15 Temmuz 2024 Pazartesi

" 15 Temmuz " -DOSYA-

 

Bugünkü rejimin kapısı 8 yıl önce aralandı -Birgün-

AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘Bu bize yeni kapıları açtı. Allah’ın lütfu oldu’ sözleriyle bugünkü rejimin kurulumunda fırsata çevirdiği 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üzerinden 8 yıl geçti. 8 yılda yaşananlar Erdoğan’ın dediği gibi gelişti. FETÖ’nün yerini MHP ile dolduran Erdoğan, rejimin oluşumunda OHAL ve KHK’lerle muhalefeti ablukaya aldı. Boşalan kadrolar yeni tarikat ve cemaatlerle doldurulurken halka düşen yoksulluk, sefalet ve geleceksizlik oldu.

Erdoğan’ın ‘Allah’ın lütfu’ olarak tanımladığı 15 Temmuz Darbe Girişimi’nin üstünden 8 yıl geçti. FETÖ tarafından gerçekleştirilen bu darbe girişiminden sonra yaşanan süreç tam da Erdoğan’ın dediği gibi gerçekleşti. AKP-MHP eliyle kurulan rejimin en büyük adımları bu dönemde atıldı. 22 yıl önce iktidar koltuğuna oturan AKP iktidarı, ülkenin çeşitli dönemlerinde kurduğu ortaklıklarla bugünlere gelirken daha önce sık sık dillendirilen başkanlık rejiminin yolu da 15 Temmuz Darbe Girişimi’nden hemen sonra açıldı. Fetullah Gülen Cemaati ile yıllarca kol kola yürüyen Erdoğan, 8 yıl önce yaşanan darbe girişimini bugünün anahtarı olarak kullandı.

7 Haziran 2015 sonrasında başlayan süreçte ilk defa Meclis çoğunluğunu kaybeden AKP iktidarı 15 Temmuz’da sokaklara taşan devlet içi paylaşım savaşında MHP’yi can simidi olarak kullandı.

REJİM 15 TEMMUZ ‘LÜTFUYLA’ KURULDU

Erdoğan’ın ‘Allah’ın lütfu’ olarak değerlendirdiği 15 Temmuz, bugünkü rejimin taşlarını döşeyeceği ‘başkanlık sistemi’ tartışmalarını ateşledi.

İlk olarak yaşananların siyasi sorumluluğunu üzerinden atmak isteyen Erdoğan, ‘kandırıldık’ açıklamalarından sonra muhalefeti de dizayn edebileceği bir ‘milli birlik ve beraberlik’ söylemi geliştirdi. Bunun ilk örneğini de 7 Ağustos’ta İstanbul’da düzenlenen Yenikapı Miting’inde hayata geçirdi. ‘Yenikapı ruhu’ diye lanse edilen mitinge AKP, MHP ve CHP birlikte katıldı. Miting, Erdoğan’ın siyasi liderlik gösterisine dönüştü. Devletin yeniden şekillenmesi için arayış içerisinde olan Erdoğan’ın MHP Lideri Devlet Bahçeli’nin siyasi yakınlaşması ise kısa zamanda “Cumhur İttifakı” adı verilecek geniş bir koalisyonun kapılarını araladı.

Bahçeli ile yakınlaşan Erdoğan, terör söylemlerini artırdı, rejimin kurulumu yeni güvenlik politikaları etrafında geliştirildi.  Bu dönem İlk olarak HDP’li belediyelere kayyum atandı. 4 Kasım’ 2016’da ise Eş Genel Başkanlar Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ da dahil milletvekilleri tutuklandı.

Daha önce sert ifadelerle başkanlık sistemine karşı çıkan MHP Genel Başkanı Bahçeli ise değişiklik teklifini meclise getirmesi için hükümete çağrı yaptı. Böylelikle rejimin iki unsuru AKP ve MHP’nin birlikte şeklini verdiği “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi” iki partinin oylarıyla Ocak 2017’de mecliste kabul edildi.

Oylamalar sırasında gizli oy kullanılması gerekirken açık oy kullanılması gibi çeşitli usulsüzlükler yaşandı.

Nisan 2017’de gerçekleşen Anayasa Referandum’u öncesi ise tam da Erdoğan’ın bahsettiği lütuf söylemi hayata geçirildi. 15 Temmuz bahanesiyle 3 aylık periyotlarla süren OHAL yönetimi hâkim kılındı. Referandum da 7 kere uzatılan OHAL süreci altında gerçekleşti. Muhalefetin bütün unsurları OHAL kıskacı altında bastırılırken, gözaltı süreleri uzatıldı. OHAL çerçevesinde grevler yasaklandı, sokağa çıkma yasakları getirildi.

Toplumun yarısı başkanlık sitemine karşı çıkarken referanduma Yüksek Seçim Kurulu tarafından mühürsüz oyların geçerli sayılması damga vurdu.

Seçimlere bir buçuk sene olmasına rağmen Bahçeli’nin “3 Kasım 2019’u beklemek mümkün değildir” çağrısı üzerine 24 Haziran 2018’de yeni sistemle ilk cumhurbaşkanlığı ve milletvekilliği seçimleri gerçekleşti. Bu seçim ile birlikte Türkiye’de parlamenter demokrasi ortadan kalkarken yürütme gücünün tek bir kişide toplandığı fiili başkanlık sistemi başladı. Tek adam rejiminin resmen başladığı bu seçimler sonrası ise Erdoğan ülkeyi KHK’lerle yönetmeye başladı.

TEK ADAM REJİMİ RESMEN BAŞLADI

Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi devlet organlarını denetimsiz bir şekilde cumhurbaşkanına bağladı. Güçler ayrılığını ortadan kaldırdı. Özerk kurumları niteliksizleştirdi. Meclis hesap verdiği bir yasama organından ziyade foruma dönüştürüldü.

Oluşturulan bu tek adam rejimi, kendisine muhalefet edecek herkesi susturmak, yok etmek ve baskı altına almak hamlelerine başladı.

Darbe girişiminin hemen ardından ilan edilen OHAL boyunca 35 KHK yayımlandı. 130 bin kişi kamudaki görevinden ihraç edilirken, on binlerce kişi görevlerinden uzaklaştırıldı. Bugüne kadar yayımlanan KHK’ler ile 70 gazete, 30 yayınevi, 25 radyo, 20 dergi, 18 televizyon kanalı kapatıldı. OHAL boyunca en çok tartışılan noktalardan biri de iade ve itiraz tartışmasıydı. Mağduriyetlerin yaşanması sonucunda aynı zamanda yargı yolunun da kapalı olması çokça eleştirildi. Bu yüzden OHAL Komisyonu kuruldu ve itirazların AYM ve AİHM’e gitmesinin önüne set çekilmiş oldu. OHAL Komisyonu’na 2 yıl boyunca 105 bin 151 itiraz gerçekleşirken görevine iade edilenlerin sayısı sadece 3 bin 752’de kaldı. Bu iki senelik süre boyunca yargı mensuplarının neredeyse dörtte biri ihraç edildi. İhraç edilen hâkim-savcı sayısı 4 bin 560’a ulaştı.

İki yıllık süreç içerisinde 5 bin 705 akademisyen ihraç edilirken “Bu suça ortak olmayacağız” imza kampanyasına katılan 400’ün üzerinde barış akademisyeni de ihraç edilenler arasında yer aldı.

YARGI ORTAKLAR ARASINDA BÖLÜŞÜLDÜ

Hâkimler ve Savcılar Kurulu’nun (HSK) açıklamasına göre 15 Temmuz’dan önce yaklaşık 16 bin olan hâkim ve savcı sayısı 2018 sonunda 20 bine yaklaştı. Bu da mevcut hâkim ve savcıların yaklaşık 8 bininin 15 Temmuz sonrasında atandığı anlamına gelirken AYM dâhil yüksek yargının büyük çoğunluğunun atanmasında da Erdoğan, belirleyici rol oynadı. Erdoğan, yargı ve emniyet içerisinde yeni ortağı olan MHP’ye bu dönemde kadrolar açmaya başladı. Yargı ve emniyet yeni rejimin yeni ortakları arasında bölüşüldü.

BASIN İKTİDARIN BORAZANI YAPILDI

Tek adam rejiminin kurulumu inşa edilirken ülkede basın ve medyaya da ayrı ayrı operasyonlar çekildi. Ülkede basın özgürlüğü iyice daralırken yazılı ve görsel medyanın çok büyük bir bölümü iktidarın doğrudan kontrolü altına girdi. Muhalif medya ve yayın organları ablukaya alındı, gazetecilere yönelik gözaltı ve tutuklamalar artırıldı. Darbe girişiminden sonra medya sahipliğinde yaşanan değişiklikler ile iktidarın kontrolü en üst noktaya ulaştı. Yine OHAL ve KHK’ler ile 200’den fazla medya kuruluşu kapatıldı.

FETÖ GİTTİ, YENİ CEMAATLER GELDİ

Darbe girişimi sonrası yaşanan tasfiyelerin ardından kamuda FETÖ’nün boşalttığı kadrolar yeni cemaat ve dini örgütlenmelerle dolduruldu. FETÖ’nün ardından gözle görülür en büyük pay Menzil Cemaatine ayrıldı. Askeriyeden emniyete, yargıya kadar devlet içerisinde tarikat üyeleri görevlendirildi. Ticari ilişkiler ağına da sahip olan cemaatin radyo televizyon kanalları, özel hastaneleri ve ülke genelinde 150’den fazla yurdu bulunuyor. Özellikle geniş bir esnaf ağına da sahip olan tarikatın onlarca holdingi yüzlerce şirketi olduğu da biliniyor. 15 Temmuz’un ardından pastadan en büyük pay alan diğer bir cemaat ise İsmailağa Cemaati. Başta Marmara Bölgesi olmak üzere ülke genelinde kaçak kurslarıyla gündemden düşmeyen tarikatın ‘Medrese’ adını verdiği bu kurslarda sadece İstanbul’da 10 bin çocuğun ‘eğitim’ gördüğü biliniyor. Ülke genelinde çok sayıda öğrenci yurduna da sahip olan tarikat, devletten aldığı ihalelerle sıkça gündeme geliyor. AKP’nin FETÖ ile ortaklığı döneminde gücü oldukça azalan Süleymancılar ise son 8 yılda daha iyi bir konuma yükseldi. Özellikle Milli Eğitim  Bakanlığı’ndan aldığı kadrolarla ortaya çıkan Süleymancılar’ın, Aladağ’daki yurtta yaşanan ve 11 çocuğun ölümü ile sonuçlanan yangından sonra iktidarla olan ilişkisi bir kez daha gözler önüne serilmişti.

Darbe girişimi ardından cemaatlerin yanı sıra ülke genelinde FETÖ’ye ait okullar ve kurslar kapatılırken, AKP eğitimi vakıflar eliyle yürütmeye devam etti. Milli Eğitim Bakanlığı, Karaman’daki yurdunda çocuklara yönelik yaşanan cinsel istismar olaylarıyla tepki çeken Ensar Vakfı’yla imzaladığı protokollerle eğitimde büyük alan açtı. Ensar, ortaokul ve liselerin yanı sıra üniversiteye giriş kursundan Kuran kursuna kadar istediği her alanda eğitim verebiliyor. AKP’li Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın yönetiminde olduğu TÜGVA da darbe girişiminin ardından iktidarın gözbebeği oldu. FETÖ’ye ait yurtların birçoğunu herhangi bir bedel ödemeksizin bünyesine kattı.

REJİM KOCA BİR YOKSULLUK YARATTI

Öte yandan rejim ekonomik ilişkiler ağında da kendine yeni bir sistem var etti. Ahbap-çavuş kapitalizmi olarak da adlandırılan sistemde iş çevrelerinin zenginliğinin kaynağını büyük oranda devletin kendisi oluşturmaya başladı. Sermaye ve güç dengesi, devletten alınan ihaleler ve teşvikler aracılığı ile gerçekleşmeye başladı. Erdoğan’ın yeni rejimi tüm bu ilişki ağlarını başka bir boyuta taşıdı. Devlet kaynaklarını yöneten birimleri Varlık Fonu ya da farklı iştiraklar marifeti ile sistemin bir parçası haline soktu. Rejim kamu kaynaklarını kendi iş ortaklarına ihale edip, buradan ürettiği kaynağın bir kısmını da kendi sosyal tabanına ucuz kredilerle ya da lütuf olarak dağıtan bir sistem oluşturdu. Devletin olanca kaynakları yandaşlara, iktidar çevrelerine, tarikat cemaat gibi ortaklara aktarılırken ülkede yoksulluk daha fazla arttı. Derinleşen ekonomik kriz içerisinde halkın payına ise daha fazla vergi, açlık ve sefalet ücretleri, hak kayıpları, güvencesizlik ve geleceksizlik düştü.

                                                              /././

Darbenin siyasi ayağı hâlâ karanlıkta -Evrensel-

Silahlarla 15 Temmuz’da sokağa çıkan Ayhan Bora Kaplan ile çetesine yönelik operasyon ve AYM-Yargıtay krizi gibi çatışmalar, 8 yılda hangi güç odaklarının palazlandırıldığını su yüzüne çıkardı.

Darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. 251 kişinin hayatını kaybetmesi ve 2 binden fazla kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan darbe girişiminin pek çok sorusu yanıtsız kaldı. 15 Temmuz’a giden süreçte yaşananlar ve darbenin siyasi ayağı karanlıkta bırakıldı.

Darbe girişimi sonrasındaki yargılamalarda 58 ilde, toplam 289 dava ile 4 ek dava görüldü. Mahkemelerce yapılan tefrikler, istinaf ve Yargıtay aşamalarındaki kısmi bozulmalar sonrasında dosya sayısı 400’ü aştı. Türkiye genelinde ilk derece mahkemelerince 289 fiili darbe davasında toplam 8 bin 724 kişi hakkında karar verildiği, İstanbul’daki yargılamalarda 2 bin 423 sanık hakkında, Ankara’daki yargılamalarda 3 bin 460 sanık hakkında hüküm kuruldu. 1634 sanığa ağırlaştırılmış müebbet, 1366 sanığa müebbet, 1890 sanığa 1 yıl 2 ay ile 20 yıl arasında değişen sürelerde hapis cezası, 2 bin 70 sanığa beraat, 964 sanığa ise ceza verilmesine yer olmadığına dair karar verildi. Toplam 85 general ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırılırken; 24 general beraat etti. Erdoğan geçtiğimiz gün yaptığı açıklamada ise “15 Temmuz’da silahlı kuvvetlerde görev yapan 32 bin 189 subayın 10 bin 468’i, yani yüzde 33’ü ordumuzdan atıldı. 1886 kurmay subayın 1524’ü yani yüzde 81’i FETÖ’den ihraç edildi” denildi.

DARBENİN ARKASINDAKİLER ARAŞTIRILMADI

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın darbe girişimini “Eniştesinden öğrendiği” sözlerine karşın bir binbaşının MİT’e giderek darbe olacağını söylemesi, darbe girişiminin önceden bilindiğini ortaya çıkardı. Ancak “Kontrollü darbe miydi?​” ve “Darbenin siyasi ayağında kimler vardı?​” gibi pek çok soru karanlıkta bırakıldı. Muhalefet partilerinin darbenin siyasi ayağının araştırılmasına yönelik araştırma talepleri iktidar partisi tarafından reddedildi. Gülenciler ve AKP arasında uzun yıllar süren ortaklık, darbe girişimine ilişkin sorumlulukların üzerini örttü. 4 Ekim 2016’da Mecliste kurulan Darbe Girişimini Araştırma Komisyonu, sadece 4.5 ayda çalışmalarına alelacele son verdi. Komisyonun hazırladığı rapora, CHP’nin FETÖ ile ilişkisi olduğuna ilişkin iddialar kimseye haber verilmeden son anda eklendi, CHP’nin muhalefet şerhi çıkarıldı. Dönemin Meclis Başkanı İsmail Kahraman’a sunulsa da rapor kayıtlara geçmedi. Bu nedenle TBMM Genel Kurulunda görüşülmeyen rapora ilişkin çalışmaların alelacele sonlandırılması, birçok kritik ismin komisyonda dinlenmemesi yoğun tepki topladı.

GREV VE EYLEMLER YASAKLARI

20 Temmuz 2016 tarihinde ilan edilen OHAL 7 kez uzatıldı. Bu süreçte tutuklananlar yalnızca darbe girişimi veya Gülen yapılanmasıyla suçlanmadı. Gazeteciler, akademisyenler, siyasetçilere kadar birçok kesim adeta cadı avı başlatılarak cezalandırıldı. 2 yıl süren OHAL boyunca 100 binin üzerinde kişi kamudan ihraç edildi. OHAL İnceleme Komisyonu 127 bin 292 başvurudan sadece 17 bin 960’ını kabul etti. OHAL’de çıkarılan kararnameler evlilik programlarından kış lastiğine kadar her alana uzandı. Eylem ve etkinlikler yasaklanırken, Erdoğan patronlarla buluşmasında grevleri anında yasaklamakla övündü.

KAYYUMLAR KALICILAŞTI

Kürt siyasetçilere nefes aldırmamak, 15 Temmuz sonrasında Cumhur İttifakının adeta altın kuralı oldu. Darbe girişiminden 4 ay sonra HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş ve Figen Yüksekdağ’ın da aralarında bulunduğu milletvekilleri tutuklandı. Hala birçoğu tutuklu olan Kobane davasındaki siyasetçilere yüzlerce yıl ceza yağdı. Bugüne kadar yapılan üç yerel seçimde de belediye başkanlarının yerine kayyumlar atandı. Birçok siyasetçinin milletvekilliği düşürüldü.

ÇETELER DE GÜÇLENDİ

15 Temmuz’dan sonra devlet içinde Gülencilerin yerine getirilen siyasi ve dini gruplar, yeni çatışmaları doğurdu. Özellikle yargı ve emniyetteki kadrolaşma MHP, tarikatlar ve kimi çetelerin çıkar anlaşmazlıklarında daha fazla su yüzüne çıktı. Eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun çağrısı üzerine silahlı adamlarıyla 15 Temmuz’da sokağa çıkan Ayhan Bora Kaplan ve çetesine yönelik operasyonda, Can Atalay’ın milletvekilliğinin düşürülmesi sürecinde ve Yargıtay’da seçim krizinde yaşananlar 8 yılda hangi güç odaklarının palazlandırıldığını gösterdi.

                                                        /././

Kaybolan rapor - DR. AYTUN ÇIRAY (Cumhuriyet)

Türkiye Cumhuriyeti geçmişinin en sarsıcı kalkışma, yıkım ve siyasi darbe girişimini 15 Temmuz 2016 tarihinde yaşadı. 15 Temmuz, son derece organize ve koordineli bir şeytani operasyonlar zinciriydi. Eğer planlandığı şekilde yürümüş olsaydı, Türkiye muhtemelen bir devlet ve millet olarak bir parçası olmaya çalıştığı demokrasiden tamamen kopacaktı.

Ülkemiz ne yazık ki AKP iktidarlarının o güne kadar seçim ve referandumlarda başarıya ulaşmak için başvurduğu toplumu siyasi-sosyal kutuplaştırma politikalarının da etkisiyle iç savaş dahil bir dizi etkileşimle karşı karşıya kalacaktı. Bu nedenle kuşaklar boyu sürecek felaketler sarmalına girmiş olacaktık. İşte bütün bu ihtimallerin gerçekleşmesini önlemek için başta TBMM ve milli basınımız, TSK’nin ve polisimizin ana gövdelerinin de desteğini alarak bu hain kalkışmayı bastırmışlardır. Ancak başlangıçta ortaya konulan birlik ve beraberlik iradesi, ne yazık ki bu kalkışmadan bir fırsat çıkarma hesabı olduğu anlaşılan AKP tarafından daha ilk başta sabote edildi. Çıkarılan OHAL kararlarıyla hukuk askıya alındı ve antidemokratik şartlarda “mühürsüz referandum”la birlikte otokratik “Tek adam rejimine” geçildi.

                                        2016’da toplanan araştırma komisyonu toplantısı.

FETÖ DARBESİNİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU

Türkiye 15 Temmuz’da toplumsal bütünlüğü iktidar politikalarıyla zaten büyük ölçüde ortadan kalkmış bir ülkeydi. Buna rağmen 15 Temmuz gecesi ve 16 Temmuz sabahı başta kumpas davalarında tasfiye edilen vatansever ordu mensupları olmak üzere her görüşten yurttaşımız sokağa döküldü. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) ve polisimizin devasa çoğunluğu soğukkanlılıkla bu kalkışmanın karşısında durdular. TBMM’nin de iradesi sayesinde başarısızlığa uğratılan hain kalkışmanın ertesinde Türkiye’nin önüne bir fırsat çıktı; AKP’nin kutuplaştırma siyasetleri sonucunda hem aldığımız hasarı hem de bu çok tehlikeli ayrışmayı en alt düzeye indirme şansı doğdu.

Ancak 15 Temmuz travmasının atlatılmasında ve kolektif bilinçte yarattığı hasarın onarılmasında en büyük görev hiç şüphesiz TBMM’nin olmalıydı. Meclisi ve polis özel harekâtı TSK’den gasp edilmiş uçaklarla bombalayan ihanet şebekesinin bu güce nasıl ulaştığı Türkiye’nin ve Türk milletinin geleceği için hiçbir şüpheye yer vermeyen bir açıklığa kavuşturmalıydı. Bunun için yapılması gereken tüm partilerin katılımıyla bir Meclis araştırma komisyonu kurulmasıydı.

Dört parti 15 Temmuz darbesinin aydınlatılması için harekete geçtiler. Kamuoyunda kısaca “15 Temmuz FETÖ Darbesini Araştırma Komisyonu” olarak bilinen “Fethullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ/ PDY) 15 Temmuz 2016 Tarihli Darbe Girişimi İle Bu Terör Örgütünün Faaliyetlerinin Tüm Yönleriyle Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu” kuruldu.

‘BÜYÜK LÜTUF’!

Ancak zamanla 15 Temmuz hain kalkışmasını “Allah’ın büyük lütfu” diye niteleyen Cumhurbaşkanı Erdoğan açısından 15 Temmuz’un aydınlatılmasının arzulanır şey olmadığı da ortaya çıktı.

Olayların akışı ve gelişimi cumhurbaşkanının söz konusu ibareyi aslında çok farklı bir anlamda kullandığını ortaya koydu. Meğer Erdoğan’ın 15 Temmuz hain kalkışması için “Allah’ın büyük lütfu” demesinin nedeni, onu “tek adam rejimi”ni kurmak için bir katalizör olarak görmesiymiş.

Doğal olarak da 15 Temmuz FETÖ darbesinin “bir büyük lütuf“ olabilmesi için yarı karanlıkta kalması gerekiyordu. Bundan ötürü “araştırma komisyonu” işe yaramaz hale getirildi. Komisyonun faaliyetleri çoğunluğu oluşturan AKP’li üyeler tarafından şekillendirildi ve yönlendirildi. Böylece komisyon raporu 15 Temmuz’u kullanarak varılması hedeflenen amaçla tutarlı bir tarih yazımının aracı haline getirilmek istendi. Biz CHP olarak durumu fark ederek adeta suç duyurusuna benzer şerhlerimizi yazınca da rapor bu defa sırra kadem bastı! Meclis’e gelemedi bile.

Ama unuttukları bir şey var; bu kadim devlette hiçbir kâğıt kaybolmaz.

                                                       /././

Soylu’nun tasfiye ettiği 15 Temmuz gazisi -Barış Terkoğlu (Cumhuriyet)

"Bu satırları yazarken müzmin hastalığım akciğer yetmezliği nedeniyle hastanedeyim. Durumumun oldukça kritik olduğunun bilincindeyim. Bu süreci atlatabilir miyim, bilmiyorum. Atlatamazsam, tüm dostlara selam olsun! Bu kitabı da onlara emanet ediyorum. Yaşadıklarımın bir çığlığı olarak kabul edilsin! Son sözüm, vatan sağ olsun! Türk milleti sonsuza kadar var olsun!"

Bugün 15 Temmuz. Fethulllahçı çetenin, 8 yıl önce, darbeyle iktidarı ele geçirme girişiminin yıldönümü. Televizyonlarda, gazetelerde, meydanlarda, salonlarda çok kişi konuşacak. Kalbiyle söz söyleyenlerin arasına; yalancı çobanlar, duruma göre vaziyet alanlar, FETÖ'nün eski suç ortakları, devirle saf değiştiren kriptolar karışacak. Gelgelelim, toprağın altından kafasını kaldırıp konuşamayacak olanlar da var!

15 Temmuz Gazisi Güven Şağban...

Darbe günü hangi görevde olduğunu şöyle anlatıyor: "2015 yılında Jandarma Genel Komutanlığı’nda ciddi bir yeniden yapılanma olmuştu. Bu yapılanma kapsamında 2013’ten beri, FETÖ ve ona hizmet eden komutanlar marifetiyle sürgünde tutulan ben, Jandarma Genel Komutanlığı’ndaki İstihbarat Plan ve Güvenlik Daire Başkanlığı görevine atanmıştım. Bu daire başkanlığının pek çok görevi olmakla birlikte, asıl görevi, TSK’ya ve Jandarma Genel Komutanlığı’na sızmaya çalışan, FETÖ gibi, yasadışı unsurları tespit etmekti."

Şağban; uçan jetleri, köprüyü kesen tankları, askerlerden gelen olağanüstü haberleri dinleyince "FETÖ darbe yapıyor" sonucuna erkenden vardı. Hızla eve gidip üniformasını giydi. Tabancasını ve bir kutu mermi aldı. Oğluyla vedalaştı. 22.15'te Anıttepe Lojmanları'ndan üç jandarma albay (Aziz Yılmaz, Nurettin Alkan, Ali Demir) ile birlikte FETÖ ile çatışmak için yola çıktı. Aralarına daha sonra Tuğgeneral Ahmet Hacıoğlu da katılacaktı. İşin ilginci, 5 askerden üçü FETÖ'nün Balyoz kumpas davasında hapis yatmış, ateşle sınanmıştı.

Güven Şağban geçen 19 Şubat'ta hayatını kaybetti. Ölmeden önce 15 Temmuz'u kaleme aldı. Biraraya getirilen notlar, bugün, "Yaşadıklarımın Çığlığı" adıyla kitap olarak yayınlandı (Kırmızı Kedi Yayınevi).

MUCİZE GİBİ AN

Şağban, Jandarma Komutanlığı kapısında yaşadıklarını şöyle anlatıyor: "Nizamiye kapısının yanına gidip, 'Bu yaptığınız suç, darbeye iştirak ediyorsunuz. Sizin komutanlarınız biziz. Bizim emrimizi dinleyin. Bunlara inanmayın' dediğim esnada, arkamdan gelen Nurettin Alkan Albay, 'Çekilin önümüzden, açın kapıyı!' diye bağırdı. Böylece teğmenlerle aramızda arbede yaşanmaya başladı. Yumruklarla birbirimize girdik."

Karşılıklı silahlar çekildi. Çıkan çatışmada Nurettin Alkan, kendi personeli Kurmay Binbaşı Ahmet Özcan tarafından vuruldu. Güven Şağban ise darbecilere esir düştü. Ters kelepçe takılarak Jandarma Komutanlığı'nda esirlerin toplandığı odaya götürüldü. Darbecilere "bu FETÖ darbesi, katılmayın, ya ölür ya yargılanırsınız" diye bağırıyordu. Bu sırada Jandarma Genel Komutanı Galip Mendi'nin Özel Kalem Müdürü darbeci Kurmay Albay Erkan Öktem silahını çekip Şağban'a ateş etmeye çalıştı. Hani "mucize" derler ya, Öktem'in silahı tutukluk yaptı ve Şağban ölümden kurtuldu. Güvenlik kameralarından çıkarılan o anın görüntülerini Türkiye uzun süre konuşacaktı.

DARBEYE KARŞI İLK MÜDAHALE

O anın önemini Şağban notlarında şöyle anlatıyor: "Bütün bunlar saat 22.30 civarında olmuştu. Bu olay, yani dört albayın darbenin ana karargâhlarından birine sadece beylik tabancalarıyla, cüretkâr bir biçimde gitmeleri ve karargâhı geri almaya çalışmaları, Türkiye’de darbeci FETÖ’cülere karşı 15 Temmuz günü yapılmış olan ilk müdahaledir. O gece bu olaydan önce darbecilere karşı yapılmış hiçbir eylem ve müdahale yoktur. Diğer müdahale ve açıklamaların hepsi, 16 Temmuz günü yani gece yarısından sonra gerçekleşecektir. Bizim tarafımızdan yapılan bu müdahale sayesinde darbe girişiminin niteliği erkenden ve açıkça ortaya çıkmıştır."

Düşünün ki TRT'den darbe bildirisi 00.13'te yayınlanmış, Cumhurbaşkanı CNN Türk'e 00.24'te bağlanmış, Soylu TRT önüne 02.35’te gitmişti. FETÖ karşıtı askerler ise saatler önce FETÖ'cülere karşı harekete geçmişti. 

İşin ilginci, Şağban, darbecilerin birçoğunun FETÖ bağlarını çok önceden tespit ettiklerini, ancak üst düzey komutanların tasfiyelere karşı çıktığını, bu sayede darbecilerin 15 Temmuz'a kadar görevde tutulduğunu anlatıyor: "15 Temmuz öncesinde tehlikeyi sezen bizlerin tüm uğraşlarına rağmen, ısrarla görevde tutulan Erkan Öktem ve Muharrem Demirkale gibi örgüt mensupları, o gece darbenin baş aktörü olarak, memleketi kana buladılar. FETÖ’cülere yol verenler, bize değil onlara inananlar ise sizler bu satırları okurken sanırım torunlarını seviyorlardır."

FETÖ KARŞITLARINA 15 TEMMUZ DAYAĞI

Daha beteri, 15 Temmuz gecesi darbe başarısız olduğunda yaşananlar… 

O gece darbeye karşı direnen ve rehin alınan askerler, karargah teslim alındıktan sonra, uyarılara rağmen darbecilerle karıştırıldılar. Önce kapıda bekleyen siviller tarafından linç girişimine uğradılar, ardından polis tarafından dövüldüler: "Polis memurları o gece yaşadıklarının, şehit ve yaralı olan arkadaşlarının hıncını bizlerden çıkaracaklardı. Yapacak hiçbir şey yoktu. Hak etmediğimiz sopayı, bizi darbeci sandıkları için yiyecek ve buna da razı olacaktık! (...)  Bu esnada Veli Paşa da içeri girdi ve kapının biraz ilerisinde, dizlerinin üzerine yere çöktü. Kaşı açılmış kanıyordu, bir gözü mosmordu. Bayağı darbe almıştı. 'Komutanım' diyerek, yerde dizlerinin üzerindeyken ona sarıldım. Veli Turan öfkeyle, 'Böyle olmamalıydı. Ben bu hainlerle ne zamandır mücadele ediyorum. Bize bunları yapmamalıydılar. Şu Jandarma’da bunlara karşı koyan ikimizdik, bize yaptıklarına bak!' diye haykırdı."

Güven Şağban, Güneydoğu'da teslim olan PKK'lılara zarar vermeden adalete teslim etmeye çalıştığını, devletin asla hukuktan sapmaması gerektiğini hatırlatıyor. Kendisini dövenlere "her şeye rağmen hakkımı helal ediyorum" diyen Şağban'ın hakkını helal etmediği birileri var: "Pozisyon almak için olayın nereye evrileceğini görmeye çalışanlara ve TSK’nın komuta kademesinin neredeyse yarısını FETÖ’cülere teslim edenlere ise hakkımı helal etmediğimi ifade etmek istiyorum."

SOYLU TASFİYE ETTİ

Şağban; darbeden önce ihtiyaç yokken İzmir'de kurulan Jandarma Komando Tugayı'nı, Jandarma Radyosu açma girişimini, FETÖ karşıtı subayları karargahtan uzaklaştırmayı hedefleyen tuhaf atamaları, el konulmayan kritik kamera kayıtlarını, darbeden sonra terfi ederek yoluna devam eden bazı FETÖ iltisaklı komutanları, değiştirilen darbe gecesi ceridelerini, kırılan şüpheli cep telefonu ve bilgisayarlarını, 15 Temmuz sonrası karargahta örgütlenen cemaatleri birer birer anlatıyor: "FETÖ’nün unutulmaması gereken en önemli özelliği, her ortama bukalemun gibi uyum gösterme ve başka grupların içinde kendini gizleme yeteneğidir. Birçok FETÖ’cü savunmalarında 'Ben Menzilciyim', 'İskenderpaşa cemaatindenim', 'Süleymancıyım' ve hatta 'Atatürkçüyüm' demiştir. FETÖ üyeleri, bu yetenekleri sayesinde ülkemizin her kurumunda, ekonomik alanda, siyasal alanda ve sosyal alanda faaliyetlerine devam etmektedirler."

Gazi Güven Şağban'a ne oldu derseniz...

Jandarma, 15 Temmuz sonrasında İçişleri Bakanlığı'na bağlandı. FETÖ'nün isimsiz ihbarlarıyla, zaman ayarlı atamalarla, hakkındaki kumpas soruşturmalarla tasfiye edilemeyen Gazi Güven Şağban, 2017 yılında tasfiye edildiğini notlarında anlatıyor. Tıpkı FETÖ'ye karşı yıllarca mücadele eden diğer Atatürkçü askerler gibi...

Şağban'ın 15 Temmuz notlarını okurla buluşturan ve kitabın önsözünü yazan Haluk Hepkon, şöyle demiş:

"Kendisinin ve başından beri FETÖ’ye karşı çıkan subayların alelacele tasfiye edilmesini ise hiç unutmadı. Haksızlıklara karşı sessiz kalmak onun karakterindeki birinin yapabileceği bir şey değildi. Basına verdiği bir demeçte 'FETÖ emekli edemedi ama Süleyman Soylu etti' diyerek tepkisini göstermişti."

Yaşamın ne çok sözü var. Keşke hayatı bir de ölenlerden dinlesek. Belki de bildiğimiz yalanların sonu gelirdi.

                                                          /././

15 Temmuz’un üzerinden 8 yıl geçti- 'Tek adam hâlâ ittifaklara muhtaç’ -Birkan Bulut/Evrensel

Darbe girişiminin sivil darbeye nasıl çevrildiğini konuştuğumuz Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça: İktidar hem seçim kazanabilmek hem de devleti yönetebilmek için ittifaklar kurmak zorunda kalıyor.


Erdoğan'ın "Allah'ın lütfu" sözleriyle karşıladığı 15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. Darbenin siyasi ayağı, iktidarın önceden haberdar olması, cemaatlerin devlette örgütlenmesinin boyutları gibi birçok soru tartışılıyor. Ancak 15 Temmuz'un en net çıktısı, iktidarın bu süreci fırsata çevirmesi oldu. Önce OHAL, ardından cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi adıyla geçilen sistem, 15 Temmuz'un sisli atmosferinden faydalanılarak hayata geçirildi.

Darbe girişiminin nasıl sivil darbeye çevrildiğini konuştuğumuz Siyaset Bilimci Doç. Dr. İsmet Akça, tek adam iktidarı hayaliyle çıkan yolda gelinen noktayı şöyle özetliyor: "İktidar hem seçim kazanabilmek hem de devleti yönetebilmek için çok sayıda iktidar ağıyla ittifak kurmak zorunda kalıyor. Bu da tek adam rejiminin zayıflığına işaret ediyor."

15 Temmuz darbe girişiminin üzerinden 8 yıl geçti. Türkiye'nin yakın siyasi tarihinde kritik bir dönemeç olan bu darbe girişimini, o günlerde Erdoğan'ın "Allah'ın lütfu" diye karşılaması yıllardır tartışılıyor. Bu 8 yılda yaşananlara baktığımızda, tek adam rejiminin inşasında 15 Temmuz'un yarattığı koşullar nasıl etkili oldu?

Öncelikle Türkiye'nin Türk tipi başkanlık sistemine geçişi için yapılan referandumun Olağanüstü Hal altında gerçekleştiğini belirtmemiz gerekiyor. Bu referandumun son anında mühürsüz oyların geçerliliği gibi hukuka aykırı işler yapıldı ve kıl payı anayasa değişikliği gerçekleşti. Zamanı biraz daha geri sararsak; başkanlık sitemine geçiş aslında hem fiili hem OHAL koşullarında yapıldı. AKP ve Gülencilerin arasında iplerin koptuğu yıllara baktığımızda, 2012'de MİT krizi olayıyla ayyuka çıkan çatışma 2013'te dershaneler, 2013 sonunda 17-25 Aralık operasyonları ve 2015 sonunda Gülen hareketinin terörist ilan edilmesi ve tasfiyelerle devam etti. Bu sürecin son perdesi de 15 temmuz darbe girişimiydi.

Biz 2016'dan bir yıl önce de AKP'nin tek başına iktidar olamayacağı bir seçimle karşılaştık. 7 haziran ve 1 kasım arasındaki süreçte Kürt sorununun militarizasyonuna dayalı fiili bir olağanüstü hal süreci geçirdik. Türkiye'nin kentlerinde bombalı saldırıların olduğu, siyasi alanın tamamen boğulduğu bir dönemden geçerken darbe girişimi gerçekleşti.

Peki Erdoğan'ın "Allah'ın lütfu" sözleri neyi ifade ediyor? Birincisi; eski müttefik yeni düşman olarak Gülencilerin devlet içerisinde elde ettikleri yerlerden tasfiye edilmesi. İkincisi; tam da yerleştirilmeye çalışılan ama parlamenter sistemin yürürlükte olması nedeniyle gerçekleştirilemeyen başkanlık sisteminin hayata geçirilmesiydi. Benim "süper başkanlık" dediğim, bütün kontrol ve fren mekanizmalarının kaldırılmasını hedefleyen sürecin en kritik noktasıydı.

Öte yandan 15 Temmuz'da kim darbe girişimine kalkıştı, kimler bunu biliyordu ya da bir dönem ana muhalefet liderinin dediği gibi kontrollü bir darbe miydi gibi sorulara, Türkiye'nin siyasal koşulları demokratikleşirse birçok yanıt verilebilecektir.

Peki mevcut koşullara baktığımızda, iktidar arzu ettiği rejimi inşayı tamamladı diyebilir miyiz?

Hem evet, hem hayır. Türkiye bir başkanlık  sistemine geçti ama bu nasıl bir dönemde oldu? AKP'nin ilk 10 yıllık dönemdeki gibi hegemonik kapasitesinin olmadığı ve daha da daraldığı bir süreçte oldu. Bu hegemonya krizi bir devlet krizine de tekabül ediyordu. AKP, Kemalist-Cumhuriyetçi bürokrasiyi tasfiye ettikten sonra Gülencileri tasfiye edip yeni ittifaklar kurmak zorunda kaldı. Siz Mehmet Ağarlarla Soylularla, ülkücülerle, tarikatlarla ve hatta bir dönem ulusalcılarla ittifak kurarak yönetmek zorundasınız.

Bir tek adam rejimi var ve yasama, yargı, yürütme üzerinde ciddi yol aldılar. Fakat devleti yönetebilmek için çeşitli iktidar ağlarıyla ittifak kurmak zorunda kalan bir rejim bu aslında. Bu da tek adam rejiminin zayıflığına işaret ediyor.

İttifaklara ihtiyaç duymasının yanı sıra seçim sonuçlarına ve çeşitli alanlardaki mücadelelere yansıyan bir direnç de var. Tek adam yönetimi bunu değiştiremiyor mu?

Toplum nezdinde bir güç kaybı var. Hem Erdoğan hem de Erdoğan'dan daha fazla AKP'de güç kaybı var.

Birincisi; bu destek kaybını ittifaklar kurarak gidermeye çalışıyor. İkincisi;  devletin aygıtlarını yönetebilmek için ittifaklar kuruyor. Çünkü Erdoğancı veya AKP'li diyebileceğimiz nitelikli kadrolar yok. Zaten Kemalist kadroları tasfiye ederken Gülencileri oraya yerleştirdiler. Gülenciler tasfiye edilirken bu kez çok sayıda ve devlet içinde de yeri olan iktidar ağlarıyla ittifak kuruldu.

Dolayısıyla iktidar hem seçim kazanabilmek hem de devleti yönetebilmek için çok sayıda iktidar ağıyla ittifak kurmak zorunda kalıyor. Gülen bitti ama şimdi ülkücülerin, Menzilcilerin hangi bakanlıkta olduğunu konuşuyoruz.

                                                           /././

15 Temmuz: Pusuya yatan burjuva çıkarlar -Fatih Polat/Evrensel

“29 Eylül 2016'da, 15 Temmuz askerî darbe girişimi sonrası ilan edilen olağanüstü hâl kapsamında çıkarılan kanun hükmünde kararname ile Hayatın Sesi TV ile birlikte 12 televizyon kanalı ve 11 radyo kanalı kapatıldı. Gerekçe olarak "milli güvenliği tehdit eden yapı, oluşum ve gruplar ile terör örgütlerine aidiyeti belirlenen kanallar" ifadesi kullanıldı. Kapatma kararı, özellikle sosyalist, sol çevrenin protestolarına neden olurken "Türkiye'nin demokratik güçlerinin sesini duyuran kanallar hedef alınıyor. Sol, sosyalist ve emekçilerin kanalları kapatılıyor." söylemlerinin dillendirilmesine neden oldu.” (Vikipedi)

“Son yayımlanan Kanun Hükmünde Kararname ile üniversitelerden ihraç edilen akademisyenler arasında barış bildirisi imzacısı ve Eğitim-Sen üyesi isimlerin de yer alması tartışma yarattı. Perşembe gecesi yayımlanan 672 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile ihraç edilen 40 binden fazla kamu görevlisi arasında toplam 2 bin 346 öğretim üyesi de bulunuyor.” (BBC Türkçe, 2 Eylül 2016)

15 Temmuz 2016 tarihli darbe girişimi ve sonrasına dair, internette yapacağınız aramalarda kolaylıkla denk gelebileceğiniz binlerce veriden ikisi bu şekilde.

AKP, darbe girişiminin öznesi olarak, daha önce devleti birlikte yönettiği Fethullah Gülen Cemaati ile arkasında ABD’ye kadar uzanan güçleri gösterirken, Gülen Cemaati ile uzaktan yakından ilgisi olmayan kesimler ve demokratik kurumlar neden iktidarın hedefi oldu? Bu sorunun yanıtı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, darbe girişiminin ardından dile getirdiği “Allah’ın lütfu” sözünde ifadesini buluyor. Daha doğrusu, bunun bu anlama geldiğini, tüm muhalefet çok geçmeden yaşayarak öğrendi.

Dünyaya görünen olgularla bakan biri, “Nasıl oluyor da iki dinci hareketin kapışmasının faturası, muhalefete kesilebiliyor?” diye sorabilir.

O darbe girişiminden 168 yıl önce Marks ve Engels’in kaleme almış oldukları, bugüne kadar kendisine en çok atıf yapılan metinlerden biri olan Komünist Manifesto’da bu soruya yanıt olarak da okunabilecek bir cümle yer alır: “Proleterin gözünde yasalar da ahlak da din de ardında bir sürü burjuva çıkarının pusuya yattığı bir sürü burjuva önyargısından başka bir şey değildir.”

Karmaşık gibi görünen ilişkiler, size propaganda edilen söylemlerin altını kazıdığınızda, Marks ve Engels’in dikkat çektiği kadar çıplak bir sınıf gerçekliği olarak ortaya çıkar.

AKP’nin tek başına iktidarını kaybettiği ve gerileme dönemine girdiği bir süreçte gerçekleşen 15 Temmuz darbe girişimi, AKP’nin yıpranan iktidarını ve temsilcisi olduğu sermaye sistemini tahkim etmek için fırsat olarak kullanıldı. Sermaye, teşviklerle ihya edilirken, grev yasakları otomatiğe bağlandı. İktidar için oy yatağı işlevi gören tarikatlar desteklenerek kısa zamanda birer holding haline getirildiler. Kürt siyasetinin yönetimde olduğu belediyelere atanan kayyumlar 15 Temmuz darbe girişinin ardından ilan edilen OHAL ve çıkarılan kararnamelere eklemlenerek gerçekleştirilirken, bir ucu da 12 Eylül 1980 tarihli askeri darbe yasasının icraatlarına dayandırıldı.

Pusuya yatmış burjuva çıkarlar, toplumsal muhalefetin geriletilmesi ve sermayenin tek adam rejiminin güçlendirilmesi için kullanılırken, minarelerden yükselen salalarla tüm bu pratiklere kutsallık kazandırılmaya çalışıldı.

Peki bugün bu sürecin neresindeyiz?

Tarihin belli dönemlerinde inşa süreçleriyle çözülmeler iç içe geçebilir. İktidarın ‘darbe ile mücadele’ söylemini bir manipülasyon aracı olarak kullandığı, kendi iktidarını pekiştirici anayasa değişikliklerine tanıklık ettik. Erdoğan’ın ‘Allah’ın lütfu’ söyleminde ifadesini bulan bu gelişmeler bugün de tümüyle zemin kaybetmiş değil. Örneğin son olarak Hakkari’ye atanan kayyum bu pratiklerden biri. Ama diğer yandan da, ‘darbe ile mücadele’ söyleminin manipülasyon değerinde ciddi bir çözülme var. Cumhur İttifakı’nın son yerel seçimlerde daha da derinleşen oy kaybında da, Erdoğan’ın cumhurbaşkanlığını uzatmak için gündemleştirme gayreti içinde olduğu yeni anayasa girişimine eskisi gibi kolay destek bulamamasında da bu çözülmenin etkilerini görebiliriz.

Bu çözülmenin hızlanarak devam etmesi, muhalefetin örgütlü güçlerinin dirayeti ve cesaretiyle doğrudan ilişkili. Darbenin siyasi ayağı dahil olmak üzere, örtülü bırakılan birçok yönü de, o çözülmenin derinleşmesine bağlı olarak görünür hale gelecek.

                                                            /././

15 Temmuz’un yanıt bekleyen o sorusu -Mehmet Ali Güller (Cumhuriyet)-

Milli Savunma Bakanı, eski Genelkurmay Başkanı ve 15 Temmuz darbe girşimi sırasında Genelkurmay II. Başkanı olan Yaşar Güler’in  Sabah  gazetesinde bir söyleşisi yayımlandı. Okan Müderrisoğlu’nun sorularını yanıtlayan Güler, ilginç şeyler söylüyor.

Darbecilerle Genelkurmay Karargâhı’ndaki ve sonra götürüldüğü Akıncı üssündeki mücadelesini anlatan Güler aynen şöyle diyor: “Onlar için problem bendim. Bunların asıl yüzünü, her şeyi bilen tek bir adam var. O da benim.” (Sabah, 10.7.2024).

HER ŞEYİ BİLEN TEK ADAM

Bu satırları okuyan Güler’den önceki Milli Savunma Bakanı, Güler’den önceki Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ne düşünmüştür acaba?

Her şeyi bilen tek adam var ve o dönemin Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar değil, dönemin Genelkurmay II. Başkanı Yaşar Güler yani...

Nitekim yine Sabah’taki söyleşiye göre Akar ne yapacağını da Güler’e soruyor: “Genelkurmay başkanına durumu anlattım. ‘Ne yapalım?’ dedi. MİT müsteşarını Genelkurmay’a çağıralım’ dedim.” (Sabah, 10.7.2024).

15 Temmuz darbe girişiminin ardından yanıtı hâlâ ortada olmayan ve benim ısrarla üzerinde durduğum o sorunun yanıtını bu durumda “her şeyi bilen tek adam”a sormalıyız:

AKSAKALLI’NIN SORUSU

TBMM Araştırma Komisyonu’nun 15 Temmuz Raporu, komisyon başkanı  Reşat Petek’in kendi kişisel internet sitesinde yayımlanmıştı. 667 sayfalık rapor da ortaya koyuyor ki Genelkurmay Karargâhı ve MİT Müsteşarlığı darbe girişiminin olacağını “en az” 12 saat öncesinden biliyordu. Yine rapordan anlaşıldığı kadarıyla, bildikleri bilindiği için de FETÖ’cüler darbeyi öne çekmiş, 16 Temmuz saat 03.00 yerine, altı saat önceden, 15 Temmuz saat 21.00’de harekete geçmişlerdi.

Bu öne çekilme olayının önemi şurada. Dönemin Genelkurmay Başkanı  Hulusi Akar, “aldıkları tedbirler nedeniyle FETÖ’cülerin paniğe kapıldığını, erken harekete geçmek zorunda kaldıklarını ve bunun da darbe girişiminin akamete uğramasında önemli bir faktör olduğunu”  belirtmişti (TBMM Raporu, s. 335).

Gelelim o soruya: Peki en az 12 saat önceden bilinen ve bu nedenle tedbirler alınarak akamete uğratılması sağlanan darbe girişimi önlenemez miydi?

Bakın bu sorunun asıl sahibi, 15 Temmuz darbe girişimine karşı en kritik mücadeleyi yürüten isimdir; dönemin Özel Kuvvetler Komutanı Korg. Zekai Aksakallı’dır ve aynen şöyle demiştir: “TSK’de kriz ve olağanüstü durumlarda personel kışlayı terk etmesin emri verilir. Bu emir 15 Temmuz’da verilseydi darbe girişimi ortaya çıkardı.” (Hürriyet, 20.3.2017).

Hulusi Akar’ın bu soruya yanıtı olmadı... Madem FETÖ için asıl problem kendisi, madem FETÖ konusunda her şeyi bilen tek adam kendisi, o zaman bu sorunun yanıtını Milli Savunma Bakanı Yaşar Güler vermelidir: 15 Temmuz’da Genelkurmay I. ve II. başkanları Akar ve Güler, neden “Personel kışlayı terk etmesin!” emrini vermedi?

AKAR-GÜLER O MAKAMDA OLABİLİR MİYDİ?

Yaşar Güler 15 Temmuz söyleşisinde şunları da söylüyor: “Ergenekon kumpasında çok kıymetli, özel yetişmiş personelimizi kaybettik ve bunun acısını daha sonra çok çektik. Onları kaybettiğimiz için FETÖ’cü alçak ve hainler yönetimde kendilerine alan açarak şans bulmaya başladılar. Hepsi, yüzde yüz FETÖ operasyonuydu.” (Sabah, 10.7.2024).

Güzel, o zaman şu soruları da ekleyelim: Ergenekon kumpaslarıyla en kıymetli kadrolar tasfiye edilirken, sadece FETÖ’cüler mi kendilerine yer açmış oldu?  Ergenekon kumpasları olmasa, Akar ve Güler Genelkurmay başkanı olabilecek miydi? Akar ve Güler yerine asıl sahipleri o makamlarda oturuyor olsa, FETÖ 15 Temmuz’da darbe girişimine soyunabilir miydi?

Ve yanıtı ortada olan şu soruyu da soralım: AKP’nin siyasi desteği olmasa, FETÖ o destek üzerinden Ergenekon kumpaslarıyla TSK’nin en kıymetli kadrolarını tasfiye etmese, 15 Temmuz darbe girişimi olur muydu?

                                                     /././

Darbe girişimini engellemek mümkündü -Mehmet Y.Yılmaz (T24)

15 Temmuz ile ilgili soruşturmalar ve davalar daha çok darbecileri hedeflediği için, masanın diğer tarafındaki sorumlular ile ilgili etkin bir soruşturma yürütülemedi. TBMM Komisyonu’nun AKP’li üyeleri de herkesi dinlediler ama Fidan ve Akar’ı dinlemek konusunda ısrarcı olmadılar.

Kara Havacılık’ta görevli Binbaşı H.A., Ankara’da bir taksiden inip, MİT yerleşkesine girdiğinde tarih 15 Temmuz 2016, saat 14.45 idi.

O saatten, Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar’ın, Akıncı Üssü’ne götürülmek üzere derdest edildiği saat 21.00’e kadar geçen sürede yaşananların mantıklı bir açıklamasını hala öğrenemedik.

Olayın iki baş kahramanı zamanın Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar ve zamanın MİT Müsteşarı Hakan Fidan, TBMM’de darbeyi araştırmak üzere kurulan komisyona gelip, soruları şahsen yanıtlamayı reddettikleri için de sorular 8 yıldır ortada duruyor.

Bu soruları önce darbe girişimini izleyen günlerde sordum. Daha sonra darbe girişimin yıldönümlerinde hatırlattım; aldığım yanıt sessizlikten ibaret.

Darbe girişiminin sekizinci yılında, 15 Temmuz 2016 günü şehit olan 251 vatandaşımızın bu soruların yanıtlarını hak ettiklerini bir kez daha hatırlatarak soracağım ki unutulmasın, günün birinde yanıtlarını alabilelim.

* * *

1 – Kara Havacılık’ta görevli bir Binbaşı’nın “üç helikopterle MİT Müsteşarı kaçırılacak” ihbarı Org. Akar ve Müsteşar Fidan tarafından nasıl oldu da bir “darbe girişimi ihbarı” olarak değerlendirilmedi?

Bunun bir darbe girişimi olarak değerlendirilmediğini şuradan biliyoruz:

Bu ikilinin Genelkurmay’daki toplantısının ardından MİT Müsteşarı, zamanın Diyanet İşleri Başkanı ve Suriye Ulusal Koalisyonu eski başkanı Muaz Hatip ile akşam yemeğine gitti.

Darbe bekliyor olsaydı, her halde “aman çorbam soğumasın” diye 20.20’de koşturarak Genelkurmay’dan ayrılmazdı.

Genelkurmay Başkanı, saat 18.30’da MİT Müsteşarı’na “seni rahatlatalım” diyerek, birliklerine şu emirleri verdi:

* İkinci bir emre kadar Türk hava sahası askeri araçlara kapatılacaktır.

* Havada bulunan tüm uçaklar ve helikopterler derhal yere indirilecektir.

* Zırhlı birliklerin herhangi bir nedenle kışla dışına çıkışı yasaklanacaktır.

MİT Müsteşarı, neden endişe ediyordu ki “rahatlatılması” gerekti?

Bu kadar endişelendiyse neden çorba içmeye gitti?

Endişelendiyse neden Cumhurbaşkanı’nı, Başbakan’ı, İçişleri Bakanı’nı uyarmadı?

Fidan, bir darbe girişiminden kuşkulandıysa da Akar’ın bunu o kadar ciddiye almadığını, o ciddiye almayınca da Fidan’ın da “gideyim bari çorba soğumasın” diye düşündüğünü mü varsaymalıyız?

Darbe girişimi sırasında 1. Ordu Komutanı olan, 15 Temmuz 2016 gecesi darbecilere karşı olduğunu açıklayan ve iki hafta sonra Genelkurmay 2. Başkanlığı'na atanan Org. Ümit Dündar, TBMM komisyonundaki ifadesinde,  “darbe ihbarı alınsaydı, Genelkurmay Başkanı’nın başka emirler de vererek, girişimi en başından engelleyebileceğini” söylemişti.

O tarihte Özel Kuvvetler Komutanı Korgeneral Zekai Aksakal da bu “başka emirlerin” ne olabileceğini şöyle anlatmıştı: “Silahlı Kuvvetlerde kriz ve olağanüstü durumlarda haber alınır alınmaz ilk tedbir olarak ‘Personel kışlayı terk etmesin’ emri verilir. Birlik komutanları kışlalarında, mesaiye devam edilir. Her zaman uygulanan bu temel ve basit kural 15 Temmuz’da ilk haber alındığı zaman uygulanmamıştır. Uygulansaydı, darbe girişimi baştan açığa çıkardı.”

Nitekim Güvercinlik Üssünde darbe günü yaşananlar bu görüşü doğruluyor.

Darbeciler, nöbet çizelgelerini önceden değiştirerek, o gün mesai saatinden sonra üste sadece Fetullahçı subay ve astsubayların kalmasını sağlamışlardı.

O gün devlete ve kanunlara bağlı subaylar kışladan uzakta tutulmuş ki darbe girişimini engellemeye kalkışmasınlar. Genelkurmay Başkanı, gelen ihbarı bir darbeye kalkışılacağı yönünde değerlendirip “Kışlalar terk edilmeyecek” emrini vermiş olsaydı, Fetullahçıların darbe planı, askerler daha kışladayken engellenebilirdi.

Darbe girişimi kışlalarda bastırılmış olsaydı, bu kadar sivil vatandaşımız da hayatını kaybetmezdi.

Nitekim, Malatya’da, darbecilerin verdiği emri dinlemeyen Albay Hakan Keleş, helikopterlerin başına birer asker dikerek oradaki girişimi engellemiş. Kanunlara bağlı, emir-komuta zincirine sadık başka subaylar da başka kışlalardaki hareketleri önleyebilirler miydi?

Önleyebileceklerini biliyoruz.

Şehit Astsubay Ömer Halisdemir’in, Korgeneral Aksakallı’nın emriyle darbeci Semih Terzi’yi engellemesi ve bunun sonucundaki şehadeti de bir başka kanıt.

Öte yandan MİT’in, TBMM Araştırma Komisyonu’na gönderdiği raporda da H. A.’nın darbe ihbarında bulunmadığı, MİT Müsteşarı’na saldırı ihbarında bulunduğu belirtiliyor. Şöyle bir bölüm de var bu raporda: “MİT tarafından daha önce dış makamlarla paylaşılan notlarda, FETÖ / PDY’nin darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmiş olmakla birlikte, TSK bünyesinde istihbarat toplanamadığından, darbe girişiminin tarihi konusunda net bir istihbara daha önceden ulaşılamamıştır.” “TSK bünyesinde istihbarat toplanamaması” konusu mazeret uydurmaktan ibaret.

MİT’in, üst düzey askerlerle ilişkili FETÖ’cüleri takibine bir engel yoktu ve bunların sivil giysilerle bir evde toplandıklarını bulması işten bile değildi.

Bunun takip edilmemiş olmasında MİT içinde yuvalanmış Fetullahçıların ne kadar rolü oldu, bilemiyorum. Ancak MİT’in sivil imamların kimliğini bilmemesinin mümkün olmadığından eminim.

Darbe girişimi ile ilgili kararlar da FETÖ’nün imamlarıyla, sivil giysili generallerin böyle bir toplantısında alınmıştı.

Şimdi cümlenin başına dikkatinizi çekmek istiyorum: “MİT tarafından daha önce dış makamlarla paylaşılan notlarda, FETÖ / PDY’nin darbe girişiminde bulunabileceği bildirilmiş olmakla birlikte…”

Demek ki yetersiz bir istihbarat da olsa MİT, Fetullahçıların bir darbeye kalkışabileceği bilgisine sahip.

Bunu bilen MİT Müsteşarı, kendisinin kaçırılacağı ile ilgili ihbarı nasıl olup da bir “darbe girişiminin başlangıcı” olarak göremedi?

Akar ve Fidan, bunu darbe girişimi ihbarı olarak görmedilerse ne zannettiler?

Bazı askerler, helikopterleri de kullanarak Müsteşar’ı kaçıracaklar ve fidye isteyecekler diye mi düşündüler?

“Bazı askerler”, buna cüret edebilecekler ise bu, çok daha büyük başka bir planın işareti olarak görülmeliydi.

Akar ve Fidan, bu hatalı değerlendirmeyi hangi zihinsel süreçlerin sonunda yaptıklarını açıklamadılar, hatalarını da kabul etmediler.

Onların bu hatasının bedelini o gece hayatını kaybedenler ve yaralananlar ile bütün Türkiye ödedi.

İşin ilginci, bu darbe girişimi sırasında ailesi ile çok ciddi ölüm tehlikesi atlatan Cumhurbaşkanı da bunun hesabını sormadı.

Birini terfi ettirip önce Milli Savunma Bakanı, sonra milletvekili yaptı, diğeri uzun süre aynı görevde kaldı, şimdi Dışişleri Bakanı!

2 – MİT Müsteşarı, niye Cumhurbaşkanı’nı hemen uyarmadı?

Genelkurmay’daki “değerlendirme” devam ederken MİT Müsteşarı, Marmaris’te bir otelde tatil yapan Cumhurbaşkanı’nı aradı.

Cumhurbaşkanı’nın istirahatte olduğunu öğrenince, konunun hayati önemde olduğunu söyleyip, uyandırılması için ısrarcı olmadı.

Koruma Müdürüne, bir olay olursa, Cumhurbaşkanı’nın güvenliğini sağlayıp, sağlayamayacağını sordu.

Koruma Müdürü, yeterli adamı olduğunu, güvenliği sağlayabileceğini söyledi.

Fidan Bey, ağır silahlarla donanmış askerlerin, Cumhurbaşkanı’nı ele geçirmeye çalışırlarsa, koruma ekibindeki polislerin ellerindeki hafif silahların korumaya yeteceğini nasıl düşünebildi?

Darbe girişimi başladığında da MİT Müsteşarı Cumhurbaşkanı’nı bir kez daha aramadı. Niye aramadığını da açıklamadı.

Sadece bu da değil.

MİT Müsteşarı, o tarihte doğrudan Başbakan Binali Yıldırım’a bağlıydı.

Binbaşı H.A.’nın ihbarından da Hulusi Akar ile görüşmesinden de o an için verilen emirlerden de Başbakan Binali Yıldırım’a bilgi vermedi.

Zamanın Başbakanı Binali Yıldırım, darbe girişiminin başladığını bizlerle birlikte öğrenebildi.

Başbakan Binali Yıldırım daha sonra şöyle anlatacaktı: “Darbe girişiminin başladığını biz hemen hemen 15 dakika sonra öğrendik. Kimden öğrendik, yakın korumalarımızdan ve vatandaştan, eşimizden, dostumuzdan öğrendik. Ondan önce bize tehdidin boyutu hakkında bir bilgi gelmiş değil.”

Fidan, Başbakan’ı niye aramamıştı? Yanıtını hâlâ alabilmiş değiliz.

O tarihte İçişleri Bakanı Efkan Ala idi. Bakanlıktaki Fetullahçılar ile mücadele için o göreve getirildiği de bir sır değil.

Fidan, İçişleri Bakanı’nı da aramadı. İçişleri Bakanı’nı uyarma gereğini duymadı.

Bunun nedenini de hala bilmiyoruz.

3 – Cumhurbaşkanı tatile çıktığında askeri yaverleri yanında değildi. Bu Cumhuriyet tarihinde daha önce hiç görülmemiş bir durum.

Tatile götürülmedikleri gibi, Erdoğan’ın nereye gideceği de kendilerinden saklanmıştı.

Koruma Müdürü, yaverlerden birinin Cumhurbaşkanı’nın yerini öğrenmek için çok ısrarcı olduğunu da daha sonra söyleyecekti.

Bu durumda Cumhurbaşkanı’nın yaverlerini götürmemesini ve bulunduğu yeri onlardan saklamasını nasıl değerlendirmeliyiz?

Cumhurbaşkanı bir darbeden mi şüpheleniyordu ki yaverleri Ankara’da bıraktı ve yerinin onlara söylenmemesi talimatını verdi?

Cumhurbaşkanı bir darbeden şüphelenerek asker yaverlerini “ekip”, tatile çıktıysa, nasıl oldu da Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı, Binbaşı H.A.’nın ihbarını “bir darbe girişimi ihbarı” olarak değerlendirmediler?

15 Temmuz ile ilgili soruşturmalar ve davalar daha çok darbecileri hedeflediği için, masanın diğer tarafındaki sorumlular ile ilgili etkin bir soruşturma yürütülemedi.

TBMM Komisyonu’nun AKP’li üyeleri de herkesi dinlediler ama Fidan ve Akar’ı dinlemek konusunda ısrarcı olmadılar.

Komisyonun hazırladığı rapor da ortada yok, rapor, yayınlanmadan kayboldu.

Eğer Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ve Başbakanı Binali Yıldırım, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı’na “Gidip ifadenizi verin” deselerdi, anlardık ki onlar da bu konu aydınlansın istiyorlar. Ama böyle bir talimat verilmedi.

Bu konunun karanlıkta kalması Erdoğan ve Yıldırım’ı hiç rahatsız etmiyor mu?

4 – Genelkurmay Karargâhındaki önemli görevlere atanan subayların Fetullahçılar arasından özel olarak seçilmesini kim sağladı?

Genelkurmay Karargahındaki önemli görevlerdeki subayların çok büyük bölümü, darbe girişimine katıldı.

Hatta darbe girişiminin liderliğini bu subaylar yaptı.

Yukarıda da hatırlattığım gibi bir MİT raporu, Fetullahçı çetenin bir darbeye kalkışabileceğini vurguluyordu.

Genelkurmay Başkanı Org. Hulusi Akar, elinde böyle bir rapor varken, karargahındaki subayların Fetullahçılar arasından seçilmiş olmasını nasıl açıklıyor?

Bunu bilmiyoruz.

Bildiğimiz şu: TSK geleneklerine göre, Genelkurmay Başkanı’nın açık onayı olmadan karargahına herhangi bir subayın otomatik olarak tayini söz konusu olamazdı.

Mehmet Partigöç, Mehmet Dişli gibi Fetullahçı çetenin önemli isimlerinin Fetullahçı olduğunun TSK içinde yaygın olarak bilindiği de bir başka gerçek.

Hatta Mehmet Dişli’nin darbe girişiminden önceki Yüksek Askeri Şura’da “mutlaka emekli edilmesi” konusunun gündeme geldiğini, bunun “devlet tarafından engellendiğini” de Ahmet Davutoğlu, henüz AKP ile yolları ayrılmadan önce açıklamıştı.

Davutoğlu’nun sözünü ettiği, Fetullahçı generali koruyan “devlet” kimdi?

Akar, karargahına bu isimleri neden seçtiğini ve MİT raporuna rağmen neden ısrarla orada tuttuğunu da açıklamalı.

5 – Darbeci Dişli, akşama kadar kriz merkezinde nasıl kalabildi?

Darbenin bastırılmasının ardından Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar, bir helikopter ile Çankaya Köşkü’ne geldi ve buradan darbecilere karşı yürütülen harekâtı yönetti.

Kendisini derdest edip, Akıncı Üssü’ne götürenlerden biri olan Mehmet Dişli de yanındaydı ve Akar, helikopter inince Dişli’nin tutuklanmasını istemedi.

Dişli, o gün akşam üzerine kadar Başbakanlık Kriz Merkezi’nde kaldı, biraderi Türkiye’nin Hollanda Büyükelçisi Şaban Dişli’ye bilgi verdi ve ancak akşamüzeri merkeze gelen polislerce tutuklandı.

Akar, Dişli’nin helikopterde kendisiyle birlikte gelmesine niye itiraz etmedi, niye inince tutuklatmadı? Bu da hâlâ yanıt bekleyen bir soru.

6 – Onun için hep bu soruyu soracağız: Bu darbe girişimi en başından önlenebilir miydi?

15 Temmuz’da hayatlarını kaybedenler, bugün aramızda olabilirler miydi?

Erdoğan, Cumhurbaşkanı olduğu sürece bu sorulara yanıt alamayacağımızı da artık biliyoruz.

Çünkü, Erdoğan, ilk günden beri darbe girişiminin ardındaki gerçekleri öğrenmek için en küçük bir adım bile atmadı.

TBMM Komisyonu’nu çalıştırtmadı, Akar ve Fidan gibi kamu görevlilerinin bu komisyona ifade vermeleri için ısrarcı olmadı.

Öyle görünüyor ki yazabildiğim sürece her yıl aynı soruları, tam da bu tarihte soracağım.

                                                                /././

15 Temmuz’un ekmeğini kim yedi? -Yaşar Aydın(Birgün)

Bundan tam 8 yıl önce yaklaşık 24 saat süren bir darbe girişimi yaşandı. Bu 24 saatin en kritik anlarından biri, hiç kuşkusuz, Erdoğan’ın gece 03.30 civarında Atatürk Havalimanı’na inmesiyle burada yaptığı basın açıklamasıydı. Erdoğan’ın açıklaması uzundu, ama bir sözü vardı ki aradan 100 yıl geçse de unutulmayacak: Erdoğan, darbe girişimini “Şu anda bu hareket Allah’ın bize büyük bir lütfu. Ne büyük bir lütfu” diye tanımlamıştı. Erdoğan, heyecanla söylediği bu sözü daha sonra biraz düzelterek de olsa Saray’da tekrar edecekti.

15 Temmuz darbe girişimine dair bugün bile bilinmezlikler var ve tüm ayrıntıların ortaya çıkması için iktidarın değişmesi gerektiği çok açık. Ama bildiğimiz bir şey var: Darbe girişiminden sonra Türkiye’de çok şey değişti ve bu değişimden bazı gruplar büyük fayda sağladı. Bu grupların bugünkü durumuna bakarak 15 Temmuz’u “lütuf” olarak anlamak mümkün olabilir.

KAZINACAKKEN AYAKTA KALDI

Fethullah örgütü, Türkiye’de en itibarsız dönemini yaşıyordu. Birkaç liberal dışında arkasında duran kimse yoktu. Her eylemde sokaklardan “FETÖ’nün itleri yıldıramaz bizleri” sloganları yükseliyordu. Burada bir kez daha hatırlatmakta fayda var ki FETÖ’nün en itibarlı döneminde bile onların gerçek yüzünü görüp mücadele eden ülkenin devrimcileri, aydınları ve sosyalistleri olmuştur. BirGün’ün de verilen mücadelede hakkını bir kez daha teslim etmek isterim. Erdoğan’la yaşadığı anlaşmazlık, yargı, emniyet ve ordu içindeki birikimi de eritmeye başlamıştı. Örgüt durumun o kadar farkındaydı ki can havliyle darbe yapmaya kalktı. Bugün Türkiye içinde zayıflamış görünse de 15 Temmuz sonrası Türkiye’de yaşananlar başta AB ülkeleri olmak üzere geniş bir coğrafyada varlıklarını sürdürüyorlar. Hatta ortalıkta özgürlük savaşçıları gibi dolaşıyorlar. Ülkeyi nasıl uçuruma sürükledikleri, binlerce insanın kanına nasıl girdikleri, yaptıkları kumpasları en azından Batı’da konuşan yok. Liberal Batı medyasında dokunulmazlıklarını sürdürüyorlar. 15 Temmuz sonrası yaşananlar bir anlamda onları Batı nezdinde kurtardı. Ya da “gerçek sahipleri onları yalnız bırakmadı” demek daha doğru olur.

TARİKAT VE CEMAAT ÜLKESİ HALİNE GELDİ

FETÖ öyle bir alan boşalttı ki ülkenin tüm tarikat ve cemaatlerinin su yüzüne çıkmasına vesile oldu. Süleymancısından, İsmailağa’ya, oradan Cübbeli’ye ve Menzil’e kadar devletin içine yerleşip tüm olanaklarından faydalanmaya başladılar. AKP, cemaat ve tarikatların devletin içine sızmasının yarattığı tehlikelerden ders almak şöyle dursun, en kaba biçimi ile ülkeyi yağmalamaları için destek verdi. Eğitimden sağlığa, oradan yargıya kadrolaşmalarına göz yummaya devam ediyor. Denetlenmeyen büyük bir mali olanağı ayaklarının altına serdi. Tarikat ve cemaatlerin sahip olduğu onlarca holding, ülke ekonomisinde önemli bir yere sahip oldu. Türkiye’nin olmazsa olmaz bir gerçekliği gibi sunulurken gelecek için de büyük bir tehdit olarak durmaya devam ediyorlar.

DEVLETİN MAFYASI, MAFYA DEVLETİ

15 Temmuz darbe girişiminin en önemli sonuçlarından biri, hiç kuşkusuz, iktidar blokunda yaşanan değişim. FETÖ’nün bıraktığı boşluk o kadar büyüktü ki ülkenin tüm tarikat ve cemaatleri yan yana gelse de dolduramadı. Yenilerine ihtiyaç duyuldu. İşte tam da burada mafya devreye girdi. İktidarların zaman zaman devreye aldıkları bazı zamanlarda, 1990’larda olduğu gibi, devletin kimi noktalarını ele geçiren mafya, ilk defa siyaset sahnesinde bu kadar aktif olmaya başladı. Suç örgütü liderleri birer ikişer cezaevlerinden çıkarken soluğu iktidar ortağının makamında aldılar. Ondan sonra da önleri sonsuz biçimde açıldı. Sadece Türkiye’de değil, KKTC’de de etkili bir konuma geldiler. FETÖ’nün elinden alınan büyük kentler ve sahil bölgeleri, bu sefer mafyaya parsel parsel dağıtıldı. Yargıda ve polis içinde ekipleri oluştu. Ülke mafyanın elinde oyuncak oldu. Türkiyeli mafyanın etki gücü ve dokunulmazlığı, dünyanın tüm suç organizasyonlarının ülkeye doluşmasına neden oldu. Her ırktan, her renkten baronların merkezi olan Türkiye, aynı zamanda hesaplaşmaların da yeni adresi oldu.

LİYAKAT YOK AMA ÇİFT MAAŞ KESİN

Erdoğan için FETÖ belli anlamlarda travmaya yol açtı. “Sadakat” temel önceliği haline geldi. Bu yüzden tüm yönetim kademeleri önce akrabalarla, sonra onların akrabalarıyla, sonra eski tanıdıklarla, sonra eski tanıdıklarının akrabalarıyla dolduruldu. Bunların yeterli olmadığı yerde çeşitli dosyalarla elinde bir anlamda rehin tuttuğu isimlere yer açtı. AKP’nin yeni bürokratları Erdoğan’a mutlak bir sadakat gösterdiler. Ama karşılığını fazlasıyla aldılar. Cumhuriyet tarihinin hiçbir döneminde olmayan bir bürokrat eliti oluştu. Lüks içinde yaşayıp birer ikişer maaş alan binlerce yönetici, memleketin sahibi gibi davranmayı kendilerinde hak gördüler. Erdoğan’dan başka kimseye de borçlu hissetmediler. 15 Temmuz sonrasının en büyük kazananlarından biri, hiç kuşkusuz, AKP bürokratları oldu.

DEVLETİ KORUYANDAN DEVLETİN KENDİSİNE

MHP, kuruluşundan bu yana devletin bir kanadının, bazen de kendisinin bir aparatı oldu. Milli Güvenlik Konseyi’nin görünmez üyesi gibiydi. Ne zaman ülkede demokrasi ve sol güçleri gelişse, MHP ve onunla birlikte hareket eden paramiliter unsurlar devreye sokuldu. Karşılığında da devlet katında hep kollandılar. Ama 15 Temmuz sonrası belki de tarihlerinde ilk kez bir olanağa sahip oldular. Zayıflayan Erdoğan’ı iktidarda tutma gücüne sahiptiler ve bunu yaptılar. Karşılığında da önce yönetimin ortağı, sonra da ideolojik hamurun ana bileşeni haline geldiler. Rejim artık MHP’siz düşünülemez hale geldi. Devletin bir kanadının tüm kirli işlerini yapan ve onun yanında duran partiden neredeyse devletin kendisi haline geldi. AKP ve Erdoğan sıkıştıkça da dümeni daha sıkı tutundu. MHP bu dönemin en büyük kazananlarından biri oldu.

VE ERDOĞAN VE AKP

Yoldan geçen bir çocuğu durdurup “15 Temmuz’un en çok ekmeğini kim yedi?” diye bir soru sorulsa, o bile hiç kuşkusuz “Erdoğan” diyecektir. İdeolojik olarak yenilen, örgütsel kısmı büyük zaaf içinde olan, içeride ve dışarıda itibarı en aza inen bir isim hala ülkeyi yönetiyor. Raf ömrü çoktan dolmuş olsa da orada kalmaya devam ediyor. OHAL ve sonrasında oluşan yeni rejim, Erdoğan için adeta “ikinci bahar” oldu. Her şeyi kaybettiği anda bazı tavizler vererek yeniden başlama imkânına kavuştu. O zaman çok üzerinde durmasak da aradan geçen 8 yıl “Allah’ın lütfu” meselesini daha iyi anlamamızı sağladı. 15 Temmuz ve hemen 5 gün sonra ilan edilen OHAL, bugüne kadar farklı etaplardan geçerek devam ediyor. 16 Nisan 2017 referandumu ardından oluşan yeni rejim, aynı zamanda süreklileşen bir OHAL dönemine de işaret etti. Eğer 15 Temmuz darbe girişimi olmasaydı, Erdoğan için her şey daha zor olacaktı. 15 Temmuz darbe girişimi, hem FETÖ’yü hem de Erdoğan’ı aynı anda yenme şansını halkın elinden çaldı. Darbe girimi sonrası hiç mi iyi bir şey olmadı diye soru akla gelebilir. Öncelikle “girişim” boyutunda kalması başlı başına iyi bir şey. Eğer darbe başarılsaydı bugün kendi ellerimizle yarattığımız umut ışığı için çok daha büyük bedeller ödemek zorunda kalacaktır. Sadece bunlar da değil:

1- Ilımlı da olsa hiçbir İslamcı yapıdan demokrasi çıkmayacağı görüldü. Sıkıştıklarında ellerindeki tüm silahlarla insanlığa savaş açmaktan çekinmezler.

2- ABD ve diğer emperyal güçlerle iş tutmanın eninde sonunda bir bedeli olur. Çok şey kazanayım derken elindekinden de olursun. Kendi ülkenin bir anda iç savaşa sürüklendiğini görürsün.

3- Ülkenin aydınlık yarınları ancak halkın örgütlü gücü ile sağlanabilir. Hiçbir dış güç ya da dış güçlerle desteklenen yapılar ülkenin iyiliği için sonuç üretmez.

4- Israrlı ve bağımsız bir mücadele hemen sonuç vermezse bile ayakta kalmanı sağlar. Hala ülkeye dair umut varsa dün FETÖ’lü AKP’ye bugün de mafyalı MHP’li AKP’ye mücadele edenler sayesindedir.

5- Muhalefetin kulağına küpe: Aranan ruh Yenikapı’da değil Taksim’dedir.

                                                           /././




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder