı için de davaya takipsizlik kararı verildiğini ifade etti. Mevcut çalışanlar ise şunları anlatıyor:

"Vekalet ücretleri ve dava masrafları çok fazla. Üstelik kendimizi korumak için geri adım atıyoruz. Yoksa başımıza daha birçok şey gelir. Bir ev var Ankara Yenimahalle'de. Bu ev şirketin eğitim eviymiş. Oraya giden bir kadın enfeksiyon kaptı. O kadar pis bir yer yani. Ama evin içindeki dolaplarda şirketin sahibi A.U.'nun kıyafetleri yer alıyor. Sonra da diyorlar ki burada kalabilirsiniz. Bizim mağduriyetimizden yararlanıyorlar. İşe gelenlerin çoğu 6 Şubat Depreminin vurduğu kentlerden. Kimisi depremzede kimisi depremden etkilenmiş. İş arayan çaresiz insanları ağlarına düşürüyorlar. Ama ne yazık ki hukuk birilerinin başına bir şey gelince adım atacak gibi. Çok basit. Aslında şirketin giriş çıkışlarına bakılsa yetkililerin 'İyi de kardeşim sizin neden hiç iki ay üst üste çalışanınız yok' diye sorması gerekir. Hukuk da sorgu da bir yana. En azından firmaya iş başvurusu yapanları uyarmak istedik. Sesimizi duyurun istedik."

Yaşanan sorundan dolayı KOD 46 ve 48 ile işten atıldıklarını ifade eden çalışanlar bu nedenle başka iş başvurularında da geçmişteki bu sorundan mağdur olacaklarını belirtiyor. "Bizi burada 'devamsızlık' nedeniyle işten çıkarmışlar. Ama öyle bir şey yok. Şimdi yeni iş başvurularında sorunlarla karşı karşıya kalacağız" diyen işçiler, önceki adı AAS Endüstriyel ve Hayvancılık olan şimdi ise Dora Group ile devam eden firmanın çalışanlarına aynı sorunları yaşatmaya devam ettiğini ifade ediyor. (https://haber.sol.org.tr/haber/mobbing-taciz-tehdit-ve-santaj-hikayesi-paravan-sirket-kurup-calisanlari-dolandirdilar-384441)

                                                            /././

Einstein’vari bir CHP’li: Tuncay Özkan -Yiğit Günay-

Tuncay Özkan çok mühim fikirlerinden para kazanmakta ısrarcıysa bize açsın davayı, bu yazının telifine ortak olmak istesin. Biz de fikirlerinin beş para etmez olduğunu kanıtlayalım.

Köşe yazımı bir gün geciktirdim.

Sevgili Gamze Yücesan Özdemir’in Pazartesi günü yayımlanan “Yeniden Pravda mı? Elbette!” yazısında açtığı tartışmayı gündeme getirmeyi planlıyordum. 

Gamze Hocamız, nasıl bir yayın ve yayıncılığa ihtiyaç olduğu konusunu tartışıyor yazısında. Ben de meselenin önemli bir boyutuna, dijital dönemde, medya ekonomipolitiğinin dönüşümüne değinecektim.

Hep “dijitalleşme haberciliği özgürleştirecek” denildi, oysa etkisi tam tersi oldu, gazetecilik bir çöküş dönemine girdi. Gelir modeli çöktü, kalitesizlik her yanı sardı…

Yazıyı bir gün geciktirdim, çünkü dün TBMM’nin Dijital Mecralar Komisyonu toplanıyordu, Google yetkilileri ağırlanacaktı, tam da Google’ın yayıncılara telif ödeyip ödemeyeceği konuşulacaktı, o toplantıyı takip etmek istedim.

Ve fakat, toplantıyı takip edince, planladığım yazıyı ertelemek durumunda kaldım.

Çünkü, Tuncay Özkan’ın komisyonda söyledikleri karşısında bir süre ekrana bakakaldım.

Önce doğru mu okuyorum dedim, anlamaya çalıştım. Anladıkça şaşkınlığım, ardından öfkem büyüdü.

Nasıl bir gaflet karşısında olduğumuzu idrak edince, ve kimsenin de gündeme getirmeyeceğini hissedince, Özkan’ı yazmaya karar verdim.

Toplantının bağlamı şu: Google, çeşitli ülkelerde, gelirinin bir kısmını yayıncılarla paylaşmayı kabul etti. Konu TBMM’nin de gündeminde. Zaten komisyon üyeleri, bu açıdan büyük oranda ağız birliği içerisinde, Google’ın sorumluluklarını yerine getirmesinin koşullarını anlamaya ve oluşturmaya çalıştı toplantıda. Birden fazla vekil, bağımsız medyanın nasıl güçlenebileceği sorusunu ele aldı, yanıt aradı. Yaklaşımlarında doğrular da var yanlışlar da, ama toplantı, vekillerin kamu temsilcileri olarak büyük oranda örtüştükleri ve bazı açılardan ağız birliği etmekte haklı oldukları nadir örneklerden birine tanıklık etti.

Toplantının içeriğine girmeyelim, Google’ın hemen her şeyi geçiştirdiğini söylemek yeterli. Gerisini, bir başka yazıda irdeleriz.

Komisyon üyeleri medyanın uluslararası tekelden nasıl telif alabileceğini sorgularken, toplantının sonlarına doğru, Tuncay Özkan söz alıyor.

Noktasına, virgülüne dokunmadan aktarıyorum: “Şimdi, Milletvekili değilim, beni Milletvekili olarak düşünmeyin; kendi adım üzerinden örnek vereceğim: YouTube'a çıktım, beni X televizyon kanalı çıkarttı, oradaki konuşmalarım nedeniyle X televizyon kanalının YouTube yayınında da yer aldım. Ben bu içeriği aldım, getirdim, sayfama koydum, X televizyon kanalı ‘Telifi benimdir, onu yayınlayamazsın’ diyor, YouTube onu dinliyor, Google aramalarında da o benden daha yukarıda olduğu için ben kendi ürettiğim fikre ulaşmakta telif sorunuyla karşı karşıya kalıyorum; bugün yaşadığımız şey bu. Benim hakkımı nasıl koruyacaksınız?”

Benim gibi ilk okuduğunda emin olamayanlar için söyleyeyim: Tuncay Özkan, diyelim TRT’de bir programa konuk oluyor, kendisine sorulan soruları yanıtlıyor. Sunuculuk veya düzenli yorumculuktan bahsetmiyor—zaten o durumda kanalla arasında sözleşme olur. Konuk olmaktan bahsediyor. İstiyor ki, konuk olduğu programın telifi kendisine ait olsun. Bunu da “hazır yakalamışken” Google yetkililerine soruyor, “Ben niye paylaşamıyorum TRT’nin o programını, çözün benim bu meselemi” diyor.

İnanılır gibi değil. Bu kişi on yıllarca sektörde çalıştı, üstüne yine on yıllarca medya patronluğu yaptı… İşin en basit kuralını bilmiyor. Kanalın fikir olarak yarattığı, stüdyo ve haber merkezi çalışanlarıyla var ettiği, teknik olanaklarıyla çektiği ve sahip olduğu mecrada yayınladığı programın telifinin kanala ait olmaması gerektiğini savunuyor. Gazeteciler, soru sordukları kişilere para versinler diyor, gazeteciliğin temeline dinamiti koyup patlatmak istiyor.

Düzelteyim, bilmiyor olması imkansız. Kendi kanal sahibi oldu sırada bir konuk “Eeee Tuncay Bey, çağırdınız konuştum o kadar, o kaydın telifi benim” dese çıngar çıkarmaz mıydı? Elbette biliyor, yine de yapıyor. 

Bugün, öyle işine geliyor. Tamamen şahsi çıkarlarını düşünüyor, kendi teknesini yürütmenin derdine düşüyor.

Google tartışmanın bağlamını tekrar hatırlatayım: Kendi kaynaklarıyla gazetecilik yapan mecraların içerikleri sürekli kopyalanıyor, çünkü bunlardan reklam geliri sağlanıyor. Bunu da engellemenin yolları aranıyor.

Ve Tuncay Özkan, tam olarak o hırsızlığı yapma hakkını savunup, bir de Google’dan yardım istiyor.

Çünkü, kendini çok önemsiyor. Büyük kurtarıcı, sürüyü güden çoban sanıyor. Megalomani, gözlerini kör ediyor.

Abarttığımı mı düşünüyorsunuz? Yine toplantı tutanaklarından, Özkan’ın sözlerinin devamını aktarıyorum: “Ben Einstein olsam, yayına çıksam, e=mc2 desem, Einstein olarak Türkiye'de o içerikle ilgili telif hakkım yok. Böyle bir şey olabilir mi? Ben bunu mahkemeler kanalıyla arayacağım, yani kendi ürettiğim düşüncenin telifiyle ilgili olarak demek ki bir politikanız yok.”

Özkan “kendi ürettiği”, kütle-enerji eşdeğerliği kadar mühim, özgün, evrensel fikirlerinden para kazanmak istiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin, hatta bütün ülkelerin yasalarından bihaber, Google yönetimini yakalamışken, “çözün benim bu meselemi” istiyor.

Bakın, Tuncay Özkan’ı birileri yıllarca “büyük gazeteci” diye pazarladı. CHP yıllarca milletvekili yaptı, genel başkan yardımcısı yaptı, partinin medya işlerini aldı bu kişinin ellerine bıraktı.

Hiç “değişim” demesinler, “Tuncay Özkan eskide kaldı” demesinler. Hepsi Özkan’la yıllarca birlikte aynı kurullardaydı, aynı partideydi, hala öyleler. CHP aynı CHP.

Sorun Tuncay Özkan değil.

Halkı temsil etsin diye patronu oraya koyarsan böyle yapar. Şahsi çıkarlarını düşünür, kendi teknesini yürütmenin derdine düşer.

O yüzden, eğer Tuncay Özkan komisyonda söylediklerinin, Einstein’vari mühim fikirler olduğunu düşünüp kendi kendine böbürleniyorsa, kötü haber: Yalnız değil. Özgün, hiç değil.

Yok inanmaz, fikirlerinin çok mühim olduğunda ısrar eder, bir de komisyonda dediği gibi hakkını “mahkemeler kanalıyla aramaya” karar verirse…

Bu yazıda kendisinin ürettiği fikirlere epey yer verdik, bize açsın davayı, yazının telifine ortak olmak istesin.

Biz de fikirlerinin beş para etmez olduğunu kanıtlayalım.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder