7 Temmuz 2024 Pazar

soL "KÖŞEBAŞI" -7 Temmuz 2024-

Kayseri'de Suriyeli sığınmacılara yönelik saldırılar sanayi mesaisini durma noktasına getirdi -EGE GÖZÜPEK-

30 Haziran akşamı başlayan saldırılar sonrası kendilerini güvende hissetmeyen sığınmacı işçiler evlerinden çıkamıyor. Kayseri eski sanayide işler durma noktasına gelmiş durumda.

Kayseri'de 30 Haziran akşamı Melikgazi ilçesindeki Danişmentgazi Mahallesi'nde Suriyeli bir kişinin yine Suriyeli olan 7 yaşındaki bir kız çocuğunu taciz ettiği iddiasıyla başlayan gerginlik günler sürdü.

Suriyeli sığınmacıların ev ve işyerleri, WhatsApp grupları üzerinden toplanan gruplar tarafından yakılıp tahrip edildi. Araçlar kepçelerle ezildi.

Olayların ardından Suriyeliler can güvenliğinden endişe ederken pek çoğu bu nedenle işe gidemedi.

İstifa eden Çevre Bakanı Mehmet Özhaseki'nin Kayseri milletvekili olduğu 2021’de "Suriyeliler giderse sanayi batar. Sanayimizi onlar ayakta tutuyor" itirafı bugün doğrulanmış gibi görünüyor.

Sanayideki esnafın aktardıklarına göre 30 Haziran'dan bu yana bazı sanayi tesislerinde işçi eksikliği belirgin hale geldi. Başta mobilya sektörü olmak üzere birçok iş alanında sığınmacı işçi çalıştırıldığı için sanayideki işler durma noktasına geldi.

'Ailemi ve sevdiklerimi korumak zorundayım'

soL'a konuşan bir emekçi işyerindeki 15 göçmen çalışanın da işe gelmediğini ifade etti. İşçilere neden gelemedikleri sorulduğundaysa 30 Haziran'da yaşananların izlerini olduğunu rahatlıkla görebiliyoruz: "Ailemi ve sevdiklerimi korumak zorundayım."

Öte yandan daha önce güvencesiz koşullarda çalışan göçmen işçilerin yerini tutması için patronların durumu kurtarmak için "çocuk işçilere" başvurduğu bir lise öğrencisinin anlatımıyla ortaya çıkmıştı. Sığınmacı olmayan, genellikle lise mezunu veya lise öğrencisi olan emekçilere patronların aylık 20 bin TL maaş teklif ettiği öğrenilmişti.

'Pencereden dışarı bakmaya korkar olduk, plakalarını değiştiren var'

Akşamları saldırı düzenledikleri Suriyeli işçilere ertesi gün neden işe gelmediklerine dair sorgulamalar patronların bir klasiği olmuş durumda.

Daha önce Antalya Serik'te de benzer bir durum yaşanırken 17 yaşındaki Suriyeli işçi Ahmet Handan El Naif, sokak ortasında bıçaklanarak öldürülmüştü. Patronların özellikle sanayi, hizmet ve tarım iş kollarında Suriyeli işçilerin saldırıların ertesinde neden işe gelmediği konusunda uyarı ve baskı yaptıkları da ortaya çıkmıştı. 

Kayseri'de de benzer bir durum söz konusu. 

soL'a konuşan sığınmacı işçiler güvenliklerini sağlamak adına araçlarının plakasını değiştiklerini ve zorunlu durumlar dışında evlerinden çıkmadıklarını ifade ediyor. Yaşanan olaylar Organize Sanayi Bölgesi ve Doğu Sanayi bölgesinde yoğunlaştığı için bu sanayilerde çalışan sığınmacı işçilerin güvenlik tedbirleri nedeniyle işe gitmedikleri ifade ediliyor. Saldırılar Argıncık, Küçük Mustafa, Kayabaşı, Eskişehir Bağları, Danışment, Sahabiye ve Mevlana mahallelerinde yoğunlaştığı için özellikle buralarda ikamet eden sığınmacı işçilerin yakın bölgelerdeki işyerlerine gitmedikleri belirtiliyor.

Mahallelerinde ailelerini ve yakınlarını korumak için nöbet tutan sığınmacı işçilerin işe gidememelerinin yanında olayların üzerinden geçen zamana rağmen hâlâ kendilerini güvende hissetmedikleri anlaşılıyor.

                                                         /././

Seyitömer'de çarklar zam için durdu: Patron işçileri alıkoydu, sendikadan ayrılmaları için para teklif etti -Emre Alım-

22 bin liraya çalışan Seyitömer Termik Santrali işçileri zam için 3 gün iş bıraktı. Şirketse, sendikadan ayrılmaları için işçilere rüşvet teklif etti, onlarca kişiyi santralde 20 saat alıkoydu.

Kütahya'daki Seyitömer Termik Santrali'nde zam talep eden yaklaşık 800 işçi, toplu iş sözleşmesi sürecinde 6 aydır sonuç alınamadığı için iş bıraktı.

Ağır ve tehlikeli sayılan bir işkolunda çalışan işçiler, en düşüğü 19 bin lira olmak üzere ortalama 23 bin lira ücret alıyor.

İş bırakma eylemi, işçilerin sözleşme sürecindeki ilk uyarısı değil. İşçiler Şubat ve Mart aylarında da patronun zam önerisini yetersiz bulmuş, eyleme çıkmıştı. Şirketse eylemlerin provakasyon amacı taşıdığını iddia etmişti.

Sendikadan istifa edene 3 bin lira ödül

Santralin sahibi Çelikler Holding, bu defa araya devleti soktu. Kütahya Valisi Musa Işın, yetkili sendika TES-İş aracılığıyla eylemdeki işçilerden üretime dönmelerini istedi. İşçilerse "Hayır" cevabını verdi.

Bu süreçte işçilere yönelik baskı da zirveye ulaştı. 

Şirket yönetimi, tüm işçilere attığı mesajda sendika üyeliğinden istifa edenlere 3 bin lira verileceğini duyurdu. İşçilerden sendikadan ayrıldıklarını belgelemelerini isteyen şirket yönetimi, "Sendika ücretinizi de hesaplarsak aylık 4 bin lira civarı avantajınız olacak" dedi.

                                      Şirket yönetiminin işçilere gönderdiği mesaj

İşçileri alıkoymanın cezası 500 yılı bulabilir

İş bırakma eyleminin başlaması üzerine mevcut vardiyadaki işçilerin santralden çıkışına izin verilmedi. Gece 23.00'te işbaşı yapan işçiler yaklaşık 20 saat alıkonuldu.

Süreci takip eden isimlerden CHP Kütahya Milletvekili Ali Fazıl Kasap, işçilerin alıkonularak zorla çalıştırılmasının suç olduğunu vurguluyor:

"Burada iş ve çalışma hürriyetin ihlali suçu var. Doksan işçiye yapılan muamele bireysel suç kapsamına giriyor. En az 6 yıl cezası var. Yani bu durumda orada mesul müdür her kimse 500 yıla yakın hapisle cezalandırılabilir."

Bir işçi üzerinden 518 bin lira kâr elde etti 

Şirketin enerji işkolundaki grev yasağının arkasına saklandığını kaydeden Ali Fazıl Kasap, aynı işkolundaki bazı firmalarda ortalama ücretin 45 bin lirayı bulduğunu söylüyor.

Şirket yönetimi geçtiğimiz haftalarda TES-İş sendikasına ziyaretinde, istenilen oranda oranda zam verememesine elektrik birim fiyatlarının düşük olmasını gerekçe gösterdi. Ancak bu savunmadan günler sonra elektrik satış fiyatı zamlandı.

Şirketin "zarar ederiz" çıkışının gerçeği yansıtmadığını söyleyen CHP'li Ali Fazıl Kasap, aksine Seyitömer Termik Santrali'nin en kârlı işletmeler arasında bulunduğunun altını çiziyor.

"Diğer termik santrallerde bazen yüzlerce kilometre öteden kömür taşınıyor. Burada mesafe yok. Santralle kömür havzası iç içe. Kömür bantlarla taşınıyor. Şirketin nakliye, navlun gideri yok. Burası Türkiye'nin en kârlı termik santrallerinden."

İSO500 verilerine göre santral 2023'te 627 milyon lira kâr elde etti. Şirketin her bir işçi üzerinden elde ettiği kâr 518 bin lira oldu. 

Eylem bitti, pazarlık devam ediyor

İşçiler yoğun baskıya rağmen iş bırakma eylemini Cuma gününe dek sürdürdü. Eylem, TES-İş ile patron tarafının sözlü uzlaşıya varması üzerine sonlandırıldı. Ancak süreç henüz sona ermiş değil. Taraflar uzlaşılan maddelerin altına imza atmadı, sonucu işçilere bildirmedi.

Seyitömer Termik Santrali ve Linyit İşletmeleri, 2012 yılında yandaş Çelikler Holding'e 2,2 milyar dolar bedelle özelleştirildi.

Özelleştirme sonrası olumsuz çalışma koşulları nedeniyle iş bırakma eylemi yapan yaklaşık 700 işçinin iş akdi feshedildi. Pek çok işçi çalışmak için başka bölgelere göç etmek zorunda kaldı.

                                                              /././

İran’da reformistlerin muhteşem olmayan dönüşü -HAKKI HACINEBİOĞLU-

İran öngörülemez bir ülke olma özelliğini perçinliyor. İki yıl önce doğru olan pek çok şey bugün yanlış. Bu öngörülemezliğin yarın İran halkı için daha fazla umut getireceğini bekleyebiliriz.

İbrahim Reisi’nin helikopter kazasında hayatını kaybetmesi nedeniyle gerçekleşen cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci turla birlikte sonuçlandı. Pek çok açıdan ilginç ve düşündürücü olan seçimlerden beklenmedik bir şekilde reformist aday Mesud Pezeşkiyan galip çıktı. Pezeşkiyan’ın bir İran Türkü olması ve siyasi hayatında özellikle Fars milliyetçileri tarafından türkçülükle itham edilmesi Türkiye’de de dikkat çekti. 

Seçim mühendisliği

İran seçimleri için uzun bir süredir ilk akla gelen mesele müesses nizamın seçim mühendisliğidir. İslam Devrimi Rehberliği ofisi ve onunla bağlantılı olanlarda somutlanan müesses nizam molla rejiminin merkezini, onun katı ilkelerinin kurum ve kişilerini ifade ediyor. İmam Humeyni’nin on iki imamcı şii ilahiyatına temellendirdiği velayet fakih teorisinin, yani İran resmi ideolojisinin kurumlaşması demek de yanlış olmayacaktır. 

Bu ideolojiye göre devletin lideri İslam Devrimi Rehberi’dir hatta o yalnızca İran’ın değil tüm insanlığın tek meşru lideridir. Gayip olduğuna ve bir gün yeniden zuhur edeceğine inanılan son imam Muhammed Mehdi’ye vekaleten görevdedir. Rehber, fakihler denilen din adamları arasından ve bir tür fakihler konseyi olan Uzmanlar Meclisi tarafından hayat boyu görev yapmak için seçilir. Rejimin tüm merkezi kurumları doğrudan ona bağlıdır. Yargı erki neredeyse tamamen onun elindeyken, yürütme erkinin bazı bölümleri doğrudan bazıları dolaylı olarak onun elindedir. Bilindiği üzere bu görevi şu an İmam Ayetullah Seyyid Hacı Ali Hamaneyi yürütüyor.

İran’ın siyasi yapısı bundan ibaret değil. İran’da yalnızca bir fakihler teokrasisi yok. O aynı zamanda bir islam cumhuriyeti. Bu nedenle bir mecliste somutlanan yasama erki ile rehber ve cumhurbaşkanı arasında anayasanın pay ettiği bir yürütme erki bulunuyor. Ahir zaman siyasetinin meşruiyeti yalnızca tanrıya, peygambere ve ehlibeyte dayanamıyor. Tanrının yanında bulunan, yeniden döneceği günü bekleyen İmam Mehdi’ye vekaleten kurulan rejim seçimleri, adayları, katılım oranlarını önemsemek zorunda kalıyor. 

Tanrıyla birlikte rejime meşruiyet sağlayan seçimler bu açıdan önemli ve müesses nizam kontrol altında tutmakta kararlı. Müesses nizamın seçim mühendisliğini uygulayan kurum Anayasayı Koruyucular Konseyi. Konseyin üyelerinin yarısı doğrudan, diğer yarısı da dolaylı olarak rehber tarafından atanıyor. Cumhurbaşkanı aday adayları başvurularını yaptıktan sonra bu kurum tarafından adaylar belirleniyor. 

Konseyin adayları belirleme kriterlerini anayasanın yüz beşinci maddesi belirliyor. Bu madde İran’da doğmayan, müslüman olmayan, müslüman olsa da şii olmayan, şii olsa da velayet-i fakihe bağlılığını ilan etmeyen, velayet-i fakihe bağlılığını ilan etse de söz ve davranışlarıyla aksi yönde şüphe uyandıran kimselerin cumhurbaşkanı olmasını engelliyor. Bunun dışında, bu maddeye göre, cumhurbaşkanının dürüst, ahlaklı ve siyaset ricalinden olması gibi son derece muğlak kriterler de söz konusu. 

Konseyin seçim mühendisliği de bu muğlak ifadeler sayesinde gerçekleşiyor. Ayrıca, kadınların adaylığını yasaklayan bir ibare bulunmuyor gözükse de, siyasi elitlerden olmak ya da siyaset ehliyetine sahip olmak gibi iki manaya gelen siyaset ricalinden olma kriteri kadınların adaylığının engellenme gerekçesi olarak kullanılıyor.

Müesses nizamın seçim mühendisliği son seçimlerde de bariz olsa da en şiddetli örneği 2021’de görülmüştü. Adaylığına giden yıllarda rejimin itinayla parlattığı İbrahim Reisi, İran için bile aşırı olan bir seçim mühendisliğiyle tek ciddi aday olarak seçimlere girmişti.

Bu seçimlerde de elbette seçim mühendisliği devredeydi. Adaylığına izin verilen isimlerden beşi muhafazakarken, reformistlerden yalnızca Mesud Pezeşkiyan’ın adaylığına izin verildi. 2021’de adaylığı reddedilen Pezeşkiyan’ın kendisi dahi adaylığına şaşırdı.

Bu süreçte dikkat çeken bir diğer gelişme Ali Laricani’nin de adaylığına izin verilmemesi oldu. Laricani, devrimin önde gelen ailelerinden birine mensup. Güçlü bir muhafazakar ailenin ferdi olmasına rağmen reformistlerle de arası iyi, saygın bir entelektüel ve İran’da nadir bulunan bir özelliktir ki, nefret edeni az. 2021 seçimlerinde onun da adaylığı reddedilmişti. Konsey reddetme nedenlerini gizli tutsa da Laricani’nin reddedilme gerekçesi olarak yolsuzluk ima edilmişti. Laricani bunu şiddetle reddetmiş, Hamaneyi de isim vermeden “Birilerine haksızlık yapıldı.” demek zorunda kalmıştı. Laricani’nin adaylığının bir kez daha reddedilmesi şaşkınlığa neden oldu. Rejimin, belki de doğrudan Hamaneyi’nin cumhurbaşkanlığı makamında bu denli güçlü bir figürü istemediği anlaşılıyor.

Rejimin derin krizi

İran ağır bir ekonomik çöküş, aşırı sosyal huzursuzluk gibi hemen hemen her konuda derin ve çözümsüz görünen krizler yumağıyla karşı karşıya. Rejim bu krizleri gittikçe daha fazla yönetemez hale geliyor. 2021 seçimlerinde seçim mühendisliğinin de yardımıyla reformistler neredeyse siyaset dışı kaldı. Rejimle uyuşmazlık içindeki kitleleri rejimin sınırları dahilinde tutmak gibi bir işlevi olan reformistlerin neredeyse tasfiye edilmesi rejim için kayda değer bir kazanım getirmedi. Reformist siyaset zaman zaman rejim karşıtlığının yuvalandığı bir siyaset olsa da rejim için böyle önemli işlevleri de vardı.

Mehsa Emini’nin irşad devriyelerinin müdahalesi sonrası hayatını kaybetmesi sonrası yaşanan gösteriler rejimin kırılganlığını bir kez daha gösterdi. Reformistlerin siyaset dışı kalmasının sonucu seçimlere katılımın yüzde ellinin altına düşmesi oldu. Neredeyse atanmış olan muhafazakar hükümet ile müesses nizam arasındaki uyumun getirmesi umulan faydalarına, meşruiyet sorununu takip eden kitlesel gösteriler gölge düşürdü.

Bu şartlar altında gerçekleşen seçimlerde üç aday öne çıktı. Said Celili ve Muhammed Bager Galibaf muhafazakar adaylar olarak Mesud Pezeşkiyan reformist aday olarak seçimin önemli isimleri oldular. Daha önce iki dönem Tahran Belediye Başkanlığı yapmış olan ve halihazırda meclis başkanı olan Galibaf müesses nizamın en muteber adayıydı. Said Celili de en az Galibaf kadar sert bir muhafazakar olsa da daha silik bir isimdi. Seçimin ilk turu yaklaşırken muhafazakar kanattan Celili’ye Galibaf lehine çekilmesi için baskılar artsa da Celili çekilmedi.

Rejimin sorunlarının seçimdeki ilk yansıması da böylece ilk turda gerçekleşti. Pezeşkiyan’ın birinci olduğu ilk turda Celili, Galibaf’ı geçerek ikinci oldu. Celili’nin Galibaf’tan daha fazla oy alması en az Pezeşkiyan’ın birinci olması kadar şaşırtıcıydı. Muhafazakar seçmen dahi rejime muhalefet etmiş, işaret edilen adaya oy vermemişti. Galibaf, belediye başkanlığı döneminde yolsuzluk dosyası kabarmış bir siyasetçi. Rejime sadakatle ikbal kapısının açık olacağını anlamış, muhafazakarlığın en ucunda siyaset yapmaya özen göstermiş sıkı bir köktendinci. Karşılığında cebini fazlasıyla da doldurdu. İran ürünleri kullanmanın önemi hakkında sık sık nutuk çekerken, ailesinin sık sık Türkiye’ye alışverişe gittiği ortaya çıkmıştı. İran’a ve devrime sıkı sıkıya bağlı olan Galibaf’ın çocuklarının herhalde alışverişe gittiklerinde konaklamak için İstanbul Maslak’ta rezidans dairesi satın aldıkları da ortaya çıkanlar arasındaydı.

Üstelik iki muhafazakar adayın toplam oyu on üç milyon civarındaydı ve 2021’de Reisi’nin aldığı on dokuz milyon oyun epeyce altında kalmışlardı. Birinci turdaki bir diğer hayal kırıklığı reformist adayın varlığına rağmen katılım oranının 2021’deki yüzde kırk dokuzun bile oldukça altında kalarak yüzde kırk seviyesinde kalmasıydı. 

Pezeşkiyan önce Türk sonra İranlı mı?

Son reformist hükümet olan Hasan Ruhani hükümetinin fiyaskoyla sonuçlanması ve rejimin reformistleri neredeyse tasfiyeye varan politikaları reformist kanadın varlığını devam ettirip ettiremeyeceğine dair şüphelere neden olmuştu. Pezeşkiyan’ın adaylığı hakkındaki ilk yorumlar onun seçilmesinin mümkün olmadığı şeklindeydi. Genel kanaat Pezeşkiyan’ın adaylığına izin verilerek seçimlere katılım oranının yükseltilmeye çalışıldığı, bunun ötesinde bir sonuç çıkmayacağı yönündeydi. Hatta Pezeşkiyan ilk turda birinci geldiğinde bile yorumlar pek değişmedi. 

Reformistler Pezeşkiyan’ın adaylığının kendileri için cılız da olsa bir şans olduğunu düşündüler. Tüm reformist blok Pezeşkiyan’ı desteklemekte ortaklaştı. Muhammed Hatemi, Hasan Ruhani gibi önde gelen reformistler destek açıkladı. Hatta Ruhani hükümetinin dışişleri bakanı Cevad Zarif, Pezeşkiyan’ın kampanyasında bizzat yer aldı. Böylece Pezeşkiyan’ın adaylığı reformistler için bir silkinme imkanı yaratmış oldu.

Pezeşkiyan, İran Azerbaycanının kalbi Tebriz’de sevilen bir isim olsa da kimse onun cumhurbaşkanı olacağına ihtimal vermiyordu. Doktorluğu dönemindeki yardımseverliği, mütevazı hayatı ve İran’daki etnik azınlıkların sorunlarını merkeze alan siyasetiyle Azerbaycan ostanlarında ve Türkler arasında bir popülerliği vardı. Bu popülerlik seçimlere kadar, Azerbaycan’ın hatta Tebriz’in ötesine geçmiş değildi.

Pezeşkiyan’ın adaylığı kısa sürede, önce Azerbaycan ostanlarında ve Türkler arasında bir coşku yarattı. Tebriz’deki mitinginde Sovyet Azerbaycanının büyük bestecisi Reşid Behbutov’un “Azerbaycan” şarkısının çalınması özellikle Türk gençler arasında dikkat çeken bir heyecana neden oldu. Bu destek bir ölçüde diğer etnik ve mezhepsel azınlıklara da sirayet edince Pezeşkiyan’ın kazanma ihtimali doğdu. Pezeşkiyan ilk turda yalnızca dört Azerbaycan ostanında kazanmakla kalmadı; Sistan-Beluçistan, Gulistan, Luristan, Horasan-ı Şimali gibi etnik azınlıkların ve sünnilerin yaşadıkları yerlerde de birinci geldi.

Pezeşkiyan’ın farklı kesimlerin desteğini alması seçimlere küsmüş reformist seçmenin bir kısmının ikinci turda sandık başına gittiğini gösteriyor. İlk turda yüzde kırkta kalan katılım oranı ikinci turda yüzde kırk dokuza çıktı. Katılım oranının neredeyse tek adaylı bir seçim olan 2021 seçimini ikinci turda ancak yakaladığının altını çizelim. Oyların yüzde elli üç kadarını alan Mesud Pezeşkiyan birkaç ay hatta belki de bir hafta öncesine kadar kendisinin bile tahmin edemeyeceği şekilde cumhurbaşkanı oldu.

Türkiye’de asıl dikkat çeken konu Pezeşkiyan’ın Türklüğü oldu. Pezeşkiyan Türk olmanın da ötesinde türkçülük ve bölücülükle de suçlanmış bir isim. Daha önceki konuşmalarında Türkçe anadilde eğitimi savunduğu, İran Meclisi’nde bir Türk milletvekilleri grubu kurmaya çalıştığı da biliniyor. Açıkçası Pezeşkiyan’ın cumhurbaşkanlığı adaylığı öncesindeki siyasi hayatı için Türk milliyetçisi yakıştırması yapmak mümkün görünüyor. 

Ancak burada birkaç mesele var. İran’da ayrılıkçı bir Türk milliyetçiliği son derece küçük, marjinal gençlik grupları haricinde bir yer tutabilmiş değil. Pezeşkiyan tarzı bir Türk milliyetçiliğinin görece yaygın olduğu söylenebilir. Ayrılıkçı olmayan, anadilde eğitim gibi bazı ulusal taleplerle öne çıkan “İranlı bir Türk milliyetçiliği” bu. İran’daki Türklerin ne denli azınlık olarak değerlendirilebileceği de soru işareti. Bugün olduğu gibi tarihte de Türkler, Farslarla birlikte İran’ın iki asli unsurundan biriydi. İran yönetici elitleri, İran kapitalizminin burjuvaları, aydınlar, sanatçılar, kanaat önderleri, ileri gelen mollalar arasında en az Farslar kadar yer aldılar.

Bir diğer mesele, Pezeşkiyan’ın o siyasi hattının Pezeşkiyan henüz lokal bir siyasetçiyken takip ettiği bir hat olarak kalma ihtimalidir. Keza Pezeşkiyan, adaylık sloganı olarak onun bu geçmişini örtecek bir slogan seçmeye özen gösterdi. “Beraye İran” (İran için) sloganıyla yerel siyasetin dar kalıbından çıkmak istediği açık.

İran öngörülemez bir ülke olma özelliğini biraz daha perçinliyor. İki yıl önce doğru olan pek çok şey bugün yanlış. Bu öngörülemezliğin yarın İran halkı için daha fazla umut getireceğini bekleyebiliriz.

                                                            /././

Hava trafik kontrolörleri hakkını arıyor: 'İnisiyatif almadan çalışma' eylemi -Özkan Öztaş-

Özlük hakları ve çalışma koşulları bakımından iyileştirmeler talep eden DHMİ çalışanları "İnisiyatif Almadan Çalışma" eylemi başlattı. Turizm sezonunda yapılan eylemler şirketleri sarstı.
Hava Trafik Kontrolörleri ve Diğer Ulaştırma Çalışanları Sendikası (HTK-SEN), Devlet Hava Meydanları İşletmesi (DHMİ) çalışan emekçilerin haklarını aramak için başlattığı "İnisiyatif Almadan Çalışma" (İAÇ) eylemini sürdürüyor. Türkiye genelinde hava trafik kontrolörlerinin katıldığı bu eylem, özellikle Antalya Havalimanı'nda büyük etki yaratmış durumda.

soL'un ulaştığı bilgilere göre bazı firmaların yaşanan aksamalardan dolayı yaşadıkları zararın maliyeti bir milyon avroyu aştı. Yapılan inisiyatif almadan çalışma eylemlerinin yine havayolu şirketlerine milyonlarca avroluk ek yakıt maliyeti ve operasyonel zorluklar getirdiği belirtiliyor.

Eylemin özü, hava trafik kontrolörlerinin kağıt üzerinde yazan prosedürleri harfiyen uygulaması ve herhangi bir inisiyatif almadan çalışması. Bu, örneğin, trafiğin uygun olduğu bir noktada kısa yol vermek yerine, prosedür gereği uzun yolu kullanmaları anlamına geliyor. Havayolu şirketleri bu durumu, Turizm Bakanı'na ve Antalya Valisi'ne ileterek çözüm arayışına girmişlerdi. Ancak yetkililerden beklenen adımlar atılmadığı için eylemler devam ediyor.

Sendikadan açıklama: 500 milyon civarında maddi zarar

HTK-SEN, 20-30 Haziran 2024 tarihleri arasında gerçekleştirdiği İAÇ faaliyetinin başarıyla icra edildiğini, ancak bu süreçte verilen sözlerin tutulmadığını belirtti. Sendika tarafından yapılan açıklamada, "etkisiz" denilen eylemin aslında sektöre ciddi etkilerinin olduğu, hava trafik kontrolörleri üzerindeki baskının arttığı ve ilgili meydan müdürlüklerinden düzenli raporlar talep edildiği ifade edildi.

Sendika Yönetim Kurulu, 3-14 Temmuz 2024 tarihleri arasında yeni bir İAÇ eylemi yapma kararı aldı. Yapılan açıklamada, "Bu faaliyet, meşru taleplerimiz karşılanıncaya, ülkemizin her yıl kaybettiği yüzlerce milyon avro bu vatana kazandırılıncaya dek kararlılıkla sürdürülecektir" denildi.

Sendikanın yaptığı açıklamada mevcut durumdan doğan 500 milyon civarındaki maddi zarardan bahsediliyor ve bu paranın Türkiye'ye operasyon yapan yabancı şirketlere verildiği ifade ediliyor. Zira Türkiye'ye ait uçaklar Türk hava sahasının çıktıktan sonra ilgili ödemelerini bağlı bulundukları hava sahalarına yapıyor. Yaşanan gecikmelerden ötürü yabancı hava sahalarında uçuş süresi artan uçaklar yabancı ülkelere fazladan ödeme yapıyor.

'Hava trafik kontrolörleri soL'a anlattı: Bizi bunu yapmaya mecbur bıraktılar'

Konuya dair soL'a konuşan bir hava trafik kontrolörü yaşanan sorunlara dikkat çekerken, eylem hukuki olduğu için şirketlerin çalışanları işten çıkaramadıklarını belirtiyor:

"Şirketlerimizin özellikle yoğun dönemlerde operasyonel anlamda yetersizlikleri olabiliyor. Biz hava trafik kontrolörleri olarak daha önce hem operasyonel yetersizlikleri hem de havacılık sektöründe var olan fiziksel ve donanımsal eksiklikleri kapatacak şekilde bir performansla çalışıyorduk. Yani görev tanımımızın çok üzerinde sorumluluk alarak, fazla yük taşıyorduk. Şu an bu yükü taşımayı bıraktık ve görev tanımımızın gerektirdiği kadar çalışıyoruz. Böylelikle de nerede ne eksiklik varsa çıkıyor ortaya. Bu yaptığımız faaliyete de İAÇ (inisiyatif almadan çalışma) diyoruz. İAÇ kesinlikle bir iş yavaşlatma ya da grev olmayıp, yalnızca ilave bir inisiyatif almaksızın Uluslararası Sivil Havacılık Kuralları ve yerel mevzuatın gerekliliklerini harfiyen yerine getirmekten ibarettir. 

Hava trafik kontrolörleri, hava trafiğini yöneterek ve uçakların güvenli iniş ve kalkışlarını sağlıyor. Uçakların rotalarını belirleyen çalışanlar, havaalanı trafiğini koordine ederek ve hava trafik kurallarına uygunluğu da sağlıyor.

Peki kontrolörler neden inisiyatif almadan çalışmaya mecbur bırakıldı? Hava trafik kontrolörleri özlük haklarını uzunca bir süredir alamayan, dünyadaki itibar ve özlük haklarına ülkemizde hiçbir zaman ulaşamamış bir meslek grubu. Yetkililerle sayısız kez görüşmelerine, maliyetleri Brüksel merkezli EUROCONTROL kuruluşu vasıtasıyla karşılandığından ülkemize hiçbir şekilde yük olmamalarına, üstelik ekonomimize girdi sağlayacak olmalarına rağmen bürokrasiyi bir türlü aşamayan bir meslek grubu. Bu nedenle HTK-SEN öncülüğünde seslerini duyurmak ve özlük haklarına kavuşmak adına çabalıyorlar. Hakları verilmediği müddetçe Türk havacılık sektörü bu şekilde çalışmaya adapte olmalıdır. Çünkü hava trafik kontrolörleri emeklerinin karşılığını alamadıkları sürece inisiyatif almadan çalışmaya devam edecekler."

Çalışanlar özlük hakları konusunda neler talep ediyor?

DHMİ çalışanları kamuoyundaki doğru bilinen yanlış bilgilere karşı da mücadele ediyor. Bunların başında da özlük hakları geliyor. 

Hava trafik kontrolörleri özel havayolu şirketlerinde çalışan pilotlar düzeyinde maaş talep etmediklerini DHMİ bünyesinde istihdam edilen pilotlara denk oranda seyrüsefer (havacılık) tazminatı almak istediklerini belirtiyor. Böylelikle mesleğin itibar bakımından hak ettiği seviyeye ulaşmasını ve milli maliyetlerde artış sağlanmasını hedefliyorlar.

Bunun için de özlük hakları ve çalışma koşulları bakımından iyileştirmeler talep ediyor.

Bu talepler, emeklilik şartlarının iyileştirilmesini, kamuda uzmanlığa denk giriş şartlarına sahip olmalarını ve teknik bir iş icra etmelerine karşın emekliliğe ilişkin ek göstergeleri en alt düzeyde bulunmalarını kapsıyor. Bu sebeple, ek göstergelerinin uzman kadroları için öngörülen 4200 seviyesine çıkarılmasını talep ediyorlar. Yıpratıcı çalışma saatlerinde düzenlemeye gidilmesini, esnek çalışma modeliyle daha iyi koşullarda bir yaşam sürdürmeyi talep eden hava trafik kontrolörleri kariyer planlamasına cevaz verecek düzenlemelerle mesleki gelişimi teşvik edici adımlar atılmasını talep ediyorlar. 

Turizm sezonunda yapılan eylemler şirketleri sarstı

HTK-SEN yönetim kurulu tarafından imzalanan bildiride, "Sürecin başından beri her türlü iyi niyeti sergileyen, aylarca bürokratik kanallara derdini anlatıp netice alamayınca sesini duyurmak adına bu faaliyete başlayan hava trafik kontrolörlerimiz, verilen hiçbir sözün tutulmaması nedeniyle bu eylemi sürdürüyor. Gerekli irade gösterildiği takdirde kısa süre içerisinde kolaylıkla çözüme kavuşturulabilecek bu meseleye dair bir adım atılmadığı sürece, İAÇ faaliyetleri devam edecek" ifadeleri yer aldı. 

Sendikanın geçtiğimiz sene Eylül, Ekim ve Kasım aylarında yaptığı eylemler yeniden başlarken, bu sefer turizm sezonunun en yoğun zamanına denk gelmesi eylemlerin geçmiş dönemlere göre daha etkili olmasını ve daha fazla gündem olmasını sağladı.

HTK-SEN tüm ilgilileri hava trafik kontrolörlerinin sesine kulak vermeye çağırdı.

Hava trafik kontrolörleri ise özlük haklarının iyileştirilmesi ve meslek itibarlarının korunması için yetkililerden gerekli adımların atılmaması durumunda mücadeleye devam edeceklerini söylüyor.

                                                               /././

 Kudüs, Hood ve Carta(I) -Serdal Bahçe-

"Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. (...) Süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir."

Tarihin mitolojik hale gelmesi, mitselleşmesi aslında egemenlerin yazdığı tarihe bir karşı çıkış işlevini de taşır. Tarih mite, mit tarihe dönüşür. Resmi olarak kurgulanan tarih kazananların, el koyanların, yağmalayanların, servet ve güç sahiplerinin tarihi olurken, mitolojik tarih ezilenlerin, sömürülenlerin, dışlananların hikayesine dönüşür. Onların kralları, generalleri, komutanları, devlet adamları vardır, bize düşen ise haydutlar, isyancılar, köleler, sapkınlar, kaçaklardır. Biz kinimizi resmi tarihin anlatmadığı hikayelerde ve varlığı meçhul kahramanlarda ifade ederiz. Herhalde bu kahramanların en bilineni Robin Hood’dur. 

Varlığı veya yokluğu kesin olarak kanıtlanamamış bir kahramandır. Bilindik hikayesine göre aslında III. Haçlı Seferi’nin (1189-1192) neferlerinden biri olmalıdır. Dolaysıyla İngiltere Kralı I. Richard (Aslan Yürekli Richard) ile sefere giden orduya katılan küçük bir Saxon soylusudur. Haçlı Seferi dönüşü Nottingham’daki topraklarına Nottingham Serifi tarafından el konulduğunu öğrenir ve isyancı olur. Çetesiyle birlikte hem yoksul köylülerin tarımsal ürününe el koyan kilisenin hem de Kral John (ki Aslan Yürekli Richard’ın “hain” kardeşidir) yanlısı Nottingham Şerifi ve bölgesel soyluların zenginliğini yağmalar. Bu yağmadan elde edilenler yoksullar arasında paylaştırılır. Aslında bize servis edilen tek bir hikaye gibi görünse de anlaşılan yüzyıllar boyunca, nesilden nesle aktarılan faklı hikayelerden, baladlardan derlenmiş geniş bir öyküdür. Tarihin ezilenler tarafından mitselleştirilmesine en güzel örneklerden biridir Robin Hood. 

Aslında tarihsel metinlerde daha sonraki dönemler için birkaç Robert Hood (anlaşılan “Robin”, “Robert”ten türetilen bir isimdir, biraz daha sempatikleştirilmiş ve halkçılaştırılmış bir versiyonudur) geçmektedir ve gerçekten yüksek sömürüye ve feodal baskıya karşı isyan etmiş kişiliklerdir hepsi de. Bu tarihsel kimliklerin idealize edilmiş halidir galiba bizim hırsız Robin Hood. Aslında Robin Hood büyük Marksist Tarihçi Eric J. Hobbawm’ın Bandits (Haydutlar) kitabında anlatılan “sosyal haydut” tiplemesinin en ideal halidir. “Sosyal haydut”, sıradan hayduttan, yağmacıdan ve çeteciden faklıdır. Bu sonuncular zavallı köylüler ve serfleri de, ezilenleri de hedef alırken “sosyal haydut” sadece zenginleri, güç ve toprak sahiplerini hedef alırlar. Hobsbawm üç tür sosyal haydut tanımlar, asil soyundan gelen ancak haksızlığa isyan eden soylu haydutlar - ki Robin Hood kendisiyle ilgili sinematografik ve edebi uyarlamalarda böyle resmedilir – köylü isyancılar, ve intikam peşinde koşan intikamcı haydutlar. Hobsbawm özünde tarımsal ve pastoral bir öğe olan sosyal haydutların özellikle ekonomik ve sosyal çöküş dönemlerinde ortaya çıktıklarına işaret eder. Hepimizin bildiği Robin Hood öyküsü de gerçekten ekonomik, sosyal ve siyasal bir kriz içinde olan 12. yüzyıl sonu ve 13. yüzyıl başı İngiltere’sinde geçmektedir. Bu dönemde özgür köylüler, serfleşmiş köylüler, aristokratlar ve hatta monarşi bile bir krizin içinde debelenmektedir. Dönem bazen şiddetlenen bir iç savaşa açılmıştır, süreç İngiltere’yi Magna Carta’ya götürecektir. 

Ancak gerçekten soylu bir sosyal haydut mudur Robin? Aslında Robin Hood ile ilgili edebi ve tarihsel kaynaklar onun soylu olmadığına, özgür köylü, yeni tür özgür çiftçi (yeoman) sınıfından geldiğine işaret etmektedir. Yeomanlar ileride İngiliz kırsal kapitalizmini yaratacak toplumsal stokun en asli unsurudur. Bu anlamda Robin Hood hem yoksullaşan köylünün hem de aristokratik baskıdan kurtulmak isteyen orta halli ve zengin köylülerin tepkisini yansıtmaktadır. Gerçekten görkemli bir öyküdür. İçinde zengin-yoksul, özgür köylü-aristokrasi, yerel iktidar-merkezi iktidar, Norman-Anglo Saxon türünden ikiliklerle ifade edilen bir düzine eş anlı çelişki vardır. Nottingham Şerifi hem özgür köylülerin karşısına dikilen toprak sahibi soyluluğu, hem de yerel küçük soyluların karşısına dikilen merkezi iktidarı temsil etmektedir. Diğer yandan Robin ve arkadaşları kilisenin tahıl stoklarını yağmalayıp bunu yoksul özgür köylülere dağıtırken kilise karşıtlığını da ifade etmekteydiler. Kilise feodal dönemde en büyük toprak sahiplerinden biriydi. Böylece İngiliz özgür köylülerinin hem aristokrasiye ve merkezi monarşiye, hem de kiliseye karşı tepkilerinin bedenleşmiş hali olarak ortaya çıktı Robin Hood. Ama buraya kadar mit ve edebiyattı; şimdi tarihe dönelim. 

Robin çoğunlukla Aslan Yürekli Richard’ın neferi olarak görünür bize hikayelerde. Aslan Yürekli Richard ise Orta Çağ ile ilgili hikayelerde, mitlerdeki “iyi kral”dır. Peki gerçekten iyi midir? İşte mit ile tarih burada ayrılırlar. I. Richard, nam-ı diğer Aslan Yürekli Richard, II. Henry ile Akitinyalı Eleanor’un pek çok çocuğundan sadece biridir, ama en büyükleri değildir. Bunu bilerek vurguluyoruz çünkü feodalitenin gelişkin örneklerinde en büyük çocuk değilseniz, mirasınıza pek bir şey düşmüyor. Daha erken dönemlerde krallığın, toprakların çocuklar arasında paylaştırılmasının vahim sonuçları olmuştu, bölünme feodal monarşileri güçsüz kılıyordu. Böylece gelişti pirmogenitür (en büyük çocuğun her şeyi alması). Richard en büyük çocuk değildi. Ancak primogenitür de feodal dönemde kardeşleri birbirine karşı kışkırtan, kardeşleri babaya karşı kışkırtan bir dinamiğe sahipti. Kral Lear boş bir masal değildi, tüm feodal orta çağ (tüm ahlak, erdem sadakat vurgusuna rağmen) sadakatsizliklerin, ihanetlerin ve komploların tarihiydi. Kuşkusuz Akitinyalı Eleanor bu işin pirlerinden biriydi. 

Orta Çağ standartlarına göre oldukça serbest bir şekilde büyütülmüştü, tarihçilere inanırsak çağındaki en güzel kadınlardan biriydi. Akitinya Fransa’nın güney batısında devasa bir dükalıktı ve dükleri doğal olarak Fransa kralının vassalı idi. Ancak feodalitede bahsedildiği gibi vassallıklar ve sadakat çabuk atılan şeylerdi. Akitinya parçalanmış Fransa’nın bağrındaki en büyük yara idi. Bu yarayı hafifletmek için Fransa kralları Akitinyalı bir düşes ile evlenerek bağları güçlü kılmak isterlerdi. Bu türden evlilikler feodal dönemde normal vakalardı. Nitekim Akitinyalı Eleanor da VII. Louis ile evlendi. Ancak erkek çocukları olmadı. O dönemde siyasi gücün taşıyıcısının ve aktarıcısının erkek olması gerekirdi, erkek çocuğu olmayan kral hanedanın geleceğini riske atıyor demekti. Ama çözüm vardı. Kiliseden boşanma için gerekli izinler alınarak soylu yeni bir kadın bulunurdu. Eleanor bir kenara atıldı. Ancak o da çok boşta kalmadı. 

Richard’ın babası, II. Henry, Fatih William’ın torunu Mathilda’nın oğlu idi. Mathilda babası I. Henry tarafından Anjou kontu Geoffrey Plantagenet ile evlendirilmişti. I. Henry vârissiz ölünce taht için çıkan iç savaşı sonunda II. Henry kazandı. Henry böylece İngiltere tahtına oturdu, babası ve annesi aracılığıyla da Fransa’da geniş topraklara sahipti. Eleanor II. Henry ile evlendi. Böylece İngiltere kralı, eşi aracılığıyla Fransa’daki en büyük dükalıklardan biri olan Akitinya’ya da hükmetmeye başladı. Fransa topraklarının büyük bir bölümü böylece İngiltere’nin egemenliği altına girdi. Bu Fransa için bir lanetti. Ortaya feodal hukuka uygun, ancak bugünkü standartlara göre garip görüngüler çıktı. İngiltere kralı, Fransa’da sahip olduğu topraklar aracılığıyla aslında Fransa kralının vassalı konumunda idi. Feodalite mi? Parçalanmış bir gariplikler bütünüdür. 

VII. Louis’e erkek evlat veremeyen Eleanor, beşi erkek sekiz çocuk verdi II. Henry’ye. Richard dördüncü çocuk olarak doğdu. Doğduğunda ailesi, geniş bir imparatorluğa sahipti. Angevin-Plantagenet imparatorluğu İskoçya sınırından Pirennelere kadar uzanıyordu. II. Henry çok iyi bir asker, iyi bir komutan, iyi bir stratejisyen ve iyi bir yöneticiydi; ancak çok kötü bir eş ve ondan da daha kötü bir babaydı. Feodal dönemde son ikisi konusunda iyi birilerini bulmak zordu zaten. Henry’nin Fransa’daki toprakları Fransa kralının kalbine saplanmış bir bıçak olarak kalacaktı. Fransa kralı açısından sadece hükümranlık kaybı değildi söz konusu olan, aynı zamanda Fransa’daki İngiliz toprakları toplumsal ve siyasal huzursuzlukların da kaynağı olacaktı. Fransa kralının her merkezileşme adımı, her reformu İngiliz topraklarına sığınmış ve İngiliz kralının doğal müttefiki olan aristokrasi tarafından baltalanacaktı. Fransa bu yükten ancak Yüzyıl Savaşları’nın sonunda kurtulacaktı, ve işte o vakit tek ve bütün bir Fransa ortaya çıkacaktı. VII. Louis de muradına erdi ve bir erkek çocuğa sahip oldu; Philip Augustus, oğlu ve babasının en büyük ortak paydaları Plantagenetlere duydukları bitmeyen kin olacaktı. 

II. Henry başarılı bir askerdi; hem İngiltere’de isyancı aristokrasiyi dize getirdi hem de Fransa ve bağlaşıklarının Fransa’daki İngiliz topraklarına saldırılarını savuşturdu. Bu arada İngiltere’deki kilise topraklarına ve kilise atamalarına müdahale de etti; ve bu süreçte en büyük dayanaklarından birini, Thomas Beckett’i karşısına adı. İkisi arasındaki çatışma filmlere, kitaplara konu oldu. Beckett kilisenin ihlal edilemez haklarını savunurken eski dostunun bütün hışmını üzerine çekti. Ruhani korumaya ve papalığın gözetimine mazhar olan Beckett yine de kralın intikamından kendini koruyamadı. İngiliz kralının bile gücü onu Canterbury başpiskoposluğundan alamamıştı; sonunda büyük bir ihtimalle Henry’nin itelemesiyle bir grup şövalye onu Canterbury Katedrali’nde öldürdüler. Kralın gücü şimdilik ruhani iktidarı yenmişti. Ama Henry, Beckett cinayetinin lanetinden bir türlü kurtulamayacaktı. Vatikan Beckett’i aziz ilan etti. 

Feodalizm gerçekten ayrıcalıklara ve doğuştan gelen haklara dayanan bir sitemdi. Ancak bu ayrıcalıklar garip bir şekilde paylaşıldıkça azalan türden ayrıcalıklardı. Bu nedenle ayrıcalıktan yararlanmak için güç kullanmak gerekiyordu. Marc Bloch ünlü Feodal Toplum kitabında sayfalarca bir vassalın lorduyla kurduğu bağımlılık ilişkisinin törensel yanlarını anlattı. Aynı kaptan şarap içmek, verilen sözler, bu sözlerin ruhani iktidar tarafından tasdik edilmesi türünden törensel aşamalar bugünden bakınca komik görünüyordur. Ancak feodal toplumun tarihi okunduğunda toplumun sadakatsizlik ve ihanet içinde debelendiğini, bu türden törenlerin bunları dengeleme işlevi güttüklerini anlarsınız hemen. Artığa el koyan sınıf olarak aristokrasinin safları içinde kimsenin kimseye sadakati yoktu aslında. Buna rağmen yaratılan şövalye kültürü aslında bozuk bir toplumun idealizasyonu amacını taşıyordu. 

Şövalyelik ise sanılanın aksine tüm feodal Orta Çağ’a damgasını vuran bir kurum ve statü değildi. Tam tersine başta savaşlarda sıradan askerler kullanılırdı. Ancak zamanla askeri işlevin getirdiği ayrıcalığa sadece aristokrasi sahip çıktı çünkü şövalyeliğin getirdiği ayrıcalıklar vardı. Böylece 12. yüzyılın sonu, 13. yüzyılın başı gibi şövalyelik feodal Orta Çağ kültürünün hakim öğesi haline geldi. Aslan Yürekli Richard bu yeşeren kültürün pop starı gibiydi. Kraldı ancak savaş meydanında askerleriyle birlikte savaşıyor, onlarla birlikte yiyor, ve onlarla birlikte içiyordu. Bu askeri yoldaşlık hikayesinden bir iyi şövalye-kral miti doğdu; sıradan askerlerle düşüp kalkan bir kral olarak Richard, Norman köklerine rağmen Saxon küçük ve özgür köylüler için tepeden, göklerden gelen bir adaletin yeryüzünde billurlaşmış hali oldu. Ama aslında Richard bir aziz değildi, tam tersine yönetme hırsıyla gözü dönmüş bir ergendi gençliğinde. II. Henry, İngiltere tarihindeki en şaşalı kral olabilirdi ama kesinlikle oğullarına, eşine bile güvenmeyen bir otokrattı. Gücü hiç paylaşmak istemedi çünkü paylaşıldıkça azaldığını biliyordu. Feodalitede oğul ile babanın, kardeş ile kardeşin kanlı bir iç savaşa sürüklenmelerine yol açıyordu bu durum. Nitekim II. Henry (kimilerine göre müteveffa Aziz Beckett’in lanetiydi bu) ömrü hayatında dışarıdan gelen tehditlerden çok oğullarının isyanlarıyla uğraşmak zorunda kaldı. En büyük oğlu William, erken yaşta öldü (ölüm herkes için pe sıradandı o dönmelerde); ikinci oğlu Genç Henry’yi eş kral olarak atadı. Ama göstermelikti, gücü kendi elinde tuttu ve öz oğlunu bir tür kuklaya dönüştürdü. Bir küçüğü, Richard Akitinya dükalığını aldı, ama onun da tepesine bir sürü krallık görevlisi atadı. Üçüncü oğlu, Geoffrey ise daha önemsiz bir pozisyona itildi. Son oğlu, henüz çok küçük John (ileride zorla masaya oturtularak Magna Carta’yı imzalamak zorunda bırakılacak, İngiltere Kralı I. John) ise İngiltere’de bir grup öğretmenin ve danışmanın eline terkedildi. Ona toprak kalmamıştı (bu nedenle o her zaman John the Lackland, Topraksız John olarak kalacaktı). 

Ancak bu de facto durumu gözünü güç ve servet hırsı bürümüş oğulları kabullenmediler. Böylece ortaya Shakespeare’e ilham kaynağı olacak bir aile dramı çıktı. Genç Henry, Richard ve Geoffrey bazen tek başlarına, bazen de birlikte isyan ettiler babalarına karşı. En büyük destekçileri de Plantagenet imparatorluğunu zayıflatarak Fransa için manevra alanı yaratmak isteyen Fransa kralları olacaktı. Feodalizmde ulusal ve ailesel bağlar çok zayıftı, sadakat ise çabucak unutuluveren bir erdemdi (bu nedenle Bloch’un detaylarıyla anlattığı bağlılık törenlerinde en fazla sadakate vurgu yapılması bir ironiydi). Sadakatin en az olduğu toplumda, en övülen erdem olmasında şaşılacak bir yan yoktu. Bu aile içi isyanda oğulların en büyük destekçisi ise anneleriydi; Akitinyalı Eleanor. Oğlu Richard ile Akitinya’ya gelen Eleanor hırslı kocasının ona ait toprakları tanınmayacak hale getirdiğini fark edince oğullarının yanında saf tuttu. Dahası kendisini erkek çocuk doğuramadığı için boşayan ve kendisinden nefret eden Fransa Kralı VII. Louis’e oğullarına destek vermesi için başvurdu. Feodalizm tüm ahlaki ve şövalyevari söylencelere rağmen bu türden erdemlerin pek az olduğu bir dönemdi. Böylece ortaya Eleanor-sadaktsiz oğullar-Fransa ittifakı çıktı. 

II. Henry kötü bir baba, kötü bir eş olabilirdi, ancak mükemmel bir askerdi. Bu şer ittifakını savaş alanında perişan etti. Eleanor’u kendi ölümüne kadar sürecek bir hapislik hayatına itti; oğullarının tüm ayrıcalıklarını ellerinden aldı (onları yok etmesi düşünülebilecek bir şey değildi çünkü feodalitede bir feodalin en büyük gücü mirasını devralacak varislerinden geliyordu); Fransa kralına ise onur kırıcı şartları dikte etti. Oğulları önünde diz çökerek af talep ettiler ve özür dilediler. Tam da Bloch’un tasvir ettiği bağlılık yeminleriyle örülmüş bir tören sonucunda affedildiler. Ancak sadakatsiz oğullar baltaları yok etmemişlerdi, onları gömmüşlerdi; şimdilik. 

Bu hafta için bitirirken bu tarihsel aile dramını anlatan müthiş bir filmi analım. 1968 tarihli Lion in Winter tam da bu dönemi anlatmaktadır. Anthony Harvey’nin yönettiği filmde Peter O’Toole II. Henry’yi (ki bu rolüyle Oscar adaylığı kazanmıştır), her daim muhteşem Katharine Hepburn Akitinyalı Eleanor’u (bu rolüyle Oscar kazanmıştı), o vakitler pek genç Anthony Hopkins ise Richard’ı (geleceğin Aslan Yürekli Richard’ı) canlandırmıştı. Olağanüstü bir filmdir. 

Devamı gelecek haftalara..

                                                             /././

Nesrin’in öfkesi nerede? -YAĞMUR BÜŞRA EKİNCİ-

"Fikret Reyhan Cam Perde filmiyle, bir kadının hayatında sıkıştırıldığı yerleri incelikli bir şekilde işliyor. Nesrin’in hikayesinde birden çok kadının hikayesini izliyoruz."

Fikret Reyhan’ın son uzun metraj filmi Cam Perde Türkiye’de ilk gösterimini geçtiğimiz yıl gerçekleşen 42. İstanbul Film Festivali’nde yaptı. İstanbul Film Festivali’nde Jüri Özel Ödülü ve En İyi Erkek Oyuncu ödülünü aldı. Altın Koza Film Festivali’nde ise En İyi Kadın Oyuncu ve En İyi Kurgu ödüllerini aldı. Bir süredir bir dijital platformda gösterilmekte olan filmi soL okurlarının da dikkatine sunmak istedik.

Yönetmen Fikret Reyhan, Çatlak ve Sarı Sıcak filmleriyle emekçi mahallelerinden yaşamları sinemaya konu edindiğini göstermişti. Cam Perde filminde bir kadının gözünden boşanma süreci, tek başına var olma mücadelesi ve bunun ekonomisi bir arada işleniyor. 

Cam Perde, ana karakter Nesrin’in boşandığı eski eşi Ömer ve yeni sevgilisi Selim arasında kaldığı hayatının birkaç gününü seyirciye gösteriyor. Film Nesrin’in dövme yaptırmasıyla açılıyor, doktor muayenesinde beş haftalık gebelik haberi almasıyla devam ediyor. Boşanma, yeni bir hayat ve iş kurma yolunda ilerlemeyi isteyen bir kadının yaşayacağı çatışmayı izleyeceğimiz bir film olacağı böylece seyirciye gösteriliyor. Film, ilk bakışta, Nesrin’in hayatına girmiş olan iki erkeğin, eski eş Ömer ve müstakbel eş Selim’in Nesrin’e dönük birbirleriyle çatışan tutumları üzerinden ilerleyecek gibi görünse de aslında Nesrin’in arada kaybolan bir hayat yaşamasını incelikli bir şekilde işliyor.

                                              Fikret Reyhan, “Cam Perde” (2023)

Nesrin, Selim’in pastanesinde çalışıyor aynı zamanda eniştesiyle birlikte sipariş üzerine pasta yapıyor. Selim’le kurduğu ilişkide hem çalışanı olmak hem de sevgili olmak iç içe geçiyor. Bir yandan Ömer’in çalışmayan, suça meyilli, sorumluluk alamayan karakteri diğer yanda Selim’in sorumluluk sahibi iyi bir eş olduğunu görüyoruz. Ömer sürekli bir şeyleri düzeltebileceğini, düzelttiğini anlatmak için Nesrin’i zorlarken, eski eş Selim Nesrin’in Ömer’e gösterdiği hoşgörüden rahatsız oluyor. Selim’in buradaki tutumu “kadını korumak” görevini üzerine almış olmasından geliyor gibi görünüyor. Aynı Selim’in Nesrin’in üniversite okuma ihtimalinden rahatsızlık duymasında, kendi işini kurma olasılığını ciddiye almamasında ve son olarak gebeliği sonlandırma talebindeki tutumunda olduğu biçimde, sözde koruyuculukla bir kadının kendi başına var olmasına izin vermeme iç içe geçiyor. 

Nesrin’in hayatta yapmak istediklerinin seyirciye aktarıldığı sahneler yeğeniyle yaptığı kısa sohbetlerde gösteriliyor: 17-18 yaşlarında olan yeğeni ile üniversiteye gitme hayali kurması, birlikte dövme yaptırması Nesrin’in kendini arayışının, kendini tek başına var etme mücadelesinin gösterilmesi gibi. Film boyunca Nesrin’i öfkeli, bağıran halde göremiyoruz. Ömer kapısına dayandığında, çocuğu ile tehdit ettiğinde dahi “sakinliğini” koruyan bir karakter var karşımızda. Yeni hayatını kurmayı düşündüğü sevgilisi Selim ile ilişkisinde çalışmasının istenmemesi, kendine ticari bir kariyer hedeflemesinin şakaya alınması, gebeliği sonlandırma talebinin reddi bile Nesrin’i öfkelendirmiyor. Nesrin’in öfkesi nerede? Nesrin’in sakinlikle karşıladığı olaylar çocuğunun alıkonulması, iş yerinin taşlanması ve sokakta Ömer tarafından sıkıştırılması olunca öfkesinin nerede olduğu merak konusu oluyor. Selim ile kurduğu ilişkinin ekonomik bağımlılıkları beraberinde getirmesi, Ömer ile kurduğu ilişkisinin bir çocuğun hayatını da etkiliyor olması Nesrin’i öfkelenemez hale mi getirmiş? Nesrin’in hayatını kurmaya çalışırken Selim’le kurduğu iş ilişkisi, Ömer’le kurduğu anne-baba olma hali ince bir ip üzerinde yürümeye benziyor. 
Nesrin’in hayatında koruyucu görevini üstlenen erkekler de saldırganlık gösteren erkekler de Nesrin’i görmüyorlar. Bu, yakından tanıdığımız kadınların hikayesini seyirciye hatırlatıyor. Nesrin bu görünmez halin sonucu olarak çatışmaların dışında kalabilme yeteneği geliştirmiş gibi görünüyor. Aslında sakince kendi halinde yaşamak istediği hayatı kurmak, bu çatışmalardan uzaklaşmak istiyor, hayatının karar verici konumunu elde etmeye çalışıyor.

Fikret Reyhan Cam Perde filmiyle, bir kadının hayatında sıkıştırıldığı yerleri incelikli bir şekilde işliyor. Nesrin’in hikayesinde birden çok kadının hikayesini izliyoruz. Bir ilişkiden çıkmak, bir başka ilişkiye girmek, bir yandan da hayatın içinde varlığını bağımsızca kurmak arzusu bir arada olduğunda yaşanan çatışma anlatılıyor. Bu çatışma Nesrin’in iç çatışması değil de O’na ve birçok kadına yaşatılan toplumsal baskının sonucu değil mi?

Filmin eski eşin kadının hayatını sıkıştırmasını ilk andan itibaren izlettiği seyirci olabilecekleri biliyor, çünkü her gün okuduğumuz kadın cinayetlerine giden yolu izliyoruz. Aslında tam da bu yüzden ilk sahneden son sahneye kadar kadının hayatını nasıl yaşayacağını değil de hayatta kalıp kalamayacağını düşünüyoruz. Fikret Reyhan, filmi bu gerilim hattı ekseninde kurarak politik gündemlerin başında gelen kadın cinayetlerini sinemaya konu edinmeyi ve bunu yaparken sakin bir kadın karakter yaratarak izleyicinin tırnaklarını yemesini tercih etmiş gibi görünüyor.

                                                           /././

Ülkesi Türkçe, şiiri alev olan şair: Cemal Süreya -Yekta Armanc Hatipoğlu-

“Cemal’in ülkesi Türkçe oldu. Başkenti de şiir. Kendi istenci (iradesi) dışında Türkçe onun dili oldu ama o da Türkçeyi güzelleştirdi, zenginleştirdi. Nice güzel şey, onun Türkçesiyle yaratıldı.”

Cemalettin Seber ya da bilinen ismiyle Cemal Süreya, 1931 yılında Pülümür’de doğdu. 1938’de, Dersim Katliamı’nın olduğu yıllarda, henüz altı yaşındayken ailesi ve 866 kişiyle birlikte Bilecik’e sürgün edildi. Yaşamanın ilk yıllarında yaşadığı sürgün, yani “aklından hiç çıkmayacak o günler” şöyle yansıdı dizelerine:

“Bir yük vagonunda açtım gözlerimi,
Bizi kamyona doldurdular,
Tüfekli iki erin nezaretinde,
Sonra o iki erle yük vagonuna doldurdular,
Günlerce yolculuktan sonra bir köye attılar,
Tarih öncesi köpekler havlıyordu
Aklımdan hiç çıkmaz o yolculuk, o havlamalar, polisler
Duyarlığım biraz da o çocukluk izlenimleriyle besleniyor belki.
Annem sürgünde öldü, babam sürgünde öldü.”

Annesinin sürgünde ölümü, Süreya’nın sürgünle tanışması gibi çok erken oldu. Annesi Güllü Hanım, Bilecik’e yerleştikten altı ay sonra yaptığı düşük sonucu meydana gelen kanamadan dolayı yirmi üç yaşında öldü.

Ardından ilkokul okumak için İstanbul’a giden Süreya burada sinema ve edebiyatla tanıştı. “Eline ne geçerse okuduğu” söylenen Süreya 1941’de, 3. sınıfın ilk dönemini bitirdikten sonra sürgün edildikleri Bilecik’e dönmek zorunda kalınca, Bilecik Birinci İlkokulu’na kaydoldu. Burada, alay etmek amacıyla kendisine “Kürt Cemo” denildi. Muzaffer İlhan Erdost, “Üç Şair” kitabında bu konuyla ilgili “Sanıyorum Kürt olduğunu değil sürgün olduğunu sakladı” diyor.

Süreya, o zamanları şöyle anlatıyor: Benim adım Cemal Süreya. Kürt Cemo derler bana. Alevi ve Kürt’üm. Zaza’yım da. Çoğusu bilmez bu yönümü. Küçüktüm ve sürgün edilmiştik. Arkadaşlarıma alay konusu oldum hep. Zaten Kürt Cemo lakabını da onlar taktı lakap olarak. Daha rahat alay ediyorlardı. Ben bu şekilde büyüdüm. Anasız, babasız. Her küçük çocuk görüşümde ağlarım ben.”

Ortaokulu parasız yatılı okudu. 1947’de ortaokulu bitirdikten sonra aynı yıl İstanbul’daki Haydarpaşa Lisesi’nde parasız yatılı öğrenci olarak öğrenim hayatına devam etti. Bildiğimiz anlamda şairliğinin bu dönemde başladığı biliniyor. Aruz ölçüsüyle başladı şiir yazmaya. Eski edebiyatçı, aruzcu olarak görüyordu kendisini ilk yıllarda.

1950’de Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuduğu yıllarda şiirleri yayımlanmaya başladı. Bu dönemde, bugün bildiğimiz Cemal Süreya doğmaya başladı; Süreya, eski şiiri bırakıyor, yeni şiire geçiş yapıyordu.

Mezuniyet, askerlik, memurluk; Süreya’nın hayatı “normal” gidiyordu ancak o, “normalliğin” içine şiirlerle giriyordu. Askerlik yaptığı döneme denk gelen, beşinci ayın beşinde saat beşte Kızılay’da Demokrat Parti’yi protesto etmek amacıyla toplanan grubun şifresi olan 555K’ye tanık oldu, meşhur 555K şiirini yazdı.

Şiir, şu dizelerle bitiyor:

“biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
anamız çay demliyor ya güzel günlere
sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
bu, böyle gidecek demek değil bu işler
biz şimdi yan yana geliyoruz ve çoğalıyoruz
ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
işte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz.”

Maliye müfettişliği ve darphane müdürlüğü yaptı. İşçiler, onun için “Bürokrat değil aydındı” diyordu. Toplu sözleşme uyuşmazlığı nedeniyle toplam 330 işçinin çalıştığı Darphane ve Damga Matbaası’nda 23 Haziran 1988’de başlatılan grevin çadırında Cemal Süreya da duruyordu.

Cemal Süreya hiçbir sosyalist partiye örgütlenmedi ama sosyalistti. Muzaffer İlhan Erdost, Cemal Süreya’nın, sosyalizmi bilmeden önce de özlediği insani değerleri savunan bir sistem olduğunu sosyalizmi tanırken öğrendiğini söylüyor. Erdost, sosyalizmin Cemal Süreya’nın önce açık, sonra gizli sevgilisini olduğunu anlatıyor: “… Sosyalizmi sevmenin yasak olduğu günlerde gizlemedi sosyalist olduğunu. Sosyalizmin ‘moda’ olduğu günlerde de çığlıklanmadı ‘Ben sosyalistim’ diye.”

Süreya’nın sosyalizmi özümsememesi, bir sosyalist partide örgütlenmemesi, onun şiirlerinde sosyalist değerlerin olmadığı anlamına gelmiyor. Süreya’nın şiirleri, belki Marksist şairlerin şiirleri gibi yalın ve net değil ama içinde sosyalist ögeleri barındırdı.

“Kalın Abdal,” örneklerden biri. Şiirin son dizeleri şöyle:

“biz ki Nâzım’dık dünyada
rumelli kalın abdal
uçan kuşa selam saldık
sevdik oluklar boşaldık,
cemi cümle bir sofrada
muhannetlik kalmayana”

Cemal Süreya, şiirlerinde anlamsızı amaç edinmekten kaçındı. Kendi şiirini, “Alevdir çünkü benim şiirim, / Hayatın alev halidir” diye tanımladı.

Yaşadığı kimlik sorunları, sürgünle başlayan, yoksullukla geçen bir hayat… Muzaffer İlhan Erdost, Süreya’nın Türkçe ve şiirle kurduğu bağı şöyle anlatıyor: “Cemal’in ülkesi Türkçe oldu. Başkenti de şiir. Kendi istenci (iradesi) dışında Türkçe onun dili oldu ama o da Türkçeyi güzelleştirdi, zenginleştirdi. Nice güzel şey, onun Türkçesiyle yaratıldı.”

Renkli dergilerin, erotik şiirlerini başat hale getirip, apolitize etmeye çalıştığı Cemal Süreya, o kalıplara sığdırılamıyor. Süreya, önüne çekilmek istenen o “renkli” bariyeri, kendi yaşamı ve şiirleriyle ezip geçiyor. Çünkü alevdir onun şiiri, hayatın alev hali.

(soL)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder