15 Temmuz 2024 Pazartesi

T24 "KÖŞEBAŞI" - 15 Temmuz 2024 -

 

Vergi yargısında adli tatil bu yıl 1 Eylül’de mi bitecek? -Murat Batı-

Vergi idaresine yapılacak başvuru sürelerinin adli tatile denk gelmesinin bir önemi yoktur. Adli tatil sadece yargı aşaması ile alakalı süreleri uzatır. Uzlaşma, cezada indirim gibi vergi idaresi nezdinde başvurulara herhangi bir tesiri bulunmamaktadır.

2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu (İYUK) m.61 adli tatil [1] olarak bilinen çalışmaya ara vermeyi düzenlemiştir. Buna göre bölge idare, idare ve vergi mahkemeleri her yıl 1 Eylül’de başlamak üzere, 20 Temmuz’dan 31 Ağustos’a kadar çalışmaya ara verir.

Ancak adli tatilin son günü olan 31 Ağustos gününün resmî tatile ya da hafta sonuna denk gelmesi durumunda adli tatil süresini uzatır mı sorusu basında ve sosyal medyada farklı karşılıklar buldu. Evet uzatır diyenler de var. Ama uzatmaz şimdiden belirteyim.

Adli tatil süresinin son günü 31 Ağustos olarak belirlenmiştir. 31 Ağustos tarihinin tatil gününe denk gelmesi bu süreyi uzatmayacaktır. Örneğin bu yıl 31 Ağustos, cumartesi gününe denk gelmekte ve adli tatil cumartesi günü sona erecek olup 1 Eylül’e uzamayacaktır.

Bunun önemi ise tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma süresinin son günü 31 Ağustos ve önceki tarihlerde (20 Temmuz dahil) isabet etmesi durumunda bu süre otomatikman 7 Eylül’e (bu yıl da 7 Eylül Cumartesi gününe denk geldiği için 9 Eylül’e) uzayacaktır[2].

Ancak 1 Ağustos tarihinden sonra (2 Ağustos dahil) tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma sürelerine adli tatil tesir etmeyecektir. Örneğin 2 Ağustos tarihinde tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamelerine ilişkin dava açma süresinin son günü 1 Eylül’dür ancak 1 Eylül de pazar günü olması nedeniyle 2 Eylül Pazartesi günü olacaktır. 1 Eylül adli tatil süresine dahil olmayacağından bu süre 9 Eylül’e uzamayacaktır.

Özetle adli tatil süresinin son günü 31 Ağustos olarak belirlenmiş olup 31 Ağustos tarihi resmî tatile ya da hafta sonuna denk gelirse bu süre uzamayacaktır. Yani 31 Ağustos günü hafta sonuna ya da resmî tatile denk gelse bile süre, o gün sona erer. Bu durumda 7 günlük uzama yeni adli yılın açılışından itibaren değil her koşulda 31 Ağustos’u takip eden günden itibaren yani 1 Eylül’den itibaren başlayacaktır. Ancak, 7 Eylül tarihinin -bu yıl olduğu gibi- tatil gününe denk gelmesi halinde ise dava açma süresi tatil gününü izleyen ilk mesai günü bitimine ya da UYAP ortamında dava açılması halinde 23:59’a kadar uzayacaktır[3].

Diğer taraftan yargı çevresine dâhil olduğu bölge idare mahkemesinin bulunduğu il merkezi dışında kalan ve sadece bir idare veya bir vergi mahkemesi bulunan yerlerdeki idari yargı mercileri ‘çalışmaya ara vermeden’ yararlanamazlar. Yani bu mahkemeler, İYUK’un “nöbetçi mahkemenin görevleri” kenar başlıklı 62’nci maddedeki sınırlamaya tabi olmaksızın görevlerine devam ederler.

Süre ne kadar uzayacak?

Dava açma süresinin son günü adli tatile rastlarsa, sürenin bitimi adli tatilin bitimini takip eden günden başlayarak 7 gün uzar. Bu tarih, 7 Eylül tarihidir. Ancak bu yıl 7 Eylül tarihi cumartesi gününe denk gelmesi nedeniyle bu süre 9 Eylül Pazartesi gününe uzayacaktır.

Burada dikkat edilmesi gereken husus adli tatil boyunca yerel mahkeme ve üst mahkemelerde dava açma süresinin işlediğidir. Adli tatile dava açma süresinin son gününün denk gelmesi durumunda bu süre 9 Eylül’e uzayacaktır. Aksi durumda uzamayacaktır. Örneğin 4 Ağustos 2024 tarihinde tebliğ edilen vergi/ceza ihbarnamesine karşı vergi mahkemesine 30 gün içinde dava açılabilir. Bu süre 3 Eylül 2024 tarihinde sona ermektedir. Adli tatile denk gelmesi münasebetiyle bu sürenin işlemediği sanılmamalıdır. Sadece dava açma süresinin son günü adli tatile denk gelseydi bu süre 9 Eylül’e uzayacaktı. Örneğimize göre dava açma süresinin son günü 3 Eylül’dür.

Konuyla alakalı Danıştay 3. Dairesinin 23.02.2021 tarih ve Esas No: 2019/3196, Karar No: 2021/996 sayılı kararında adli tatilde dava açma süresinin işlediği, adli tatilde tebliğ edilen vergi ceza ihbarnamesine ilişkin dava açma süresinin işlemediği düşünülerek davanın geç açıldığını ileri süren davacıya 08.08.2018 günü tebligat yapılmasına rağmen 30 günlük sürede dava açılmadığından, süre yönünden reddine karar verilmiştir.

Dava açmak için adli tatilin bitimini beklemek gerekir mi?

Dava açmak için adli tatilin bitimini beklemek şart değildir. Adli tatil bitmeden de dava açılabilir. Adli tatil bu anlamda bir seçimlik tercih hakkı sunmaktadır. Yani istenirse adli tatil süresince beklenebilir ya da beklenilmeyebilir.

Adli tatilin vergi idaresi başvurularına etkisi

Vergi idaresine yapılacak başvuru sürelerinin adli tatile denk gelmesinin bir önemi yoktur. Adli tatil sadece yargı aşaması ile alakalı süreleri uzatır. Uzlaşma, cezada indirim gibi vergi idaresi nezdinde başvurulara herhangi bir tesiri bulunmamaktadır. Örneğin 26 Temmuz 2024 tarihinde tebliğ edilen vergi ceza ihbarnamesine ilişkin hem uzlaşmaya hem de vergi mahkemesine başvuru süresi 30 gündür. Yani 25 Ağustos tarihine kadar (25 Ağustos 2024 günü Pazar olduğundan bu örneğe göre 26 Ağustos Pazartesi) uzlaşmaya başvurulmazsa süre kaçmış olacaktır. Vergi mahkemesine dava konusu yapılabilecek en son gün de 26 Ağustos’tur ancak 26 Ağustos adli tatile denk geldiği için dava açma süresinin son günü 7 Eylül’e (7 Eylül tarihi cumartesi gününe denk gelmesi nedeniyle bu süre 9 Eylül Pazartesi’ye) uzayacaktır. Ama uzlaşma/cezada indirim başvurusunun son günü ise 26 Ağustos’tur.

Öte taraftan 2575 sayılı Danıştay Kanunu’nun “Çalışmaya ara verme” kenar başlıklı 86’ncı maddesi uyarınca Danıştay daireleri her yıl 1 Eylül’de başlamak üzere, 20 Temmuz’dan 31 Ağustos’a kadar çalışmaya ara verirler. Danıştay’ın adli tatile tabi olup olmadığı İYUK m.61’de değil, 2575 sayılı Danıştay Kanunu m.86’da hükmedilmiştir.

Buna göre Danıştay’da görülecek temyiz dahil yargılamalar 2575 sayılı Danıştay Kanunu m.87’de sayılanlar hariç olmak üzere adli tatil süresince işlemeyecektir.

Anayasa Mahkemesi adli tatile tabi mi?

Anayasa Mahkemesi adli tatile tabi değildir. Mahkeme, adli tatil döneminde çalışmaya devam ettiği için başvuru süresi ile verilen diğer süreler işlemeye devam eder.


[1]Adli tatil ilk olarak 18.06.1927 yılında Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanununun 81. maddesinde düzenlenmiştir.

[2] Mali tatil göz ardı edilmiştir.

[3] Mustafa Balcı; Kamu İcra Hukuku ve 6183 sayılı Kanun Uygulaması, Oniki Levha yayıncılık, 3. Baskı, İstanbul, 2023, s.907-909.

                                                                                /././

Türkiye işçi sınıfı ve “modern kölelik” -Mustafa Durmuş-

İşçi sınıfının, kendi sınıf örgütleri olan sendikalarında ve emekten yana siyasal partilerde daha güçlü örgütlenmesi ve ayrıca dünya işçi sınıfı ile dayanışma içinde olması gerekiyor.

Bu yazının yayımlandığı gün olan 15 Temmuz’u AKP iktidarı, 2016’daki darbe girişimi sırasında yaşananlarla ilgili olarak, “Demokrasi ve Milli Birlik Günü” adıyla resmi tatil olarak ilan etti.

Ancak, bilindiği gibi, o günden bu yana ülkede önce OHAL darbesi, ardından da 2017’de yapılan anayasa değişikliğiyle birlikte “Tek Adam Rejimi” olarak da akıllara kazınan bir otoriter rejim inşa edildi. Siyasal İslamcı karakteri ağır basan bu rejim faşist bir diktatörlüğe doğru yol alıyor. Eğer çok güçlü ve çok geniş bir emek, demokrasi ve barış cephesi inşa edilmezse faşist tırmanış önlenemeyecektir.

Üstelik aradan geçen 8 yılda ülke ekonomisi içine girdiği kriz sarmalından çıkamadığı gibi, halkı doğrudan vuran enflasyon, işsizlik, gelir dağılımı ve yoksulluk, deyim yerindeyse, zirve yaptı. Buna rağmen İktidar Bloku her yıl dönümünde 15 Temmuz üzerinden bir “kahramanlık hikâyesi” anlatmayı (çaresizce) sürdürüyor.

En büyük zararı işçi sınıfı gördü

Bu süreçte, başta muhtelif toplumsal muhalefet katmanları olmak üzere, darbe girişiminden bu yana gündeme getirilen antidemokratik uygulamalardan en çok payını alanlar ve zarar gören kesimlerden biri de işçi sınıfı oldu. Yasal grevleri yasaklandı ya da ertelendi, hak arama girişimleri engellendi.  

Bunun sonucunda örgütlenmeleri zayıflatıldı, reel ücretleri sürekli gerilerken, milli gelirden aldıkları pay da üçte birin altına düştü. Asgari ücret düzeyi açlık sınırının, ortalama ücretlerse yoksulluk sınırının altında kaldı.

“Yarın herkesi kapının önüne koyarım!”

Kısaca ülkeye ne demokrasi geldi ne de “milli birlik ve beraberlik” sağlandı. İşçilere yönelik saldırıların son örneği ise Elazığ’da yaşandı. Elazığ’daki Eti Krom’un patronu ve Yıldırımlar Holding yönetim kurulu başkanı Ali Rıza Yıldırım, ücretlerine zam isteyen ancak bu talepleri karşılanmayınca iş bırakan işçileri şu sözlerle tehdit etti: 

" Ben burayı devletten sıfır aldım. Yarın da herkesi kapının önüne koyarım. Burası kapanır” (1)

Patronların bu tavrı tanıdık

Özellikle de 12 Eylül 1980 askeri darbesinden bu yana sermaye kesiminin bu ve benzeri tavırlarına fazlasıyla tanık oluyoruz. 12 Eylül öncesinde ayrıca, bugünlerde kendi içlerinden birisini infaz etmekle yargılanan malum bir örgütün paramiliter güçleri patronlar adına işçilere saldırırdı.

AKP döneminde ise, politikacılar/bürokratlar tarafından yerlerde tekmelenen madencilere, haklarını aradıkları için kapı önüne konulan emekçilere, jandarma ve polis tarafından patronlar adına dövülen grevci işçilere bu ülkede çok tanık olduk, hala da olmaktayız.

Öyle ki son 22 yıldır uygulanan neo-liberal politikalarla iyice itibarsızlaştırılıp, önemsizleştirilen işçi sınıfı ve neredeyse tüm emekçiler bugün artık adeta modern köleler gibi muamele görüyor.

Sığınmacı/göçmen işçiler de sınıfın bir parçası

Şimdi söyleyeceklerimizin meseleye enternasyonalist bakmayan, yeterli sınıf bilinci de olmayan, solculukla ulusal solculuğun aynı şey olduğunu zanneden bazılarımızı rahatsız edeceğini biliyoruz. Ancak bu gerçekler söylenmek zorunda.

Ülkedeki “işçi sınıfı” derken sadece T.C. vatandaşı olan işçilerden, emekçilerden söz etmiyoruz. Bu ülkeye yıllar önce Suriye’deki iç savaştan kaçarak gelen ve bir süredir bazı ırkçı partilerin sözcüleri tarafından da hedef gösterilen, saldırıya uğrayan, hatta öldürülen insanları, sığınmacı/göçmen/mülteci işçileri de Türkiye işçi sınıfının içine katıyoruz.

Bu bir bakış açısıyla, onları da Türkiye işçi sınıfının bir parçası olarak görüyoruz. Çünkü insan olmaları bir yana, en kötü işlerde ve en ucuza çalıştırılan bu işçiler, tıpkı Türk ya da Kürt bir işçi gibi kapitalist üretim ve bölüşüm ilişkilerine tabiler. Üstelik diğerlerine göre, çok daha düşük ücretler karşılığında çok daha fazla çalıştırılıp, çok daha ağır bir sömürüye tabi tutuluyorlar. Büyük çoğunluğu da kayıt dışı çalıştırıldığından, sağlık ya da emeklilik güvencesinden yoksunlar. Çalışma ve yaşam koşulları 18’inci yüzyıldaki köleci Amerika’daki siyahi kölelerinkine benziyor.

Küresel Kölelik Endeksi (2023)

Uluslararası Çalışma Örgütü, Walk Free ve Uluslararası Göç Örgütü tarafından hazırlanan “Küresel Modern Kölelik Tahminleri Raporu” esas alınarak Walk Free tarafından düzenlenen bir endeks var. “Küresel Kölelik Endeksi” adı verilen bu endekste 160 ülke için ulusal modern kölelik istatistiklerine yer veriliyor. (2)

Türkiye ilk 5’te!

Endeksteki en çarpıcı bulgu ile söze başlayalım.

Modern köleliğin en yaygın olduğu ilk 10 ülke şunlar: Kuzey Kore, Eritre, Moritanya, Suudi Arabistan, Türkiye, Tacikistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Rusya ve Afganistan. 

Bu ayıp bize yetmeli!

Anlaşılacağı üzere, Türkiye 10 milyonu bulduğu ileri sürülen sığınmacılarıyla birlikte bu listede 5’nci sırada bulunuyor.

Çoğunluğunu Müslüman nüfusun oluşturduğu bu ülkeler, sivil özgürlükler ve insan hakları konusundaki duyarsızlıklar ve yaygın ihlaller gibi birçok ortak noktaya sahipler. Birçoğu siyasi istikrarsızlık, çatışma ve/veya otoriterliğin yaşandığı istikrarsız bölgelerde yer alıyor. Vatandaşlarını farklı sektörlerde, özel hapishanelerde ya da zorunlu askerlik yoluyla çalışmaya zorlayan iktidarlarca yönetiliyorlar.

Diğer bazıları (örneğin Türkiye), ilave olarak, genellikle vatandaşlarla aynı yasal korumaya sahip olmayan ve sömürüye karşı son derece savunmasız olan çok sayıda mülteci veya göçmen işçiye ev sahipliği yapıyor.

“Modern kölelik”

Modern kölelik, göz önünde olan ama “gizli” tutulan ve dünyanın her köşesinde yaşamla derinden iç içe bir emekçi, kadın ve çocuk sömürüsü şekli. Öyle ki insanlar bu uygulama altında kandırılıyor, zorlanıyor veya reddedemeyecekleri ya da terk edemeyecekleri durumlara sürükleniyorlar. Dünyanın geri kalanı da böyle gizli bir insani maliyetin farkında olmadan, bu insanların üretmeye veya sunmaya zorlandıkları ürünleri satın alıyor veya hizmetleri kullanıyor.

Modern kölelik, daha spesifik olarak; “zorla çalıştırma”, “zorla veya köle olarak evlendirme”, “borç esareti”, “zorla ticari cinsel sömürü”, “insan ticareti”, “kölelik benzeri uygulamalar” ve “çocukların satılması ve istismar edilmesi” gibi pek çok biçimde ortaya çıkabiliyor.

Kısaca, tüm biçimleriyle “modern kölelik, bir kişinin özgürlüğünün - bir işi kabul etme ya da reddetme özgürlüğü, bir işverenden başka bir işveren için ayrılma özgürlüğü ya da evlenip evlenmeyeceğine, ne zaman ve kiminle evleneceğine karar verme özgürlüğü - kişisel ya da ticari kazanç için sömürülmek üzere sistematik olarak ortadan kaldırılması” demek oluyor. (3)

Modern kölelik bir suç ve bizler suç ortağıyız

Modern kölelik, bu bağlamda dünyanın her ülkesini etkileyen bir suç. Hazır giyim imalatı, madencilik ve tarım gibi pek çok sektörde ve tuğla ocaklarından balıkçı teknelerine, özel evlerden mülteci kamplarına kadar pek çok ortamda yaşanıyor. Yediğimiz yiyeceklerden giydiğimiz kıyafetlere ve satın aldığımız mallara kadar geniş bir yelpazede hepimizi etkiliyor. Dolayısıyla, bu suçun meydana geldiği her yerde ortadan kaldırılmasının herkesin sorumluluğu olması gerekiyor.

50 milyon “modern köle!”

Endeksin içinde yer aldığı rapora göre, 2021 yılı itibarıyla, dünyada toplam 50 milyon insan modern kölelik koşullarında yaşıyor. Bunun 28 milyonunu “zorla çalıştırılanlar”, 22 milyonunu “zorla evlendirilenler” ve 12 milyonunu “çocuklar” oluşturuyor. Üstelik 2018 yılından bu yana bu sayı 10 milyon arttı.

Rapor, modern kölelik tanımı çerçevesinde Türkiye’de 1 milyon 320 bin modern kölenin olduğunu ileri sürüyor. Bu da toplam ülke nüfusu anlamında, her 10 bin kişiden 156’sının modern köle olduğu anlamına geliyor.

Modern köleliğin emperyalizm ayağı

Modern kölelerin en çok çalıştırıldığı sektörlerin başında ise hayvancılık (büyük baş hayvan üretimi) geliyor. Bunu kömür, kakao, kahve, elektronik, balık, hazır giyim, altın, palmiye yağı, pirinç, güneş paneli, şeker kamışı, tekstil ve kereste takip ediyor.

Bu sektörlerde üretilen ürünlerin alıcı ülkelerinin kimler olduklarına bakıldığında modern köleliğin emperyalizm ayağı da netleşiyor. Zira bu kölelerin ürettiklerini esas olarak G20 ülkeleri satın alıyor. Bu ülkeler arasında bu ürünleri en fazla satın alan ülke 169,6 milyar dolarlık bir alımla Amerika Birleşik Devletleri. Bunu, 53,1 milyar dolarla Japonya, 44,0 milyar dolarla Almanya, 26,1 milyar dolarla Birleşik Krallık, 20,2 milyar dolarla Güney Kore, 20,0 milyar dolarla Kanada, 17,4 milyar dolarla Avustralya, 17,2 milyar dolarla Çin ve 15,2 milyar dolarla Rusya takip ediyor. “Yükselen ekonomiler” içinde anılan Hindistan’ın yaptığı alım 23,6 milyar dolar ve Türkiye’nin alımı 5,3 milyar dolar. Satın alınan ürünler içinde en büyük paya elektronik ve hazır giyim ürünleri sahip. (4)

Kadınlar ve sığınmacılar en zayıf halka!

Kapitalizmin çoklu krizleri ve sivil ve siyasi hakların büyük çapta kötüleşmesi, zaten modern köleliğe karşı savunmasız olan sınıfın bazı katmanlarını çok daha ağır etkiliyor.

En savunmasız durumda olanlar; kadınlar, çocuklar, göçmenler ve sığınmacılar. Modern köleliğe maruz kalan insanların yarısından fazlasını kadınlar, dörtte birini ise çocuklar oluşturuyor. Kadınlar ve kız çocukları orantısız bir şekilde zorla evlendirilme riski altındalar (zorla evlendirilen tüm insanların yüzde 68’ini oluşturuyorlar).

Göçmen/sığınmacı işçilerin zorla çalıştırılma ihtimali, göçmen olmayan işçilere kıyasla üç kat daha fazla. Dini inançlar, etnik köken, ırk, kast, cinsel kimlik veya cinsiyet ifadesi gibi birden fazla ötekileştirilmiş gruba mensup olan bu insanlar, dünya çapında derinlemesine yerleşmiş önyargılarla çok büyük riskler altındalar.

Yani savaşlardan ya da büyük çatışmalardan, küresel ısınmanın neden olduğu felaketlerden veya kimlik haklarına yönelik baskılardan kaçan ya da kötü ekonomik koşullardan dolayı çalışmak için göç eden sığınmacı işçiler özellikle savunmasız durumdalar.

Mülteciler, sığınmacılar, ülke içinde yerinden edilmiş kişiler ve düzensiz göçmenler, genellikle sosyal ağlarında ve ekonomik statülerinde önemli sarsıntılarla baş etmeye çalıştıkları güvencesiz göç yolculukları sırasında daha da büyük risklerle karşı karşıya kalıyorlar; saldırıya uğruyorlar, kaçırılıyorlar, tecavüze maruz bırakılıyorlar.

Pek çok kişinin yeni bir hayata başlamak istediği Avrupa da dâhil olmak üzere pek çok ülkede artan göçmen karşıtı duygular daha sağcı ve kısıtlayıcı politikalara yol açıyor, ırkçılığı ve faşizmi körüklüyor. Bu da yerinden edilmiş insanları daha da büyük istismar risklerine maruz bırakıyor.

İktidar blokunun ikiyüzlü tavrı

Bu endeks, Türkiye’deki bazı muhalefet unsurlarının giderek yükselen ırkçılık ve sığınmacı karşıtlığı düzeyinin bir yansıması olduğu kadar, AKP-MHP İktidar Blokunun ikiyüzlülüğünü de ortaya koyuyor.

Zira giderek kendi tabanında da tepkiyle karşılaşan İktidar Bloku, bu insanlara, yardıma muhtaç insan olmaktan (ya da onların deyimiyle Müslüman olmalarından) dolayı değil, çok ucuz, bol ve örgütsüz emek kaynağı oldukları için sahip çıkıyor.

Bazılarına göre “AKP iktidarı bu ülkeyi problem yaratan ve demografiyi değiştiren Suriyeli ve Afgan sığınmacılarla doldurmuş” olsa da, bu veriler bize bir başka şeyi daha anlatıyor (elbette anlamak isteyene):

AKP, BOP çerçevesinde dahil olduğu Suriye iç savaşının ardından Suriyelilerin Türkiye’ye kaçmalarına neden olarak, onları Türkiye sermayesi ve kapitalizmi için modern kölelere dönüştürdü. Böylece Türkiye sermaye sınıfı da, nüfus artışının belirgin bir biçimde yavaşladığı ülkede, ihtiyacı olan ucuz, bol, daha da önemlisi itaatkâr emek deposuna kavuşmuş oldu. İhracata dönük bir ekonomik büyüme de ancak böyle ucuz bir emek ile hayata geçirilebilirdi.

Sonuç

500 yıllık kapitalizm ve onun koruyucusu konumundaki ulus devletler, bu süreçte bir yanda dolar milyarderlerini ve milyonerlerini, diğer yanda 18’nci yüzyıldaki kölelerin koşullarına benzeyen koşullarda çalışan modern köleleri yarattı. Yani eşitsizlikleri insanlık tarihinde görülmemiş bir biçimde artırdı. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü ve zayıflığı bu kölelik koşullarının giderek yaygınlaşmasına yol açtı.

Çözümse belli: Öncelikle işçi sınıfının, kendi sınıf örgütleri olan sendikalarında ve emekten yana siyasal partilerde daha güçlü örgütlenmesi ve ayrıca dünya işçi sınıfı ile dayanışma içinde olması gerekiyor. Bunun için de nihai hedefini “ekonomik koşullarını iyileştirmenin ötesine” taşıyan, “sınıfsız, sınırsız, savaşsız ve sömürüsüz bir dünya” inşa etmek olarak belirlemelidir. Yani kapitalizmi kaldırmadan “modern ücretli işçi köleliğine” son vermek mümkün değildir.

Diğer yandan, bugünden yapılacak başka işler de olmalıdır. Bunların başında işçilerin üretimden gelen gücünü kararlı bir biçimde kullanarak, hükümetleri ve uluslararası toplumu modern köleliği ortadan kaldırmak için zorlaması geliyor.

Ayrıca, dini inançlar, etnik köken, ırk, kast, cinsel kimlik veya cinsiyet ifadesi gibi birden fazla ötekileştirilmiş gruba mensup kişilere yönelik ayrımcılığın ele alınması da dâhil olmak üzere, ekonomik krizlere karşı daha dirençli olabilmek için, iktidardan emekçilere tam sosyal koruma ve güvenlik ağları sağlamasını talep etmek gerekiyor. Bunun için de ülkede uygulanmakta olan kemer sıkma politikalarını reddetmek lazım.

Başta kız çocukları olmak üzere tüm çocukların 12 yıllık kamusal eğitime erişiminin artırılması ve çağdaş koşullara uygun sığınma evlerinin kurulması, kriz destek merkezleri ve toplum temelli koruma dâhil olmak üzere hayatta kalanlara destek hizmetlerinin sağlanması için iktidarlara baskı yapılmalı. Bu bağlamda iktidarın eğitimi daha da kötüleştirme ataklarına karşı çıkmalıyız.

Suriye’de olduğu gibi, bazı bölgelerde devam eden savaşlar, çatışmalar, siyasi istikrarsızlıklar ve zorla yerinden edilme modern köleliğin başlıca sebeplerini oluşturuyor. Bu yüzden işçi sınıfı savaşlara karşı olmalı ve bölgede onurlu bir barışın inşa edilmesini savunmalıdır.

Başka yerlerde ise, modern köleliği dijitalleşme gibi iş dünyasındaki dönüşümler, iklim değişikliği ve göç gibi küresel olaylar doğuruyor. Bu nedenle işçi sınıfı doğa yanlısı politikaların da savunucusu olmalı ve doğa tahribatına itiraz etmelidir.

Son olarak, sendikalar ve diğer emek örgütleri, emekten yana siyasal partiler ve toplumsal hareketler dünyadaki hemen her ülkenin, ulusal mevzuatları ve politikaları aracılığıyla modern köleliği ortadan kaldırmayı taahhüt ettiğini hatırlatarak, iktidarların ve aşırı sağcı -ırkçı parti ve hareketlerin “ulusal güvenliği insan haklarının üzerinde tutan düşmanca sığınmacı/göç politikalarına” karşı çıkmalıdırlar.

Dip notlar:

1) https://sanayigazetesi.com.tr/iscileri-kovarim-diye-tehdit-etmisti-eti-krom-sahibi-ali-riza-yildirim-kimdir (12 Temmuz 2024).

2) Walk Free, The Global Slavery Index 2023 (July 2024), s. 3-11., s. 131-169.

(T24)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder