2 Eylül sonrasında işçi sınıfının ücret, sosyal haklar, çalışma koşulları, sendikal hak ve özgürlükler bağlamında yeniden harekete geçtiği bir hareketin büyük temsillerindendi Kazlıçeşme direnişi.
Haziran sıcağı sayısız direniş örneğine tanık. 37 yıl öncesinin haziran ayı da, kendilerine dayatılan düşük ücretlere karşı ekmek mücadelesinin patlak verdiği bir işçi direnişe sahne oldu. Hayvan leşi, bekletilip üst üste yığılmış derinin ağır kokusu, deri atıklarının karıştığı foseptiklerden çevreyi saran, nefes almayı dahi zor kılan Kazlıçeşme’nin havasında deri fabrikaları, atölyelerinde çalışan işçiler günde 16 saate varan zaman diliminde sıcağın ve bu ağır kokunun cenderesinde oldukça ilkel çalışma koşullarında günlerini geçiriyordu. Deri işçilerinin sendikal örgütlenme ve sınıf hareketi köklü bir tarihsel geçmişe sahip olsa da 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile siyasal ve sosyal alanda inşa edilen otoriter yapı çalışma ilişkilerini etkilemiş, işçi hareketi ciddi şekilde zayıflarken pek çok hak ve kazanım da geriye gitmişti.
Sendikal özgürlüklerin kısıtlandığı, baskının ve antidemokratik uygulamaların ayyuka çıktığı dönemde, işçi ücretleri de büyük bir darbe aldı. Öyle ki Milli Güvenlik Konseyi tarafından toplu sözleşme görüşmeleri askıya alınan işçilerin ücretlerine yüzde 70 oranında artış uygulanması kararı verilmişti. Üstelik her işveren bu uygulamaya uymak zorunda da değildi. Enflasyonun yüzde 100’e vardığı süreçte işçilere yapılan bu zam satın alma gücünü korumaktan oldukça uzaktı. 1978’den itibaren sürekli azalan işçilerin satın alma gücü 1981 yılında en düşük düzeye inmiş, reel ücretlerin yaklaşık yüzde 40 oranında düştüğü 1980-1988 döneminde, gerçek kârların ise iki kat arttığı tahmin ediliyordu. Sermaye sınıfının temsilcilerinden, TİSK Başkanı Halit Narin’in darbenin hemen ardından söylediği, “20 yıl işçiler güldü, biz ağladık; şimdi gülme sırası bizde” sözleri doğrulanıyordu yeniden. 1987 yılında deri işçilerinin Kazlıçeşme’de başlattıkları grev de işte tam bu sömürü ittifakının karşısında ortaya çıkmıştı. 12 Eylül sonrasında işçi sınıfının ücret, sosyal haklar, çalışma koşulları, sendikal hak ve özgürlükler bağlamında yeniden harekete geçtiği bir hareketin büyük temsillerindendi Kazlıçeşme direnişi.
DAYATMA YÜZDE 53, ALINAN YÜZDE 400…
Çocuk işçiliğin ve kayıt dışılığın yoğun olduğu deri imalathanelerinde erken yaşta çeşitli hastalıklara yakalanan, bu atölyelerde günde ortalama 12-16 saat çalışan işçiler 1987’nin 24 Haziran’ında sendikaları Deri-İş ile TİS masasındaydı. Ortalama net ücretin 45 bin lira olduğu iş kolunda, işçi maliyetlerini en aza çeken patronlar yüzde 53'lük zam teklifi yaptı. Sendika ve işçiler tarafından kabul edilmeyen bu oran karşısında 129 günlük büyük kazanımlar sağlayan bir grevin fitili ateşlendi. Sendikanın örgütlü olduğu 124 iş yerinde çalışan 3 bin 500 işçi için grev kararı alındı. Kazlıçeşme grevi diğer sendikalar ve farklı iş kollarında çalışan işçiler tarafından da desteklendi. Ardından Deri-İş Sendikası 84 iş yerinde daha greve gitti. Yürüyüşler ve gözaltılar oldu. Tarih 20 Eylül 1987'i gösterdiğinde 5 bin işçi yoğun polis baskısına rağmen 12 Eylül sonrasında ilk işçi mitingini düzenledi. 129 gün süren Kazlıçeşme grevi 29 Ekim'de anlaşmayla sona erdi. Bağıtlanan sözleşmeye göre, işçi ücretlerine günlük olarak birinci yıl 2 bin, ikinci yıl 2 bin 50 lira zam yapıldı. Ayrıca yılda 4 ikramiye, birinci yıl 100 bin, ikinci yıl 120 bin TL yıpranma zammı, ayda 18 bin lira erzak yardımı, devlet memurlarına ödenen oranda aile yardımı, 23-25 bin lira eğitim yardımı, 35 bin lira bayram ve izin yardımı, gece çalışma ücretine yüzde 10 zam gibi çeşitli haklar elde edildi. Sözleşmeyle, iş güvencesi konusunda da önemli ilerlemeler sağlandı. Daha önceki toplu sözleşmede bulunan, tarafların eşit oranda temsil edildiği, ancak başkanının işveren olması nedeniyle işçi lehine hiçbir kararın çıkarılamadığı Disiplin Kurulunun yapısı değiştirildi. Tüm bunlar dönemine göre önemli kazanımlardı. Deri patronları elbette bu kazanımlardan rahatsızdı. Bu sınıf savaşında patronların yeni hamlesi, sözleşme görüşmelerine oturmamak, sendikal örgütlenmeyi kırmaya çalışmaktı. Bunun yolunu da Kazlıçeşme’yi Tuzla ve Çorlu gibi bölgelere taşımakta buldu. ’91-93 yıllarında belediye kararıyla Kazlıçeşme’den pek çok fabrika Tuzla’ya taşındığında patronların işçilerin fabrikaya girmesi için tek bir şartı vardı: Sendikalı olunmayacak!
EVLERİ YANGIN SARARKEN BİRLİK OLMAK
Dönemin tanıkları Salih Akça, Metin Yasan ve Haydar Canpolat o günün ücret ve sendikal hak mücadelesinden şimdi yeniden geriye çekilen işçi hakları ve ücretlere dair birliğin kazandırıcı gücüne ışık tuttu.
’85’te deri işçiliğine başlayan Salih Akça 12 Eylül’ün işçilerin hakları üzerinden silindir gibi geçtiğini hatırlatıyor önce: “Ne ikramiye vardı ne ha hukuk vardı. Grev süreci zordu. Jandarma, devlet baskısı vardı. Grev öncesi aldığım haftalık 9 lira, 36 lira aylığım vardı. Ama dayandık, yüzde 400 zam aldık. Türkiye’deki en büyük zammı biz almıştık. İşçilerin birbirine çok güveni vardı, hepimiz yoksulduk ve kaybedecek hiçbir şeyimiz yoktu. Bir grev başlatmıştık, domino etkisi yaratmıştı, TÜMTİS yaptı, sonra madenciler… Grev sürecinde maddi kaynağımız çok sınırlıydı. Ben grev sürecinde inşaatlardan çivi topladım, çöp topladım öyle geçindim.”
’83’te deri işçiliğine başlayan Metin Yasan 87 grevine giden sürece değiniyor. “O dönemde asansör yoktu, 4 kat yukarı mal taşırdık. Çalıştığımız yer örgütsüzdü. 6 ay sigorta istedim. Sendika ile tanıştık. Sendikalaşmak için bir iş yeri toplantımız oldu. Beni de temsilci yaptılar. Sendikalaştığımızı öğrenen patronun kardeşleri kollarımdan tutup çektiler bir gün beni. Patronun odasına çekildim. Perdeleri kapattı, para kasasını açtı, ‘Doldur memleketine git’ dedi. Ben de ‘Alnımda namussuz yazıyor’ dedim. ‘Defol git hain’ diye bağırdı. ’85’te askere gittim, ’87 grevinin içindeydim döndüğümde. Deri işçiliği ilkeldi, beden işçiliği zordu. Az işçi ile çok iş yapmaya çalışıyorduk. Eve gidene kadar bitik bir haldeydik. Yangın hepimizin evindeydi. Bu yangından kaçmamız için bir olmamız, diri olmamız lazımdı” diyor.
KAZLIÇEŞME’DEN TUZLA’YA BİR MÜCADELE
Tuzla-Aydınlıkköyü Organize Deri Sanayii Bölgesi’nde başlayan deri faaliyetine işçiler sendikadan istifa etmek zorunda kalıp başlamışlardı. Ancak kısa sürede örgütlülük yeniden başladı. 8 Aralık 1994'te 2 bin deri işçisi sendikaya üye oldukları gerekçesiyle işten atılan 50 işçinin işlerine geri alınmaları için bir protesto gerçekleştirdi. Salih Akça o günleri şöyle aktarıyor, “92’de Tuzla’ya geldik. Sendika üyesi 300’e düştü. Yemek yok, su yok. Köle devri başlamış burada. Üç senede 3 bin 500’e çıkardık üyeyi. Ama nasıl çıkardık! Öyle şeylerle karşılaştık ki. İşçiye Kur’an bastıran patron vardı, ‘Sendikalı olamazsın’ diye. ‘Haram günah sendikaya üye olmak’ diyen bir kadını camiinin imamına götürdük de ikna ettik. Bir gün lokantada yemek yerken çarşaflı bir kadın gelip masaya para koydu, ‘Bu para senin’ dedi. Anlamadım. Sonra anlattı hikayeyi; ‘Siz bir gün bizim fabrikaya geldiniz işçileri sendikalı yapmak için, biz sigortasız çalışıyorduk patron bizi sizden sakladı görmeyesiniz diye. Siz o gün akşam çıkışa kadar fabrika kapısında beklediniz. Hatta ben size kızdım ‘Adamın fabrikasına ne karışıyorlar’ diye. Ama siz o gün servisin önünü kesip bizi sendikalı yapınca patron bizi mecburen sigortalı yaptı” dedi. İşçinin ekmeğinin büyüyeceğine inançla yaptık bunları. Sınıf mücadelesini, birliği koruyamadığımızdaysa gittikçe eridik.“
Metin Yasan, dayanışmanın ve kararlılığın gücüne dikkat çekmek için örnekler veriyor o günlerden, “Çadır kurduğumuz günlerin birinde Mustafa diye bir arkadaşımız bana geldi. Çok buruk bir hali vardı. ‘Hayırdır’ dedim ‘Ben direnişi bırakacağım, senedim var, icraya gidecek’ dedi. Mustafa’yı çektim kenara ‘Sen gidersen direniş biter bir anlamı kalmaz’ dedim. Bende de yok ama ‘Parayı bulursam yanımda kalır mısın’ dedim ‘kalırım’ dedi. Akşam oldu eve gittim. İki çocuğum var. Eşim yemekte ‘Hayırdır ne düşünüyorsun’ dedi. Ben de ona, ‘Direnişimizin başarıya ulaşması için kolundaki bileziğe ihtiyacım var’ dedim, tereddüt bile etmeden verdi. Ertesi gün çadıra geldim, sobayı yaktım çayı koydum. Mustafa geldi. Arabadan iner inmez gözümün içine baktı, göz kırptım. Cebimden çıkarıp cebine koydum gizlice. ‘Bu karşılıksız ama yanımda kal dedim. Para sandı, elini cebine attı, bileziği fark edince dondu kaldı. Ertesi gün gelir gelmez boynuma sarıldı, ‘Abi annem ağzıma sıçtı afedersin. Bu büyük bir dava onu git götür, geri ver senet menet boşver’ dedi. O çocuk lümpendi, lümpenliği bıraktı. Derken biz firesiz içeri girdik. Kadınlar süper bir duruş yaptılar. Erkekler biraz daha çekimserdi ama kadınlar öyle değildi. Bir gün jandarma beni götürmeye çalışırken, bacağıma, sırtıma, montuma yapışanlar oldu. Bir döndüm baktım hepsi kadın. Vermediler beni jandarmaya.”
Soldan sağa: Haydar Canpolat, Salih Akça, Metin Yasan (Fotoğraflar: Hilal Tok/Evrensel)AKP’NİN SİLİP SÜPÜRDÜĞÜ HAK VE HAREKET
’92 yılından beri deri işçiliği ve uzun yıllar Deri-İş ve DERİTEKS’te sendikacılık yapan Haydar Canpolat AKP döneminde işçi haklarına dönük saldırıların işçilerin kazanımlarını yeniden geriye götürdüğünü anlattı: “İş kolu barajımız 2013 sonrası arttı, tekstil ile aynı iş kolu sayılıyorduk artık. Direnişçi bir sendikayı kesmek için, bir kılıç gerekiyordu iktidara ve patronlara. Yetki barajı bizi çok geriye götürdü. Sendikalaşma, anayasal bir hak olmasının ötesinde AKP döneminde yasa dışı bir harekete dönüştürüldü. Şimdi DERİTEKS en sonunda TEKSİF ile birleşti. Baraj sorununu çözmek için… Ama bu birleşmenin de mücadele kimliğini yok edeceğini düşünüyorum. Bir tarihin kayboluyor olması biz eski deri işçileri için oldukça üzücü. Şimdiye bakarsak; her ücret zammı 2 ay içinde eriyor. Sendikaların mevcut durumunda örgütlülüğün çare olduğunu da görmüyor işçi bir süre sonra. Bugünkü var olan büyük sendikalar asgari ücreti açlık sınırının altında tutan hükümetle, patronlarla dirsek temasında. İşçinin yaşam standartını yükseltecek bir mücadele geleneği vardı eskiden. Antidemokratik uygulamalara da ses çıkarırdı sendikalar. Şimdi mücadele etme konusunda bir durağanlık var. Bir araya gelip sendikalar, siyasi partiler bu haksızlıklara karşı birlikte mücadele etmeli, biz sınıf hareketi tarihinde bunu öğrendik.”
KENEYİ KOPARIP ATMAK…
Akça da, sendikaları harekete geçirecek gücün işçilerde olduğuna işaret ediyor, “İşçinin durumu düzeldiği zaman, geridekini unutmuş. Şimdi işçiler yan bantındaki arkadaşına güvenmiyor. Güvenmediği için de her işçi 4 ay borçlu bankaya, günü kurtarayım mücadelesi var sadece. Biz o dönemde, sendikaların, işçilerin amacının sadece var olan işçiyi korumak olmadığını, Türkiye’deki bütün işçileri korumakla görevli olduğumuzu bilirdik. Sadece Kazlıçeşme’dekini örgütlersen kurtuluş değildi bu. Şimdi sınıf sendikacılığı yok. Bakıyor patronun yanına gitse sendikacı var, sendikacının yanına gitse patron var. Bir de şöyle bakıyorlar, ‘Bu hakları zaten veriyor patron’ kendiliğinden geldiğini düşünüyor kazanımların. Ama Kazlıçeşme direnişi gibi işçi mücadeleleri olmasa o haklar olmazdı. Büyük kazanımlar elde ettik, biz bu hakların nasıl alındığını öğretirsek işçiyi mücadeleye kazanabiliriz. Ama şimdi sendikacılar bunu anlatmıyor. Bunu da işçi anlattıracak. Sendikacıyı, hükümeti sen seçmişsin, sen oy verirsen o koltuklara otururlar. Oy verdiğine hesabını sormazsan seni her zaman sömürür. Her şeyi sendikacılardan beklersen bir şey değiştiremezsin. Türkiye’de sendikal bürokrasinin değişip sınıf sendikacılık anlayışının oturması lazım. İşçi yapacak bunu da, ama önce soracak; ‘Sırtıma almışım bir kene, beni sürekli neden emsin?”
BİR ŞEKER BİR ÇAYIN BİRLİKTELİĞİNİ KÜÇÜMSEMEDEN…
Yasan, sendikacılara ve işçilere edindiği deneyimlerle sesleniyor, “80 öncesi ilmek ilmek ördüğümüz kazanımları güme götürdüler, yeniden kalktık. Biz bunları hatırlamazsak ne olacak? İş yerinde birilerini kurtarıcı diye beklemeyeceksin. İşçinin gücüdür kurtarıcı olan. Ne yapacağını nasıl örgütleneceğini öğreneceksin. Biz komiteler kurardık, TİS, grev, basın komiteleri. Ev ziyaretleri komitesi. Adına ne dersen. Bak mesela ev ziyaretleri komitesi çok önemlidir. İşçi arkadaşının evine gider, bir şeker alır, ‘Ben şeker getirdim sen de çay yap’ derdik. Bu da birlikteliğin bir ilmeğiydi. Evine gitmediğin, tanımadığın, bilmediğin adam sana niye güvensin? Aslında koşullar, imkanlar var. Dört yanımızı cennete çevirecek işçi sınıfıdır. Ben bundan hiç umutsuz değilim. Ama olduğumuz yerde durmak buna en büyük engel.”
Hilal TOK / EVRENSEL
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder