Altındağ'dan Kayseri'ye: Göz yumulanlar, bedel ödeyenler ve linç -Gökçer Tahincioğlu-
2021'de Altındağ'da, şimdi Kayseri'de yaşananlar, bir rahatsızlığın sonucu değil, bir nefret iklimi oluşturmanın provası.
Türkiye'de günler başka coğrafyalara oranla daha hızlı geçer.
Başınızı bir anlığına çevirip, yeniden aynı yöne baktığınızda bile gelip geçen onlarca olayı ıskaladığınızı fark edersiniz.
Kimi savunacağınızı, kimi korumak zorunda olacağınızı şaşırdığınız, yasaların eşit ve adil işletilmediği, anayasanın herkesi aynı şekilde kapsamadığı bir gariplikler ülkesi.
Misal, bir başka ülkede eski Ülkü Ocakları Başkanı Sinan Ateş'in öldürülmesiyle ilgili süreci aydınlatan gazeteciler özenle korunur ancak bizde gazetecileri ölümle tehdit eden, kişisel bilgilerini yayan, adım adım izleyen insanlar "vatansever" sayılıyor. Savcılıklar, bu kişiler hakkında tek bir adım atmıyor ancak sosyal medyayı adım adım izleyerek soruşturacak insan tarıyor.
Ya da mahkemede insanları nasıl vurduğunu övünerek anlatan bir tetikçinin 2-3 yılda cezaevinden çıkmış ve yeni bir cinayeti azmettirmiş olması bile olağan kabul edilebiliyor.
Türkiye klasiği…
* * *
Kayseri'de 30 Haziran akşamı yaşanan, Suriyelilerin yaşadığı mahallelere yönelik saldırıları "duyarlılık" olarak gösteren, Atatürk'ten sözde ifadelerle bu linç eylemlerini normalleştirmeye çalışan büyük bir kalabalık var.
İçişleri Bakanı, o akşam yaşananlara yönelik yaptığı açıklamada, sosyal medya platformu X üzerinden yaklaşık 79 bin hesaptan, 343 bin paylaşım yapıldığını, paylaşım yapılan hesapların yüzde 37'sinin BOT; paylaşımların yüzde 68'nin ise provokatif amaçlı ve negatif olduğunu söyledi. 63 hesap ile ilgili soruşturma başlatıldığını açıkladı.
Geride bıraktığımız gün, bu olayları kışkırtan hesapların aynı anda FETÖ ve PKK bağlantılarının saptandığına yönelik, güvenlik kaynaklarına dayandırılan haberler yapıldı.
Bildik ve beylik laflar.
* * *
Olayların yaşandığı akşam bir de eski İçişleri Bakanı Süleyman Soylu'nun propagandasını yapan hesaplar da vardı. "Soylu olsa bunlar yaşanmazdı" paylaşımlarının sayısı yüksekti.
Elbette böyle değil. Soylu döneminde onlarca benzer olay yaşandı. Bunlardan en büyüklerinden biri de Ankara Altındağ'da yaşandı.
Polisin, kalabalığı izlemekle yetindiği, 2021'de yaşanan bu olayları anlamadan Kayseri'de başlayan, farklı kentlere de yayılan olayları anlamak da güç.
* * *
Altındağ'dan Kayseri'ye uzanan gelişmeler derinlemesine yorumlanabilirse, belki yaşananlara tepki gösterenler açısından da doğru adresin neresi olduğu daha net anlaşılabilir. Elbette bunları linç meraklısı kalabalığın anlaması mümkün değil. Onlar ayrıca araştırılması gereken gruplar.
Önce Altındağ'a dönüp, o dönemdeki bilgileri anımsayalım.
* * *
Suriye savaşının henüz ilk yıllarında bölgeye ilişkin haberlerde o zamanlar çok da ciddiye alınmayan bir örgütün adı geçmeye başladı. Oysa Ürdün'de otelleri bombalamış, parçalanan Irak'ı birbirine katmış bir örgüttü ve yeni hedefi o güne kadar El Nusra adlı örgütü desteklediği Suriye'de egemenlik kurmaktı. Artık dünyanın dört bir tarafında farklı savaşlara katılmış cihatçılar, akın akın Suriye'ye gidiyordu. Kullandıkları ana güzergâh ise Türkiye'nin güney sınırıydı. En rahat geçiş buradan mümkündü.
"Savaşmadan kaçıyorlar" denilen Suriyeliler, Suriye ordusunun, ifadenin tam anlamıyla "dış güçlerin desteklediği" radikal İslamcı örgütlere yenilerek ülkenin kuzeyinden çekilmesiyle zalimlikle baş başa kaldılar. İnsanların bir bölümü savaştı, bir bölümü esir düştü, bir bölümü köleleştirildi.
Hayatları boyunca biriktirdikleri ne varsa bir gecede kaybettiler. Kadınlar esir alınıp köle pazarlarında satıldı, erkekler, ailelerinin gözü önünde kurşuna dizildi. Ve kaçtılar.
IŞİD büyüdü, Rakka'yı başkent ilan etti. Petrolünü dünyanın gözü önünde, devletlerin açtığı arka kapıları kullanarak sattı, zenginleşti. Daha silahlı, daha kalabalık, daha güçlüydü.
* * *
O zamanlar Ankara Altındağ'da, orada yaşayanlar dışında kimsenin girmediği mahallelerinde IŞİD'in Türkiye hücresi hızla örgütlendi. Mahallede işsiz sayısı çok fazlaydı. Türklerin katılımını örgüt çok önemsiyordu. Mahalledeki bazı gençler, para için, 4-5 aylığına savaşmaya gidip, geri dönmeye başladı. İyi para kazanıyorlardı.
2014'te, Ankara Altındağ'da yaşayan 6 çocuk, sabahın erken saatlerinde evlerinden ayrıldı. Ne Suriyeli biliyorlardı ne Suriye'yi. Dertleri IŞİD'e katılmaktı. Ailelerine işe gideceklerini söylemişlerdi ama öyle olmadı. Çocuklar, otobüsle Kilis'e gelip, orada kaçakçılara 20'şer lira vererek Suriye'ye geçti.
Elbette, birileri akıl vermişti. Akıl verenlerin aradığı kişiler sınırın diğer tarafında karşıladıkları çocukları Rakka'ya götürerek, evlere yerleştirdi. Arapça bilmiyorlardı ama gerek de yoktu. Altındağ'dan tanıdıkları birçok insan o evlerde idi.
Ellerine silah tutuşturulan çocuklardan beşi, birkaç gün sonra geldikleri yolları kullanarak kaçtılar ve Altındağ'a döndüler.
Biri ise kaldı. Zaten ağabeyi de daha önce IŞİD'e katılmıştı ve savaşması karşılığında iyi para alıyordu. Zaman zaman sınırı geçiyor, savaşıyor, Altındağ'a geri dönüyordu. Mahalle muhtarı, komşular, herkes biliyordu durumu. Biraz tatil yapıyor, sonra yeniden savaşmak için Suriye'ye gidiyordu.
14 yaşında T., eline silah tutuşturulduğu Suriye'de yaralandı. Yarası ağırdı. IŞİD, uğraşmak istemedi ve T.'yi sınıra bıraktı. Askerler, yaralı halde bulduğu çocuğu Gaziantep'e getirdi ve Altındağ'da yaşayan ailesini bilgilendirdi.
* * *
Altındağ'dan insanlar Suriye'deki yıkıma ortak olmaya başlarken, kaçan Suriyeliler de Altındağ'ı keşfetti. Altındağ'ın bazı yerlileri Suriye'deydi ve onlar Suriye'de olduğu için Suriyeliler mahalleye geliyordu.
O yıllarda Ankara'nın göbeğindeki Altındağ'ın merkez mahalleleri Hacıbayram, Önder, Battalgazi'deki binaların büyük bölümü kentsel dönüşüme sokulmuş, evlerin bir kısmı yıkılmıştı. Hükûmetin açık kapı politikasından dolayı akın akın Türkiye'ye gelen Suriyelilere, buradaki yıkık dökük evler fahiş fiyatlara kiralandı. Bir bölümü pazar tezgâhı açıp para kazandı, gündelik işlerde çalışıp evi onardı. Başlangıçta büyük bölümünün niyetleri Avrupa'ya gidebilmekti. Ancak Türkiye'nin güneydeki sınır kapıları açık, batıdaki sınır kapıları kapalıydı. Burada kalmaları gerekiyordu. Yıkık dökük dükkânları kiralayıp esnaflık yapmaya başladı Suriyeliler. Mahallenin tek okulu bile kentsel dönüşüme sokulmuş, çocuklarını uzaktaki okullara göndermek zorunda kalan Altındağ'ın yerlisi, Türk, Kürt, Roman aileler mahalleleri terk etmeye başlamıştı. Terk edilen yerlerin Suriyelilere kiralanmasında kimse sakınca görmedi.
Zamanla Ankara'nın mobilya merkezi Siteler esnafı da Suriyelileri keşfetti. Bir bölümü kayıtsız bu insanları sigortasız, dörtte bir fiyatına çalıştırmak bile mümkündü. Bazıları daha insaflı davrandı. Gün geçtikçe Siteler'deki işçi profili değişti. Kimsenin şikâyeti yoktu.
* * *
Aynı dönemde IŞİD, Ankara'nın çeşitli semtlerinde okullar açmaya başladı. Suriyeliler, kaçıp geldikleri IŞİD'in yanı başlarında olduğunu o zaman anladılar ama gidebilecekleri bir yer yoktu. Suriyeliler IŞİD'den kaçmıştı ama IŞİD'in Türkiye'deki merkez hücreleri de kaçtıkları yerdeydi.
IŞİD, yıllarca bu okullarda Altındağ'da doğup büyümüş çocuklara İslami eğitim verdi. Haberler çıkıyor ama kimse bir şey yapmıyordu.
IŞİD, aynı yıllarda Türkiye içerisinde bombalı eylemlere başladı. 10 Ekim Gar Katliamı, Diyarbakır HDP Mitingi saldırısı, Suruç katliamı, Reina katliamı…
Örgütün Gaziantep ve Adıyaman hücreleri, yıllardır izlenmelerine rağmen rahat rahat bu eylemleri yaptı.
* * *
Altındağ'ın merkez mahalleleri de hızla dönüştü. Arapça tabelalar, Arap müziği, Arap yemekleri. 350 bini aşkın kişinin yaşadığı ilçedeki Suriyeli sayısı 100 bini buluyordu neredeyse. IŞİD üyeleri de mahalledeydi. Mahalle her anlamda Suriye'ye benziyordu.
Ama artık kentsel dönüşümün sonuna gelinmiş, yıkık evler, dükkanlar, arsalar değer kazanmıştı. IŞİD yenilmişti, konjonktür değişmişti. Gitmelilerdi ama nereye…
"Narin ayaklarına taş değmesin", nazenin Batı ülkeleri, Türkiye ile geri dönüşüm anlaşması yapmıştı. Türkiye, sınırlarının güneyini bu nedenle açmış, batısını bu nedenle kapatmıştı.
Sadece Suriyelilere ödenmesi için fonlar vermekle yetinmedi Batılı ülkeler. OHAL Komisyonu gibi bir garipliği "hukuki" saydı. AİHM'deki dosyaların gereğinin yapılması konusunda yıllarca adım atmadı.
* * *
Kayseri'nin de Altındağ'dan bir farkı yok. Aynı mahallelerde cihatçı savaşçılar, bu kişiler yüzünden ülkelerinden kaçıp gelen insanlarla bir arada yaşıyor. Mahallelerin demografisi, gelişimleri birbiriyle aynı.
Suriye'nin kuzeyindeki cihatçıların korunması için politika geliştiren Türkiye, konjonktür değiştiği için Suriye yönetimiyle temas kurmaya çalışsa da bu grupları yalnız bırakmıyor.
Bir taraftan sınırlarını açmak tehdidiyle batıyı susturan iktidar, diğer taraftan Suriye politikasını da sürdürüyor.
Hem rüşvetçi, iki yüzlü Avrupa'nın refahını hem de Suriyeli cihatçıları koruyabilmek, bir yandan da Suriye yönetimiyle temas kurmaya çalışmak… Zor bir denge…
Kayseri'de yaşananlar da elbette bir istismar olayından duyulan rahatsızlık değil, konjonktürel bir provokasyonun sonuçları.
Bu provokasyonun adresini aramak için, eşzamanlı Suriye'de yaşananlara da bakmak gerekiyor.
* * *
Bu coğrafyada yaşayan insanlar, elbette, milyonlarca gencin işsizlikle boğuştuğu, ferah feza yaşayamadığı yurtlarına birkaç yılda milyonlarca mültecinin gelmesinden ve kalmasından, bu insanların yok pahasına çalıştırılması nedeniyle yeniden işsiz kalmaktan, yaşadıkları kentin profilinin bir anda değişmesinden rahatsızlık duyabilir. Linç eylemlerine karşı duran ancak rahatsızlığı olanları kastediyorum elbette… İnsani bir duygu bu.
Ama o rahatsızlığın nedeni de savaştan kaçmış insanlar değil.
Bu rahatsızlığı duyanlara, "bir gecede göndeririz", "konut yapıyoruz", "gidecekler", "onlar misafir" açıklamaları yapanların, bütünlüklü politikalar geliştirmeden kentlerin demografisini değiştirenlerin sorumluluğunu savunmasız insanlara yüklemenin anlamı yok.
2021'de Altındağ'da, şimdi Kayseri'de yaşananlar, bir rahatsızlığın sonucu değil, bir nefret iklimi oluşturmanın provası.
Bütün protestoları bastırma yeterliliğine sahip olanların, kalabalıklara engel "olamamasını" başka türlü açıklamak mümkün değil.
İkiyüzlülüğün adresleri belli. Birbirine kızarak, "al evinde besle" sloganlarıyla çözülemeyecek bir sorunun izleyenleriyiz şu anda.
Ve iktidarın da muhalefetin de çözüm üretmeye, barış iklimi yaratmaya zorlanmaması halinde bu sorunun nasıl kullanılacağını, nelere yol açacağını görüyoruz.
Ve bu provalar, Suriye'deki ateşin körüklenmesinin, bir ülkenin paramparça edilmesinin aktörlerini de barındıran mahallelerde yaşanıyor. Asıl endişe verici olan, kalıcı çözümler üretilmezse, yenilerinin ve daha büyüklerinin de her an yaşanabilmesi ihtimali…
/././
İnadına tanışmak için Arafta Düet -Mine Söğüt-
Demirtaş ve Bener arafta bir düet yaparak adalete giden tüm yolların hukuksuzlukla tıkandığı bir zamanda o tıkanıklığın tam ortasını delip geçen ve dostluğa, dayanışmaya varan edebi bir yol açtılar
Yazarları Selahattin Demirtaş ve Yiğit Bener.
Biri Edirne Cezaevi'ndeki masasında yazdı kitabı; diğeri İstanbul'da, evindeki masasında.
Biri minicik bir avluda volta atarak düşündü hikâyeyi; diğeri şehirleri, ülkeleri, dünyayı adımlayarak…
Biri hukuksuzca rehin alındığı evrenden kelimelere tutunarak fikren firar etti; diğeri özgürlüğe tehditler savuran bir evrende yine kelimelere tutunarak o firara eşlik etti.
Ve dünyanın tüm tutsaklıklarından kaçarak okura vardılar.
Ele avuca sığmayan, hapsedilemeyen, engellenemez, yok sayılamaz, görmezden gelinemez, kayıt dışı bırakılamaz fikirlerin hapsedildikleri yerden firarı tüm firarların şahıdır.
Birbirini tanımayan iki yazarın hiç karşılaşmadan sadece mektuplaşarak ve bambaşka pencerelerden dışarıya bakarak yazdıkları "Arafta Düet"i sadece edebi bir roman olarak okumak o kitaba ve o firara yapılacak en büyük haksızlık olur.
Bu kitap aynı zamanda bir sivil itaatsizlik eseridir.
Yapmayın, yapamayın, yapmayı aklınıza bile getiremeyin denilen şeyi yapmanın, bunu bir de edebiyat yoluyla yapmanın lezzetini bize sunan bu firari girişimde, üzerine düşünülmesi gereken en önemli şeylerden biri belki de "tanışma" kavramı olmalı.
Birbirimizden hem fiilen hem de fikren çok uzaklaştığımız, tanıştırılmadığımız, tanışamadığımız, yalnızlaştırılarak güçsüzleştirildiğimiz bir sistemin içinde tanışmayı bambaşka ve çok güçlü bir yerden yeniden inşa eden iki yazarın ve ortak ürünleri olan kitabın hikâyesi üzerine farklı açılardan uzun uzun düşünmeliyiz.
Düşünmeye basit bir soruyla başlayabiliriz.
"Birbirini daha önce şahsen tanımayan iki yazar, bir araya hiç gelmeden neden ortak bir kitap yazarlar?"
Bu sorunun cevabı "Sadece keyif için" olabilirdi ama biliyoruz ki değil. Eğer Selahattin Demirtaş iktidarın hukukusuz uygulamaları yüzünden yıllardır hapiste tutuluyor olmasaydı ortaya böyle "deneysel" bir metin belki de hiç çıkmayacaktı.
Ve biliyoruz ki bu deneysel metin bir yandan "keyifle" yazıldı ama diğer yandan da inat için, ibret-i alem için, tarihe not düşmek için, baskılara kafa tutmak için, düzenin çarkına çomak sokmak için, siyasi dille kurulan "siz biz izin vermedikçe yoksunuz" cümlesine edebi dille "Biz sizden daha çok varız, asıl siz bugün var yarın yoksunuz" demek için de yazıldı.
Siyasetin uçuculuğunu, edebiyatın kalıcılığını belgelemek için yazıldı.
Kitabın tanıtımında şöyle bir cümle var:
"Mizahi bir üslup ve sürükleyici bir kurguyla kaleme alınan Arafta Düet, hepimizi barış, vicdan, erdem üzerine yeniden düşünmeye davet ediyor."
Kitabı okuduğunuzda barış, vicdan ve erdem üzerine yeniden düşünebilirsiniz…
En zorlu zamanlarda, bu zorlukla baş etmek için mizahın ne kadar güçlü bir enstrüman olduğunu da düşünebilirsiniz.
Ama asıl, tanışmanın ne anlama geldiğini ve bugün bu dünyada, bu coğrafyada ne kadar önemli olduğunu düşünmenizi öneririm.
Eğer bu düzenin hızla değişmesini istiyorsak…
Sanırım tüm engellemelere ısrarla başkaldırmak ve birbirimizle inadına tanışmak en etkili yol.
Demirtaş ve Bener arafta bir düet yaparak adalete giden tüm yolların hukuksuzlukla tıkandığı bir zamanda o tıkanıklığın tam ortasını delip geçen ve dostluğa, dayanışmaya varan edebi bir yol açtılar.
Bize düşen, o yolu işler kılmak.
/././
Kiracı ev sahip olma hayalini kuramıyor, ev sahibi ise evini kaybetme kâbusu görüyor! -Mustafa Durmuş-
Bu ülkede emekçiler artık sadece kendilerine açlık sınırının altında ücretleri layık gören patronlar ve yüksek faiz ve işlem masrafı ödettiren tefeci bankalar için çalışmıyor aynı zamanda ev sahipleri için de çalışıyorlar.
Emekçilerin asgari ücrete, emeklilerinse kök ücretlerine zam yapılması taleplerini dikkate almayan siyasal iktidarsa, sadece enflasyondaki değil (özellikle de gıdada), aynı zamanda konut fiyatları ve konut kiralarındaki yüksek artışları da görmezden geliyor.
Konut kiraları son 9 yılda 6 kattan fazla arttı
Oysa Türkiye'de 2015 yılındaki ortalama konut kira fiyat endeksini 100 kabul ettiğimizde, 2024 yılının ilk çeyreğinde bu endeks 6,6 kat artarak 663 oldu. Yani son 9 yılda kiralar yüzde 663 kat arttı:
Sadece enflasyonda değil kira artışlarında da birinciyiz!
Böylece Türkiye, tıpkı enflasyonda olduğu gibi, konut kiralarındaki artış açısından da OECD ülkeleri arasında ilk sırada bulunuyor. Dahası, Türkiye'deki konut kira fiyatlarındaki bu artış, kendinden sonra ikinci büyük artışa sahip olan Litvanya'dakinin 3,7 katından fazla.
Türkiye'deki asgari ücret düzeyinin düşük olmadığını Endonezya, Tayland, Şili ve Kolombiya örnekleriyle kıyaslama yaparak veren Bakan Mehmet Şimşek acaba bu ülkelerin hiçbirinde kiraların Türkiye'deki gibi bu denli hızla artmadığının farkında mı?
Örneğin Kolombiya'da kira fiyat endeksi sadece 137 oldu. Oysa aynı dönemde Türkiye'de endeks ise 663 oldu. Yani Türkiye'de kiralar Kolombiya'ya göre neredeyse 5 kat arttı. Ama Bakan Şimşek bunu görmüyor ya da görmek istemiyor.
Emekçiler artık ev kirasını ödeyebilmek için çalışıyorlar
Özetle, bu ülkede emekçiler artık sadece kendilerine açlık sınırının altında ücretleri layık gören patronlar ve yüksek faiz ve işlem masrafı ödettiren tefeci bankalar için çalışmıyor aynı zamanda ev sahipleri için de çalışıyorlar.
Yani açlık ve yoksulluk düzeyinin altındaki ücretleri; fahiş kârlar, faizler/işlem masrafları, kiralar ve vergiler biçiminde emekçilerden geri alınıp tekrar zenginlerin ve devletin kasasına konuluyor. Ayrıca devletin aldığı vergilerin çoğunluğu yine bu zenginleri daha zengin yapmak için, onlara hizmet eden düzeni sürdürmek için harcanıyor.
Arsa-arazi sahipliği eşitsizlik kaynağı
Keza birçok ilde konut fiyatları, nüfusun çoğunluğunun karşılayamayacağı seviyelere ulaştığından konut, emlak yatırımcıları ve spekülatörler için olduğu kadar, ev sahipleri için de genellikle kazançlı bir yatırıma dönüştü. Bugün çok sayıda konut sahipliği, yüksek kira ve arazi fiyatı enflasyonu yoluyla toprak sahiplerini daha da zengin ediyor ve milli gelirin alt gelir gruplarından üst gelir gruplarına akmasına hizmet ediyor.
Bu arada iktidar kiralarda yüzde 25 artış sınırı uygulamasına bu ay itibarıyla son verdi. Bu denli yüksek kiralar ve ciddi barınma sorunu ortada iken, kiracı ile ev sahiplerini bir kez daha karşı karşıya getirecek bir karar aldı. Bunu da "ekonomide işlerin yoluna girmeğe başladığı" inancı ile yaptığını ileri sürüyor. Yani iktidar milyonlarca asgari ve düşük ücretli, emekli kiracının kaderini bir kez daha piyasa mekanizmasının insafına terk etti.
Diğer yandan, ücretlilerin (özellikle de asgari ücretlilerin) uzun vadeli konut kredisi gibi banka kredileriyle ev sahibi olabilmesi artık neredeyse imkânsız. Çünkü sıkı para politikasının bir sonucu olarak artırılan faizlerle birlikte, hızla artmakta olan konut fiyatları karşısında ev sahibi olabilmek artık bir hayal bile değil.
Konut Satın Alınabilirlik Endeksi'nin söyledikleri
Yeri gelmişken bir uluslararası endeksten daha (Konut Satın Alınabilirlik Endeksinden) söz edelim.
Bu uluslararası endeks 1970 başı ile 2021 sonunu içeren bir dönemi ve aralarında Türkiye'ni de bulunduğu toplam 40 ülkeyi kapsıyor.
"Satın alınabilirlik, medyan gelirli bir hane halkının bir ülkedeki ortalama fiyatlı bir evi satın alabilmek için gereken ipotek kredisini almaya hak kazanabilmesi" olarak tanımlanıyor.
Yani konut satın alınabilirliği, bir hane halkının diğer temel ihtiyaçlarını karşılamaya devam ederken ve hala bir gelir tamponuna sahipken, bir ev/konut satın almak için gereken düzenli ipotek ödemelerini yapabilme yeteneği olarak tanımlanıyor.
2023 yılında yapılan bir akademik çalışmaya göre, aşağıdaki grafikten de görülebileceği gibi, konut satınalınabilirlik gücü açısından Türkiye sondan ikinci sırada yer alıyor. (2)
Kısaca, bu ülkede hanelerin düzenli uzun vadeli konut kredisi ödeme gücü yok. Bu verinin 2021 yılan ait olduğunun altını çizelim. Yani içinde bulunduğumuz 2024 yılında emekçilerin durumunun çok daha vahim olduğunu söylemeye gerek yok sanırız.
Demokratik katılımcı ekonomide konut sorunun çözümü
Barınma çok farklı özelliklere sahip bir mal ya da hizmet türüdür. Barınma herkesin yaşamak için bir yere ihtiyacı olduğu ve çok uzun bir süre, genellikle yüzlerce yıl ayakta kalacak binalardan oluştuğu için toplum için gereklidir.
Bu, toplum açısından barınmanın (konutun), bireyleri, toplulukları farklı kimlikleri uzun yıllar etkileyecek önemli bir uzun vadeli varlık olduğu anlamına gelir. Bu yüzden de insan haklarına ve sosyal adalete yeterince önem verilen ülkelerde barınma/konut konusu bir kamu politikası olarak ele alınır ve piyasalara bırakılmaz.
Konut sorununun toplumdan, emekten ve doğadan yana çözümünde bugünden başvurabileceğimiz bir kalkınma ve gelişme modeli olan Demokratik Katılımcı Ekonomi Modeli'nde ise ticarileşmiş konutlar yerine barınma hakkını karşılamaya dönük sosyal konutlar üretilir. Bu öncelikle konutun üzerine inşa edileceği arazi ve konutun mülkiyet biçimi değiştirilerek, yani sosyal mülkiyete geçiş yapılarak sağlanır.
Bu model altında, konutun metalaştırma yoluyla spekülatörlere ve ev sahiplerine rant ve kazanç kapısı haline getirilmesi önlenir. Katılımcı bir ekonomide arazi ve binalar toplumdaki herkesin mülkiyetindedir. Bunlar "müşterekler" olarak kabul edildiğinden, çeşitli toplumsal kuruluşlar (bireyler dâhil) arazi ve konut binalarının vekilleri olurlar, konut sakinleri fiyat değişimlerinden dolayı bugünkü gibi ev alıp ev sahibi olmazlar ve satarken kâr (veya zarar) elde etmezler. Bunun yerine, sakinler konuta erişim sağlamak için makul bir ücret öderler. Konut, toplum açısından uzun vadeli önemli bir varlık olmaya devam edeceğinden, toplum; tüketici meclisleri, federasyonları ve siyasi kurumları aracılığıyla konut planlaması ve inşasında büyük söz sahibidir. (3)
Konut politikasının temel ilkesi ise, herkesin refahını destekleyen bir yerde ve çevrede yaşama hakkının olmasıdır. Ayrıca, konut politikasını geliştirirken, aynı zamanda konutun iklim ve çevresel etkilerine de odaklanılmalıdır (zira sera gazı emisyonlarının azımsanamayacak bir kısmı inşaat ve binalardan kaynaklanmaktadır). İyi bir şehir planlaması, yenilenebilir enerji kaynaklarına geçiş ve binaların uzun hizmet ömrüne sahip olması ise karbon ayak izini azaltır.
Son olarak böyle bir konut politikası altında demokratik toplumun rolü şöyle özetlenebilir:
İmar planlarının hazırlanması (konut, ticari veya endüstriyel kullanım gibi belirli kullanımlar için araziyi bölgelere ayırmak), yapı ruhsatlarının kontrol edilmesi, yapı yönetmeliklerine, çevre standartlarına karar verilmesi, tüketici tercihleri, demografik eğilimler ve iç göç hakkında bilgi sağlamak, çöp toplama, elektrik şebekeleri, su ve kanalizasyon, toplu taşıma sistemleri, kütüphaneler, oyun alanları, parklar, müzeler, spor tesisleri, halka açık yüzme havuzları vb. kamu tesislerinin ve hizmetlerinin organizasyonuna ve yönetimine katılmak ve sonunda, arazi geliştirme izinleri vererek, yeni konut ve diğer binaların geliştirilmesi için hangi arazilerin uygun olacağına kendi kurumları aracılığıyla karar vermek. (4)
Kuşkusuz böyle bir konut politikası ancak emekçiler başta olmak üzere tüm toplumun barınma, eğitim ve sanat/kültür, spor gibi ihtiyaçlarını ve doğanın korunmasını, farklı kimliklere eşit davranılmasını merkezine alan demokratik bir toplumda hayata geçirilebilir.
Dipnotlar:
(1) https://x.com/EconomyInformal/status/1809154377296298401 (5 July 2024).
(2) Nina Biljanovska, Chenxu Fu, Deniz Igan, Monetary and Economic Department BIS Working Papers, No 1149 (November 2023), https://www.bis.org/publ/work1149.pdf.
(3) Anders Sandström, Housing in a Participatory Economy, https://participatoryeconomy.org/housing-in-a-participatory-economy (27 March 2023).
(4) Agm.
/././
Kim korkar Açık Radyo'dan? -Rıza Türmen-
Açık Radyo’nun lisansının iptali, Türkiye’yi büsbütün karanlığa iterek rejimin normalleşmesi yönünde bir siyasal iradenin mevcut olmadığını ortaya çıkardı. Kapalı bir rejime açık değil, kapalı radyolar yakışır.
Açık Radyo’nun lisansının iptaline yol açan 24 Nisan’daki bir programa katılan konuğun “Ermeni soykırımı”ndan söz etmesiydi. Radyo’ya bu nedenle önce idari para cezası verilmiş, Açık Radyo cezanın ilk taksitini ödemiş, ancak 5 program yayın durdurma cezasını tebligatta görülmediği için yayını sürdürmüş. RTÜK bu yanlışlığın düzeltilmesine olanak tanıyacak yerde, fırsatı kaçırmayarak lisansı iptal etti. Yaptırım gerekçesi toplumu kin ve düşmanlığa tahrik etmek.
Anayasa’nın 26. Maddesi “Düşünceyi açıklama ve yayma hürriyeti” başlığını taşır. Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 10. Maddesi de ifade özgürlüğünü düzenler. Herkesin, devletin müdahalesi olmadan, bilgi ve düşünceleri alma ve yayma özgürlüğü hakkına sahip olduğunu belirtir. AİHM ifade özgürlüğüne ilişkin bütün kararlarında ifade özgürlüğünün kapsamını belirleyen ilkeye yer verir. Buna göre, ifade özgürlüğü demokratik bir toplumun temelidir. İfade özgürlüğü sadece zararsız ya da lehte olan düşünceleri değil, aynı zamanda hükümeti ya da toplumun bir bölümünü rahatsız edici, incitici, şok edici düşünceleri de kapsar.
Açık Radyo’nun lisansının iptaline yol açan “Ermeni soykırımı” sözlerinin ifade özgürlüğü kapsamına girip girmediğini değerlendirmek için AİHM Büyük Dairesi’nin 2015 yılında kabul ettiği Perinçek/İsviçre kararına bakmak gerekir. Davaya konu olay şu: Doğu Perinçek İsviçre’de katıldığı üç toplantıda 1915’te Osmanlı Devleti içinde yaşayan Ermenilerin soykırıma uğradıklarına ilişkin iddiaları reddeder. Bunların gerçek olmadığını söyler. İsviçre Ceza Yasası’ndaki ırk, etnik ya da dinsel nedenlerle bir grup insana karşı nefret ve ayrımcılığı tahrik etmek suçundan hapse çevrilebilir para cezasına mahkûm olur. Önce temyiz mahkemesi, ardından Federal Mahkeme cezayı onaylar.
AİHM Büyük Dairesi kararında, Perinçek’in beyanlarının kamuoyunu ilgilendiren bir konuya ilişkin olduğu, nefret ve kin duygularını tahrik etmediği, İsviçre’nin bu tür beyanları kriminalize etmesi gerekmediği, İsviçre mahkemelerinin kararının, bu konuda İsviçre’de yerleşmiş olan görüşlerden ayrılan bir görüşü sansür ettiği, Perinçek’e verilen cezanın demokratik bir toplumla bağdaşmadığı gerekçeleriyle Sözleşme’nin ifade özgürlüğüne ilişkin 10. maddesinin ihlal edildiği sonucuna varır.
Doğu Perinçek’in savunmasının temel dayanağı ifade özgürlüğüydü. Perinçek’e göre 1915 olaylarına ilişkin tartışma ve bu konudaki farklı görüşlerin kriminalize edilmesi kamuyu ilgilendiren konulardı ve ifade özgürlüğü kapsamına girerdi.
Türk Hükümet’i de davaya müdahil olarak bildirdiği görüşte, başvurucunun sözlerinin siyasal bir söylem niteliği taşıdığını, başvurucunun konuşmasının tahrik edici olsa bile amacın kamuoyundaki tartışmaya katkıda bulunmak olduğunu, ifade özgürlüğünün şok edici, incitici beyanları da kapsadığını, bu nedenle bir ölçüde tahrik edici olabileceğini ileri sürdü.
AİHM Perinçek’e verilen mahkûmiyet kararının ifade özgürlüğü kapsamına girip girmediğine karar vermek için Perinçek’in sözlerinin şiddet ve nefret söylemine yol açıp açmadığını, kamu düzenini bozup bozmadığını inceledi. Perinçek’in beyanlarının kamu düzenini bozan bir yanı olmadığına karar verdi.
AİHM’in Perinçek kararı Türkiye’de büyük bir sevinç uyandırmıştı. Karar gerçekte bir ifade özgürlüğü kararıydı. AİHM, İsviçre’nin Perinçek’in soykırımı reddeden sözlerinin İsviçre Ceza Yasası gereğince suç olarak görülmesi ve ceza verilmesinin ifade özgürlüğünün ihlali olduğuna karar verdi.
İsviçre’de soykırım reddini ifade özgürlüğü olarak gören Türk hükümetinin ve bu kararı destekleyenlerin, şimdi aynı duyarlılığı Açık Radyo’nun kapatılması konusunda göstermesi gerekmez mi? Yoksa İsviçre’de ifade özgürlüğü kapsamına giren soykırımın Türkiye’de ifade özgürlüğü dışında kalması nasıl açıklanır? İsviçre’de soykırım reddinin kriminalize edilmesi, bir düşüncenin serbestçe ifade edilmesinin engellenmesi ifade özgürlüğünün ihlaline yol açarken, aynı özellikleri taşıyan bir söylem nedeniyle Açık Radyo’nun lisansının iptali de bir düşüncenin serbestçe ifade edilmesine getirilen sansür dolayısıyla, ifade özgürlüğünün ihlali değil mi? AİHM’de soykırım reddinin ifade özgürlüğüne girdiğini savunan Hükümet’in asgari bir ilkesel tutarlılık göstererek RTÜK’e de “dur” demesi gerekmez mi?
Açık Radyo’nun lisansının iptal gerekçesi “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” ama halkı tahrik ettiğini gösteren hiçbir somut olgu yok. Halk soykırım söylemini protesto etmek için sokaklara mı dökülmüş? Bu yüzden kamu düzeni mi bozulmuş? Hiçbiri değil. RTÜK keyfince bir karar vermiş. Kararı haklı göstermek için de keyfince bir gerekçe uydurmuş.
Şimdi Türkiye’de hukuk bir kez daha “hukukilik” ve “keyfilik” sınavı verecek.
İfade özgürlüğü demokrasinin kurucu ilkelerinden. Düşüncelerin özgürce ifade edilmesi, onlara devlet kurumu karşısında bir özerklik boyutu kazandırır. Devletin demokrasi olmak gibi bir iddiası varsa, sevmediği düşünceler karşısında kendini sınırlamak, bunların serbestçe ifade edilmesinin güvencesi olmak zorundadır. Beğenmediği düşünceleri yasaklayan bir devlet, demokrasi olmaktan uzaklaşır. İfade özgürlüğü demokrasinin yüreği olduğundan ifade özgürlüğüne getirilen hukuk dışı sınırlamalar, doğrudan rejimin niteliğini etkiler.
Açık Radyo’nun kapatılması da bu nedenle önemli. “Normalleşme”nin konuşulduğu bugünlerde, “normalleşmenin” tek bir anlamı olabilir. Demokrasiyle yönetilmeyen Türkiye’de rejimin normalleşmesi, yani rejimin demokratikleşmesi. Açık Radyo’nun lisansının iptali, Türkiye’yi büsbütün karanlığa iterek rejimin normalleşmesi yönünde bir siyasal iradenin mevcut olmadığını ortaya çıkardı.
Kapalı bir rejime açık değil, kapalı radyolar yakışır.
/././
Bu Başkan'a nazar değmesin!..-Yalçın Doğan-
AKP yönetiminde bürokrasinin ne hale düştüğünü tarih yazacak
Büyüklerinden öğrendiğini uyguluyor.
Açıkladığı enflasyon oranlarına kimsenin inanmadığı TÜİK'in Başkanı Erhan Çetinkaya basın toplantısı düzenliyor.
Kimleri çağırıyor?.. Yandaş medyayı!..
Neden?.. Büyüklerinden gördüğü gibi, "gerçek gazetecilerden kaçmak" için.
Ancak, kapasitesi işi "gerçek gazeteci sorularına" bırakmaya ihtiyaç göstermiyor. Çetinkaya açıklamalarıyla hem kendi ayağına sıkıyor, hem de bağlı olduğu Hazine ve Maliye Bakanı Mehmet Şimşek'e. Bilgi, mantık ve hesap hatalarıyla dolu sapır sapır dökülen bir toplantı.
Muhatap kim?
Meslektaşımız Alaattin Aktaş yazdığı yazıyla enflasyon hesabında madde sepeti sırrına son veriyor. Doktor muayene ücretinin 34 lira, kiranın 6 bin lira olması gibi, enflasyonun komedi ötesi verilerle hesaplandığı ortaya çıkıyor.
Çetinkaya'nın toplantısı ilerledikçe skandallar da ilerliyor.
"Enflasyon zam döneminde düşük mü açıklanıyor" sorusuna, aslında iktidarı koruyan çanak bir soru, "yok canım öyle şey olur mu" demesi beklenirken, Çetinkaya:
"Muhatap biz değiliz!.."
Ne?.. Sen muhatap değilsen, enflasyonu kim hesaplıyor, kim açıklıyor?.. Önü arkası düşünüldüğünde, kritik bir yanıt.
Arkadaş belki de sorumluluğu üstünden atmak istiyor.
Enflasyonu TÜİK hesaplıyor ama, TÜİK gölgesinde başka bir açıklayıcı mı var?..
Sorgulanması gerekir.
Zamdaki zamanlama
Bağlı olduğu AKP iktidarına bir darbe daha indiriyor:
"Elektrik zammını 1 Temmuz veya 1 Haziran'da yapmanın farkı var. Tercih bu yönde kullanıldı".
Aylardır vurgulanan tez birinci elden doğrulanıyor. Tez şu:
1 Temmuz'da yaparak, zammın altı aylık enflasyona girmesi önleniyor, oranın biraz düşük çıkması sağlanıyor. Böylece bütün işçi, memur ve emekli ücretlerinde artışı düşük tutuluyor.
"Tercih bu yönde kullanıldı" diyerek, Çetinkaya kendisini dışarıda tutuyor.
"Tercihi" kim yapıyor?..
Elbette AKP iktidarı.
"Bir gün daha çalişmak"
Farkında değilmişiz, bu arkadaş meğer bir derya!..
Fiyatların ay sonunda toplandığını, TÜFE açıklamasını her ayın 3'üne yetiştirmek için bir gün daha fazla çalışmak gerektiğini söylüyor.
E, bir gün daha fazla çalış!..
Elini tutan mı var, ayın 4'ünde, 5'inde açıkla!.. 3'ünde açıklamak yasal zorunluksa, söyle büyüklerine, yasanın o kuralı bir gece yarısı KHK ile anında değişir.
Asgari ücretin etkisi
Çetinkaya'dan bir başka itiraf, bakın ne diyor:
"Asgari ücret artışının enflasyona etkisi yüzde 4.5".
Madem öyle, asgari ücret neden sabit tutuluyor?..
Mehmet Şimşek enflasyonun nedenlerden biri olarak ücret artışlarını göstermiyor mu?.. Sırf bundan dolayı bu yıl Temmuz'da asgari ücret sabit tutulmadı mı?.
Yüzde 70'i aşan enflasyon yanında, yüzde 4.5 nedir ki!..
Enflasyonu düşürmek için ücretleri frenlemeye öncelik tanıyan Mehmet Şimşek bu sözleri duyunca, herhalde deliye dönmüştür.
Ha 45 ha 75
Bu Başkan başka Başkan!.. Üstelik, istatistik Başkanı!.. Diyor ki:
"Bir ürünün fiyatı bir yıl sonra 100 liradan 175 veya 145 liraya çıkacak, can yakıcılığı açısından bir fark yok!.."
Sen az mı uyudun, hükümetten fırça mı yedin, kabus mu gördün, bu zırvanın izahı var mı?.. Bunu söyleyen istatistik kurumu başkanı!..
Nasıl anlatsak acaba, diyelim ki sen 15 sopa yedin, canın acır, 45 sopa yedin bir yerlerin kırılabilir, 75 sopada belki ölebilirsin. "Can yakma acısı aynı" mı?..
145 - 175, orta sınıfı yok eder, düşük gelirlileri iyice yoksullaştırır, ahlakı bozar!..
İşte vergi kaynağı
TÜİK Başkanı Mehmet Şimşek'e bir kaynak gösteriyor, vergi kaynağı. Diyor ki:
"Türkiye'de şirketler enflasyonist ortamı kullanarak, normalde alması gereken karlardan daha fahiş karlar elde ediyorlar".
Yeni vergi paketinin ele alındığı bugünlerde, Mehmet Şimşek garsonun bahşişiyle, yurt dışı harcıyla, dolaylı vergilerle uğraşacağına, kaynak gözünün önünde, "fahiş karlardan", yani haksız ve aşırı karlardan vergi alabilir.
Alabilir mi?..
Alamaz!.. Çünkü, sermayeye dokunamaz!..
(T24)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder