19 Temmuz 2024 Cuma

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -19 Temmuz 2024-

 

Destan yazmak, destan silmek -Ahmet Yaşaroğlu-    

15 Temmuz Darbe Girişimi’nin 8. yıl dönümünde iktidar medyası, darbecileri püskürtme konusunda halkın bir “Destan yazdığı” üzerine epeyce bir güzelleme yaptı. Ama bu yılkı anma etkinliklerinin sönüklüğünü de sessizce geçiştirdi. Örneğin bir TV’de etkinlikleri yayımlamak üzere ekrana çıkan muhabir, katılımın azlığına gerekçe olsun diye “havanın sıcaklığından” dem vuruyordu. Ama ortadaki durum açıktı ve sorun şuydu: Yoksa “destan yazan halk” son zamanlarda yazdığı destanı silmeye mi başlamıştı? Ama bir yanlış anlaşılmayı gidermek için kısa bir açıklama yapmak gerekiyor.

15 Temmuz 2016’da halkın darbeye tepki göstermesi ve sokağa çıkması haklı ve meşru idi. Ama darbeyi engelleyen asıl güç devlet kurumları içerisinde, özellikle orduda olan bölünme oldu. Darbeyi önceden haber alanlar hesaplarını yapmışlar, bunu bastırabileceklerini görmüşlerdi. Böylece darbecilere yol verildi ve bu darbe bastırılarak “Allah’ın lütfu” denilerek AKP darbesinin yolu açılmış oldu. İlan edilen olağanüstü halle içlerinde Hayat TV’nin ve Evrensel Basın Yayın’ın da olduğu pek çok TV ve yayın kapatıldı, KHK’lerle olağanüstü güçlerle donatılmış bir terör rejimi kuruldu. Ama o günden bu yana işleyen ekonomik ve politik süreç halk yığınları için yoksulluğun, açlığın ve sefaletin tavan yaptığı bir dönemin kapılarını ardına kadar açtı. Böylece yarım da olsa yazılan destan silinmeye başladı.

Bugün durum kısaca şu: 17 bin TL’lik asgari ücret 19 bin TL’nin üzerine çıkan açlık sınırının altına düşmüş durumda. Emeklilere müjdelen “artış” en düşük 12 bin 500 TL olarak açıklandı. 3.7 milyon emekli bu maaşla geçinecek! 12.500 TL üzerinde alan yaklaşık 12 milyon 500 bin emekli içinse herhangi bir düzenleme yok. Ortalama emekli maaşı 14 bin 500 TL’de kaldı. İktidar yetkilileri bu artışların bütçeye 33 milyar yük getireceğinden yakınıyor. Yardımlarla geçinenlerin sayısı 20 milyona doğru dayandı. Oysa aynı dönemde halkın soyulup, halktan gasbedilenin, asalak para babalarına aktarılmasının araçlarından birisi olan faize ödenecek miktar 574 milyar TL. Yoksulluk sınırının 60 bini geçtiği günümüzde destan yazdığı söylenen halkın durumu işte bu. Yerel seçimlerde bu halkın AKP’ye vurduğu tokat onu ikinci parti olmaya itti ve bu erime süreci devam ediyor. Yani eski “Destan siliniyor”, gerçek bir destanın yazılacağı koşullar olgunlaşıyor. Tek adam yönetiminin buna bulduğu “çözümlerden birisi” ana muhalefeti yardıma çağırmak, diğer politikalarını da aynı biçimde devam ettirmek.

Destandan yola çıktık, biraz farklı bir destan ve onun son zamanlarda öne çıkarılan bir figürü ile devam edelim. Bu figür bozkurttur. Bozkurdun Ergenekon Destanı ile Türk mitolojisinde önemli bir figür olarak yer aldığı bilinmektedir. Ama buradan yola çıkılarak onun ulusal bir sembol olarak kabul edilmesini önermek eğer bir aptallığın ürünü değilse, şovenizme yol vermenin bilinçli bir adımıdır. Eski Türk toplumlarının kurtla ilişkileri saygı ve korkudan, lanetlemeye -yakutlar- varan oldukça karmaşık ilişkiler bütününü içerir. Ayrıca başka topluluklarda ve örneğin İtalya’da da benzer bir efsanenin -Romus ve Romulus kardeşlerin kurt tarafından emzirilmesi- varlığı bilinmektedir. Türkiye’de bozkurdun ulusal bir sembol olduğunu iddia edip, faşist partinin el işareti ile yaptığı bu faşist sembolü övme kervanına katılanların hatırlaması gereken gerçeklerdir bunlar.

Türk kültüründe mitolojik hale gelmiş semboller üzerine çok fazla çalışma yapılmamıştır. Bu konuda yapılan ciddi araştırmalardan birisi Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsünde Selçuk Kürşat Koca’nın doktora tezidir. “Türk Kültüründe Sembollerin Dili” adını taşıyan bu tezde kartal, aslan/pars, geyik, at, kurt, yılan, balık gibi pek çok hayvan motifinin özellikle mimaride kullanıldığı anlatılır. Anlaşılacağı gibi pek çok hayvan motifi kullanılmıştır ve en önde tercih edilenlerde kartal ve aslan/parstır. Kökenleri tartışmalı olan büyük Hunların bayrağındaki sembol ejderhadır. Selçuklu bayrağı ise çift başlı kartaldır. Göktürk bayrağında destanın etkiyle olsa gerek yer alan kurda, korku ve saygının birbirine karıştığı duygularla halkın toplumsal yaşamda çok az yer verilmiştir. Osmanlı’da ise kurdun özel bir yeri yoktur. Bunun nedenleri ne olabilir?

Bunun nedenini kuşkusuz eski Türklerin göçebeliğe ve hayvancılığa dayanan ekonomik yaşam tarzında, üretim biçiminde yatmaktadır. Kül Tigin külliyesinde bulunan koç başları adeta bunun kanıtı gibidir. Koyun besleyen, hayvancılık yapan bir toplumunun can düşmanlarından birisi kurttur. Hatta koyunu totem olarak kabul eden Türk boyları da vardır. Onların inanışına göre toprağa koyun kemiği ekilirse oradan kuzu çıkar (adı anılan kitap PDF, s. 162). Koyunları katleden ve kıran bir hayvanın sevilmek bir yana, sakınılması ve yok edilmesi gereken bir hayvan olmasından doğal başka ne olabilir ki? Bunun için özel köpekler eğitilir, görülen kurt oklanır! Bugün de bu tutum devam eder. Ama vurgulamak gerekir ki kurt da hayvan olarak doğadaki diğer hayvanlar ve canlılar gibi doğal döngünün bir parçasıdır ve ona özel bir anlam yüklenemez. Bu nedenle mitolojik olan kurtla, Türk faşistlerinin sembolü olan kurt işaretinin farklı gerçekleri ifade ettiğini bilmek gerekiyor.  

Cumhuriyetin ilk yıllarında "Türk tarih tezi” vb. aşırılıkların görüldüğü bir dönemde bir paranın üzerindeki bozkurdun, Nâzım’ın Kurtuluş Savaşı Destanı’nın bu faşist ve kanlı sembolün aklanması ve meşrulaştırılması için kullanılması akla ziyan bir tutumdur. Tarihsel gerçekler bozkurdun destanda kaldığını, halkın toplumsal yaşamından adeta sürüldüğünü kanıtlamaktadır ve bu bozkurdun ulusal bir sembol olmadığını, olamayacağını anlamak için yeterli bir nedendir. Bunun cumhuriyet tarihine yansımaları da vardır. Örneğin Anıtkabir’in girişinde bulunan aslanlı yolun sağında ve solunda bulunan 24 aslan 24 Oğuz boyunu temsil eder. Yani tarihe gönderme yapılırken kurt değil, aslan tercih edilmiştir.

“Köylünün milletin efendisi olduğu” tutumunun yaygınlaştırıldığı, küçükbaş hayvancılığın ekonomide çok önemli bir yer tuttuğu bir dönemde kurtta ısrar edilebilir miydi? Bütün bunların toplamı üzerinden vurgulamak gerekir ki bilerek ya da bilmeyerek bugün bozkurdun ulusal bir sembol olduğunu iddia edenler “yerli ve milli” faşizmin yaygınlaştırılmasına, Nazizm’in sembolü ile eş değer olan kurt işaretinin meşrulaştırılmasına ve masumlaştırılmasına yardım etmiş oluyorlar. Malum el işareti ile yapılan bu sembolün tarihi çok kanlı ve vahşidir. Halk kitlelerinin gerek mitolojik destanları tarihte bırakması nedeniyle gerekse de uyduruk destanları parçalaması nedeniyle, egemenliği, savaşçılığı, sömürücü sınıf hakimiyetini, onların kökenlerini hatırlatan ve temsil eden destanlar geride kalmıştır. Bazı destanların parçası olan yiğitlik ise kitleler ve onların en iyi evlatları tarafından temsil edilmektedir. Kitlelerin henüz kendi destanlarını yazmaya başlamadığı, bunun için bir hazırlık dönemi yaşadığı bir zaman diliminden geçiyoruz. Bu dönemde iyi hazırlık yapanlar, yarınlarda güvenle ilerleyeceklerdir.                                                                                    /././

İskender Bayhan: Erdoğan Suriye’nin yeniden imarından pay kapmak istiyor - Birkan BULUT-

EMEP İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, Erdoğan’ın bölgede kızışan ticaret yolları mücadelesinde elini güçlendirmek ve Suriye’nin yeniden imarından pay kapmak istediğine dikkat çekti.

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad ile ilişkileri düzeltme çabasına dair tartışmalar sürüyor. Emek Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili İskender Bayhan, iktidarın Suriye politikasındaki amaçlarını, mülteci sorununu ve sosyalistlerin Ortadoğu’da demokratik, barışçıl çözüm önerilerini gazetemize değerlendirdi.

Tek adam yönetimi ve arkasındaki sermaye güçlerinin, ABD ve Rusya başta olmak üzere emperyalistler ve bölgesel güçler arasındaki çelişkilerden yararlandığını anlatan Bayhan, “Türkiye’yi çevreleyen coğrafyada her geçen gün keskinleşen nüfuz ve yeniden paylaşım mücadelesinden pay kapma politikasının zemini gittikçe daralıyor ve maliyeti ağırlaşıyor. Erdoğan’ın Esad yönetimi ile ilişkilerini ‘normalleştirme’ çabasının altında da esas olarak bölgesel düzeyde yaşadığı sıkışmışlık ve iç politikadaki hesapları yatıyor” dedi.

PUTİN’İN NATO KARŞISINDA TÜRKİYE HESABI

Rusya Devlet Başkanı Putin’in iki yıl önce yeni bir askeri operasyon için kapısını çalan Erdoğan’ı Esad yönetimine yönlendirdiğini hatırlatan Bayhan, “Putin, NATO üyesi Türkiye’yi olabildiği kadarıyla bölgede kendine karşı adım atamayacak bir noktada tutmak istiyor. Bu nedenle de Erdoğan-Esad yönetimleri arasında ilişkilerin geliştirilmesine önayak oluyor” dedi.

Erdoğan iktidarının, Esad yönetimi ile siyasi ilişkilerinin yeniden kurulmasını öncelikle Rojava’daki Kürt özerk yönetimine karşı askeri bir müdahale için istediğini söyleyen Bayhan, “Bir yandan işçi-emekçi halk kitlelerinde iktidarın sürdürdüğü ekonomik politikaya karşı ciddi bir tepkinin olduğu bir dönemde, askeri operasyonu şovenizmin ve milliyetçiliğin yükseltilmesi ve kendisine karşı yönelecek tepkilerin engellenmesi bakımından istiyor. Öte yandan, bu sürecin aynı zamanda yeni anayasa yapma hedefi doğrultusunda muhalefet üzerindeki baskıyı artırmaya hizmet etmesini umuyor” diye konuştu. Bölgedeki ticaret yolları arasında mücadelenin kızışması ve Erdoğan’ın kendi tekelci burjuvazisinin çıkarları temelinde bu mücadeleye ‘Kalkınma Yolu’ ile dahil olmaya çalıştığını da belirten Bayhan, “Suriye ile siyasi ilişkilerin yeniden kurulması bu konudaki pazarlıklarda elini güçlendirmek ve Suriye’nin yeniden imarından pay kapabilmek için de isteniyor” dedi.

ÖSO’CULAR HEM KOZ HEM TEHLİKE

Dışişleri Bakanı Hakan Fidan’ın Suriye’deki muhaliflere desteğin süreceğini açıklaması ve sınır ötesi operasyonların devam etmesi, iktidarın Suriye’deki askeri varlığı konusundaki ısrarcılığının nedenini de tartışmaya açıyor. Fidan’ın Türkiye’nin bu cihatçı gruplarla iş birliğinin devam edeceği açıklamalarına ilişkin de Bayhan, ilk olarak bu grupların Esad yönetimi ile ‘normalleşme’ görüşmelerinde bir koz olarak kullanılmak istendiğini belirtti. İkinci olarak ise bölgedeki cihatçı gruplar arasında Türkiye karşı gösteri ve saldırılar düzenlenmesini hatırlatarak, “Geçtiğimiz günlerde, Erdoğan’ın Esad ile görüşme açıklaması sonrasında işgal altında tutulan bu bölgelerde cihatçı gruplar arasında Türkiye karşı gösteri ve saldırılar düzenlenmişti. Dolayısıyla MİT Başkanı olarak uzunca bir süredir bu cihatçı gruplarla ilişkilerden sorumlu olan Dışişleri Bakanı Fidan’ın açıklamasının bu cihatçı grupları teskin etmeyi ve Türkiye’nin onları koruyacağı mesajını içerdiğini de söyleyebiliriz” dedi.

ÖSO ya da SMO adı altında “ordu” olarak adlandırıp maaşa bağlanan cihatçı grupların kendi aralarında da çıkar çatışması olduğunu belirten Bayhan, bu gruplar hakkında yağma, katliam, tecavüz, fidye karşılığı insan kaçırma, silah ve uyuşturucu kaçakçılığı gibi BM tarafından da belgelenmiş binlerce suç dosyası bulunduğunu ifade etti. Bayhan, “Buradaki kaynakların bu cihatçı gruplar eliyle Türkiye’de pazarlandığı biliniyor” dedi.

"ESAD, KÜRTLERLE DOĞRUDAN SAVAŞ İSTEMEYECEKTİR"

Ancak Esad iktidarının ulusal kuvvetler arasında saydığı Kürtlerle doğrudan savaş pozisyonuna gelmek istemeyeceğine dikkat çeken Bayhan, şöyle konuştu: “Bugün Kürt özerk yönetiminin ABD ile sürdürdüğü iş birliğinden rahatsız olsa da Suriye yönetiminin Kürtlere yaklaşımının Erdoğan iktidarının yaklaşımından farklı olduğunu belirtmek gerekiyor. Suriye savaşının başladığı günden bu yana birkaç küçük çaplı çatışmayı saymazsak Esad yönetimi ve Kürtler arasında silahlı bir mücadele yaşanmadı.”

ULUSLAR KENDİ KADERİNİ TAYİN ETMELİ

Ortadoğu’da bütün işgallerin son bulması, halkların kendi kaderlerini tayin hakkı için emperyalistlere ve iş birlikçi bölge gericiliklerine karşı ortak mücadelesini savunduklarını belirten Bayhan, Suriye konusundaki çözüm önerilerini şöyle sıraladı: Bütün işgalci güçlerin çekilmesi, cihatçı çetelerin tasfiye edilmesi ve kendilerini demokratik Suriye’nin bir parçası olarak tanımlayan Suriye Kürtlerinin kaderlerini tayin hakkının tanınmasıdır. Patronların sömürüsünün üstünü örten ve mültecileri ülkede yaşayan sorunların kaynağı olarak gösteren ırkçı-gerici politikalar karşısında, ayrım yapılmadan, enternasyonal bir tutumla bütün işçi-emekçilerin ortak mücadelesini savunuyoruz. Türkiye’de ‘geçici barınma statüsü’nde tutulan mültecilere resmi olarak ‘mültecilik statüsü’nün tanınması, Türkiye ile AB arasındaki ‘Geri Kabul Anlaşması’nın iptal edilmesi ve kendi ülkelerine ya da üçüncü ülkelere gitmek isteyenlerin önündeki engellerin kaldırılması, ülkede kalmak isteyenler içinse vatandaş olabilmelerine olanak sağlanması gerekiyor.”

                                                             /././

Türkiye elektrik tekelleri: 21 bölge-12.75 milyar dolar özelleştirme -Kansu Yıldırım-

Son bir ayda, Diyarbakır ve Mardin’de elektrik hatlarından çıkan yangında 15 kişi, İzmir’de hatların yönetmeliğe aykırı döşenmesi sonucu kabloların izolasyon özelliğini yitirmesi nedeniyle 2 kişi hayatını kaybetti. Yani enerji şirketlerinin kâr ve maliyet hesapları, belediyelerin rantiyer kentleşme eğilimi, kamu yönetiminin ihalelerle şirketleşmesi yüzünden bir ayda 17 kişi öldü. Bu acı tablonun sebebi, kamu mülkiyetinde bir tekel olması gerekirken mutlak şekilde piyasa koşullarına teslim edilmiş enerji politikalarıdır.

Neoliberal enerji politikaları, enerji hizmetlerinin özel sektöre devri itibariyle oluşturulan parasal dolaşım alanından ibaret değildir. Ulusal sınırlar içerisindeki enerji hizmetlerinin şirketler arasında pay edilmesinden, uluslararası finans kuruluşlarından yerli ve yabancı enerji şirketlerinin faaliyet alanını genişletmesine dek, devletin uluslararası işbölümüne göre yeniden düzenlenmesinin bir ifadesidir.

Elektrik Mühendisleri Odası’nın “Elektrik Özelleştirmeleri Raporu”nu incelersek, Türkiye’deki enerji sektöründeki özelleştirmeyi iki başlığa ayırabiliriz: a) Elektrik dağıtım bölgelerinin özelleştirilmesi b) Elektrik üretim tesislerinin özelleştirilmesi.1 Bu yazıda, bütünleşik ilerleyen bu özelleştirme politikalarından elektrik dağıtım bölgelerinin (EDAŞ) özelleştirilmesine odaklanacağım.

Türkiye coğrafyası, 14 elektrik şirketi ya da şirket ortaklıkları için 21 EDAŞ bölgesine bölüştürülmüş durumdadır.

ÖZELLEŞTİRMENİN KISA AMA YIKICI TARİHÇESİ

Türkiye elektrik piyasasının özelleştirilmesine, 12 Eylül darbesinden hemen sonra, 1984 yılında çıkarılan 3096 sayılı “Türkiye Elektrik Kurumu Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ile başlanmıştır. Söz konusu kanunla elektrik enerjisi piyasasının serbestleşmesi sağlanmış, şirketlere pozisyon tanımlanmıştır. Şirketlerin sadece “imtiyaz hukuku” çerçevesinde faaliyet göstermesini ileriye taşıyarak, “işletme hakkı devri” modeline doğru piyasalaştırma aşamalarına geçişi başlatmıştır.

Elektrik piyasasının özelleştirilmesinde, bugün bazı burjuva iktisatçılarının masum göstermeye çalıştığı Dünya Bankası kredileri aktif rol oynamıştır. 1992 yılında yapısal uyum kredileri doğrultusunda Türkiye Elektrik Kurumu’nun Yeniden Yapılandırılması Projesi’nin finansmanı için Türkiye’ye verilen 300 milyon dolar tutarındaki Dünya Bankası kredisi, özelleştirme sürecine ivme kazandırmıştır.

1994 yılındaki Dünya Bankası “Kalkınma Raporu”na göre ise, ağırlıkla kamu tekeli olan kuruluşların dikey ve yatay ayrıştırılma yoluyla rekabet sürecinin işleyeceği alanlar halinde bölünmesi önerilmiştir. Nilgün Ercan’ın belirttiği üzere, bugün EDAŞ’lar olarak bildiğimiz dağıtım şirketlerinin hukuki ve iktisadi zemini bu tarihlerde hazırlanmıştır. Elektrik sektöründe üretim-iletim-dağıtım biçiminde olan dikey örgütlenmeden üretim ve dağıtımın ayrıştırılması tavsiye edilmiş, yatay kamu tekelinin kırılması için coğrafi ayrıştırma referans gösterilmiştir.2

Gerçek anlamda, küresel kapitalizmle ve uluslararası finansal sermayeyle entegre elektrik piyasasının temelleri, 2001 sonrasında yani AKP iktidarı döneminde atılmıştır. Düzenleyici devlet modelinin kurumsal altyapısının oluşturulmaya başlandığı bu dönemde, 20 Şubat 2001 tarihinde 4628 sayılı Elektrik Piyasası Yasası ile “rekabet ortamında özel hukuk hükümlerine göre faaliyet gösterebilecek bir elektrik piyasası oluşturulması ve bu piyasada bağımsız bir düzenleme ve denetimin sağlanması” gerekçesiyle Elektrik Piyasası Düzenleme Kurumu ve Kurulu oluşturulmuştur.

Liberallerin demokrasi sunağı olarak allayıp pulladığı Avrupa Birliği, özelleştirme sürecini Katılım Ortaklığı Belgeleri ile düzenlemiştir. 2003 tarihli Katılım Ortaklığı Belgesi’nde “enerji hizmetlerinin yeniden yapılandırılması ve müktesebata uygun enerji piyasasının rekabete açılması; idari ve düzenleyici yapıların güçlendirilmesi” ifadelerine yer verilmiştir.

TÜSİAD, 2008 yılında hazırladığı “Türkiye’de Elektrik Piyasası Özelleştirme Önerileri Raporu”nda özelleştirmelerin yetersizliğinden yakınarak, “kamunun varlığınının devam ettiği bir yapıda ağırlıklı bir serbestlikten bahsetmenin hiçbir anlam taşımadığı” uyarısında bulunmuştur.3

2008 yılında TÜSİAD’ın serzenişi ilgili yerlere ulaşmış olacak ki, EPK’da yapılan değişikliklerle Rekabet Kurumu’nun tavsiyeleri doğrultusunda, (Kayseri hariç) 21 dağıtım bölgesinden 20’sini işleten TEDAŞ ayrı bir özelleştirme programına alınmış, her bölgede TEDAŞ iştiraki olarak ayrı EDAŞ’ların kurulması kararlaştırılmıştır. Hukuki olarak ayrıştırılma süreci sonucunda 2016 yılı itibariyle, EDAŞ’lar yasal olarak dağıtım veya görevli tedarik şirketleri olarak bölünmüştür.4

EDAŞ’LARIN ÖZELLEŞTİRİLMESİ

EDAŞ’lardan 11’i 2008-2010 yılları arasında, 2'si 2011 ve 2012 yıllarında, sekizi ise 2013 yılında özelleştirildi.

Böylelikle Türkiye elektrik piyasası, 21 bölgede faaliyet gösteren (AKSA 2 şirket, EnerjiSA-e 13 şirket, Limak, Kolin, Cengiz 4 şirket ve Bereket 2 şirket olmak üzere) 14 şirket arasında pay edilerek, elektrik dağıtımı tekelleştirilmiştir.

Özelleştirme programları, şirketlere yeni yatırım alanlarının oluşturulması ve kaynak aktarımı sağlanmasının ötesinde, ilksel birikimin güncel sureti olması nedeniyle devlet iktidarında sermayenin dolaysız egemenliğinin yoğunlaşması anlamına gelir. Marx, Kapital’in ilk cildinde burjuvazinin devlet iktidarını istediğini ve kullandığını, bunun ilksel birikimin asli unsuru olduğunu yazmıştı. İlksel birikim politikalarıyla, kamu mülkiyetindeki malların ve hizmetlerin özel sektöre devredilmesi, kamuyu mülksüzleştirme yöntemidir.

Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nın 2023 Yılı Faaliyet Raporu’na göre 1986-2023 döneminde gerçekleştirilen özelleştirme uygulamalarının tutarı 71,5 milyar dolardır. Dünya Bankası’nın alt kuruluşu olan Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası’nın raporuna göre ise, EDAŞ özelleştirmelerinin toplam tutarı 12,75 milyar dolardır. Toplam özelleştirme gelirinin yüzde 18,14’ü EDAŞ’ların satışından olup, bunun içerisinde elektrik üretim tesislerinin özelleştirilmesi bulunmamaktadır.

ÖZELLEŞTİRME PATRONA YARAR, HALKA ZARAR

EDAŞ’ların özelleştirilmesi sonucunda elektrik şirketleri daha düşük maliyetlerle daha yüksek kâr eder hale gelmiştir. ELDER sektör raporuna göre elektrik dağıtım şirketleri 2022 yılında 27,3 milyar lira yatırım yapmıştır. Ne var ki, yine aynı yılda sadece 4 elektrik dağıtım şirketinin 2022 yılı net dönem kârı 16 milyar 444 milyon olmuştur: Sakarya Elektrik Dağıtım A.Ş. (SEDAŞ), İstanbul Anadolu Yakası Elektrik Dağıtım A.Ş. (AYEDAŞ), Toroslar Elektrik Dağıtım A.Ş., Başkent Elektrik Dağıtım A.Ş.5

Şirketler yüksek kâr elde ederken, devlete borçları yapılandırılırken ya da borçlarını ödemezken, halk yüksek elektrik faturalarıyla boğuşmaktadır. Şirketlerin daha çok para kazanma hırsı uğruna mevzuata aykırı faaliyetleri ise insanları canından etmektedir. Enerji fiyatları 2024 Haziran ayında yüzde 2,22 oranında artmıştır. Bir önceki yılın aynı ayına göre enerji fiyatlarında yüzde 30,41 oranında artış yaşanmıştır.

________________

[1] Elektrik Mühendisleri Odası, Cumhuriyetimizin 100. Yılında Elektrik Özelleştirmeleri Raporu, 2022

[2] Nilgün Ercan, “Elektrik Sektöründe Piyasalaştırma Özelleştirme Uygulamaları ve Sonuçları”, Türkiye’nin Enerji Görünümü

[3] TÜSİAD, Türkiye’de Elektrik Piyasası Özelleştirme Önerileri Raporu, 2008

[4] Dünya Bankası - Uluslararası İmar ve Kalkınma Bankası, “Türkiye Cumhuriyeti: Elektrik Dağıtım Şirketlerinin Hizmet Kalitesinin İyileştirilmesine Yönelik Adımlar Raporu”, 2016

[5] Dağıtım şirketlerine yüksek voltajlı kâr, BirGün, 31.05.2023

                                                                              /././

Tesadüfen hayat -Nuray Sancar-

Çorlu’dan kalkan yüksek hızlı trenin raylarında menfez çöker; 25 kişi ölür, 328 kişi yaralanır. Dünyanın en şatafatlı havaalanı yapılır; su istasyonları, dere yataklarına yapılan binalar, metro istasyonları, yer altı geçitleri sular altında kalır. Rödovans sistemiyle çalışan maden ocaklarında grizu birikir, yine insanlar ölür. Yaz aylarında memleket cayır cayır yanmaya başlar; ormanlar kül olur. Yangın söndürmede kullanılacak uçak bir türlü bulunamaz. Meslek odaları, bilirkişiler uzayan ihmal listeleri hazırlamakla uğraşır; bazı durumlarda yılları bulan mahkemeler kurulur. Hiçbir sonuç çıkmaz.

Bu iğretilik, derme çatmalık yüzünden insanlar ve diğer canlılar için yaşamak bir tesadüf haline gelir.

Vaktiyle DEDAŞ’a özelleştirilen Diyarbakır-Mardin elektrik hatlarında, haziranda çıkan yangınlar sonucu 15 kişi yaşamını yitirdi, 80’e yakın yaralı var. Çok sayıda hayvan öldü ve köylülerin yaşam kaynakları kurudu, ekili biçili alanlar küle döndü. Elektrik Mühendisleri Odası Diyarbakır Şubesinin inceleme sonuçlarına göre; birçok yerde odundan yapıldığı anlaşılan elektrik direkleri üzerinde sigortaların olmadığı, bunların yerine iletkenlerle baypas işlemi yapıldığı, kırık izolatörlerin görüldüğü, izolatörlerin gevşek ve sıkı bağlarının usulüne uygun yapılmadığı tespit edildi.* DEDAŞ yetkilileri elbette yaptıkları işe toz kondurmuyor ve her şeyi inkar ediyorlar.

Günlerce süren bu yangından kısa bir süre sonra, üç gün önce, İzmir Alsancak’ta bir tıp öğrencisiyle bir müzisyen yağmur birikintisinden geçmeye çalışırken usulünce gömülmemiş kablo yüzünden elektrik akımına yakalanarak öldüler. Bu cinayet de geliyorum demiş ve Gediz Elektrik firmasına önceden birçok şikayet iletilmişti.

Halkın ortak mülkiyeti olması gereken bütün maddi varlıkları, hizmet işlerini özel şirketlere satan, bankalardan kredilendirilmesi kolaylaştırılan bu şirketlerin borçlarını ödeyip ödemediğine, işlerini kuralına uygun yapıp yapmadığına bakmadan her türlü teşviği de sağlayan devlet, özelleştirmeler sürecini taşınamaz bir kambur olarak halkın sırtına yüklemiş bulunuyor. Ödenen bedel, günlük hayatın her alanına yayılarak ağırlaşıyor. Şirketlerin ödemediği elektrik bedellerinin, dağıtım ücretlerinin, bir dizi verginin emekçilere yansıtıldığı elektrik faturalarına sık sık yapılan zamlar karşılığında alınan hizmet, her an cinayet failine dönüşme potansiyeline sahip bir canavarı besleme maliyeti haline gelmiş durumda.  

Yağmura, heyelana depreme dayanamayan, yangına kundakçılık yapan müteahhitliğin görünür adresi olan şirketler ve tekeller hiçbir sıyrık almadan çıktıkları dava süreçlerinden sonra kaldıkları yerden işlerine rahat devam edebiliyorlar.

Tabii ki bu tablo mevcut iktidar zamanında artan özelleştirme politikalarının bir ürünü. Ancak kimi müdürleri, yetkilileri, en fazla bakanlık bürokratlarını mahkeme önüne getiren facialardan özelleştirmeler sayesinde palazlanmış şirketler tek başına sorumlu olamaz. Özel şirketin nerede bittiğinin, iktidarın nerede başladığının belli olmadığı düzende devlet, hâlâ en büyük sermaye kuruluşu olarak hem tek tek özel şirketlerin ortağı durumunda hem de onların da ‘işvereni’ olmaya devam ediyor. Bu, birbirinin içinde eriyen ikiz beden, varoluşunu koruyabilmek için her felaketi ortak yarara dönüştürüyor, her bela onun için fırsata dönüşüyor.

Depremde yıkılan binaların müteahhitlerine yeniden inşa fırsatını nasıl yarattıysa, orman yangınları önceki gün Erdoğan’ın 8 il için imzaladığı, orman vasfını yitirmiş arazileri arsaya dönüştüren kararname ile de (Bu illerin içinde elbette Muğla ve Balıkesir gibi kıyı yağmasına müsait sahil-turizm kentleri var) fırsatçılar hazine arazilerine konma imkanı buldu.

Meslek odaları, partiler, kitle örgütleri, doğa savunucuları ve hukuk insanları, ne eksik ve yanlış yapılmış, nerede hangi ihmal olmuş diye raporlar hazırlarken o ihmal edilen kırık izolatörlerden, dayanıksız binalardan, çöken yollardan, kayan menfezlerden; nerede bir çürüme varsa oradan, finans kapital beslenmeye devam ediyor.

‘Yıkılsın yeniden yapalım’ döngüsü eşe dosta, sadık büyük tekellere kazandırırken köylü, DEDAŞ yangınında yanan ekili topraklarını kurtaramaz. Alsancak’ta açık kablodan, Çorlu’da çöken menfezden ölen canlar geri gelemez. Depremzedelerin bir kesimi çadırlarda yaşamaya devam eder. Kalanlar asgari ücrete abanan faturalar ve vergilerle tekellerin ve devlet şirketinin kasasını doldurmaya devam eder. Böyle bir düzende hayat pamuk ipliğine bağlıdır.

* https://www.iklimhaber.org/diyarbakir-ve-mardindeki-yanginin-nedeni-belli-oldu/

Hizbullah 2.0 yükleniyor! -Yusuf Karadaş-

Diyarbakır’da son aylarda farklı etkinlik ve mekanları hedef alan saldırılardaki artış dikkat çekiyor. Kadınların yüzme havuzuna girmesinin engellenmek istenmesinden “Filistin’e destek” adı altında bazı mekanların basılmasına ve bir dans gösterisine müdahaleden bazı iş yerlerinin kurşunlanmasına kadar ilk bakışta birbiriyle ilişkisi yokmuş gibi görünen bu saldırılar insanların yaşam biçimlerinin hedef alınması noktasında birleşiyor. “İslami değerlere sahip çıkma” adı altında gerçekleştirilen bu saldırılar, 1990’lı yılların Hizbullah’ını akıllara getiriyor. Hizbullah’ın devamcısı HÜDA PAR, bir yandan bu saldırılarla ilişkisi olduğu iddialarını reddederken öte yandan kendine yönelik suçlamalara karşı saldırgan ve tehditkâr dil kullanıyor. Ancak saldırılarla ilişkisini reddetse de HÜDA PAR’ın gerçekleştirilen saldırıları meşrulaştırma ve saldırıları gerçekleştirenleri sahiplenme biçimi kendisini ele vermekle kalmıyor, Kürt ulusal mücadelesine ve onun seküler-demokratik güçlerine karşı Hizbullah’ın yeni sürümünün devreye sokulmaya çalışıldığını gösteriyor.

Geçen ay Diyarbakır Kayapınar ilçesinde bir dans okulunun etkinliğine 50 kişilik bir grup “Allah-u Ekber” sloganları ile saldırmıştı. 2023 genel seçimlerinde AKP listesinden seçilen HÜDA PAR Mersin Milletvekili Faruk Dinç, sosyal medya hesabı üzerinden bu dans gösterisini “sapkınlık” olarak tanımlamış ve “halkın tepkisi” diyerek yapılan saldırıyı savunmuştu. Dahası Dinç, “Toplumun ifsat edilmek (bozma, karıştırma) istendiğini” ama “Halkın kendi değerlerine sahip çıkmaktan asla vazgeçmeyeceğini” söyleyerek insanların yaşam biçimlerini hedef alan/alacak yeni saldırıları sahiplenen ve teşvik eden bir tutum ortaya koymuştu.

HÜDA PAR, yine “Filistin’e destek” adı altında bazı işletmelerin basılması sonrasında yaptığı açıklamada bu saldırıları “siyonizm destekçilerine karşı halkın öfkesi” olarak tanımlamıştı. Ama açıklamada bu “öfke”nin neden İsrail’le sürdürdüğü ticari ilişkileri aylarca gizlemeye çalışan AKP-Erdoğan iktidarına yönelmediği ve HÜDA PAR’ın neden iktidar bloku (Cumhur İttifakı) içinde yer almaya devam ettiği soruları yanıtsız bırakılıyordu. Çünkü bu saldırıları gerçekleştirenlerin gerçek amacı Filistin davasını desteklemek değil, bu davayı topluma kendi gerici değerlerini dayatmak için kullanmaktı.

En son Sur ilçesinde Diyarbakır Barosu Eski Başkanı Tahir Elçi’nin eşi ve CHP Milletvekili olan Türkan Elçi’ye ait kafenin de aralarında yer aldığı iş yerlerinin kurşunlanması sonrasında bu saldırının arkasındaki güçlerin açığa çıkartılmasını isteyen DEM Parti, HÜDA PAR tarafından “Sırtını kaos ve çatışmaya dayamak” ve “Kemalistlerle ittifak yapmak”la suçlanmıştı.

HÜDA PAR’ın açıklamalarına bakıldığında “Şecaat arz ederken sirkatin söylemek” atasözünü hatırlatırcasına kendisine yönelik suçlamaları reddederken yapılan saldırılara sahip çıktığı görülüyor.

HÜDA PAR’ın bu gücü nereden bulduğu sorusunun yanıtı için şu noktalara dikkat çekmek gerekiyor.

Eski İçişleri Bakanı Soylu, son genel seçimler öncesinde HÜDA PAR’ın Cumhur İttifakı içine alınmasını “devlet aklı” ile açıklıyordu.

Bu ‘devlet aklı’ 1990’larda “PKK ile mücadele” adı altında Hizbullah’ın devlet tarafından desteklenmesine ve binlerce “faili meçhul” cinayetin işlenmesine yol açmıştı. O dönem domuz bağlı işkenceleri ve işlediği cinayetleriyle IŞİD’in habercisi olan Hizbullah, Kürt ulusal demokratik mücadelesinin içinde yer alan aydınları, gazetecileri, sendikacıları hedef alıyor, halka korku salmaya çalışıyordu. Devletin çeşitli kademelerinden yapılan açıklamalarda Hizbullah tarafından yapılan saldırılar “dini inançları kuvvetli vatandaşlar” denilerek sahipleniyordu.

Bilindiği gibi PKK Lideri Öcalan’ın 1999’da uluslararası bir operasyonla Türkiye’ye getirilmesi sonrasında Hizbullah’a ihtiyaç kalmayınca 2000’de Hizbullah’a yönelik operasyonlar yapılmıştı.

Ancak Kürt ulusal demokratik mücadelesinin şehirleşmesi ve halk desteğinin büyümesi, AKP-Erdoğan iktidarının yeni bir konsepti devreye sokmasına yol açmıştı. Yüzlerce cinayeti işlediklerini itiraf ettikleri halde 2011 sonunda yapılan bir yasal düzenleme ile Hizbullahçılar salıverildi. Hizbullah 2013’te bu kez HÜDA PAR adı altında ve yasal bir parti olarak karşımıza çıkarıldı.

2014’teki Kobanê kuşatması süreci, HÜDA PAR’ın iktidar için nasıl bir anlam ve önem taşıdığını ortaya koymuştu. HÜDA PAR bu dönem kuşatma altındaki Kürtleri değil, IŞİD’i desteklemiş ve daha sonra çıkan olaylar (6-7 Ekim olayları) Erdoğan iktidarı tarafından Kürt siyasetinin tasfiyesi için kullanılan Kobanê davasına gerekçe yapılmıştı.

İktidarın medyadaki akıl hocalarından Yusuf Kaplan’ın daha 2015’te HÜDA PAR’ı “HDP’yi bitirecek güç” ilan etmesi, HÜDA PAR ile ilgili hesabın ne olduğunu ortaya koyuyordu.

Özellikle 2016’daki darbe girişiminin demokratik siyasetin tasfiyesi için bir fırsat olarak kullanılmaya çalışılmasının en görünür sonuçlarından biri Kürt ulusal-demokratik hareketine yönelik çok yönlü baskı ve saldırılar oldu. Parti başkanları, milletvekilleri, belediye başkanlarının içlerinde yer aldığı binlerce Kürt siyasetçi tutuklandı, belediyelere kayyumlar atandı.

Başında eski Hizbullah hükümlüsü Enver Kılıçarslan’ın bulunduğu “Alimler ve Medreseler Birliği” gibi HÜDA PAR’ın yan örgütlenmeleri bu dönemde öne çıkartıldı ve kayyum belediyeleri tarafından özel olarak desteklendi. Alimler ve Medreseler Birliğinin düzenlediği ‘7. alimler buluşması’nda “Kürt sorununun laik-seküler güçlerin elinden kurtarılması” ve “ümmetçi çözüm” kararlarının alınmış olması, son dönemlerde insanların yaşam biçimlerini hedef alan saldırılardaki artışı ve bu saldırıların arkasındaki güçleri açıklıyor.

Yaşanan saldırılar ve HÜDA PAR’ın bu saldırılarla ilgili açıklamalarında kullandığı dil, Erdoğan iktidarının ve onun ‘devlet aklı’nın Hizbullah’ın güncel sürümünü devreye sokmaya çalıştığını gösteriyor. Ancak bu saldırı ve tehdit sadece Kürtleri değil, seküler ve demokratik yaşamdan yana bütün güçleri hedef almaktadır. Bu nedenle bu saldırının püskürtülmesi; eşit haklara dayalı barışçıl bir geleceğin, demokratik ve seküler bir yaşamın kurulabilmesi ancak ortak mücadele ile mümkündür.

(EVRENSEL)

                                                




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder