15 Temmuz 2024 Pazartesi

soL "KÖŞEBAŞI" -15 Temmuz -

 

Murat Ülker ile keriz silkeleme sanatı üzerine -Anıl Çınar-

Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.

Biliyorsunuz “keriz silkelemek” bir borsa deyimi. Büyük oyuncuların mali ve ilişki güçlerini kullanarak piyasayı manipüle etmeleri sonucu küçük oyuncuların duygudurum dalgalanmalarından para kazanmalarına deniyor.

Halbuki hayatın kendisi koca bir borsa olarak görüldüğünden olacak türlü patron, şirket sahibi ve yöneticisi bu silkeleme işine ayrı bir boyut kazandırmış durumda. Daha emekli olmayı beklemeden anı kitabı basıyor, engin tecrübelerini anlatıyor, yaşam koçluğuna adım atıyorlar.

Sahiden sinir bozucu bir durum bu. Kitapçıya gidiyorsun onlar, haber takip ediyorsun onlar, video izleyeceksin onlar, reklamda onlar… Biz her yerde sizin kompozisyon ödevinden hallice saçmalıklarınızla karşılaşmak zorunda mıyız?

Bu düzenin çarkları arasına sıkışmamız yetmezmiş gibi bir de her şey kendi suçumuz oluyor. Ne olup olamayacağımıza da patronlar karar veriyor. Onların öğütlerini dinleyeceğiz, üç kuruşluk felsefelerinden hayatımıza anlam devşireceğiz ya da hırslanıp onlardan biri gibi olmaya uğraşacağız. Hatta bunun için de kitaplarına para vereceğiz.

Murat Bey ise bu konuda ayrı bir seviyeye gelmiş durumda. Çünkü onun işi anılarla falan değil, o direkt felsefe yapıyor. “Bu yazma ve paylaşma konusu beni okuma konusunda belirli bir disiplinde tutuyor” diyor ama bu özdisiplin planına biz neden tanık oluyoruz onu anlayamıyoruz.

Nereye gitsek “Murat Ülker şunu yazdı” karşımıza çıkıyor. Koca koca haber siteleri Murat Bey’in buluşlarını ve yorumlarını yayınlayıp duruyor. 

Ne çok seveni varmış!

Murat Bey’in satır aralarından bunun bir sanat olduğunu anlıyoruz. Bir tür keriz silkeleme sanatı veya disiplini… Çünkü Murat Bey gerçekten eğleniyor.

Mesela, sanat koleksiyonuna kattığı parçalarla ilgili bir soru geliyor kendisine. Soruyu soran ise Ekonomim’den Gila Benmayor. Gila Hanım her zaman olduğu gibi patronlara uzatıyor mikrofonu:

“Tam da burada bahsedeceğim nedenle koleksiyoner değilim, koleksiyonerlik belli bir disiplin ve çerçeve içerisinde olur. Ben, baktığımda bağ kurabildiğim eserleri, eğer denk düşerse koleksiyona katmayı seviyorum. Bu da bana çağrıştırdığı bir anı, geçirdiği bir his ya da duyguyla başlıyor. Onu görmeye devam etme isteği yani... O yüzden belli bir aritmetiği yok. Hepsi benim için kıymetli. Düşünsenize siz, ben, hepimiz gideceğiz onlar kalacaklar... Biz onlara bir süre geçici ev sahipliği, bir nevi bekçilik yapıyoruz yani.”

Murat Bey bizimle kafa buluyor. Kendi mülkiyetine geçirdiği eserlerden bahsediyor. Halbuki tam da Gollum’un Hükmeden Yüzüğe baktığı gibi bakıyor bu eserlere. Kıymetlimis… Aslında farkında ne yaptığının ama “bizimkisi ev sahipliği” demek istiyor.

Bu arada, bu duygunun ve kelimelerle kafa bulma sanatının başka sevenleri olduğunu da yine Gila Hanım’dan öğreniyoruz. Bu sefer sahne Borusan’ın eski “efsane” CEO’su Agah Uğur’un. Gila Hanım’la DAVOS’tan tanıştığını anlıyoruz. Bizim burada Davos’a gidenler için ne denilir, şimdilik söylememeyi tercih ediyoruz, sözü patrona veriyoruz:

“Benden bağımsız görüyorum. Kurumsallaşmış bir şirket gibi. Sahipleri kendilerinden bağımsız görüyorlar şirketleri. Şirketleri önde kendileri arkada. Ben koleksiyonerliği de öyle görüyorum.”

Kafa bulmanın da bir sanat olduğunu anlıyoruz. Murat Bey ise bunu silkeleme aşamasına taşıyor.

Geçtiğimiz günlerde kendi bloğunda yazdığı (ve tabii ki her yerde karşımıza çıkan) bir yazıyla devam etmek istiyoruz. Bu sefer konu çalışma saatleri, işçi verimliliği, serbest zaman…

Murat Bey gözlerini Yunanistan’a çeviriyor. Yunanistan’da yeni yürürlüğe giren altı iş günü çalışma kuralı dikkatini çekiyor. Yazı önce kendisinin “dedim, ama bir sorun niye dedim” kıvamında bir alıntısıyla başlıyor: “Haftada 4 gün çalışmanın verimli olduğu kanıtlanırsa niye denemeyelim?” Sonra samimi duygularını ifade etmeye başlıyor: “Gelenek olarak Avrupa’nın çalışmayı sevmeyen bu toplumunun çalışma şart ve prensipleri mensup oldukları Avrupa Birliği şartlarına göre çok daha rahat ve geniş.” 

Kelimelerle kafa olanlara yardımcı olalım. Yunan işçisinin sıkıya gelmesi gerektiğini, iş disiplinin böyle kurulabileceğini söylüyor. Gökten inmiş gibi anlattığı, “çalışma şart ve presipleri” dediği şey Yunan işçisinin mücadeleyle kazandığı haklar. Sendikanın çalıştığı, işçinin mücadele ettiği yerde “haftada 4 gün falan boşverin bunları, binin tepelerine" diyor.

Kesesinde başka neler saklıyor diye bakmaya devam ediyoruz, kitap incelemelerine denk geliyoruz.

Bir pasaj görüyoruz. Friedrich Engels’in “İngiltere'de Emekçi Sınıfların Durumu” kitabında anlattıklarıyla 2018 senesinde Prof. Philip Alston tarafından BM adına yazılan rapor arasındaki benzerlikler dikkatini çekiyor. Engels’in kitabı işçi sınıfı fertlerinin hangi sefil şartlar altında yaşamak zorunda kaldığını anlatıyor. Ve kitabın mesajı karıştırılmaya hiç müsait değil: Bu sefil şartların yaratıcısının, en tepesinde patronların oturduğu bir düzen olduğunu söylüyor Engels.

Murat Bey hiç üstüne alınmıyor. Alınmamanın sanata dahil olduğunu anlıyoruz. Murat Bey alınmıyor, bahsi insanlıktan açmaya yelteniyor ve sonunda devletçilik düşmanlığına varmanın bir yolunu bulabiliyor:

“Evet haklılar, insanın gayesi hayatını kazanmak değil iyi insan olmaktır. Ama yine insan için kendi gayreti ile kazandığı kutsaldır. Herhalde güvence adı altında körfez ülkelerindeki bazı şehir devletlerinde olduğu gibi herkesin maaş/mansıp adı altında devletten koşulsuz bir para alması kasdedilmemektedir. “Güvence” muhtaç olunduğundaki belli bir süre için olmalıdır. Yoksa batıdaki gibi işsizler ve sığınmacıların istismarına açıktır.”

“İşsizlik neden var?”, “Sığınmacı sorununu başlatan kimdi?” bunlar Murat Bey’in bilimsel melekelerini aşıyor. Ve her zamanki gibi, “işinizde birinci olun” öğüdüyle kapatıyor.

Dahası var ama yeter… Çünkü amacımız Murat Bey'i keşfe çıkmak değil. Murat Ülker sınıfının insanı, sınıfının cüretini gösteriyor. Biz işte bu cüretle ilgileniyoruz. 

Biz de fazla uzayan bu yazıyı kapatırken Murat Bey’e referans verelim.

Yine yakınlarda yazdığı bir yazı: “Yönetim Kurulunda Felsefe Yapalım Mı?” Sokrates’ten Žižek’e uzanan uzunca bir liste yapmış. Sırayla bu isimlerin neler söyleyebileceğini anlatmış. 

İşte “Sokrates, yönetim kurulunda temel sorularla diyalog başlatır, adaleti ve şeffaf iletişimi teşvik ederdi”, yok Hegel olsa “kurumsal “geist” (ruh) kavramını tartışarak, kurumun bütünsel faydasını gözeten adımlar atılmasını sağlar ve kararların bütünün faydasına olmasını teşvik ederdi”, yok Arendt olsa “totalitarizme karşı nasıl bir duruş sergileyebileceğimizi sorgulardı”…

Merak edenler için, listede herkes var ama Marx yok. 

Bir anlığına, “belki Marx’ı filozof değil, devrimci bir siyasetçi olarak görmüştür” deyip, Murat Bey’e sahip olmadığı bir akıl mı atfedelim diye düşünüp vazgeçiyoruz, ama son söz olarak Marx’ın ağzından konuşma ihtiyacı duyuyoruz:

“Murat Ülker, babası gibi bir kapitalist ve yeminli bir antikomünist. Meydanı boş bulduğunu düşünüp fikir jimnastiği yapmaya başlamış veya bir kapitalist olarak hiçbir işe yaramadığı için boş zamanını eğlenerek geçirmeye başlamış. 

Bizim zamanımızda işçi onuruyla böyle dalga geçme cüretini gösterenlere meydanlarda iyi yanıtlar verdik. Bizden sonra bu yanıtlar büyüdü ve Ülker gibileri bir kapitalist olarak insan içine çıkamayacak duruma geldi. Çünkü onlar işçilerin emeğinden zenginleşen, kanından beslenen vampirlerdi. İşçi olmak, emeğiyle geçinmek onurluydu; fabrikatör olmak, kapitalist olmak ahlaksızlık. 

8 saatlik iş günümüzü de insanca koşullarda yaşama hakkımızı da sokaklarda mücadeleyle kazandık biz. Murat Bey’in “okul veya askerlik arkadaşlığı”na benzettiği ve “iş arkadaşlığı” dediği şey bir sınıf kardeşliğiydi. Ve Murat Bey gibi grev kırdırmak için fabrikaya asker çağıranlara karşı mücadeleyle ortaya çıkmıştı. 

Ayrıca, “işsizlik, tembellik” deyip duruyor. İşsizliği işçi sınıfını terbiye etmek için kullanan kendisi değilmiş gibi. Beni yönetim kuruluna layık görmediği de iyi olmuş, çünkü benim yerim patronların değil işçilerin yanıdır.”

                                                                 /././

Şam’da kahvaltı -Engin Solakoğlu-

Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.

Pazar sabahı tercihan dış politika konusunda haftalık köşenizi yazmak için masanın başına görece erken bir saatte oturuyor, dünyada siz uyurken neler olup bittiğini görmek için sosyal medyaya bakıyorsunuz ve bir de bakıyorsunuz ki ABD’deki Başkan adaylarından birine suikast düzenlenmiş. Donald Trump saldırıdan hafif yaralarla kurtulmuş. Çeşitli mecralardan mesajlar ve sorular yağıyor.

ABD’nin tarihi suikasta uğrayan Başkan ve siyasetçilerle dolu. Bu itibarla şaşırtıcı veya istisnai sayılabilecek bir gelişme değil. Süpermarketten ateşli silah, otomattan mermi satın alabileceğiniz, şiddetin hayatın olağan parçası olduğu bir ülkeden bahsediyoruz. Kimin yaptığı zaten belli olmuş. Herkesin merak ettiği kimin “yaptırdığı”. İşin arkasında komplo aranması da doğal. Zira ABD siyaseti komplo bakımından pek zengin.

Bence bireysel bir eylem de planlı bir saldırı da olabilir. Trump’ın seçimleri kazanma olasılığı esasen yüksekti şimdi daha da yükseldi. “Demokrasi”ye saldırıymış filan... Geçiniz! Ağlayacak dram arıyorsanız ABD’nin burnunu soktuğu herhangi bir ülke veya bölgedeki halkların durumuna bakabilirsiniz. Sonuçta ABD’ye zarar verecek ve yıkılmasını hızlandıracak her gelişme dünya halkları için iyidir deyip kapatalım bu bahsi.

                                                             ***

Suriye’yle bir yakınlaşma olacak mı, liderler görüşecek mi? Türkiye’de halkın belki de en yakından takip ettiği dış politika konusu bu. Bunun sebebi de belli: Suriyeli göçmenler. Akepe’nin ekonomik politikalarıyla gayet bilinçli bir şekilde yoksullaştırılan halkın öfkesinin yöneltildiği yer burası. Akepe liderine akıl verenler de sanırım bu noktadan hareketle “Suriye’yle barış” söylemini öne çıkartıp, o sürecin Türkiye’deki göçmenlerin geri dönüşünü sağlayacağına kamuoyunu inandırmak istiyorlar.

Türkiye’nin güney komşusu Suriye’yle ilişkilerinin iyileşmesine aklı başında hiç kimsenin karşı çıkması düşünülemez. Gel gelelim bu ne kadar mümkün?

Suriye rejimini değiştirmek için çıkartılan iç savaşta ABD öncülüğündeki geniş bir ittifakın içinde yer alarak etkin rol oynayan Erdoğan rejimi Suriye’yle yakınlaşma siyasetini ne kadar ileri götürebilir? 

Türkiye’nin Suriye siyasetinin ne kadarının yerli ve milli olduğu sorusundan başlamakta yarar var. Suriye’de rejim değiştirmek Erdoğan ve Davutoğlu’nun cin fikri değildi. Plan, ABD’de “Arap Baharı” rezaletinin önemli bir parçası olarak hazırlandı ve uygulamaya sokuldu. “Arap Baharı” konseptini çok da abartmayalım. ABD’nin öncelikli kaygısı her zaman İsrail’in güvenliğini sağlamak oldu. Bunun için Irak ve Libya parçalandı. Mısır evcilleştirildi ve son olarak da Suriye güçsüzleştirildi. İsrail’in güvenliği terimi de yanlış anlaşılmasın. Güvence altına alınmaya çalışılan şey egemen, sınırları belli bir devletin ve halkının güvenliği değil, hesapsızca genişleme ve öldürme özgürlüğüydü. Bu hedeflendi ve bir noktaya kadar başarıldı. Türkiye’yi yönetenlerin kendi “kalfa boyutlu” emperyal hedefleri doğrultusunda kılıç kalkanla daldıkları bu “gaza” adlı adınca emperyalizmin Ortadoğu uçbeyi İsrail’in genişletilmesi planıydı. Neyse ki yürümedi. Rusya’nın ve sıranın Suriye’den sonra kendisine geleceğini bilen İran molla rejiminin müdahalesinin de katkısıyla Suriye yıkılmadı ama kısmen de olsa işgal edildi. En önemlisi, İsrail’in yayılmacı, sömürgeci ve saldırgan siyasetine gösterebileceği tepki ve direnç asgariye indirildi.

Gelinen noktada Akepe genel başkanı isteyerek veya zorunlu kalarak “ben vazgeçtim, eve dönüyorum” diyebilir mi? Daha geçen hafta NATO’ya övgüler düzen, Washington ve Londra’nın kontrolündeki mali piyasalardan kaynak arayan bir rejimin Suriye’yle gerçekten barışma ihtimali var mı? Suriye topraklarında asker bulunduran ABD buna izin verir mi?

Sorunun ikinci ama en az birincisi kadar zorlu bacağı ise Suriye topraklarında devam eden işgal ve o işgali taşere ettiğimiz güçler. Suriye’de rejim değiştirebilmek için bu ülkedeki en gerici kesimlerden ordu kurmaya kalkışmak. Onlar yetmeyince dünyanın dört bir tarafından profesyonel kelle kesicileri İdlib’e doldurmak. Ülkeyi, güvenlik aygıtını bir anlamda “Peşaver etkisi”ne açık hali getirmek. Merak edenler şuradan bakabilirler bunun ne anlama geldiğine.

O yazıdan kısa bir aktarma yapayım: “İdlib’de bir avuç uzman dışında artık adlarını ve hangi ana cihatçı gövdeye, hangi Selefi oluşuma bağlı olduklarını kimsenin akılda tutamadığı yığınla cihatçı örgüt var. Bunların Türkiye ile yakın bağları olduğu, ABD’nin de uzun parmaklarının buralarda dolaştığı herkesin bildiği bir sır”.

Suriye’yle barış süreci başlatıldığı takdirde bu güçler boş mu duracaklar? Sorunun yanıtının ipuçlarını Erdoğan birkaç hafta önce Suriye liderine görüşme çağrısı yaptığında yaşanan olaylardan almış olmalıyız. Bu kelle kesicilerin Suriye’yle barış yapılması halinde ne olacakları sorusuna kim cevap verebilir? Örneğin Esat bunlara af çıkartır mı? Aklı varsa çıkartmaz. Kaldı ki bunların büyük bölümü Suriyeli dahi değil. Peki, bu kişilerin aynı yörede yaşayan aileleri ve yakınları nereye gider? İran’a mı, Irak’a mı? Hiç sanmam! Üstelik bu bölgelere olası bir “barış” sonrası Rusya ve Suriye tarafından düzenlenecek operasyonların yeni bir göçe yol açacağı ve bunun adresinin de Türkiye olacağı kesin. Akepe düzeni, Türkiye’de toplumsal patlamalara yol açması muhtemel  böyle bir riski göze alabilir mi?

Bu dışsal etkenlerin yanında bir de iç durum var. Akepe tarafından hesapsızca aktarılan kaynaklar sayesinde büyüyen ve güçlenen Türkiye sermayesi bir şekilde yayılma ve genişleme peşinde. Burjuvazinin bu tercihi devlet kademelerinde de taraftar buluyor. Türkiye’nin büyümesinin güvenliği için bir zorunluluk olduğu anlayışı, yeni Osmanlıcılık aromalı bir “irredantizm”le topluma da benimsetilmeye çalışılıyor. Buradaki temel sıkıntı ise toplumda göçmenlere en tepkili olan ve asalım keselim sözlerini dillerinden düşünmeyen kesimlerin bu tarz bir toprak genişlemesi konusunda da en hevesli görünenler olmaları. Son 80 yıldır dayatılan gerici eğitimin en somut göstergelerinden biri sebep-sonuç ilişkisi, eski deyimle “illiyet bağı” kavramından habersiz kitleler üretmesi. Başka ülkelerin topraklarını işgal etmenin doğrudan göçmen sayısını artıracağını hesap edemiyorlar.

O halde konuşulan “yakınlaşma” veya “barış” sürecinin bugünden yarına gerçekleşmesini beklemek gerçekçi görünmüyor. Süreç görüntüde başlasa da kısa sürede güvenlik ve göçmenler boyutunda halkın geniş kesimlerinin arzu ettiği türden bir sonuca varması olanak dahilinde değil.

Diğer taraftan Suriye’yle ilişkiler normalleşse dahi göçmenlerin tamamının Türkiye’den ayrılmaları beklenmemeli. Basitçe anlatalım. Birincisi göçmenlerin hepsi Suriyeli değil. İkincisi Suriye yönetimi kendince haklı sebeplerle bunların bir kısmına kucak açmayacaktır. Üçüncüsü bu ülkede doğmuş, burada okula giden, bir bölümü ana dillerini bile bilmeyen yüzbinlerce göçmen kökenli var. Dördüncüsü göçmenlerin işgücü piyasasındaki varlığından alabildiğine yararlanan sermaye kesimleri dönüşleri engellemek için ellerinden geleni yapacaklardır.

Özet olarak, Esat-Erdoğan görüşmesi gerçekleşse bile bunun Suriye ve Türkiye halklarının hayatına olumlu anlamda dokunabilecek bir sürecin başlamasına olanak sağlayacağını düşünmek güç.

Sömürü düzeninin salt Suriye değil, her konuda Türkiye’yi içine soktuğu çukur öylesine derin ki, dışarı çıkmak için parmakların ucunda dikilmek yeterli olmayacak. Sıçramak gerekecek.                                         /././

Trump’ın kulağındaki kan -Kemal Okuyan-

ABD'de yaşanabilecek sert kırılmaların sonuçlarına hazır olmak gerekir. Fırsatlarla tehditler kendilerini genellikle aynı anda hissettirir. 

Trump’a ateş eden Thomas Matthew Crooks, belki hayal kırıklığına uğrayan eski bir destekçi. Düşük olasılık da olsa, saldırı sadece ve sadece kişisel bir motivasyonun ürünü. Belli zamanlarda bu tür kişisel inisiyatifler büyük toplumsal-siyasal sonuçlar doğurabiliyor. 

Hangi zamanlarda? 

Kriz zamanlarında, belirsizliklerin arttığı dönemlerde, çok fazla aktörün devreye girdiği ve çelişkilerin aşırı biriktiği anlarda…

Yoksa birçok durumda kişisel inisiyatiflerden kimsenin haberi olmaz bile…

Dediğim gibi, alabildiğine hassaslaşan ve çok ciddi bir siyasi krizin içinde yuvarlanan ABD’de kişisel bir kararla eski başkanı (ve yeni başkan adayını) vurmak isteyecek birinin önünü açan bir sürü faktör var. Siyasi krizler istihbarat ve güvenlik zaafiyetini de beraberinde getirir. Nitekim Trump’a dönük saldırıda ihmaller listesi çok uzun. Üstelik ihmal olması da gerekmiyor. Birilerinin bu türden eylemlere göz yumma olasılığı her zaman vardır. 

Trump’ın kulağının bireysel bir eylem sonucu kanadığını ileri sürmüyorum. Bu bile olabilir diyorum.

Bir diğer seçenek, Trump’ı kahramanlaştırmak için iyi planlanmış bir eylemin gerçekleştirilmiş olması. Failin öldürülmesinin kıymeti yok, ABD’de, özellikle Trump destekçileri arasında bir sürü fanatik bulunuyor. Öldürmeye ve ölmeye hazırlar. 

Peki bu kadar riskli bir tezgah kurulabilir mi? Ya kurşun birkaç santim şaşsaydı? ABD’de konuyla ilgilenen uzmanlara göre 150 metre, bu türden “ince” bir hesap için yeterince uygun. Tersinden söyleyecek olursak, Crooks’un Trump’ı ıskalaması şaşırtıcı. Yani, öldürmeyip yaralamak ve kahramanlaştırmak için bir plan yapılmış olması mümkün. Saldırganın üç el ateş etmesi bu “teori”yi zayıflatsa da…

Özetle, her hareketi ve her hareketsizliği ile daha fazla sallanan Biden’a öldürücü darbe Trump’ın kana bulanmış yüzü ile vurulmak istenmiş olabilir. Bu tür bir akıl yürütmenin kaynağının ABD’nin içinde değil dışında olması da mümkün. 

Asla olmayacak olan ise, birilerinin iddia ettiği gibi, olayın bizzat Trump tarafından planlandığı… Kendini her şeyden fazla seven, bencil, paragöz ve sahtekar bir adamın, kazanmanın eşiğindeyken böyle cesaret göstermesi düşünülemez bile.

Bir diğer olasılık, bu kurşun, ABD’de Trump’ın seçilmesini ne pahasına olursa olsun engellemek isteyenlerin “altın vuruş”u olarak Trump’ın kafasına doğru gönderildi ve yolunu şaşırdı. 

Bu yönde bazı bulgular ortaya çıkarsa eğer, herhalde kimse buna şaşırmaz. 

Bana göre bu olasılıkların hiçbirine şaşırmamalı. Çünkü ABD birbiriyle ilişkili çift yönlü bir krizle karşı karşıya.

Birincisi, emperyalist sistem içindeki hegemonyasını eskisi gibi sürdüremediği gibi, ortaya çıkan küresel krizi yönetmekte de zorlanıyor. 

İkincisi, olağan dönemlerde başkanların IQ’sundan bağımsız olarak işleyen siyasal sistem artık dağılmanın eşiğinde. Hepimiz biliyoruz ki ABD hödük başkanlarla ilk kez karşılaşmıyor. Ama eskiden onlarla pekala yüzüyordu ABD gemisi. Oysa şu anda işler sarpa sarmış durumda, yürüyen, yüzen, giden hiçbir şey yok.

Yakın gelecekte ABD’de neler olabileceğini anlamak için bugün bu dağılmayı hızlandıran etmenlere yakından bakmak gerekir.

İlk sıraya, büyük tekellerin bu dağılma halinin yarattığı olanaklara kilitlenmelerini yazmak gerekiyor. Öncelikleri yönetme krizine son vermekten çok, boşluklardan yararlanarak yeni fırsatlar yaratmak olan dev şirketlerin hamleleri ve aptal başkanları daha kolay manipüle edeceklerini düşünerek siyasal sisteme dayattıkları tercihler, krizi derinleştiriyor.

İkinci olarak, yeni sayılabilecek bazı büyük tekellerin ABD ekonomisinin iç dengelerinde yarattığı sarsıntıların siyasal krize yeni unsurlar eklediğinden söz edebiliriz. Düne kadar yeni yetme olarak değerlendirilen Bill Gates’in Amerikalı sömürücüler arasında veteran konuma geldiği tuhaf bir dönemdeyiz. Amazon’un, Musk’ın şirketlerinin kısa sürede bütün dengeleri altüst ettiği açık bir gerçek.

Üç… Yıllarca ABD’de sistemin en büyük güvencesi olan “ahmaklaştırılmış toplum” kendisine verilen role sığamayacak ölçüde çürümüş ve ırkçılık, bağnazlık, bencillik ve dinsellikle bezenmiş kötücül bir değerler sistemi çok geniş bir kesimin ahlakı haline gelmiştir. ABD’de onca kepazelik ve “düzen” içinden gelen engelleme girişimlerine rağmen Trump’ı ayakta tutan bu toplumsallıktır. Bir önceki başkanlık seçimlerinden hemen sonra yaşanan Kongre Baskını’nın ardından Trump’ın yeniden dönüşünün çok zor olduğunu düşünüyordum. Belki erken konuşmamak gerekiyor ama şu ana kadar Trump’ın ayakta kalması ve önümüzdeki seçimin en güçlü başkan adayı olmasının nedeni, yaşanan krizin derinliği ve bu krizin sözünü ettiğim “Trump ahlakı”nı benimsemiş toplumsal kesimleri kemikleştirmesidir.

Dört… Kötülük ve ahmaklık ABD toplumunun bir kesimini kenetlendirdi. Peki diğer taraf? Diğer tarafta iyilik mi var? Biden’ın bölgemize savaş getireceğini, seçilmesi durumunda daha iyi bir dünya ile karşı karşıya olmayacağımızı ısrarla söylediğimizde bize Marksizm dersi vermeye kalkanlar sonrasında her zamanki gibi sessizliğe gömüldüler. Biden’a umut bağlayan kitlelerin Trump’ın tabanından daha “tercih” edilir olması hiçbir şey değiştirmiyor hatta işleri karmaşıklaştırıyor. Demokrat Parti yönetimi, toplumda ırkçılık, cehalet, dinsel fanatizm gibi olgulardan rahatsız olan geniş bir kesimi istismar ediyor. Sonra sıra gelsin derin hayal kırıklıklarına ve ırkçılığın, cehaletin, dinsel fanatizmin ve hatta faşizmin bu hayal kırıklığından yararlanmasına… 

Biden’ın icraatları ve tükenmişliği Trump’a, Trump’ın yalancılığı ve ahmaklığı Biden’a yarıyor ama hem dünya halkları hem ABD’nin giderek çaresizleşen emekçileri sürekli kaybediyor.

Beş… ABD uzun bir süredir bir rol modeli olmaktan çıktı. Eskiden insanları cezbedecek bir ideolojik-kültürel salgısı vardı ABD emperyalizminin. Bunun ortadan kalkmasını sadece ekonomi ile açıklamak mümkün değil. Çok karmaşık iç ve dış dinamiklerin ürünü olan bu inandırıcılık yitimi ABD’deki sistemin dişlileri arasındaki uyumu tamamen ortadan kaldırdı. Meşruiyet sorunu olmayan bir sistemde ahenk daha kolay sağlanır. Meşruiyet krizi ise elbette dağılmayı hızlandırır.

ABD’de sistem dağılmış durumda. Bu nasıl toparlanır ya da toparlanır mı göreceğiz. Ancak şu anda bazı olasılıkları not etmek gerekiyor.

ABD’deki dağılmanın dünyada sürmekte olan savaşların kapsamının genişlemesine ya da yeni çatışmaların yaşanmasına yol açması beklenebilir. Hatta, ABD’de sistemin birden fazla kurumunun dağılmayı durdurmak için “savaş”ı tercih etmesi güçlü olasılıktır. 

Ancak ABD açısından savaş yalnızca Ukrayna, Filistin, Suriye ya da bir başka coğrafyadaki silahlı bir çatışma anlamına gelmeyebilir. ABD’de bir iç savaş olasılığı da her zamankinden daha yüksek. Trump taraftarlarının fanatizmi ve tepeden tırnağa silahlanmış olması, mülkiyet düşkünü orta sınıfların güvenlik arayışının ürünüdür ama artık çok daha fazlasıdır. Bunun karşısında konsolide olan bir güç yoktur, Biden’ın destekçileri bu açıdan gevşek ve kararsızdır ama ABD’nin yoksul siyahları ve Latinolarının “uysal” diye tanımlanmaları da hiçbir biçimde mümkün değildir. 

ABD’nin bir diğer zayıf noktası, eyalet sistemidir. Ekonomik sorunlar derinleştiğinde ve merkezi yönetimi güçlü kılan ideolojik-siyasi tutkal eridiğinde eyalet sistemi son derece kırılgan hale gelir. Şu anda yaşanan budur. Eyaletlerin her açıdan daha özerk davranma eğilimine girmesi, eyaletler arası ideolojik-kültürel göçün yaygınlaşması, bin bir gerekçeyle tetiklenebilecek bir toplumsal huzursuzluğun bir iç savaşa dönüşebileceğinin göstergeleridir.

Yönetimin ve iki partili siyasal yapının her iki tarafının son derece net siyonizm destekçisi tutumuna rağmen Filistin dayanışmasının toplumda kısa süre içinde çok güçlü bir rüzgar yakalaması örneğinde olduğu gibi, ABD’de bir toplumsal çalkantı ya da iç savaşın düzen sınırları içinde kalmayabileceği de hesaba katılmalıdır. Polis şiddetine karşı geçtiğimiz yıllarda ortaya çıkan geniş çaplı hareketin bazı örneklerde baskın bir sınıf karakteri kazanması ve düpedüz emekçi öfkesine dönüşmesi bu söylediğimizi destekleyen bir olgu olarak değerlendirilebilir.

Bugün itibariyle, ABD’de yönetiminin, bütün kurumlarıyla, sözünü ettiğimiz dağılmayı durdurabilecek bir araca sahip olmadığı gözükmektedir. Ancak düzenin sahipleri içinde bu durumdan kaygılanarak çözüm arayışına girenlerin sayısı hızla artmaktadır. Çözüm ise elbette Biden’ın yerine başka bir aday bulmaktan ibaret olamaz. Zaten bu bir çözüm de getirmez. 

Sorun Trump ya da Biden’ın çok ötesindedir. Ve bütün dünyayı ilgilendirmektedir.

ABD emperyalizmini zayıflatacak her gelişmede hayır vardır. Ancak dünyanın hemen her noktasına bulaşmış olan bu büyük gücün bünyesinde yaşanabilecek sert kırılmaların sonuçlarına hazır olmak gerekir. Fırsatlarla tehditler kendilerini genellikle aynı anda hissettirir. 

Unutmayalım, ABD emperyalizminin Trump’ın kulağındaki kanı çok uzaktaki diyarlara taşıma yeteneği hâlâ var.

Bu güç pazarlıklarla, manevralarla değil, açık ve halk katılımıyla yürütülen bir anti-emperyalist mücadeleyle alt edilebilir. 

                                                                /././            

STK ve şirketlerle mikrokredi işbirliği Samandağlı kadınlara kurtuluş olur mu? -SERAP EMİR*-                               Samandağ Belediyesi’nin bir uluslararası fon kuruluşuyla bir içki şirketini yanına alıp mikrokredi işlerine aracı olmasının, hayal kırıklığıyla sonuçlanabileceğini bilmek gerekiyor.

Kadınlar hem Türkiye’de hem de dünyada çok ağır ve katmanlı sorunlarla karşı karşıya, özellikle de emeğiyle geçinmek zorunda olanlar. Temelde kapitalizmden kaynaklanan bu sorunların kapitalizm içinde çözülemeyeceği doğru ancak acil çözüm bekleyen sorunlarımızdan bir kısmı için bugünden yapılabilecekler olduğu da doğru. Yani mücadele edersek bugünden kazanabileceklerimiz var.

Bugünün değiştirilmesi ve iyileştirilmesi söz konusu olduğunda ise artık neredeyse herkesin söylediği bir gerçek var: Türkiye’de mücadele uzunca bir süredir sandığa kilitlendi. Bu değiştirilemediği oranda siyaset içeriksizleşerek aynılaşmaya, seçimler bir aritmetik jimnastiği olmaya ve insanlar gündelik yaşamlarındaki değişimi, iyileşmeleri sandıktan beklemeye devam ediyor, edecek de. 

En son 31 Mart yerel seçimlerinde de aynısı oldu. Sol partilerin kazanmaya yakın olduğu belediyeler heyecan yarattı, kazanılan birkaç yerde insanlar umutlandı, beklentileri arttı. Ne güzel. Üstelik belediyeler söz konusu olduğunda dar da olsa bir oyun alanı var. Yani ilkeli, planlı ve halkçı bir belediyecilik ile kentte pekâlâ bir şeyler iyileştirilebilir, beklentiler bir miktar da olsa karşılanabilir. Özellikle de kadınlar için. Örneğin bakım yükünü kadınların üzerinden alacak yaygın ve ücretsiz belediye kreşleri, şiddete karşı kurulacak bir destek birimi ya da kadın istihdamını artıracak kimi önlemler ilk aklıma gelenler. Ama, insanların umutlanmasına vesile olan bir belediyenin, temel işlevi mikro-kredicilik olan bir vakıfla ve bir şirketle yan yana gelip “kentteki kadınlar yararına güzel şeyler yapacağız” diyeceği, doğrusu benim aklıma gelmezdi. Hatay Samandağ Belediyesi’nin Oxfam KEDV (Kadın Emeğini Güçlendirme Vakfı) ve MEY İçki ile birlikte yürüttüğü “Gastronomi Köyü” projesinden söz ediyorum. 

Projeyi ve detayları Cumhuriyet yazarı Zeynep Oral’ın köşesinden okumak mümkün.1   

Yazıdan anlaşılan, proje 6 Şubat depreminden önce Samandağ Kadın Kooperatifi ile Samandağ Belediyesi arasında başlatılıyor, ancak belediyeden kiralanan bina depremde hasar görüyor ve proje yarım kalıyor. Şimdi ise “sürdürülebilir bir gelecek ve Samandağlı kadınların liderliğinde bir turizm merkezi” için Oxfam KEDV ve MEY İçki de projeye dahil oluyor. 20 dönümlük bir arazi köy haline getirilecek ve şehir dışından ziyaretçilerin gelip konakladığı, geleneksel yemekleri tattıkları, belli ki “köy hayatını deneyimledikleri” bir turizm mekanı olacak. Bu mekanda da, şimdilerde gastronomi eğitimi alan Samandağlı kadınlar çalışacak. 

Projeye katılan kadınların heyecanını tahmin edebiliyorum, depremin alt üst ettiği kentte kadınların emek verecekleri işlere sahip olmaları başlı başına mutluluk verici. Ancak Samandağ Belediyesi’nin bir sermaye grubuyla ve 90’lı yıllarda yıldızı parlayan bir uluslararası yardım kuruluşuyla, kadın meselesinde “işbirliği” yapmayı tercih etmesi kaygı verici.

Yıllarca toplumun en yoksul kesimlerine, özellikle de kadınlara bir kurtuluş reçetesi olarak pazarlanan mikro-krediciliğin veya buna dayanan herhangi bir projenin Samandağlı kadınlara bir kurtuluş olacağından şüphe duyulmalı.

Konuya biraz daha yakından bakalım. İki ortaktan biri, Oxfam KEDV. Kurucu Başkanı, Şengül Akçar.

Sabancı Vakfı’nın sitesinde Akçar’a ayrılan sayfada şöyle yazıyor2:

Akçar, KEDV ile Türkiye'de ilk kez gerçekleştirilen mikro-kredi uygulamasını, MAYA'yı hayata geçirdi. KEDV'in bir iktisadi işletmesi olarak Haziran 2002'de faaliyete başlayan MAYA, küçük çaplı işleri olan dar gelirli kadınlara, işlerini geliştirebilmeleri ve ekonomik hayata aktif olarak katılabilmeleri için küçük miktarlarda kredi veriyor.”

Sayfanın devamından KEDV’in kredi kaynaklarından birinin de Sabancı Vakfı olduğunu ve iki vakfın Mikro Girişimci Kadınlar İş Portalı üzerinden ortaklık kurduklarını da anlıyoruz. Türkiye’de mikro-kredinin öncüsü olmakla övünen KEDV, 2020 yılında, dünyanın en büyük uluslararası yardım kuruluşlarından olan İngiltere merkezli Oxfam’a dahil oluyor ve adı Oxfam KEDV olarak değişiyor. 

Oxfam’ın Türkiye hariç 20 ülkedeki temsilciliklerinin tamamının Oxfam ve menşe ülke adından oluştuğu, tek istisna olarak KEDV’in de Oxfam’ın Türkiye temsilciliği olduğu görülüyor.

İnternet sitesinde Oxfam kendisini “1995’ten bu yana yoksulluğa, eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı mücadele eden bir sivil toplum kuruluşu” olarak tanıtıyor. Onu benzerlerine kıyasla okura daha aşina kılan ise şu her yıl yayımlanan “dünyanın en zengin yüzde …’i toplam gelirin yüzde ….’ine el koyuyor” haberlerine kaynak olması. Oxfam’ın yoksulluğa karşı mücadelede vardığı en radikal nokta da burası. Bu raporlar Davos gibi zengin kulüplerinde “servet vergisi alınsa bari” önerilerine meze oluyor. Toplam bütçesi milyar dolarları bulan Oxfam’ın en temel gelir kaynağı da emperyalist devletler ve bu zengin kulüplerinden gelen bağışlar. 

Biz, Oxfam’ın Türkiye’de kendisine ortak olarak seçtiği KEDV’e dönelim. Akçar, bir mülakatta şöyle diyor:

Kadınlara iş ve ürün geliştirme hizmeti, mikro kredi ve pazarlama desteği sağlayarak ekonomik bağımsızlıklarını destekliyoruz. Kadın Kooperatifleri hareketini 21 yıl önce başlattık. Kadın kooperatifleri bugün hem kadın istihdamını artırma potansiyeli taşıyan önemli bir seçenek hem de kadınların kamusal alana kollektif liderlikleriyle çıkmaları için bir araç olarak benimsenmiş durumda.”

Akçar’ın sözünü ettiği kooperatif modeli, mikro-kredinin doğasına da çok uygun. Mülksüz ve borcu ödeyememe riski yüksek olan yoksullar, ancak 5-10 kişi bir araya gelip birbirlerinin borcuna kefil olduklarında mikro-kredi kullanabiliyorlar. STK’lar da tam olarak burada devreye giriyorlar, bankaya veya STK’ya karşı yüksek faizle borçlanacak insanları bir araya getirerek süreci yönetiyorlar.3 KEDV’in Türkiye’de öncüsü olduğu model, işte bu.

Akçar’ın yukarıdaki alıntıda sözünü ettiği iş ve ürün geliştirme, yalnızca işletme açmakla sınırlı değil. KEDV, tam kurulduğu ve geliştiği 80’ler ve 90’ların ruhunu taşıyor. Özal dönemini anımsatırcasına, devletin veya belediyelerin yurttaşlara ücretsiz olarak sağlaması gereken kamusal hizmetleri de iş ve ürün geliştirme yelpazesine dahil ediyor. 

Örneğin bir mahallede kreş ihtiyacı mı var, birkaç kadın toplanıp KEDV’e başvuruyor, KEDV kadınlara bir kooperatif kurdurup onun üstünden kredi veriyor, bununla kreş açılıyor ve sonunda kadınlar kreş işletmesinin başına geçiyor. Günün sonunda hem kadınlar borçlanmış hem de mahalleye ücretli bir kreş açılmış oluyor. Kamusal hizmetmiş, ücretsiz kreş talebiymiş, devletin yükümlülükleriymiş, bunların esamesi okunmuyor… 

KEDV kadınlara iş geliştiriyor, önlerini açıyor, hatta bu arada devlete “koşul dayatmayı da bıraksanız, mevzuatı falan rahatlatsanız” diye akıl veriyor:

Kadın kooperatiflerine baktığımızda, bunların hepsi ciddi bir iş yapıyor. Bir kere çocuk eğitim ve bakımı gibi bir alanda kamu hizmeti veriyorlar. Çocuk yuvaları işletiyorlar. Bu alanı düzenleyen mevzuatta esneklikler sağlanabilse, hemen her mahallede kadınlar kooperatif kurabilir ve bu hizmetleri verebilirler. Örnekleri var. 20 çocuk kapasiteli bir yuva açsalar bile en az 2 kadına istihdam sağlıyor. Bu yaşlardaki çocuk sayısı dikkate alınırsa, 200 bin kadın istihdam edilebilir."4

Mikro-kredicilik, 80’lerden başlayarak estirilen devletin kamusal alandan çekilip küçülmesi gerektiği rüzgarını arkasına aldı ve 90’larda büyüyüp serpilen STK’lar aracılığıyla 2000’lerin başında Türkiye’de de yaygınlaştırıldı. Toplumun en güvencesiz kesimlerine bir çeşit yakayı kurtarma hayali olarak pazarlanan bu borçlanma yolu, hem yoksulları yeniden sisteme bağlıyor hem de devletin çekildiği kamusal alana sivil toplumculuğun girmesine yardımcı oluyordu. 

Pazarlamanın hedef kitlelerinden biri de işsizlik oranlarının, sömürünün ve güvencesizliğin daima yüksek olduğu kadın emekçilerdi. Bugüne dek milyonlarca kadın, kendi işini kurma hayalleriyle mikro-kredi adı altında yüksek faizlerle borçlandırıldı ve büyük balığın küçük balığı yediği piyasa koşullarında tutunamayıp battı. 

İşte STK’lar, vakıflar ve onları fonlayan sermaye grupları, kadın yoksulluğuna karşı yıllarca böyle mücadele etti… Sonra onlar gazetelerde baş köşelere taşınıp “kadın emeğinin dostu” oldular; hayal sattıkları milyonlarca kadın ise borç batağına saplandı ve kendilerine yine 3. sayfalar kaldı.   

Kulağa “abartılı” gelebilecek bu durumun kanıtı, mikro-kredilerin çıkış ve çöküş öyküsü.5 Dünya Bankası ve IMF yanında uluslararası bankaların, hükümetlerin ve STK’ların içinde olduğu bu devasa mekanizmanın yoksulluğun azaltılmasıyla en ufak bir ilgisi yok, aksine kitlesel intiharlara ve yoksulların daha da yoksullaşmasına neden oluyor. Bu söylediğim ise hem saha araştırmalarıyla, hem üzerine yazılan kitaplarla hem de intiharlarla ilgili yayımlanan sayısız gazete haberiyle ortaya konmuş bir gerçek. Özellikle Hindistan’da hükümetin ve uluslararası bankaların teşvikiyle mikro-kredi kullanan, içlerinde kadınların da yer aldığı 100 bini aşkın çiftçinin intiharları en çarpıcı ve üzücü örneklerden biri.

KEDV’in kurucusu Şengül Akçar da bu modelin dünya genelinde ortaya koyduğu sonucun ne olduğunu iyi biliyor. Nitekim, Birikim Dergisi’ne verdiği mülakatta mikro-krediciliğe hep “kadınları borçlandırdığı için” itiraz edildiğini belirtiyor ve soruyor: 

Eğer kadınların bu mikro girişimlerinin kredilendirilmesine karşıysak, onlara sunduğumuz alternatif ne? Evde oturup, sosyal yardımlardan yararlanmak mı? Bence kadınların finansa erişimine itiraz etmektense, dünyadaki mikro finans sektörüne bakıp, uygulamaların yanlışlarına itiraz etmek gerekiyor.”

Öncelikle bir yanlışı düzeltelim: Sosyal yardımlarla eleştirdiği AKP de mikro-kredi konusunda tam olarak Akçar gibi düşünüyor. Özellikle iktidarlarının ilk yıllarında bizzat kendi bakanları eliyle bu işi yürüttüler, AB destekli hibe programları ve KOSGEB aracılığıyla binlerce kadını borçlandırdılar. Erdoğan 2017’de yaptığı bir konuşmasında mikro kredi uygulamasından 160 bin kadının yararlandığı ile övünüyordu.6

Diğer yandan Akçar’a göre düşük gelirli kadınların sadece iki alternatifi var, ya kredilerle borçlanıp “iş hayatına” atılarak birer girişimci olmak ya da evde oturup sosyal yardım almak. Bu dünyada işçilere yer yok.
 
Oysa milyonlarcamız ayın sonunu getirebilmek için köle gibi çalışıyoruz, tatil demeden, mola demeden, bazen güneşi bile görmeden… Ne kadar bıksak da her işyerinde az çok benzer koşulların olduğunu bilerek, birlikte mücadele ederek çalışıyoruz. Tam bu noktada “İşte…” diyor Akçar, “madem koşullarınız bu kadar kötü, bırakın işi, biz mikro-kredi verelim kendi işinizin patronu olun.” Mücadeleden alıkoyuyor, hayal satıyor.

Akçar’ın sattığı hayallerin her dönem alıcısı çıkıyor, çünkü hep çaresiz hisseden kadınlar bulunabiliyor. 

Ama Samandağ Belediyesi’nin bir uluslararası fon kuruluşuyla bir içki şirketini yanına alıp bu işlere aracı olmasının, hayal kırıklığıyla sonuçlanabileceğini bilmek gerekiyor.

* Kadın Dayanışma Komiteleri Sözcüsü

(soL)

                     


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder