7 Temmuz 2024 Pazar

Evrensel "KÖŞEBAŞI" -7 Temmuz 2024-

Fitch’e bak; dümdüz söyledi! -Bülent Falakaoğlu-

1 trilyon 200 milyar lira! Bu yıl hazineden ödenecek faiz tutarı…

Devlet borç almış ödeyecek…

İyi de kimin için almış o borcu?

Sorsan ‘senin için’ (Emekli, işçi, emekçi, yetim, yoksul vs. için) der.

Ama hiç de öyle gözükmüyor. Diyor ki emekliye… ‘senin sefalet aylığına zam yok.’ Ama faiz ödemesine devam.

Seneye…  1 trilyon 810 milyar lira…

2026’da ise…  2 trilyon 295 milyar lira

Üç yıllık orta vadeli programda öngörülen ödenecek faiz tutarları bunlar; senden benden kısacağını söylüyor ama faiz ödemesi artıyor.

Demek ki… Bizim için değil bu borç!

                                                    ***

Bütçe açık vermiş… İyi de para kimin için harcanmış, bütçe niye açık vermiş!

Sorsan senin, benim için!

Ne diyor Mehmet Şimşek… Mealen şöyle: “Muhalefetin iteklemesi ile emeklilikte yaşa takılanları emekli ettik, bize 724 milyar TL’lik yükler.”

İyi de… Çalışandan toplanan primler ile emekli maaşları dahil SGK’nın tüm giderleri denk.

İlk 4 ay…  Aktif sigortalılardan tahsil edilen prim yaklaşık 1.2 trilyon lira. Emekli ve hak sahiplerine ödenen aylık ile çeşitli sosyal kesimlere yapılan ödemeler de bu düzeyde.

Bu durumda devletin borçlanmasının başka bir izahı olmalı! Öyle değil mi?

                                                     ***

Şimşek’in başka bir suçlusu daha var; diyor ki… “Asgari ücreti vergi dışı bıraktık bize yükü 690 milyar lira…”

Yahu ‘adam’ insafın kurusun!

Kümesteki kaz gibi yolunmuş bordro mahkumu emekçi, sen hâlâ kalkmış ‘asgari ücretli’ diyorsun.

Toplanan vergiye bir bak!

Toplam 1 milyon 100 bin Kurumlar Vergisi mükellefi var. Şirketlerin büyük çoğunluğu ya zarar gösteriyor ya da çok cüzi tutarda kâr beyan ediyor.

Onları yolamıyorsun.

Büyük kazananlar da kârlarının yüzde 25’ini vermeleri gerekirken, bin bir yolla anca yüzde 2.5’unu veriyorlar.

Vazgeçilen vergilere bak! Yüzde 75’i Gelir ve Kurumlar Vergisi… ‘Muaf’ denmiş, ‘istisna’ denmiş alınmamış.

Bu yıl da 2.2 trilyon vergiden vazgeçeceksin. Asgari ücretliler mi battı gözüne, ‘yük’ diye!

YÜKLÜYE AZICIK BİLE DOKUNULAMIYOR!

Oysa…

Emekli ‘yük’, ‘asgari ücretli yük’ denilip onlara verilen enflasyonla geri alınırken asıl ‘yüklü’lere (deveyi hamutuyla götürenlere) dokunulamıyor.

Misal, garanti ödemesi yapılacak müteahhitler.

Azıcık dokunulacak’ denildi. Hazine garantili yol, köprü, havalimanı ve hastane yapan firmaların kurumlar vergisinin ‘yüzde 5’ artırılacağı iddia edildi.

‘Galiba onlara verilenin de ucundan azıcık alınacak, pilavlık’ diye sevinilecek gibi olundu ama nafile!

‘Ödeme garantili’ 44 şirketin 37’si zarar bildiriyormuş. Yani kâr etmiyorlarmış bu yüzden onlardan vergi almak mümkün değilmiş!

Bu ‘yüklü’ler bize yük, devlete değil. Devlet baba bizden alacak, onlara bu yıl 162 milyar lira ödeme yapacak.

Köprü ve otoyollara 73 milyar… Şehir hastanelerine 83 milyar lira… Gerisi ise havalimanı vs…

1 Temmuz’dan itibaren Osmangazi Köprüsü’nde geçen bir araçtan, müteahhit 399 TL geçiş ücreti alacakken, devlet o araç için 1.409 TL daha ödeyecek, müteahhide. Çünkü köprüden geçiş 1808 lira. Aracıyla geçenden alınanın üstünü devlet tamamlıyor.

Bir asgari ücretliden vergi almadığında günde sadece 100 liradan vazgeçen devlet, her bir araç için çatır çatır müteahhide 14 katını veriyor.

                                                         ***

Devlet, enflasyonist ortamda ‘büyük’ servet edinenlere de… ‘Çılgınca’ tüketecek geliri olanlara da ucundan olsa bile dokunmayacak.

“Zarar ediyorsun, çok az vergi ödüyorsun ama o zaman sen o villayı, o lüks arabayı, yatı, katı, jeti ne ile alıyorsun” denilmeyecek.

Gelirle gider arasındaki devasa fark, vergilendirilmeyecek!

Vergi tabanı genişletilecek’ söylemine inandırıcılık katsın diye niyet edildiği...

Yapılan harcamalar ile beyan edilen gelir arasındaki uyumsuzluğun izahının istenebileceği…

‘Özel gider bildirimi’ ile izah edilemeyen harcamaların kazanç olarak vergilendirileceği…

Ve benzeri lakırdılar edildi. İlk ateş iktidar yanlısı gazetelerden açıldı!

Yatın mazotundan olmaz ama çiftçinin gübresine ve yemine yüzde 10 ila 20 arasında KDV planlıyormuşsunuz, ha işte o olur” denildi.

Vergi tabanını yayacağız’ denilerek gelindi yine bizim otlaklara yayılındı!

                                                     ***

Yine aynı yaptın be Memet!

Bir yıl önce, ‘Her şey sizi enflasyona ezdirmemek için’ dedin…

Önce soframızdan ‘kırmızı et’ eksildi. Sonra, beyaz et, süt ürünleri…

Aha şimdi yaz geldi, ‘dilim karpuz’ alır, taze sebze ve meyve için yakınır olduk.

Ezilmek ne kelime ‘dar’ ve ‘orta gelirliler’ olarak artık sağlıksız, yetersiz beslenmenin girdabındayız!

Devlet çıkmış ‘tasarruf’ diyor.

TASARRUF DA BİZDEN!

Tasarruf gereği, ‘Yatırımların durdurulması’, ‘harcamaların kısılması’ gibi laflar ediliyor.

Meali şu… Vatandaşa verilen kamu hizmetleri azaltılacak.

Sağlık hizmetlerinden kısılacak. Parası olanın hizmete ulaştığı, parası olmayanın ‘kamudan’ her geçen gün daha niteliksiz şekilde aldığı sağlık hizmeti kötüleşecek.

Bu mu tasarruf!

Eğitim hizmetlerinden kısılacak. Nitelikli eğitimin ruhuna ‘Fatiha’ okumaya az kaldı. Bu ‘sabır’ çilesine tasarruf mu diyeceğiz?

Kamuya personel alımı durdurulacak.

Belediye bütçesi kısılacak.

‘Sağlıkçı daha çok insana yetişmeye çalışacak’, ‘Eğitimci daha kalabalık sınıflara bakacak’ fedakarlığı meselesi değil bu! Basbayağı hizmet alan vatandaş olumsuz etkilenecek süreçten.  

‘Tasarruf nereden?’ sorusunun adresi bellidir!

                                                    ***

Aslında tüm tasarruf paketleri aynı işlevi görür.

Önce emekçinin ürettiği artı değere el konulur; rantçısı, faizcisi, patronu buradan semirir. Ekonomide işler tersine gidince de kimse semirenlere dokunmaz. ‘Emek gücünün’ karşılığında emekçiye ödenen kırıntıya göz dikilir.

Enflasyonla geri almak yetmez. İşçi ve emekçilerin, yıllarca mücadele ederek söke söke kazandığı kamusal hizmet hakkına el uzatılır.

‘Peki kimin için bu tasarruf?’

Cevabı, Erich Arispe Morales versin.

Erich kim mi?

Uluslararası Kredi Derecelendirme Kurulu Fitch’in Türkiye analisti.

Demiş ki…

Asgari ücret ‘ayarlamaları’ gibi kararlar, iç talebi etkiler, ekonomiyi soğutur. Yani ‘asgari ücreti düşük tutarsanız, talep azalır’ demiş.

‘Kemer sıkma politikalarına aynen devam’ da demiş.

Sana ne Erich, bundan?..

Bu politikalar, kredi notu açısından tutarlılığın sürdürüleceğini gösterir, olumlu bir etki yaratır…”

Benim için değil canım, sizin için” demeye getirmiş… Ama kazın ayağı öyle değil. Basbayağı durumu özetlemiş: “Vatandaştan kıs, yurt dışından gelecek olan muhtaç olduğun paraya bolca ver, ben de onlar senin ülkene gelsin diye sana bolca yüksek not vereyim.”

Tabi… ‘Her şey uluslararası finans kapital için’ diyecek değildi ya! Ama siz anladınız değil mi, tasarruf kimin için!

Birine kızıldığında söylenen argo vardır ya ‘Piçe bak’ diye, tam dilimin ucuna gelmişti ki yuttum! Çünkü uzun uzun tasarrufun ekonomi politiğini anlatmaktan kurtardığı için “Fitch’e bak, dümdüz söyledi” demeyi tercih ettim.

                                                          /././

Kapitalizm ayrıştırıcı ve bölücüdür -İzzettin Önder-

Kayseri olayları basit bir suçluluk hali olarak görülemez. Kayseri olayları salt siyasi erkin ülkeyi göçmenlerle doldurma politikaları olarak da açıklanamaz. ABD’de iktidara yürüyen Trump, tüm saçmalıklarına rağmen “Amerika’yı büyük yapacağım!” laflarını ederken, sanırım meseleyi en yalın hali ile sergileyerek, bilerek ya da muhtemelen bilmeden aslında kapitalizmin özünü ortaya koymakta idi. Zira Trump bu iddiası ile meselenin özünü kapitalizmin ayrıştırıcı ve dışlayıcı ruhuna dayandırıyordu. Kapitalizmin rekabet dediğimiz piyasa ringinde örtülü savaş taktiği de en doğru anlatımıyla Peter Kropotkin’in de dediği gibi, karşı tarafı öldürme mücadelesinden başka bir şey değildir: “Rekabet, rekabeti öldürür!”

Çağımızın sosyal vebası olan ulusların hareketlilik ve yoğun göç dalgaları da bu bağlamda ele alınmalıdır. Kapitalizm yeryüzüne yayılırken, bireyler ya da gruplar arasında giderek güçlenen itme ağırlıklı mücadelenin çeşitli yansımaları göç görüntüsü altında sosyopolitik sorun olarak yaşanmaktadır. Bu hareketliliği tarihin bir döneminde yaşanan münferit olgu olarak almak da yanlıştır. Kapitalizmin ilk ve sömürgeciliğin başat olduğu dönemlerinde Kuzey tarafından sömürülen Güney, şimdi küreselleşme ve uluslararasılaşma hareketlenmelerinden üzerinden, vaktiyle aktarmış olduğu kaynaklardan yararlanmak amacıyla kuzeye gitmektedir. Güneyin tarihsel intikam yürüyüşü karşısında Kuzey de iliklerine kadar kapitalistleşmiş olarak, sistemin ayrıştırıcı ve bölücü politikalarını etkin bir şekilde devreye sokarak, vaktiyle sömürgeci devlet olarak Güney’den aldıklarını bugün güçlü ve kibar Kuzey devleti olarak paylaşmak istememektedir. Oysa bugünün Kuzey devletleri ne vaktiyle sömürgeci olduklarında saygın devlettiler, ne de bugünkü politikalarıyla birer kibar ve saygın devlet olmaya adaylar. Şurası çok nettir ki kapitalizm ile kibarlık ya da saygınlık kavramları yan yana gelebilen kavramlar değildir.  

Bu tarihsel göç dalgasının en büyük yükünü çeken Türkiye ise geçmişi ile tarihsel açısından bu kadar ağır bedel ödeme sorumluluğu ile karşı karşıya olmadığı gibi, bugün de ekonomik olarak bu maliyeti yüklenme durumunda değildir. Batı da bu durumun farkındadır ki, maalesef ‘bedeli mukabili’ Türkiye’yi tampon bölge olarak kullanmaktadır! Bu hazin ve bir o kadar da gurur kırıcı tavrı ile Batı, her daim olduğu gibi bu kez de cince davranarak sınırlarından içeri sokmadığı sığınmacıların Türkiye’de tutulması karşılığında siyasilerimizin ‘hazım sistemi’ne bir parmak bal çalmaktadır. Bu süreci, okuyucuyu rakamlara boğmamak adına lafla halletmeye kalkarsak, şu basit mantıksal hesap dahi Türkiye’nin yüklendiği yükün ne denli ağır olduğunu ortaya koymaya yeter. Hesap şudur: sığınmacıların Türkiye’ye yıktığı yük sadece iaşe, ibate gibi günlük masraflardan ibaret değildir. Böylesi kalabalık bir kütlenin sağlık ve eğitim gibi bazı zaruri ve sosyal masrafları da vardır. Bu tür masrafların ne kadarının karşılandığı da sanırım, fazla net değildir.

Bu yazıda asıl üzerinde durmak istediğim konu, sığınmacıların ülke halkına verdiği anlık ıstırap ve acıları kadar, Türkiye’nin şimdi ve ileride karşı karşıya kalacağı sorunların bizzat kapitalist mantıkla nasıl sığ geçildiğidir. İleriyi göremeyen sığ kapitalist mantık, sığınmacıların ülkenin demografik yapısı üzerinde olduğu kadar, sosyal davranış kalıplarını etkileyici ve ileride toplumsal genel eğitim düzeyini geriletici etkileri maliyetinin, bugünkü iaşe ve ibate maliyetlerinden çok daha korkutucu düzeyde olacağını idrak edememekte ya da üç maymunu oynamaktadır. Zamanlar arası dışlama mantıksızlığı ile çalışarak, daimi bir düşman oluşturup gerici kabile yönetimini sürdürmeye çalışan AKP yöneticileri için böyle bir sorun gündemde olmadığı gibi, gerici oy potansiyelinin desteklenmesi açısından olumlu dahi görülebilir. Habermas’ın, sermaye ile bürokrasinin el ele yönetiminin halkın aleyhine dönüştüğü görüşüne karşı geliştirdiği ‘kamusal alan’ anlayışı, Batı’nın tüm kurallarında olduğu gibi, bu konuda da Türkiye’de ters çalışarak, sermaye ile el ele vermiş hükümetin politikası halk ve ülke aleyhine belirlenmektedir. Sermayenin, içinden bir türlü çıkamadığı etkinsizlik ve verimsizlik tünelinde sığınmacılar üzerindeki sömürüyü sürdürme politikasını ilgili bakanlar düzeyinde dahi ifade etmekten çekinmeyen AKP yönetimi, bugünü düşünmediği gibi, yarını da hiç düşünmeden yönetim kılıcını sallamaktadır.

Kendi mantığı ile çalışan kapitalist ekonominin sisteminin diktatör siyasilerine karşı da kendini koruma gücü sistemin yapılanma ve işleyiş kuralından kaynaklanır. Şöyle ki devlet-ekonomi ilişkisinde altyapı olan ekonomi üst yapı olan devlete başattır. Ekonominin işleyiş kuralları üretim ilişkileri ve üretim sürecinin organik sonucu olarak oluşurken, aynı süreçte devlet olgusu da sermaye-devlet yapılanması şeklinde üstyapı olarak oluşur. Hal böyle olunca, siyasi otorite ekonominin işleyişini iyi anlamadıkça, hiçbir kararında sağlıkla yol alamaz. 20 küsur yıldır kah kendi sermaye altyapısını oluşturmaya, kah toplumu tarihin derinliklerine gömmeye çalışarak ne yaptığı meçhul AKP, emperyalizmle birleşme aşamasındaki sermaye ile üstyapı konumunu dahi algılayamadan, diktatör mizaçlı siyasetle sürdürdüğü toplumun yeniden yapılandırılması hevesinin de tatmin edilememesi dolayısıyla bocalamadan öteye gidememektedir. Sosyal hevesler politikasına gömülmüş siyasilerin ruhunun dahi duyup algılayamadığı finansal alanda hareketlenen üçüncü paylaşım savaşında ülke ekonomisinin hangi ajanları ile küresel ekonomiye eklemlendiği de hesaba katılınca, iç politika güçlü dış sermayenin de üstyapısı konumuna geçerek, politika kurgulamasında ciddi güçlüklerle karşılaşılmaktadır. Mesele bununla da bitmemekte, savaş tazminatı mealindeki torunluk borçlarımızla baş başa kalmış oluruz!

Türkiye’nin ulusal hükümeti olmaktan uzaklaşıp, emperyalizmin emellerine hizmetle uluslararası sermayenin üstyapısı konumuna geçmiş olan hükümetin sınır kapılarını güney komşulara açılması salt Türkiye hükümetinin işi olmadığı gibi, sorunun çözümü de bu aşamadan sonra tek yanlı olacağa benzememektedir. Aynı şekilde yoğun altyapı inşaatına girişilerek çocuklarımıza-torunlarımıza devredeceğimiz borçluluk da salt Türkiye hükümetinin işi olmadığı gibi, borçlardan kurtulmak da artık Türkiye hükümetinin iradesi dışına çıkmıştır. Kısacası Türkiye hükümeti Türk halkının emri ve iradesi dışında uluslararası sermayenin yörüngesine girmiştir. Bu sürecin sebebi, küreselleşme döneminde uluslararası siyasetin ulusal siyasete başat olmasından çok, ekonomik alanda birleşen ulusların uluslararası siyasette birbirini dışlaması sürecinin doğal sonucudur. Diğer bir deyişle, çıkarlarda birliktelik fakat maliyetlerde dışlama! Hele de dünya kaynaklarının giderek sıkıştığı günümüz koşullarında uluslararası itişmelerin, doğal olarak, güçlü ekonomiler lehine giderek daha da yoğunlaşması doğaldır. Kısacası, yaşadığımız meseleleri salt içeriye hapsederek anlamaya çalışırsak, resmin özünü kaçırmış, özün yansımaları olan aktarım mekanizmaları ile iktifa etmiş oluruz.

Türkiye’nin bu aşamaya salimen ulaşmasında halkımızın üstün basireti yanında, enerjisini AKP ampulünden alan ‘aydın’ zümrenin olağanüstü becerileri de her türlü takdirin üzerindedir!

                                                              /././

Ücretli Emek ve Sermaye: Türkiye’de Sınıf Savaşları -Kansu Yıldırım-

Forbes dergisinin dünyadaki en zengin insanlar sıralamasında 134 milyar dolarlık servetiyle ilk on içinde yer alan Warren Buffet “Sınıf savaşı var, tamam ama savaşı veren benim sınıfım, zenginler sınıfı. Ve de kazanıyoruz” demişti. Burjuvazi açısından sınıf mücadelesi benimsenebilir bir teoridir çünkü tarihin her döneminde üretim araçlarının sahipleri dört koldan örgütlenerek ve devlet iktidarını ele geçirerek egemen sınıf olabileceğini çok iyi bilir. Egemen sınıf olarak sermayenin siyasal egemenliği, ancak sınıf mücadelesi içerisinde, Buffet’ın ifade ettiği gibi “savaş vererek” ve “kazanarak” mümkündür.

Sınıfların tarih sahnesine çıkışından beri sınıf savaşları da farklı yoğunluklarda cereyan etmektedir. Üretim ilişkilerinin ve üretici güçlerin yapısına; sınıfların kendi içinde ve diğer sınıflara karşı örgütlülük düzeyine; bir sınıfın ortak çıkarını toplumun genel çıkarına dönüştürme kabiliyetine bağlı olarak sınıf savaşının seyri de değişir. Bu kimi zaman, tarihin akışını değiştiren siyasal ve toplumsal kırılmalar veya devrimler olarak tezahür eder, kimi zamansa bir işyerinde ücretlerin iyileştirilmesi veya işten çıkarılan işçilerin geri alınması için kararlı bir mücadele olarak.

Sınıf savaşının kendini en yaygın biçimde gösterdiği alansa, üretimde ve bölüşümde ücretlerin genel seviyesi ve kârlardır. Türkiye’de sınıf savaşının güncel tezahürlerini kavramanın yolu, sermaye birikim modeli ile emek rejimi arasındaki ilişkiyi bütünlüklü bir çerçeveye yerleştirmektir. Her savaşta olduğu gibi sınıf savaşında da cepheler, stratejiler ve taktikler vardır. Cepheleri sırayla inceleyebiliriz:

EMEK CEPHESİ: İŞÇILEŞME İŞÇİLEŞME HIZI VE YOĞUNLUĞU

Sermaye kendisini toplumsal sınıf olarak kuramaz; aksine, kendi oluşturduğu işçi sınıfına ihtiyaç duyar. Her an işe koşabileceği ve yerine yenisini ikame edeceği ne kadar çok sayıda işçi olursa, üretim temposunu o kadar artırabilir. Bu nedenle toplumun işçileşmesine ihtiyaç duyar.

Türkiye kapitalizminin hâkim sermaye birikim modeli, orta-düşük teknolojili, emek yoğun üretimle sürdürülen, ucuz emek-ucuz meta üretimine dayalı ihracatçı modeldir. Bu modelin çekirdeğinde ise 7’den 77’ye nüfusun tüm katmanlarıyla işçileştirilmesi yer alır.

Özel sektörde kayıtlı istihdamda; sanayi, inşaat ve ticaret-hizmet sektörleri toplamında ücretli çalışan sayısı bu yılın Nisan ayında, bir önceki yılın aynı ayına göre yüzde 4,6 artarak 14 milyon 617 bin kişiden 15 milyon 283 bin kişiye yükseldi. Nüfus artış hızıyla mukayese edersek işçileşme hızı daha net anlaşılır. 2023 yılında Türkiye’de nüfus artış hızı durma noktasına gelmişken (binde 1,1), aynı yılın Ocak ayından Aralık ayına işçileşme hızı yüzde 7 civarında artmıştır.

Sermaye cephesi, işçileşme sürecinin hızlanması ve işçi rezervlerinin dolması amacıyla bir dizi strateji izlemektedir. Çocuk işçiliğe formel bir nitelik kazandıran MESEM programları yaygınlaştırılmakta ve organize sanayi bölgelerine meslek liseleri açılmaktadır. 1 milyon 500 bini aşan sayıda öğrenci-işçi orta ve uzun vadeli olarak işçi gücü piyasasına yedeklenmiştir. Emeklilerin sosyal bir varlık olarak yok sayılması ve aylıklarına zam yapılmaması bir kaynak sorunu değildir. Aksine, çalışabilecek durumdaki 60 yaş üstü yaşlı nüfusun –tıpkı öğrenci-işçiler gibi– başta emek yoğun işkolları olmak üzere düşük ücretlere çalıştırılması için izlenen bir emek piyasası stratejisidir.

EMEK CEPHESİ: ÜCRETLER

Türkiye’de ücretlerin düşürülmesi ve artışının baskılanması, patronlar açısından bir beka sorunudur. Mehmet Şimşek’in izlediği “enflasyonla mücadele” politikaları, talebi kısarak enflasyonu düşürmekten ziyade, ücretlerin ortalama seviyesini düşürmeye odaklıdır. Ucuz emek-ucuz meta döngüsünde asgari ücretin ortalama ücrete dönüşmesinin, her 10 işçiden 6’sının asgari ücretin yüzde 20 fazlasının altında çalışmasının temel nedeni de budur. Bu oran, 20 sene önce her 10 işçide 4 işçi idi. 2002 yılında asgari ücretten düşük maaş alan işçilerin oranı yüzde 24,4 iken, bu oran 2022 yılında yüzde 33,8’e çıktı. Kayıtlı istihdamın ise yaklaşık yüzde 40’ı asgari ücretle hayatını idame ettirmeye çalışıyor.1

Mehmet Şimşek’in “yüksek” dediği ücretler ise reel olarak erimeye, işgücü ödemelerinin payı düşmeye  devam ediyor. EYT nedeniyle, işgücüne yapılan ödemelerin GSYH’ye oranı fazla görünmesine karşılık işgücü ödemeleri geriliyor. İktisatçı Zafer Yükseler’in hesaplamalarına göre, 2023 yılında yaklaşık 1,9 milyonu ücretli ve maaşlı olan toplam 2 milyon kişi EYT düzenlemesinden yararlanarak emekli olmuş, bunun yarısı tekrar çalışmaya başlamıştır. 2023 yılında EYT kıdem ve ihbar tazminatı ödemelerinin GSYH oranı %3 ila 3,5 tahmin edilirken; işgücü ödemelerinin GSYH oranı yüzde 29,1’dan yüzde 26'ya gerilemiştir.2

EMEK CEPHESİ: ÇALIŞMA SÜRESİ VE SÖMÜRÜ

Türkiye, OECD verilerine göre haftalık 48 saatle en uzun çalışma süresinin olduğu ülkedir. Uzun çalışma süreleri, sermaye birikim modeli ve emek rejimiyle birlikte düşünülürse sadece zamanla ölçülebilir bir parametre değildir. Uzun çalışma, gün süresini uzatarak sömürüye dayanan mutlak artı-değer üretiminin kendisidir. Bir işçi günde 8 saatten fazla çalışırken karşılığında mesai ücreti almıyorsa, hatta artan enflasyon karşısında maaşı değişmeden kalıyorsa, daha çok sömürülüyor demektir. İktisatçı Menekşe Yılmaz’ın “Türkiye istihdam modeli” olarak adlandırdığı son hesaplamasına göre, 2024 yılının ilk çeyreğinde işçiler 2021’in ilk çeyreğine göre yüzde 48 daha fazla çalışıyor,3  buna karşılık 2021 yılına göre üretimden yüzde 19,.04 daha az pay alıyor.4  

SERMAYE CEPHESİ: YÜKSELEN KÂRLAR

Sermaye, daha çok kâr edip birikerek, “canlı emeği vampir gibi emerek” varlığını devam ettirebilir. Patronların yüksek kârlarını zekâlarına, çalışkanlıklarına veya şanslarına bağlayan burjuva ahlakçılığı masaldan ibarettir, çünkü yüksek kârlar üretim alanında doğar.

Marx “Ücret Fiyat Kâr”da, artı-değerin kârın da faizin de rantın da kaynağı olduğunu belirtir. Artı-değer nasıl ki artı-emeğin ürünü olarak üretim alanında doğuyorsa, artı-değerin dönüşmüş biçimi kâr da üretim alanında doğar. İşçiler ne kadar uzun süre çalışıp ne kadar çok üretirse, ücretler ne kadar düşerse, emek maliyetlerinden ne kadar tasarruf edilirse, patronların kârları da o kadar artar.

İstanbul Sanayi Odası’nın her yıl açıkladığı En Büyük 500 Sanayi kuruluşunun yıllara göre kârlılık oranları incelenebilir.

Kârlılık göstergelerinden birisi olan faaliyet kârlılığı oranı, 2012 yılından 2022 yılına kadar olan 10 yıllık dönemde istikrarlı bir artış göstererek 5,5’ten 12,8’e çıkmıştır.  Son 10 yıldır 500 sanayi şirketinin kârlılık oranları sürekli artış halindedir.

Diğer bir kârlılık göstergesi olan faiz, amortisman ve vergi öncesi kârlılık (FVÖK) oranı 2013-2023 arası 10 yıllık dönemde sürekli artarak 9,4’ten 15,7’ye yükselmiştir.  Son 10 yıldır FVÖK kârlılığı da artmaktadır.

KÂRLAR YÜKSELDİ

Arçelik’te 2023’te net kâr 207 bin 264 lira oldu. İşçi başı kârda artış enflasyonun üstünü gördü. 2022 Haziran-2023 Haziran döneminde resmi enflasyon yüzde 38 iken, işçi başı kâr yüzde 80 arttı.

Menderes Tekstil‘in 2023 yılı son çeyreği kârı 254 milyon lira. 2024 yılında 2 bin işçiye 1 ayda verilen miktar ise 40 milyon lira.

Banvit’in 2023 yılında 12 aylık konsolide net dönem kârı 10 kat artarak 951 milyon 965 bin 590 liraya çıktı. Banvit kârını 10’a katlarken, 2021’den bu yana Banvit işçisinin ücreti 4 kat bile artmadı.

Dardanel’in 2023’te üretimden elde ettiği gelir 671 milyon 606 bin lira. Dardanel’de 1 işçiden aylık elde edilen kâr 34 bin lirayı aşıyor.

Temsa, 2020-2023 yılları arasında TL bazında yüzde 1090, dolar bazında ise yüzde 252 büyüdü. 2023 yılında işçi ücretleri ortalama 30 bin TL üzerinden hesaplandığında yaklaşık 1000 işçinin çalıştığı fabrikada işçi ücretlerinin toplamı 360 milyon TL yapıyor.

SERMAYE CEPHESİ:EMEK MALİYETLERİNDEN TASARRUF

Şirketler, kâr oranlarını artırmak için emek maliyetlerini kısmaya yöneliyor. TÜİK’in en son 2022 yılında yayımladığı Sanayi ve Hizmet İstatistiklerine göre, Türkiye’de finans ve sigorta faaliyetleri hariç şirketlerin üretim değeri 9,85 trilyon liraya yükselirken, emek maliyetleri 1 trilyon liraya geriledi. Şirketlerin emek maliyetinin üretim değerine oranı 2012 yılında yüzde 13, 2016 yılında yüzde 15 iken, 2022 yılında yüzde 10’lara kadar düştü. İhracatçı modelin lokomotifi emek yoğun sektörleri kendi içerisinde incelediğimizde, düşük teknolojili üretimde emek maliyetlerinin oranı 2018’de 9,9 iken 2022 yılında 7,26’ya gerilemekte; orta düşük teknolojili üretimde emek maliyetlerinin oranı 7,5’ten 4,9’a gerilemektedir. Emek yoğun sektörler, uzun ve ağır çalışma koşulları dışında, ücretler ve işçilik hakları açısından birer cehennemdir, veriler de bunu ortaya koymaktadır.

'SINIF SAVAŞI KARAR SAATİNE YAKLAŞTIĞINDA'

Devasa kârlar ve hiper-sömürünün egemen olduğu bir düzende emekçileri nefessiz bırakan, sınıf savaşındaki asimetrik güç ilişkisidir. Her gün işyerlerinde amansız bir sınıf mücadelesi verilir ve bu sadece ücretlerin baskılanmasıyla da sınırlı değildir. İşçinin denetimi için işyerinde ve dışında her türlü baskı, sermayenin toplumsal egemenliğinin garantisidir. İşçiler hakkını ararken ne kadar örgütsüz ve dağınık olursa, patronlar kontrolü o kadar genişletir. Gün gelir işsizlik fonuna çöker, gün gelir kıdem tazminatını kaldırmaya çalışır. Gün gelir asgari ücreti ortalama ücret yapar, gün gelir bölgesel asgari ücretle yeni eşitsizlikler yaratır. Bunu engellemenin yegâne yolu, işçilerin sınıf birlikteliği ve bir toplumsal sınıf olarak iktidarıdır.

____

[1] DİSK-AR Asgari Ücret Gerçeği Araştırmaları

[2] https://zaferyukseler.blogspot.com/2024/06/isgucu-odemeleri-ve-eyt-etkisi.html?spref=tw

[3] 2021 yılının ilk çeyreğinde özel sektörde çalışan 100 işçinin kişi başı 100 saat çalıştığı varsayımından hareketle.

[4] Menekşe Yılmaz’a katkılarından ötürü teşekkür ederim. https://x.com/meeeeenekseee/status/1798716921657143431

                                                           /././

ABD'nin Küba ablukasının kanlı maliyeti: 2.5 milyon gereksiz amputasyon -Cheryl LaBash -

ABD'de her 3 dakika 30 saniyede bir diyabet nedeniyle bir uzuv kesiliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde uzuv kesmeler artıyor. Her yıl diyabet hastası 154.000 kişi uzuv kesme ameliyatı geçiriyor.
                                                                           
Fotoğraf: Unsplash

Cleveland'daki Discovery Therapeutics Caribe'nin yakın zamanda yaptığı bir duyuru, diyabet teşhisiyle gelen büyük bir korkuyu hafifletiyor: uzuv kesme korkusu. Savunuculuk grubu Diabetes.org, korkunun haklı olduğunu ortaya koyuyor. “Amerika Birleşik Devletleri'nde her 3 dakika 30 saniyede bir diyabet nedeniyle bir uzuv kesiliyor. Amerika Birleşik Devletleri'nde uzuv kesmeler artıyor. Her yıl diyabet hastası 154.000 kişi uzuv kesme ameliyatı geçiriyor.”

10 Nisan'da hoş bir atılımla, Federal Gıda ve İlaç Dairesi, Genetik Mühendisliği ve Biyoteknoloji Merkezi (CIGB) tarafından geliştirilen ve diyabetik ampütasyonu yüzde 70'ten fazla azalttığı gösterilen bir Küba ilacı olan Heberprot-P'nin 3. faz çalışmasına yeşil ışık yaktı. Heberprot-P şu anda 26 ülkedeki hastalara sunulsa ve Haziran 2006'da orijinal Küba düzenleyici onayı almış olsa da, bu, diyabetik ayak ülseri olan ABD'li hastalarla ilk kez çalışılacak.

Neden bu kadar uzun sürdü? ABD'nin Küba Cumhuriyetine ambargosu, bunun gibi acil sağlık girişimlerinin bile yalnızca Küba'ya uygulanan sinsi bir yasa, yönetmelik ve yürütme emri ağından geçmesini zorunlu kıldı. Dışişleri Bakanlığı'nın 2021'de Küba'yı 'Terörizmin Devlet Sponsoru' olarak acımasızca tanımlamasıyla birlikte, bu önlemler küresel dolar gücünü kullanarak Küba halkı için dayanılmaz zorluklar yaratmayı amaçlıyor.

Lester Mallory'nin 6 Nisan 1960 tarihli meşhur Dışişleri Bakanlığı yazısında belirtildiği gibi, "Küba'nın ekonomik yaşamını zayıflatmak için her türlü olası yol derhal ele alınmalıdır... Mümkün olduğunca ustaca ve göze çarpmayan bir eylem çizgisi olsa da, Küba'ya para ve malzeme sağlamayı reddetmek, parasal ve gerçek ücretleri düşürmek, açlık, umutsuzluk yaratmak ve hükümeti devirmek için en büyük ilerlemeyi sağlar."

Küba'nın insan potansiyelinin kooperatif gelişimine yönelik sosyalist odağı, Heberprot-P ve geç evre akciğer kanseri aşısı olan Cimavax ve çok daha fazlası gibi uluslararası alanda tanınan ilaç gelişmelerini serbest bıraktı. ABD-Küba ilişkileri normalleşmeden, ABD'deki topluluklarımız ve ailelerimiz engellendi, ancak dünyanın geri kalanı engellenmedi.

Bu yönde atılan bazı adımlar, ABD Sağlık ve İnsan Hizmetleri Bakanlığı ile Küba Halk Sağlığı Bakanlığı arasında bu fırsatın açılmasına yardımcı olmuş olabilecek 2016 Mutabakat Muhtırası'nı üretti. Ancak, yönetimler o zamandan beri geri adım attı.

Discovery Therapeutics Caribe Başkanı Dr. Lee Weingart, 17 Mayıs'ta Prensa Latina'ya bu engellerin nasıl aşıldığını şöyle açıkladı: "Bizi ve Kübalı örgütleri içeren ortak tıbbi araştırma projelerine izin veren ambargoya [ablukaya] ilişkin bir istisnanın koruması altında faaliyet gösterebilirdik, bu nedenle bu hükümden yararlanarak bu projeyi ilerlettik."

Medtech.citeline.com'un "Birçok Eyalette Diyabetin Endişe Verici Yükselişi" makalesinde diyabet bakım sektörünün de büyüdüğü açıklanıyor: "Bazı tahminlere göre 2022'de 18 milyar dolardan 2030'a kadar 30 milyar dolara ulaşacak. Üreticilerin hastalığı tedavi etmek ve yönetmek için yenilikçi cihazlar ve ürünler yaratmaya devam etmesi hayati önem taşıyor." Küba'nın Heberprot-P'si bu ihtiyaca uyuyor.

Weingart, bu benzersiz tedavinin 2028 yılında ABD'de kullanıma sunulmasının beklendiğini duyurdu. 17 Mayıs'ta Prensa Latina'da alıntılanan makalede, “38.4 milyon ABD vatandaşının diyabet hastası olduğunu, bunlardan 1.6 milyonunun her yıl diyabetik ayak ülseri geliştireceğini, 160 bininin ampütasyona uğrayacağını ve bunların 80 bininin önümüzdeki beş yıl içinde öleceğini, bu nedenle döngüyü takip ederseniz, her yıl 80 bin kişinin diyabetik ayak ülserinin komplikasyonlarından öldüğünü, bunun ABD'de sekizinci önde gelen ölüm nedeni olduğunu ve belirli kanser türlerinden daha ölümcül olduğunu” söyledi.

DİYABET RİSKİ AFRİKALI AMERİKALILAR ARASINDA EN YÜKSEK

Uluslararası bir klinik araştırma kuruluşu olan Profesyonel Eğitim ve Araştırma Enstitüsü (PERI) Başkanı Dr. Charles Zelen, “Medicare yararlanıcılarının DFU teşhisinden bir yıl sonra alt ekstremite amputasyonu geçirme olasılıklarının Hispanik olmayan beyaz meslektaşlarına kıyasla neredeyse iki kat daha fazla olduğu" Afrika kökenli Amerikalı topluluklar üzerindeki orantısız etkiye dikkat çekti. Afrika kökenli Amerikalı doktorların toplu sesi olan Ulusal Tabipler Birliği, web sitesinde şunları belirtiyor: “Afrika kökenli Amerikalı hastaların diyabet olma olasılığı beyaz hastalara göre daha yüksektir. Diyabet riski, Afrika kökenli Amerikalılar arasında Hispanik olmayan beyaz Amerikalılara göre %77 daha yüksektir.”

“Korkutucu bir şekilde, DFU ile ilişkili alt ekstremite amputasyonu geçiren hastaların neredeyse yarısı beş yıldan fazla yaşamıyor. ABD gazileri arasında prognoz daha da kötü, kangrenle gelen hastalarda iki yıldan fazla yaşam nadirdir.” (30 Nisan, DTC Basın Bülteni)

2.5 MİLYON GEREKSİZ AMPUTASYON

ABD'de öngörülen 2028 pazarlama tarihi, Heberprot-P'nin 2006'da uzuvları ve hayatları kurtarmak için onaylanmasından yirmi iki yıl sonra olacak. Weingart'ın belirttiği yıllık 160 bin amputasyon oranı göz önüne alındığında, yüzde 70'lik potansiyel iyileşme oranını reddetmek, bu on yıllar boyunca ABD'de tahmini olarak 2.5 milyon gereksiz amputasyon anlamına geliyor.

ABD'deki Küba ve diyabet hastalarının yararına ABD'nin ekonomik, finansal ve ticari ablukasını delmek için bu tatlı noktayı bulmak kutlanacak bir şey, ancak bir çözüm değil.

Struggle La Lucha’dan çeviren Evrensel

                                                                                /././

'Hukukun üstünlüğü' hoş bir seda bile değil -Aras Coşkuntuncel-

                                                                                                            Fotoğraf: Pixabay

ABD’de anayasa mahkemesinin arka arkaya açıkladığı son kararlara göre evsiz kalmak suç, rüşvet almak yasal, şirketlerin devletçe denetimi gereksiz, ABD başkanı da yasaların üstünde, bir nevi kral. Bu sonuncusunu zaten biliyorduk; öyle olmasa mevcut başkan hâlâ bir soykırım yürütüyor olmazdı. Yine de Trump evrakta sahtecilikten ceza alıp tarihe geçince “ABD’de hukukun üstünlüğü var, kimse yasaların üstünde değil” diye kutlayanlar bu kez sessiz kaldı.

Bu kararların çoğu geçen haftaki Biden-Trump canlı yayın tartışmasından hemen sonra arka arkaya açıklandı. Trump’ın kendi başkanlığı sırasında atadığı hakimler sayesinde çoğunluğu gerici hakimlerden oluşan mahkeme, ilgili davaların hiçbirini ertelemeden, zaman kaybetmeden bu dönemde karara bağlayıp tatile girdi. Bir yanda Demokrat Parti’nin kodaman bağışçıları ve anaakım medyanın kodaman köşe yazarları Biden’ın şu an bile başkanlık yapamayacağının anlaşıldığı televizyon tartışmasından sonra gemiyi terk ediyor; diğer yandan yüksek mahkeme Biden ve Demokratların kürtaj hakkını geri getirmek için hiçbir şey yapmamasından beri var gücüyle saldırıda ve yeni bir Trump dönemini şimdiden kutluyor.

EVSİZLİĞE ÇARE: HAPİSHANE

ABD’de son yıllarda giderek artan evsizlik oranı karşısında şehir ve eyaletlerin bulduğu çözümler örneğin ucuz konut inşa etmek değil, evsizlerin çadırlarını zorla kaldırmak, parklara insanların üzerinde yatamayacağı banklar dizayn etmek, köprü altlarına kazıklar yerleştirmek. Konut ve Kentsel Dönüşüm Dairesi’nin kendi tahminlerine göre bile tüm ülkede evsizliği tamamen bitirmek için konut desteği dahil bir dizi programa 20 milyar dolar yetiyor. ABD’nin 2022’den beri Ukrayna’ya savaşın devam etmesi için onayladığı yardım bütçesi 175 milyar dolar. Oregon şehrinin evsizlere karşı yasalarının uygulanıp uygulanamayacağını konu alan davayı geçtiğimiz cuma günü karara bağlayan yargıçlar, şehirlerin evsizleri yasaklayabileceğine, hapse atabileceğine, onlara para cezası kesebileceğine, hatta barınma alanı, yardım hizmeti olmayan şehirlerin bile evsizleri şiddetle cezalandırabileceğine kanaat getirdi.

Evsizleri yasaklayarak evsizliğe çözüm bulan ABD yargısı, bizzat anayasa mahkemesinin yargıçlarından birinin de başını ağrıtan rüşvet meselesini de “Sonradan verilen hediye, bahşiş rüşvet değildir” diyerek çözdü. “Bahşişlerin” yani sonradan yapılan hediye ve ödemelerin teknik olarak “rüşvet” olmadığı, dolayısı ile de yasa dışı olmadığı kararı, 2010 yılından beri çeşitli yolsuzlukla mücadele yasalarını kademeli olarak aşındıran yüksek mahkemenin en son icadı.

Yine geçtiğimiz cuma günü anayasa mahkemesi federal hükümetin çevreyi, halk sağlığını, işyeri güvenliğini ve tüketicinin korunması için özel şirketleri denetlemesini ve ilgili düzenlemeler getirmesini kolaylaştıran 40 yıllık kendi kararını bozdu. Böylece temelinde işyeri güvenliği, halk sağlığı, çevre gibi şirketlerin ayak bağı gördükleri düzenleme ve denetimlerden de kurtulmalarının yolu açılmış oldu.

YAŞASIN KRAL

Direkt Trump’ın taraflardan biri olması ve anayasa mahkemesinin filli olarak hukukun üstünlüğü ilkesini çöpe atması nedeniyle mahkemenin en çok konuşulan kararı ise ABD başkanlarının “münhasır anayasal yetki alanına” giren eylemlerden dolayı kovuşturmaya karşı mutlak dokunulmazlığa sahip olduklarını ilan etmesi oldu. Karar eski ya da mevcut başkanların tüm resmi eylemleri için dokunulmazlık hakkına sahip oldukları anlamına geliyor. Yine bu karara göre bir başkanın eylemi onun resmi yetkisine “dokunuyorsa” bile dokunulmazlık karinesinden yararlanıyor. Anayasa mahkemesine göre bu dokunulmazlığın tek istisnası “resmi olmayan” eylemler. Ancak bunun pratikte pek bir anlamı yok, çünkü bir başkanın başkanken yaptığı hangi eylemlerin gayri resmi olduğu tartışmalı. Birçok gazeteci ve uzmanın dillendirdiği gibi, mesele şu ayrıma geliyor: Örneğin bir başkan bizzat birini vurup öldürdüğünde bu gayri resmi ise, bunun yerine bir astına birini vurma emri verirse bu resmi bir eylem mi olmuş oluyor?[1] Trump bu karar sayesinde mahkeme aşamasında olan seçimleri iptal ettirmek için komplo kurma suçlamasından yargılanmayacak; hakkındaki diğer devam eden ya da sonuçlanmış davalar da bu karardan direkt etkilenecek.

Henüz bu hukuki süreçler devam ederken, hakkında çıkan ilk mahkumiyet kararı sonrasında bu köşeden yazmıştım, Trump’a ya da Trump’ın adaylığına bir şey olmaz, çünkü ABD yargısı baştan aşağı siyasi. Bu vesile ile yine tekrar edeyim, arka arkaya gelen bu kararlar burjuva demokrasilerinde hukukun üstünlüğünün “mevcut sosyal yapılara meşruluk ve kaçınılmazlık görünümü veren bir maske” olduğunun ve “çoğunlukla toplumun kapitalist örgütlenmesi için bir silah ve kalkan görevi”[2] gördüğünün bir kez daha kanıtı oldu.

[1] https://www.vox.com/scotus/358292/supreme-court-trump-immunity-dictatorship

[2] Hutchinson, Allan C, ed. 1989. Critical Legal Studies. New Jersey: Rowman & Littlefield.

(EVRENSEL)



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder